|
|
|
1 Aralık 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Tayyip Bey ''zaid'' bir geziye çıkıyor!.. |
Merhabalar,
Milletin diline pelesenk olmuş şu altkimliklitekbaşınaçorbaiçmeyikendisiarzuedenbakaneşi olayına Tayyip Bey'in yorumunu sorduklarında "Zaid bişey!" demişti de, ben en kifayetsiz muhteris edamı takınıp "kültür başka birşey ayol" diye geçirmiştim içimden. Öyle ya ancak bir üst kimlikli başbakan konuya böyle cevap verip milleti susturabilirdi. Haydi bakalım sıkıysa içlerinden biri çıkıp sorsun "Zaid" ne diye. Tayyip Bey her türlü takdiri hakeden bu dil cambazlığıyla sorunu daha cenin halindeyken çözmüştü. O çözmüştü çözmesine de biz gariplerin zaidin anlamını öğrenmesi vakit aldı. Zaid gereksiz demekmiş, bilmeyenlere duyurulur. Tayyip Bey sonra açmış ağzını yummuş gözünü kendisini kırk yılda bir çıktığı dış gezilerinden dolayı eleştiren kendini bilmezlere dersini vermişti. Öyle ya gidilmedik bir oralar kalmıştı, eksik mi kalsındı koca başbakan. Hele bir de işi gücü bırakıp tekneyle dünyayı turlayan koç gibi işadamı kendi ettiğine bakmadan eleştirmeye kalkınca haklı olarak daha da kızdı. Yeni Zelanda'ya gidilmeliydi. Oradaki refah memleketime taşınmalıydı. Hayır ben Tayyip Bey'i dert etmiyorum, o nasılsa bir yolunu bulup gider. Ben yanında götüreceği, harıl harıl bavul hazırlayan refakatçileri adına üzülüyorum. Zaid bir gezide, zaid insanlar olarak anılmayı kimse kendine yediremez değil mi? Yedirir mi? Bilmem ki ben de yesem mi?
Akşamları NTV de kısacık ama dopdolu güzel bir program var izliyor musnuz? "Yorum Farkı" adlı bu programda Emre Kongar ile Mehmet Barlas, Karagöz'le Hacivat rolünde gündemi tartışıyorlar. İzlemediyseniz mutlaka izleyin akşam 20:00-20:15 arası. Ben müdavimleri oldum işi gücü, diziyi bir kenara bırakıp izliyorum ikisini. Karşıt görüşleri en medeni biçimde, hafif alaylı ama olabildiğince saygılı tartışabilmeleri, eğer bir şov değilse, pekçok kişiye örnek olabilecek cinsten. Oooo epeyce geç olmuş. Haydi ben kaçıyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
ÖNSÖZ : Ömer Akşahan |
|
S e s s i z l i k
Sessizliği duyabilmek için mavi-beyaz dalgaların ağlaştığı bir sahilde; yalnız bir martı ve sen olacaksın.
Gözlerin turkuvaz rengine boyarken denizi, ellerini saklayacaksın.
Vahşi bir uğultu sessizliğin ıslığını bölerken, gri bulutlara saracaksın yüreğini.
Başında esen o kavak yellerini hiç duymayacaksın.
Avuçlarında tuttuğun su hışırdarken, yüreğimin sesini duyacaksın.
Sıcaklığım terletirken avuçlarını, baharın habercisi serçeler gibi titreyeceksin.
Yalnızlık ve ayaz hiç bu kadar seni ısıtmayacak.
Akşamın ılık dokunuşlarını yüzünde duyarken, içini döven sessiz dalgalarla uyuyacaksın.
Sessizliğin doruğunda, kara bir leke olacaksın; korkma! Duygularım seni bir bulut gibi sarıp, sarmalayacak.
Bulutlar okşarken tenini, dudaklarımın yakıcılığında ısınacaksın.
Bırakacaksın kar bulutu altında ansızın patlayan bir çığ gibi kendini.
Her susuşum, sudaki izlerini silerken; bensizliğe ağlayacak, sessizliğe güleceksin.
Yeniden başlamak için her şeye, yüreğimin tuşlarına kirpiklerinle dokunacaksın.
Ve bir martı katili gibi sessiz denize yürüyeceksin.
Süzülüp üstüme düşen, o yağmur bulutundan yalnızca yaralı bir martı değil, sen de olacaksın.
İtiraf ediyorum...
Ben senin geçmişin,
Sense benim geleceğim olacaksın!
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Rengarenk: Tuba Çiçek DEMİR LADY Mİ? DEMİR LEBLEBİ Mİ? |
|
Biz kadınlar, bünyemizde barındırmaya mahkum olduğumuz duygusallık, anaçlık, sulu gözlülük gibi özelliklerden dolayı, erkeklere kıyasla daha zayıf, daha narin, daha kırılgan, daha velveleci, daha korkak vs. olarak biliniriz. Doğrudur.
Oysa bizi erkeklerden farklı kılan özelliklerimizi doğru yerde, doğru zamanda ve makul dozajda kullanırsak, dünya hem biz, hem de erkekler için daha çekilir bir platform olacak diye düşünüyorum.
Hayır. Bugün, dişiliği abartıp özgüvensizlik, mızmızlık, acizlik, asalaklık çamuruna batmış kadınları çekiştirmeyeceğim. Aksine, dişiliğini 'hadım edip' erkekleşmeye öykünen hemcinslerimi çekiştireceğim.
Margaret Thacher, Tansu Çiller ve bu iki kadın politikacının güncel muadili Angela Merkel isimlerini zikredersem, ne demeye çalıştığımı anlayacaksınız umarım.
İngiltere'de Thacher, Türkiye'de Çiller ve son olarak Almanya'da Merkel... Üçü de kadın hareketi adına önemli görülen, umut vaat eden ve desteklenen; ancak erkek hegemonyası karşısında söylem farklılığı oluşturamamış ve 'dişiliğini hadım etmiş' kadın politikacılar. Hatta biraz daha ileri gidip, 'kadın olma kompleksleri' sebebi ile erkeklerden daha hırçın, daha acımasız, daha duygusuz, daha 'kabadayı' olduklarını bile söyleyebilirim.
Merkel'in kompleksleri sadece kadınlıkla kalmıyor. Doğu Alman kökenli olması sebebiyle mi, yoksa başka bir kompleksle mi bilmem; sonuna kadar Hıristiyan, sonuna kadar muhafazakar bir karakter çiziyor Merkel. Tabii olaya kompleks boyutundan yaklaşırsak, zat-ı alilerinin dişiliğini yeterince alt edemediğini de görüyoruz. Heyhat, kader utansın!
Hani çirkin kız çocukları vardır. Erkeklerin dünyasına 'dişi bir afet' olarak giremedikleri için, 'erkek gibi kız' olarak girmeye çabalarlar... Hani göğüslerinden utanıp kambur dururlar, küfürlü konuşurlar, 'yamuk yapanı' döverler, 'dayı' gibi yürürler... Ne tam olarak erkek olabilirler, ne de kadın kalabilirler. Aslında her zaman mutsuzdurlar ama bunu 'delikanlılığa' sığdıramadıklarından 'demir lady' numarası yaparlar. Doğaldır ki, bünyelerindeki negatif enerjiyi, bulundukları her ortama yaymaktan geri duramazlar.
Hal böyleyken, Merkel'in Irak savaşına sıcak bakabilmesini ve Türkleri AB'de istemeyişini anlamakta zorlananların aklına şaşıyorum doğrusu!
Bir de, kadınların yönettiği bir dünyada asla savaş çıkmayacağını savunan aklı evveller var tabii.
Ne diyeyim; Tanrı hepimizi 'kadınlığını bastırmış' kadın siyasetçilerin şerrinden korusun!
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : Deniz Kılıç Düşündüklerim |
|
İyice bakın yorgun yüzüme, yüzüme yayılan tebessüme bakın, dişlerimin arasından sızan hüznü görebilir musunuz?
Ya göz kapaklarımın üzerine çöken ağırlığı? Uykuda huzur var mı acaba? Ben uyumak istiyorum, psikolojisi sorunlu insanların
kaçış yolu mudur uyku? Eğer öyleyse bile, ben kaçmak istiyorum uykuya...
Anne, baba size önceden söylemediler mi yaşayacaklarımı? Belki de yaşamayacaklarımı söylemişlerdir de
duymadınız? Biliyor musunuz benim içimde eksik kalan yanlarımı?
Sanırım doğarken hiç ağlamamış olmamdır büyüdüğümden beri dinmeyen gözyaşlarımın sebebi.
Hayatın ilk sürprizini doğarken yaşadım, aslında ben olduğum yerden memnundum istememiştim ki bu dünyaya
gözlerimi açmayı, nefes almayı bile red ettim dışarı çıktığım anda, beni zorla çıkardılar olduğum yerden...
Yaşadıklarım, yaşayamadıklarım ve yaşayamayacaklarım, iyisi ve kötüsü, topladığım kendime ve kendimden
çıkardıklarım... Yaşantımı döküp saçıyorum ortalığa, dağıtıyorum, içinden seçip ayıklıyorum şurası benim, burası onun,
şu köşe sizin, bu kıyı onların ve sahipsiz kalan yanlarım. Sol yanım, kaynayan tarafım, kaynadıkça kanayıp yanan yanım.
Kimi güldürdüm, kimle ağladım, ya ağlattıklarım? Dua mı oldum dilde, avuçta beddua mıydım? Duaları bir yana yazdı da
melekler, gökten kemik mi yağdı da lanetler kabul gördü? Sıkı sıkı boğazımı saran sıkıntılarım offff.
Kim şişeye koydu huzurumu benim, kim ağzını bağlayıp saldı denizlere? Bak peşindeyim yıllardır, yakalayamıyorum.
Niye çaldılar mutluluklarımı? Yüküm çoktu, taşıyamam diye mi şansımı başkası aldı?
Ya bundan sonra aklıma gelecek, başıma düşecek neler olacak? Neler gelip beni bulacak, neler arayacak?
Kimlerle köşe kapmaca oynayacağım? Yoksa körebe mi olacağım ? Süpriz yumurtalarımın oyuncaklarını kime verdiniz?
Yine çikolatası kalmış sevmediğim, ben oyuncaklarımı istiyorum, geri alın. Hayvanat bahçesi kuracağım kendime, hepsini
geri alırsam bir dünya kurarım belki içinde yaşayacağım. Red ediyorum bu yaşamın sahteliklerini, oyuncaklarım daha gerçek
onlara dokunabiliyorum çünkü. Seksek oynayacaktım bahçedeki çizgileri kim sildi? Beştaş oynayacaktım, taşlarımı da atmışlar,
bir daha bulamam ki aynı taşları hepsi yuvarlaktı onların, misketlerim de yok cam kavanozumu kırmış, her birini ayrı bir köşeye dağıtmışlar.
Küçükken kestiğim tırtıllar bana küsmüş müdür acaba? Ya içini açtığım kurbağalar? Bak şimdi korkuyorum, toprağın altına
girdiğimde ya hepsi yanıma gelirlerse? Öyle kalabalıklar ki, beni onlardan koruyacak kimse olur mu? Kırık kırpık parçalar
dökülecek mi üstüme kırdığım kalplerden? İçinden kendi kalbimin parçalarını ayırabilecek miyim? Çok kırıldım hayat sana,
ver bütün parçalarımı geri, yeniden toplanacağım. Hayallerim de hazır, bir tuvale çizdim onları bak asılı duvarda ben
görüyorum, oradan alıp tek tek hepsini yaşayacağım. Hayat, kader, felek, alınyazısı... Yaa şimdi ben hanginizi suçlayacağım?
Beni dünyaya getiren doktora teşekkür mü etmeliyim, küfür mü? Biraz da mutluluk koysaydın ya zıbınımın cebine be amca,
yoksa sen miydin çalan bana ait olanları? Popoma vurduğun tokadın acısı hala yüreğimde, seninle öbür tarafta
karşılaşınca o tokadın hesabını soracağım. Hey canımı acıtıp, ruhumu kanatanlar, hepinizle diğer tarafta hesaplaşacağım,
şimdi uğraşamam sizlerle işim var, izninizle ben biraz YAŞAYACAĞIM.
BELKİ ZAMANIM AZDIR, ELİMİ ÇABUK TUTACAĞIM... AVUCUMUN İÇİNDE BİR HAYAT VAR, BİRİKTİ BİRAZ
MÜSAADE EDİN LÜTFEN, HARCAYACAĞIM...
Deniz Kılıç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
OSMAN
Sabah gene uykusunu alamamanın yorgunluğuyla, ama bundan bıktığını anlamadan kalktı. Oda bütün gece insan nefesinden ısınmıştı. Anası, kaynattığı çorbanın başında, hemen yanda mutfak dedikleri duvarın gerisindeydi. Dinledi, tüpün sesinden başka ses yoktu sanki. Sıra beklememek için ahşap kapılı helâya doğru yürüdü. İçeriye girince, üşüdü omuzları. Hacetini gördü, yarım yamalak yüzüne su vurdu. Yarısı nemli havluya, gelişigüzel yüzünü sildi. Sırları bozulmuş aynada şöyle bir baktı kendine. Bütün günün sonunda, akşam döndüğünde bu yorgun surat, terden yapışan tozlardan bir yaş daha yaşlanmış gibi görünecekti. Eğer dönebilirse…
Ailenin en küçüğüydü. Adı Osman. Kısacık kesilmiş saçları, kocaman burunlu, güneş karasına çalınmış yüzlü, inceden cılız bir oğlan... Aynı iklimden tüm insanlar gibi dudakları iricene, dişleri bembeyazdı. Dişleri, gülümsediğinde yüzünün güneşi olurdu. Ayakları kocamandı, bir çocuk için hem de, koskocaman. Topraktan ve topladığı narenciyeden tırnaklarının içine sinmiş, kahvemsi bir yeşile bulanmış elleri de kocamandı. Osman okula gitmeyi bırakmış, bundan daha pişmanlık duyamayacak kadar küçüktü de. Osman'ın yüreği, gördüğü her yeni şeyde ve işittiği her güzel sözde uçacak kadar temizdi.
Tüm aile, yere serilmiş bezin etrafına çöktü. Ablası içeriden somunu getirip, bir köşede usul usul kesmeye başladı. Anası bakır ve yeni kalaylanmış siniyi örtünün ortasındaki ahşap ayağın üstüne koydu. İçinde beş kaşık, bir kâsede siyah zeytin, küçük bir metal tasın içinde de acı biber turşusu. Ortada anasının az önce kaynattığı çorba. Tarhanası az, nanesi bol olmuş diye söylenecekti babası. Hep birden uzanıp kaşıklamaya başladılar kahvaltılarını. Alelacele yenildi, babası söylendi, sini mutfağa bırakılıp, anası ve ablası başını örttü. Hep beraber çıkıldı evden.
Yolda az şey konuşuldu. Kapıdan çıkar çıkmaz, güneş daha doğmadığından, serin ve mis kokulu hava onları karşıladı. Soludukları hava hepsine iyi geldi. Yolda baba, anneye odun almak lazım dedi. Anne kışın yaklaşmasından umutsuzdu. Baba bir sigara daha yaktı efkârdan. Belediye sulamıştı yolları geceden, toz kalkıyordu hala. Arada ağaç diplerinde, biri iki yaprak ömürlerini bitirip düşmüşlerdi yere. Güz yaklaşmaktaydı. Üç kardeşin ikisi, Osman ve abisi önden yürüyorlardı. Anası, ablası ise babasının hemen ardından gelmekteydi. Adımlar küçüktü ya sık atılıyordu. Zordu karın tokluğuna çalışmak ama bir aradaydılar. Bilmem ne kadar yürüdüler ama az sonra kamyonun yanında bekleşen kalabalığa dâhil oldular.
Osman; babasına sordu saat kaç diye. Altıya geliyor dedi babası. Birazdan bekleşen herkes, doluşup kamyona bahçeye gideceklerdi. Kamyonun arkasında soğuk metalin üzerine oturacaklar, bağdaş kurdukları bacakları, kırk beş dakikalık yolda uyuşacaktı. Osman arabaları hep sevdi. Ne olduğu önemli değildi. Dört tekerin üzerinde, hareket etmesi yeterliydi. Kocaman kamyonun kasasında bazen ayağa kalkardı. Anası yakınındaysa yumruklardı ayaklarını, çök diye. Hareket halindeyken araç; rüzgârı yüzünde, kulaklarında hissetmeyi severdi. Hele ki bazen araba hızlı giderken, bayır aşağı inerken içi bir hoş olurdu. Bir gün büyüyecek, kendi arabasını alacaktı. O zaman kimse ona engel olamayacaktı. İstediği gibi rüzgârla yarışacaktı.
Şoför, ağzında sigarası ile kamyonun kasasını gelip açtı. Önce kızlar bindi, ardından analar, en son da erkekler. Her biri bir yer bulup, oturdular sessizce. Kimse konuşacak kadar keyifli değildi. Alacakları yevmiyeyi neye harcayacaklarını düşünüyorlardı. Nelerine yetecek, hangi eksik daha az önemli olacaktı. Kimi kirayı denkleştirecek, kimi kışlık un alacak, kimi oduna biriktirecekti parayı. Sabah yediden, akşamın yedisine kadar, her bir meyveyi elleriyle toplayacaklardı. Emeklerinin terini, güneşin altında buharlaştırarak kazanacaklardı. Gerçi hiç bir zaman söylenen zamanda paydos edilemedi, erkenden varılırdı, paydos saatini az geçerek çıkılırdı. Mal sahibi böyle isterdi, şoför daha hızlı kullanırdı kamyonu, öğlen yemeklerinden daha çabuk kalkılırdı. İtiraz edilse, çalışacak çok insan vardı...
Osman, arkadaşının yanına gitti. Yaşça kendinden büyük bu çocukla konuşurlardı yol boyu. Arada yerlerinden doğrulur, yoldaki diğer arabaları birbirlerine gösterirlerdi. ''Lan oğlum gördün mü kırmızıyı.'' Şiveleri birbirine yakın olduğundan, birbirlerinin ne dediğini anlarlardı. Oysa bahçeye arada gelen Antalyalı mühendis anlamazdı onları. Bir kere Osman'la konuşmaya başlamıştı, Osman'ın verdiği cevapları anlamamıştı. Irgatların başı olan adam, mühendise ne dediğini anlatı vermişti.
Yarım saate yakın olmuştu. Yoldaydılar, güneş yükselmeye başlamıştı. Kamyon bugün yine hızlı gidiyordu. Daha çok çalışsınlar diye yediden önce varmaya çalışıyordu. Yol boyunca, tekerin altında düz olmayan asfaltta, karşılaştıkları her tümsekte, yerlerinden havaya kalkıyordu bedenleri. Kadınların yüzünde, bildik bir endişe. Bu endişe yüzlerine, içlerine o kadar sinmişti ki alışmışlardı bununla yaşamaya, yadırgamıyorlardı.
Köye varmalarına az kalmıştı. Çalışacakları bahçe o köyün az ilerisindeydi. Limon toplayacaklardı. Osman seviyordu bahçede çalışmayı. Kopan limonların kokusunu, ağaçların o farklı yeşilini seviyordu. Bir gün gözleri o yeşile benzeyen bir kıza sevdalanacaktı, ama bunu bilmiyordu. O kıza baktıkça; bugünü hatırlayacak, ailesi gelecekti aklına, varacakları bahçe…
Osman ve arkadaşı, hemzemin geçide yaklaştıklarını anladılar. Bunlar her gün geçtikleri yollar değil miydi? Kendilerine göre yol boyunda belirli noktaları bile vardı. Kamyonun kasasının ucuna doğru, çömelerek yürüdüler. Kimse fark etmedi bunu. Herkes kendi halinde, kimileri gözleri kapalı oturup duruyorlardı. Osman ve arkadaşı yaklaştıkları hemzeminde raylara bakacaklar, belki uzaktan gelen treni bile göreceklerdi. Kamyon sarsıla sarsıla gidiyordu, bilerek böyle gidiyordu, ırgatlar daha çok çalışsın diye. Kasada oturup duranlar, önce ırgattı sonra insan. Osman ve arkadaşı kasadan usulca doğruldular. Karşılarından hızla gelen treni gördüler…
…..
Osman kendine geldiğinde, kolu acıyordu. Önce hiçbir şey anlamadı, anımsamadı. Güneş gözlerinin içine girmişti. Başı dönmüş, aklı karışmıştı. Ağlayan insanlar vardı, garip sesli arabalar. Kalkmaya çalıştı, doğrulamadı. Ancak başını kaldırabildi. Koşuşturup duran insanlar, gördüğüydü, etraftaki garip uğultu, işittiğiydi…
Bir süre sonra, hastanede hatırladı her şeyi. Sordu, anasını, bacısını, babasını ve ağasını. Kimse bir şey söyleyemedi ona, o anlamak zorunda kaldı. Gazetenin birinde bir fotoğraf vardı. Çok sonra görecekti bunu… Karenin içinde; devrilmiş bir kamyon, çarpılmış bir tren, bir incir ağacı, ağacın altında yitirilmiş canlar…
Serap Ezgi
Yazanın notu: Hemzeminde yitirilmiş canlara rahmet olsun…
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : Neslihan Güzel KAR TANELERİ |
|
Cama kar taneleri vuruyordu birer birer, tıp tıp sesleri geliyordu kulağına ardından. Pencerenin kenarına doğru yaklaştı, ellerini yanağına usulca dayadı, uzaklara doğdu daldı. Dağların eteklerleri beyaza boyanmaya başlamıştı bile. Kar, lapa lapa serpeliyordu durmadan.
O an odunu olmayanlar geldi aklına, acaba onlar ne yapardı bu havada. Üzüldü içi burkuldu birden. Buradakiler, etraftan çalı çırpı topluyor onun ateşiyle ısınıyorlardı, ya şehirdekiler onların böyle bir avantajı bile yoktu. Sonra ayakkabısı yırtık olan çocukları düşündü, onlar ne yaparlardı ki bu havada…
Kar hala bütün hızı ile yağmaya devam ediyordu, taneler cama vuruyor oradan da kazandığı ivme ile yere düşüyor, kocaman bir öbek oluşturuyordu. Üzerine basmak istedi ama korktu kayıp düşmekten. Bir kere buzun üstünde öyle bir kaymıştı ki, betonun üstüne sert bir şekilde düşmüştü. Hala aklına gelince kramplar giriyordu beline. Yerinden neredeyse yarım saat hiç kalkamamıştı. Canının yanmasına mı yansın? Yoksa insanların garip garip bakmasına mı?
Yerinden yavaşça kalkarak, dağılan eşyalarını toplamıştı, saçılan çiçekleri de bir demet yapmıştı. Hiçbir şey olmamış gibi canının acısı gizlemeye çalışarak, evinin yolunu tutmuştu. "Çocuk olsam" dedi, "O zaman basardım feryadı, kimse şaşırmazdı, kızmazdı da."
Hala camın önündeydi, dışarıyı seyrediyordu hüzünlü gözlerle, tek bir kar tanesine baktı, ne kadar masumdu, ne kadar hafif. Ne kadarda çabuk düşüveriyordu yere. Çok sevimli diye geçirdi içinden. Tıpkı çocukluğumda ki pamuk şekerim gibi, yumuşak ve o kadar da masum. Bir de bunların toplanmış, kümeleşmiş halini düşündü. O zaman ne kadarda ağırlaşıyordu. Tıp ki bir taş, bir kaya kütlesi gibi oluyordu. Ağır ve yıkıcı.
Hayat gibi değil miydi, kar taneleri de? Bazen o kadar masum ve duru, bir o kadar hafif ve güzel. Bazense o kadar ağır ki taşıyamayacağım kadar ağır ve yıkıcı.
Dağların tepelerine karlar yığılıyordu birer birer, uçuyorlardı sanki göklerde tüy gibi hafif olan taneler. Artık tepenin üstü iyice beyaza çalmaya başlamıştı. Tepeden aşağıya doğru düşenlerde, kendilerine eteklerde bir yer arıyorlardı…
Karlardan da beyaz olan çocukluğum diye geçirdi aklımdan. Ne kadarda güzeldi o zaman her şey, bir o kadar masum. Her şey tozpembe idi. Yoktu hayatın başka renkleri, oyunlar ne kadar da saf ve temizdi.
Evcilik oynarlardı. Ağaçtandı evleri, kaşıkları, çatalları ama onlar mutlu idi. Çünkü hayat onlara hep gülücük saçıyordu.
O zaman hep büyüsem diyordu. Keşke çabuk büyüsem. Her şey daha güzel olacaktı zannınca, daha berrak olacaktı günler, aylar.
Evet, büyüdü hem de öyle hızlı büyüdü ki, bu gün tam kırk yılı devirdi. O bile hala anlamamıştı bunca zaman nasıl geçivermişti.
Şimdi, çocuk olmayı ve çocukluğunda ki, o güzel günleri özlüyordu. İçinde ise hala o günlerin kuş cıvıltılarını taşıyordu ve de kanat çırpınışlarını. Yüreği ise, o güzel günlerin gülüşmeleri ile atıyordu. O günlerde rüzgâr hep menekşe kokuları getirirdi eteğine, bırakıverdi ardından sessizce. O ise baka kalırdı, ılık nefesini bırakırdı ardından rüzgârın. Güneş umut ışıkları dağıtılırdı, dağılan o sarı saçlarının arasına.
Hüzünlendi. Gözlerinden iki damla yaş aktı, pencerenin beyaz olan mermerinin üzerine.
"Neredesin, benim su gibi berrak, kar kadar temiz, pamuktan yumuşak çocukluğum" dedi sessizce, fısıltı halinde.
Dışarıda ise kar hala, bütün hızı ile yağmaya devam ediyordu...
Neslihan Güzel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : Hatice Bediroğlu GÖNLÜMÜN GÜNLÜĞÜ 2 |
|
17.22 saat. Sen hayatımda yokken zamanı nasıl geçirirdim hatırlamıyorum. Nasıl geçireceğim diye bir sıkıntım da hiç olmadı zaten. O kadar uzun geliyor ki, şimdi sensiz zaman. Her an ama her an aklımdasın. Beynim boşalıverdi ve sadece sen varsın. Hayatımı elimden aldın. Ben yokum. Birbirimizden ayrı geçecek süreçleri geçirmeyi başarabilecek miyiz? Sevdamız buna dayanabilecek mi? Sorular kafamda uçuşuyor. Sevmek çok güzel bir duygu... Ama özlemin yakıcı bir tadı da var işte. Sevmek mi? İyi... sevmeden yaşamak mı? Bu tartışılır. Ne kadar acı ve gözyaşı olursa olsun sevgiyi, yüreğinde... iliklerine kadar hissetmek nefis bir duygu diyorum. Bunu bana tekrar yaşattığın için teşekkür borçluyum bir tanem. Varlığınla canlı canlı yaşamaya başladım. Bir amacım var artık, beraber olmak. Seni ne kadar yoğun bir sevgiyle sevdiğimi asla tahmin edemezsin. Beni, benim seni sevdiğim kadar yoğun sevebilirsen eğer nasıl bir şey olduğunu anlayabilirsin. Sende benimle yaşayarak öğreneceksin sevmeyi...
Bu sabah, canım yataktan kalkmak istemedi. Mutlu kediler gibiydim. Patilerimi uzatıp seni sevdim, mırıl mırıl sohbet ettim. Gözlerimi açmadım… oda da ki eşyaları görüp de seni kaçırmamak için. Şimdi arar benim sevgilim günaydın der dedim. Saatler geçti aramadın. Bu sefer korkmaya başladım. Acaba bir şey mi? oldu? diye. Korkuyorum ne yapayım o kadar çok uzaktasın ki… Belim ağrıyana kadar yattım. Sonra kalkıp kahvaltı hazırladım kendime. Tam çayımı doldurmuştum masaya oturacaktım ki, aradın. Sesini duymak ne kadar güzeldi bir tanem. İşin varmış dışarı çıkmışsın. Şehrin ta öbür ucuna kadar gitmek zorunda kalmışsın. Bu sıralar yaşanılan olumsuzluklar olmasa seni bu kadar merak etmeyeceğim. Bir şey olmaz biliyorum ama elimde değil korkuyorum işte. Telaş kaplıyor yüreğimin her yanını. Kara kara düşünceler esir alıyor beynimi. Ne olur... ne olur bir tanem beni habersiz bırakma. Sadece telefonu çaldırsan bile yeter bana inan. Burada havalar çok ısındı… kaynamaya başlıyoruz artık.
Adını öğrettim benim kuşa. İkimizde en son senin adını öğrendiğimiz için ağzımızdan düşmüyorsun. Herhalde kimse senin adını benim kuş kadar çok söylememiştir hayatın boyunca. Kocaman evimin içini dolduruverdin. Sana mesaj göndermiştim. Cevaben demişsin ki; "Canım sevgilim benim. Bir tanem. Ömrümüzün sonuna kadar birlikteyiz artık. Şartlar ne olursa olsun ayrılmayacağız. Sende benim yaşantımın anlamısın. Seni seviyorum." Umarım öyle olur canım, umarım öyle olur. Benim de istediğim o. Pinpon iki ihtiyar olarak hala beraber yaşamak ve o kadar yıl sonra hala birbirimizi sevmek. Neden olmasın. Tekrar yazışmaya başladığımızda bu yazılar sana sürpriz olacak. Bakalım neler hissedeceksin o zaman. Aslında bunları okurken elini tutarak yanında olmak, neler hissettiğini kendi gözlerimle görmek isterdim. Gözlerin, yeşil renkli gözlerin ve duyguların neler söylerdi acaba!
01.41 Çoktaaan uyudun sen. Ben hala oturuyorum uykucu... Seni güldürüyorum telefonda konuşurken. Kahkahalarla gülüyorsun ya öyle hoşuma gidiyor ki... İçim kanatlanıyor. (Galiba bunu çok sık söylüyorum.) Telefon da keşke uzun uzun konuşabilsek... Ama birçok şeyde olduğu gibi güzellikleri yaşamak da paraya dayanıyor işte. Havalar çok sıcak. Sivrisinekler hücuma geçti. Camların tellerini taktım bu akşam. Sineklere geçit yok. Bakalım dediğin ayda gelebilecek misin? Umarım gerçekleşir. Yoksa bütün bir yazım seni beklemekle geçecek. Telefonda "yazın burada kalırsın püfür püfür hava " diyorsun. Sanki şıpıdık terlikleri ayağıma geçirip karşı komşuya geçeceğim. Bir kahve içip evime döneceğim... öyle gelip gideceğiz seninle. Çok güldüm çoook.
Hadi bakalım artık bende yatacağım. İyi geceler olsun. İçinde benim olduğum rüyalar göresin emi?
Hatice Bediroğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : Özhan Bilgin seni yazmak.. |
|
| ..svrisneiksaz |
"ne aradığını bilmeyen, bulduğunu anlayamaz" cladue bernard
nereye ait olduğunu,
ne yaptığını, ne aradığını bilmek..
zordur; bazı insanlar için,
cevapsız sorulara cevaplar aramak..
ezbere yaşayan insanların meşguliyeti yoktur, bu konuda..
kafasında hep büyük soru işaretleriyle gezinen insanların,
ve durmadan evrene bakanların çabası da bir o kadar beyhude.. !?!
hepsi de, aynı sona yürüyen farklı yaşamların oyuncuları değiller mi.. ?
sorularının cevaplarını anlamaya, aramaya çalışan bir adam: bılly bob..
o da bakıyordu bir şekilde bu dünyaya, orada olmayan adam filminde..
film boyunca hayatını yorumlayabilmeye uğraşırken -anlamlı anlamsız-,
filmin sonunda, elektrikli sandalyeye yürüyüşünde görebildi ancak bazı şeyleri..
bütünü anlayabilmek için bütünü görebilmek gerekebilir..
ölüme çok yaklaşan bir adam, elektrikli sandalyede, artık daha net görebildiğini söylüyordu.. bir labirentteymiş gibi yaşadığını, ve o uzun duvarların ardında ne olduğunu -nereye gittiğini- hiçbir zaman göremediğini , labirentteki yolların o şekilde olduğu için öyle yürüdüğünü, şimdi labirente tepeden bakabildiğini, ve artık görebildiğini söylüyordu.. ölüme giderken..
her şeyi algılamak, insan için zor.. bütünü görmek gerekebilir..
dünyanın en mantıklı, en zeki, en tespitçi insanları bile sonsuz evren için net bir tasvir koyamamışlardır ki, insanın algı düzeneği yetmez..
bütünü anlayabilmek için bütünü görebilmek gerekebilir..
yaşarken; bazı bazı, parçaları birleştirip kararlar verdiğimiz anlar olur.. ne kadarını görebilmişizdir her şeyin veya ne kadarını anlayabilmişizdir ki yorumlamalarımızda.. ?
yaşayarak görmeli der büyükler, bir bildikleri vardır elbet..
bütünü anlayabilmek için bütünü görebilmek gerekebilir derken, bir yazıya rastladım.. öyle noktalayalım bu muhabbeti de..
"..Cmabridge Üinversitesinde yaıpaln bir arşaıtrmaya gröe, bir kleimedkei hafrlrein hnagi sıarda didizlikleri dğeil, ilk ve son hafrlrein dğoru yedre olamalrı öenm tşamıatkadır. Geirsi taammen kamradaşır ve ynie de surosnuz olraak okubanilir. Buunn sbeebi isnan benyinin her hafri tek tek dieğl kemileelri bir btüün oralak omukadısır.
Bakın siz de başardınız.."
Özhan Bilginhttp://www.domaindlx.com/competanxp
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
ATATÜRK VE ÖĞRETMENLER
Bir ülkenin geleceği hiç şüphesiz ki yeni nesli yetiştiren öğretmenlerin elindedir. Onların azmi ve gayreti ölçüsünde yarınlardan emin olabiliriz.
Onun için öğretmen ordusuna çok mühim vazifeler düşüyor. Atatürk bu gerçekten hareket ederek öğretmenlere fazlasıyla değer vermiş ve onları yüceltmiştir. Her fırsatta onların önemini vurgulamış ve layık oldukları değeri vermiştir. Bununla ilgili olarak 24 Mart 1923 tarihinde Kütahya Lisesi’nde Öğretmenlere hitaben tarihî bir konuşma yapmıştır. Bu mühim konuşmayı ehemmiyetinden dolayı dikkatlerinize sunmak istiyorum:
“Muallime hanımlar ve muallim efendiler, bu irfan yuvası altında hepinizi bir arada görmekten ve hepinizi selamlamaktan çok memnunum.
Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır: Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir. Fakat bu iki ordudan hangisi daha değerlidir, hangisi bir diğerinden üstündür? Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz. Bu iki ordunun ikisi de hayatîdir. Yalnız siz irfan ordusu mensupları, sizlere mensup olduğunuz ordunun değer ve yüceliğini anlatmak için şunu söyleyeyim ki sizler ölen ve öldüren birinci orduya, niçin öldüğünü öğreten bir orduya mensupsunuz.
Biz iki ordudan birincisine, vatan çiğnemeye gelen düşman karşısında kan akıtan birinci orduya -bütün dünya bilir, bütün dünya şahit oldu ki- pek mükemmelen sahibiz. Vatanın dört sene önce düştüğü büyük felaketten sonra, yoktan var olan bu ordu, vatanı yok etmeye gelen bu düşmanı kutsal vatan toprağında boğup mahvetti. Yalnız bu orduya sahip olmakla, işimiz bitmiş, gayemiz bu ordunun zaferiyle son bulmuş değildir.
Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür. Bu ikinci ordu olmadan birinci ordunun elde ettiği kazanımlar sönük kalır. Milletimizi geçek mutluluğa, kurtuluşa ulaştırmak istiyorsak, bizi ölümden kurtaran ve hayata götüren bugünkü idare şeklimizin sonsuzluğunu istiyorsak, bir an önce büyük, kusursuz, nurlu bir irfan ordusuna sahip olmak zorunluluğunda bulunduğumuzu inkar edemeyiz.
Eski idarelerin en büyük kötülüklerinden biri de irfan ordusuna layık olduğu önemi vermemeleridir. Eğer önem verilseydi, geleceği emanet ettiğimiz sizlere, gelecek kadar güvenilir bir mevki verilmesi gerekirdi.
Henüz üç dört senelik hayata sahip olan milli idaremizde irfan ordusu ile layık olduğu kadar ilgilenilememiştir. Fakat buradaki mecburiyeti milletin münevverleri olan sizler elbette ki daha iyi takdir edersiniz. Bütün kuvvetimizi yalnız cephede toplamaya mecbur olduğumuz bu kısa süre içinde tabiatıyla irfan ordusuyla gereğince meşgul olamadık. Lakin Cenab-ı Hakk'a şükürler olsun ki düşman karşısındaki aziz ordumuz için harcadığımız bütün emekler mutlu sonucunu verdi.
Artık bundan sonra aynı kuvvet, aynı faaliyet, aynı istekle irfan ordusu için çalışacak ve birincide olduğu gibi bu ikinci ordudan dahi emeklerimizin, faaliyetlerimizin mutlu ve başarılı sonuçlarını aynı parlaklıkta elde edeceğiz.
Arkadaşlar, asker ordusu ile irfan ordusu arasındaki birliktelik ve alakayı belirtmek için şunu da ifade edeyim, kıymetli bir eserde “Ordunun ruhu kumanda heyetidir” deniliyor. Hakikaten böyledir. Bir ordunun kıymeti kumanda heyetinin kıymeti ile ölçülür. Siz öğretmenler, sizler de irfan ordusunun kumanda heyetisiniz. Sizin ordunuzun kıymeti de sizlerin kıymetinizle ölçülecektir. İstiklal mücadelesinde üç dört senedir düşmanı topraklarımızda mahvetmek için yaptığımız savaşla ordunun ruhu olan kumanda heyeti değerlerinin yüksekliğini nasıl ispat etmişse, bundan sonra yapacağımız yenilikler milletimize bir karanlık gibi çöken genel cehaleti mağlup etmek savaşında da irfan ordusunun ruhu olan siz öğretmenlerin aynı yeteneği ortaya koyacağınıza eminim. Bu konuda size güveniyor ve saygı ile selamlıyorum.”
Atatürk’ü büyük yapan unsurların başında hakkı ve hakikati bütün çıplaklığıyla ortaya koyup teslim etmesi geliyor. Bu özelliğini öğretmenlerle ilgili değerlendirmesinde de görüyoruz. Eğitim ordusu olan öğretmenleri, yurt savunmasını gerçekleştiren askerî ordudan ayrı tutmuyor.Yurdumuzun bekçiliğini yapan askerî birliklerimiz ne kadar mühimse geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızı yarınlara hazırlayan eğitim neferleri olan öğretmenler de o kadar mühimdir.
Hakikatte yurdumuzu düşmanlardan temizlemek ve savunmak sadece askerî birliklerin işi değildir. Vatan ve millet sevgisi, bağımsızlık şuuru kazandırmak de elzemdir. Bunu ancak okullarımızda verebiliriz. Millet olarak millî dayanışma ve şuurdan yoksun olursak cephede döktüğümüz kanlar kurumadan yeni risklerle karşı karşıya kalabiliriz. Vatan sevgisini gençliğin bütün hücrelerine sindirmek gerekir. Bunu yapanlar da elbetteki öğretmenlerdir. Okullarda sırf fizik, kimya, matematik dersi verilmez. Bunun yanında tarih,edebiyat,coğrafya, din ilimleri de verilir. Bunlar kişinin manevî dünyasını mamur eder. Onun için hangi branştan olursa olsun her öğretmen dersin belli süresini millî birlik ve beraberliğin inşası için telkin faaliyetiyle geçirmelidir. Atatürk’ün istediği ve milletimizin arzuladığı sağduyulu nesilleri ancak böyle yetiştirebiliriz.
M.Nihat Malkoç mnihatmalkoc@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Leyla Ayyıldız <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.435 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Dostlarımla
gece örtmüştü günün üstünü
karanlıkta içiyorum yalnız
düşlerim net
düşlerim aydınlık
dostlarımı düşünüyorum
dostlarımla
dostlarıma içiyorum…
Savaş Dinçbaş
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
...Kapının önünde bir karartı var ama seçemiyorum. Buruşturup atılmış bir gazete parçasını bir kediye benzetiyorum diye düşünmüştüm. Yaklaşınca aslında onun turuncunun en güzel renklerini barındıran, araya serpiştirilmiş siyah küme küme tüyleriyle daha doğrusu bütün kedilerin bütün desen ve renkleri, sarı,turuncu, beyaz, gri, siyah... Kedi sever misiniz? http://www.kedigen.com/konu/19/3602
...Hangi hayvan türünün daha fazla tepki verdiği bilimsel olarak izah edilememiştir. Balık ve sürüngenlerin daha duyarlı olduğuna dair ip uçları vardır ancak en fazla köpeklerin verdiği tepkilerden söz edilmektedir. Bununda muhtemel nedeni bu hayvanların yakın çevremizde olmalarıdır. Yine de bazı araştırmacılar, köpeği en duyarlı hayvanlar arasında saymaktadırlar... Peki ya köpekleri sever misiniz? http://www.havhav.com/konu/13
Bu Sitede her türlü çıldırtan ve zıplatan materyal bulabilirsiniz. Bu dökümanları ister sevdiklerinize gönderir ve onlarla paylaşırsınız, isterseniz turşusunu kurarsınız ! Siteye her gün, her saat, her dakika yep yeni içerikler eklenmektedir. Günde en az 2 kez ziyaret ediniz. Hatta alın yatağı yorganı, bir köşeye kıvrılın. Mizah, hem de köküne kadar http://www.mizahturk.com
Siz depresyon nedir bilir misiniz? http://www.psikiyatrist.net/depresyon.htm kısa yolunda depresyon ve diğer psikolojik sıkıntıları, nedenlerini ve tanımları doğru yapabilmeniz için ipuçlarını bulacaksınız.
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
USBhive 2.502.11 [2 MB] Windows Bedava
http://www.basgetti.com/bfiles/USBhive.zip Tek dosyalı kullanışlı bir program. Randevu defteri, akıl defteri, mp3 çalıcısı,vs olarak cebinizde taşıdığınız USB PenDrive da bile saklayıp kullanabileceğiniz güzel bir program. Kendisi 3MB lık bir yer kaplıyor. Ek Belleğin geri kalan kısmına ne yükleyeceğiniz size kalmış. Program ücretsiz, dilerseniz bağışta bulunmanız isteniyor.
Yukarı
|
|
|
|
|
|