|
|
|
6 Aralık 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Yediğiniz içtiğiniz sizin olsun!.. |
Merhabalar,
Yediğiniz içtiğiniz sizin olsun, gezip gördüğünüzü anlatın bize Tayyip Bey!.. Yeni Zelanda'da düşman çatlatan resimlerinizi gördükçe hasetten yarılmamak elde değil. Maori Reisi burnunu bizimkine sürtsün diye 70 milyon hazırolda bekliyoruz. Ajanslardan aldığımız bilgiye göre, memleketimizi savaşın eşiğinden döndürmüşsünüz. Allah sizden razı olsun. Ya Maori savaşçısının önünüze attığı bıçağı yerden eğilip almasaydınız halimiz nice olurdu? Bugün kimbilir neleri tartışıyor olurduk? Yeni Zelanda'ya savaş açıp uçak gemisi göndermek hiç hoş olmazdı, Allah tuttuğunuzu altın etsin, ne muradınız varsa versin. Ama n'olur bizi gezip gördüklerinizden mahrum bırakmayın. 11 günlük yoksunluğunuza alışmak hiç kolay değil. Fırsat buldukça vatandaşı huzura kavuşturacak fetvalarınızdan sallayıverin gitsin. Şimdilik herşey yolunda buralarda, siz bizi hiç merak etmeyin. Siz bizleri oralarda anlı şanlı ekibinizle en güzelinden temsil ettiğiniz sürece bizim başımız eğilmez. Size, yoldaşlarınıza, sayın eşinize selam eder, ellerinizden öperim.
Yıl bitmeden kahvecileri bir araya toplayacak bir etkinlik organizasyonu için arkadaşlarım harekete geçti. Bir hafta süren araştırmaları sonunda güzel bir yer buldular. 17 Aralık'ta yılbaşının az öncesi "Yeniyıla Merhaba" gecesinde okur yazar hepimiz bir araya geleceğiz. Ayrıntılar aşağıdaki "Kıraathane Panosu"nda. 70 kişilik bir mekanın tamamını doldurmak için önümüzde 1 haftamız var. Şimdiden sayı 30'a vardı ona göre. Pikaba bir güzel şarkı koyup gidiyorum. Dire Straits çalıp çığırıyor, Sultans Of Swing. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak) EVCİLİK OYUNU |
|
Her akşam yaptığını yapıyordu.
İşten geliyor, çocuğu okuldan alıyor, yemeği hazırlıyor, adam o sırada anahtarıyla kapıyı açıyor, yemek yeniyor, bulaşıkları yıkıyor, çocuğun dersleriyle ilgileniyor, erkenden sütünü içirip yatırıyor, arada televizyona boş gözlerle bakarak kitabını okuyor, karşısındaki koltukta oturan adamla iki kelime konuşmadan odaya yöneliyor, sessiz ve usulca yatağın bir ucuna kıvrılıp uykuya dalıyordu. Sabah kalkıyor, kahvaltıyı hazırlıyor, çocuğu servisle yolcu ediyor, giyinip çıkıyordu.
Her cumartesi aynıydı.
Cumartesileri erkenden kalkıyor, çocukla beraber basit yollu kahvaltı ediyor, çocuk odasında oynarken çamaşırları makineye atıyor, çamaşırlar yıkanırken evi temizliyor, alışverişe çıkıyor, çocuğu parka götürüyor, eve gelip duş alıyordu. Akşamları ya arkadaşları geliyor veya onlar gidiyorlardı. Tek bir evde toplanan bir kaç çekirdek aile. Kadınlar çocukların derslerinden, ördükleri kazaklardan, yemek tariflerinden; erkekler futboldan veya işlerin ters gidişinden konuşuyorlardı. Sonra o bir kaç saatlik zaman dilimi doluyor, herkes geldiği gibi büyük patırtılar çıkartmadan usulca evlerine dağılıyorlardı.
Her pazar geçen haftaki pazar günüyle kardeşti.
Adam erken kalkıyor, bütün haftanın yorgunluğu sırt ağrılarını dindirsin diye yürüyüş yapıyor, kahvaltılık alıp geliyor, duştan sonra güzel bir pazar sabahı kahvaltısı hazırlıyor; kadını ve çocuğu mutfaktan gelen kokularla uyandırıyor, çayını yudumlarken gazeteleri karıştıryordu. Kadın, kahvaltı bulaşığını yıkıyor, evi toparlıyor, ütülenecek giysileri ütülüyor, çocuğu yıkıyor, kalan derslerine yardımcı oluyor, sütünü içirip yatırıyor, adamın ve kendisinin ertesi gün giyeceği kıyafetleri hazırlıyor, adam televizyon karşısında geç saatlere kadar oturuyor, kadın yatağın içinde abajurdan sızan ışıkla kitabını okurken uyuya kalıyordu.
Her akşam, her cumartesi, her pazar son beş yıldır yaşadıkları hayat bundan ibaretti. Ne bir eksik, ne bir fazla. Sessizce, usulca, aynı evde ama kimsesizce üç kişilik bir hayatın içinde çocuk büyüyor, kadın ve adam yaşlanıyordu. Birileri mutlu olup olmadıklarını sormaya kalksa verecek cevapları belki de yoktu. Öyle alışmışlardı ki yaşantılarına, birbirilerine sevgi sözcüklerini yinelemeyi bile unutmuşlardı. Mutluluklarını sormaya kalkanlara verebilecekleri en elzem yanıt "yaşıyoruz işte" olabilirdi ancak. Daha çoğu, daha iyisi, daha kötüsü, daha azı var mıydı? Hiç düşünmüşler miydi?
Kadın düşünmüştü. Adam aklına bile getirmemişti.
Kadın mutsuzdu. Adam sorgulamıyordu.
Kadın sevgisizdi. Adam unutmuştu.
Kadın ilgi-sizdi. Adam sorumlu/sorumsuz.
Kadın handiyse hiç gülmüyordu. Gözleri hüzün kokuyordu. Adam neredeyse çok az konuşuyordu, çok çok "ayaktayken su getirir misin hayatım" gibi. Gözleri ifadesizdi. Kadın ve adam gözgöze gelmeyeli, sohbet etmeyi unutalı, masanın üzerinde duran vazodaki sahte çiçekleri gerçeğiyle yer değiştirmeyeli sanki yıllar vardı. Küçük ayrıntılara takılmayalı, aynı olaya odaklanıp gözleriyle konuşarak aynı anda kahkahalarla gülmeyeli, elele sokaklarda dolaşmayalı, beraber yatağa girmeyeli, yalnızca ihtiyaçtan değil, sahiden sevişmeyeli de yıllar olmuştu.
Kadın her şeyin farkındaydı fakat, hayat bu kadar sanıyordu. Düz ve sapmasız bir çizgide yürüdüklerini, telaşsız ve umarsız davrandıklarını, herkesin görev bildiği işi üstlendikten sonra kalan boş zamanların kişisel özgürlüklerle doldurulduğu sözümona hayat bu kadardı. Ne eksisi ne artısı vardı.
Çocukluğunda da böyle değil miydi? Komşunun oğluna "hadi evcilik oynayalım. Sen baba ol, ben anne" demez miydi? Kilimleri bahçenin bir köşesine sererler, sonra evden herkes en sevdiği oyuncaklarını getirir, kendisi beşikte bebeği sallar, plastik mutfak gereçlerini yerleştirir, çerden çöpten yapraktan yemek yapar; oğlan koca plastik kamyonun üstüne oturur "hanım, ben işe gidiyorum akşama bir şey lazım mı?" diye sorar, o da "yok bey, iki ekmek getir yeter" derdi. Oğlan "bıırrrnnn, bıırrrnnn" diye sesler çıkartarak bahçenin öbür tarafına gider gelirdi. Geldiğinde hayali kapının hayali ziline basarak "ding doongg" der, o da "şıngır mıngır" kapıyı açardı. Ottan ıspanak yemeğini, asma yaprağına çamur sarılmış dolmayı mahsusçuktan yerler, mutfağı toparlar, birlikte uyurlardı.
Şimdiki hayatının tıpatıp aynı. O günden bu güne tek bir fark vardı; o günlerde mutluydu, şimdi ise mutsuz. Hem sonra o bir oyundu. Böylesi büyüklere hevesli bir oyunun bir gün gerçeğe dönüşeceğini hiç düşünmemişti. Anne ve babası geldi aklına. Onlar da mı benzer bir yaşantıyı bir yastıkta kocatmışlardı? Annesi de onun kadar mutsuz muydu? Babası kocası kadar ilgisiz miydi? Evliliğin bir oyun olduğunu, üstelik çok bildik bir oyun olduğunu neden daha önce fark edememişti?
Konuşmak istiyordu."Oyun bozan" olmak pahasına derin bir suskunluğa bulandıkları bu suda yıkanmaktan çok sıkılmıştı. Gözlerindeki kederi, yüreğindeki ağırlığı, evlendiği adamla yaşadıkları bu hayatı taşıyamıyordu artık.
Kararını verdi. Konuşacaktı. Akşam yemek yendikten, çocuk uyuduktan hemen sonra, en uygun zamandı.
İlk deneme başarısızdı. Adam gözlerini televizyona kilitlemiş, yüzüne bile bakmamıştı. Hiç konuşmamış, hiç yokmuş gibi davranmıştı.
- Bir şey sordum. Neden cevap vermiyorsun?
- Efendim hayatım, duymadım?!
- Sana söylüyorum Suat. Biz neden bu hale geldik?
Adam ifadesiz bakışlarını kadının yüzüne çevirdi;
- Ne varmış halimizde?
İçi sıkılıyordu, patlayacak gibiydi, bir şey eksikti, anlatmaya çalıştı başaramadı. Derin derin soludu;
- Tamam canım, hiçbir şey söylemedim.
Ayağındaki ev terliklerini sürüyerek yatak odasına geçti. Gözyaşları en bildik kimliğiyle sessiz ve kimsesiz süzüldü, yastığın kıvrımları arasında eridi.
Ertesi akşam tekrar denemeyi düşündü.
- Çok sıkılıyorum Suat. Biz.. eskiden böyle değildik. Neden bu hale geldiğimizi soruyorum kendime? Yanıt bulamıyorum.
Uzun uzun anlattı kadın. Yaşantılarının onlar farkında olmadan açmaza sürüklendiğini, her gelen günü bir önceki günün şablonuymuş gibi yaşadıklarını, bu gayri sakin sessizliğin onu haddinden fazla yorduğunu, yaşı henüz yirmisekizken kendini çok ama çok yaşlanmış gördüğünü, çocuğun bile kendi halinde gereğinden daha az şefkatle büyüdüğünü, monotonluğun salgın hastalığa benzediğini ve hareketlerini yavaşlattığını; herşeye güldükleri, herşeyi konuşup tartışabildikleri evliliklerinin ilk yıllarını çok özlediğini, onun tarafından sevildiğini hissettiği, gözlerinin içinin aşktan parladığı bitimsiz anlara hasret kaldığını... bir yanardağın infilak etmesinden sonra aşağılara doğru yayılan ısı ve koyu, yayvan ve yıvışkan ve yakıcı bir zehirle ağır ağır anlattı.
Uzun uzun sustu adam. Duvardaki, bir vakitler çok severek aldığı Abidin Dino imzalı reprodüksiyon yağlı boya tablonun varak işlemesine takıldı gözü. Kadının endişesine umarsız, yüzüne bakmadan, sanki tabloya anlatıyormuş veya bir monoloğu seslendiriyormuşcasına bariton ses tonuyla ne çok yüksek, ne çok alçak fakat karşısındakini etkileyecek ölçüde orta hiddetli konuşmaya başladı neden sonra;
- Seni anlamıyorum biliyor musun? Derdin ne? Dışarıda senin hayatına özenen ve henüz bu hayata sahip olamamış kaç kadın var biliyor musun? Eskilerin bir lafı var 'yediğin önünde, yemediğin ardında'. Bahsettiğin yıllarda ikimizde çok genç ve tecrübesizdik. Evliliğin kendi içindeki kurallarını farkında değildik belki de. O kuralların yaşantımıza yerleşmesi aslında senin ne denli keyifli bir hayat sürdüğünün işaretidir. Çalışmak istediğin için çalışıyorsun, ihtiyaçtan değil. Benim gelirim üçümüzü geçindirmeye yetecekken işinden ve mesleğinden ayrılmak istemedin. Evimiz, arabamız, sağlıklı bir çocuğumuz, iyi bir arkadaş çevremiz, ailelerimiz, yani sevdiklerimiz var. Bütün bu imkânların sana mutluluk vermesi gerekiyorken sen karşıma geçmiş mutsuzluktan yakınıyorsun! Abarttığını farkında mısın? Ben, halimizden ve yaşam tarzımızdan gayet hoşnutken senin durduk yere ortaya attığın bu saçmalıklarla düzenimizin taşlarını oynatmana izin vereceğimi sanıyorsan yanılıyorsun.
Hiç beklemediği bir cevaptı. Aslında kafasında günlerdir konuşmasını hazırlamıştı da, karşı tarafın buna ne tepki vereceğini nedense hesaba katmamıştı.
Çıkar yol bırakmamıştı adam. Sakin, buyurgan, kararlı konuşmuştu. Kaşlarını çatmış, bir elini ağzının ve çenesinin üzerine kapatmış, gözlerini duvardaki tablodan ayırmadan susmuştu. Sonsuzmuş gibi geliyordu kadına artık bu suskunluk anları. Sonsuz bir boşluk uzuyordu aralarında, görünmez bir uçurum açılıyordu o sonsuzlukta ve gitgide büyüyordu. Adamın ketumluğu taşı bile çatlatacak türdendi. Biliyordu ki bundan sonra ne söylese faydasız, adam ağzını kadın sakinleşip günlük haline dönene dek açmayacaktı. Tek kelime etmeyecekti.
Nitekim düşündüğü oldu. Aradan günler, haftalar geçti. Kadın her akşam, her cumartesi ve pazar yaşadıkları renksiz ve silik hayata alışmış gözüktü. Adam gerektiği zaman konuştu. Tek fark, o akşamın etkisiyle çocuğa biraz daha ilgili davrandı.
Kadın, bir çınarın içten içe susuz kalmasına benzetti kendini ve yaşantısını. Yaşam suyu öylesine azalmıştı ki artık köklerine ve gövdesine, hattâ dallarına bile su yürümez hale gelmişti. Cildi kurumaya, elleri vaktinden çok önce bozulup şekil değiştirmeye, gözlerindeki çizgiler henüz otuzuna varmadan belirginleşmeye, beslenmesine önem vermediği için kilo almaya, saçlarının parlaklığı solmaya yüz tuttu.
Derken bir gün....
Adam akşam eve geldi. Çocuk ağlıyordu. Kadın yoktu. Ne olduğunu sordu çocuğa.
- Annem çok ağladı baba. Bana sarılıp sarılıp ağladı. Sonra da mantosunu giyip çıktı. Hala gelmedi. Markete gideceğini söyledi ama gelmedi, dedi.
Bütün gece sokaklarda, caddelerde kadını aradı adam. Hastanelere, karakollara koştu. Kadından haber alınamadı. Adam ne yapacağını bilemedi. Çocuğu kendi annesine bırakıp yollara düştü. Şehirde aramadığı yer, sormadığı adres kalmadı. Sokaklarda, caddelerde dolaştı. Gazetelere fotoğraflı "Kayıptır!" ilanı verdi. Kadından en ufak bir ize rastlanmadı.
Aradan yıllar geçti. Çocuk büyüdü. Adam kadına çok benzeyen yaşça daha genç başka bir kadınla evlendi. Hayatını yeniden kurdu. Bir çocuğu daha oldu.
Bir pazar sabahı kapı çalındı. Ufak çocuk koşarak kapıya fırladı. Peşinden çocuğun annesi.
Kapıyı açan çocuk ve kadın, eşiğin dış tarafındaki kadına baktı. Muhtemelen dilenmiyordu da, pejmürde bir hali vardı. Saçları bembeyaz, üzerindeki manto ve ayakkabılar eprimiş, acınası yüz ifadesiyle elinde oyuncak bebek ve plastik bir yemek tabağı tutuyordu. Askıda duran çantasından cüzdanını aldı kadın, bozuk para çıkarttı. Adam o sırada içeriden seslenerek çocuğun ve kadının yanına geldi;
- Kimmiş? dedi ve sustu. Konuşamadı. Yutkundu. Boğazı kurudu.
Kapıdaki kadın, gözleriyle adamı yerle bir etti.
Kadının bir akıl hastası olduğu ve hastaneden o gün için kaçtığı ortaya çıktı. O gün, evdeki büyük çocuğun doğum günüydü.
Akıl hastası o kadın ise benim annem...
Elif Eser elif.eser4@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : Faik Murat Müftüler Yıllanmış Sirke |
|
Metruk binanın önünden geçerken, soğuk kasım gününün, ılık, uyduruk güneşine göğsünü açmış Kadir'e gözüm ilişti. Ölü bakışları ufka çakılı haldeki pejmürde şarapçı, sırtını değil, ensesini duvara yaslamış, sefil bir ceset gibi yatıyordu. Dudaklarının arasındaki bitmiş sigaranın külleri, kılları dökük kirli esmer göğsüne düşmüştü. Kirden yapağılaşmış yağlı saçları rüzgâra rağmen kımıldamıyor, insanı dünyanın döndüğünden bile şüpheye düşüren kıpırtısızlığını bozmuyordu. Bakışının doğrultusuyla kesiştiğim anda beni fark edip bir kolunu kaldırarak seslendi. Sesi boğazından hırıltı gibi çıkmıştı.
"Hoca! Hoca! Gel hele…"
Kadir bana göre mahallemizin rengiydi. Buraya taşındığımdan beri (Üç yıldır) bildiğim - ama aslında tanımadığım - elli yaşlarındaki adamla bir iki sefer sohbet etmişliğim vardı. Mahalle sakinlerinin çoğunun varlığından rahatsızlık duyduğu adamcağızın aslında kimseye zararı yoktu. Birçok kez belediyeye ve emniyete şikâyet edilmiş, mahalleden uzaklaştırılmış ama her seferinde bir süre sonra geri dönmüştü. Şikâyet edenler kadar Kadir'e acıyanlar da vardı tabii ki. Arada bir kapısının önüne birkaç kap yemek bırakılır, kırık penceresinin pervazına üç beş kuruş sıkıştırılır, özellikle de kış öncesinde, içinde muhtemelen eski bir palto, bir iki kazak falan olan poşetler konurdu. Bu armağanlar ben dâhil kimse tarafından direk kendisine verilmezdi. O bir iki seferlik sohbetlerimizde de benden hiçbir şey istememişti.
Sohbet diyorum ama aslında kurduğumuz iletişime sohbet denemezdi. Kör kütük sarhoş olduğu için saçmalardı genelde. Kendinden hiç bahsetmez, sürekli sorular sorardı. Söylediklerimi sonradan hatırlayamayacağından adım gibi emin olduğum için, bana "Hoca!" diye seslenmesine çok şaşırdım. En azından bu kadarını hatırlıyordu; belki daha fazlasını da…
"Buyur Kadir abi. Uçmuşsun yine" dedim gülümseyerek. Yardan düşen çaresiz bir beden gibi çırpınarak yerinde doğrulmaya çalıştı. Uzanıp kirli, nasırlı elinden tuttum ve oturmasına yardım ettim. Lâkin belinden aşağısına felç gelmiş gibi dizlerinin üstüne doğru yığıldı kaldı. Düzelmeye çalışmaksızın konuştu. "Gel Dyonissos'un kanından iç. O pezevengin, ölmemiş ölümsüze ölüm huzuru armağan eden kanından…" Nasıl bir şok yaşadığımı anlatamam. Nasıl bir cümleydi bu? Kadir, bizim şarapçı Kadir, bu cümleyi nasıl kurmuştu? "Hadi nazlanma. İç şundan" dedi ve yerde yatan boş şişeyi eliyle iterek ayaklarımın dibine doğru yuvarladı. Şokumu henüz atlatamamış olmama rağmen konuşma ihtiyacı hissettim. "Bu bitmiş Kadir abi" diyebildim ancak. Ayakta olduğum ve ona yukarıdan baktığım için göremediğim gözlerini aralayıp şişeye baktı ve "Vakıf Hanı mahallesinde yatmakta olan sefil bir sarhoş için çok acele sıfır grubu Rh pozitif şaraba ihtiyaç vardır. Şarap vermek isteyenlerin… Ih! Hoca beni kaldırsana ya!" dedi.
Bu yeni esprisiyle hayretimi karşı konulmaz bir meraka dönüştüren Kadir'i koltukaltlarından tutup kaldırdım. Kapı pervazına yaslanıp eliyle işaret ederek "Gel" dedi. Sarsak adımlarla içeri girerken şarkı söylemeye başlamıştı "Bilmezdim özüm, gamzene meftûn imişim ben" . Bu şarkı giderek büyüyen hayretimi bir kez daha katladı. Tamburi Ali Bey'in Nihavent Yürük Semaisi... Artık neye inanacağımı bilmez bir haldeydim. "Afetzede dil, hasta, ciğer hûn imişim ben"
Kadir'in ardından viraneye girdim. Çöplerden toplanmış ve neye yaradıkları belirsiz bir yığın öteberinin arasındaki -yatak olarak kullandığı belli olan- yüzü yırtık bir şilteyi işaret ederek "Otur" dedi ve şarkısını sürdürdü "Sevdazedesin sen dediler. Zülfüne söyle" . Oturup hareketlerini izlemeye koyuldum. Yıkıntı odanın bir köşesindeki darmadağın eşyanın arasından bir şeyler arıyordu. Çatal çatal olmuş sesine rağmen detone olmadan söylediği şarkısının sonuna gelmişti. "Çeksin beni zencire ki mecnûn imişim ben" .
Yavaş yavaş sinirlenmeye başladığını belli eden deviniminden şarap aradığını anlamıştım. Sol tarafımda kalan genişçe bir nişin içindeki şarap şişesinin dolu olduğunu fark edip almak üzere uzandım ve "Kadir abi. Şarap burada işte" dedim. O yıkılmak üzere olan adam birden bir pantere dönüşüp "Dokunma ona!" diye haykırdı. Hiç beklemediğim bu tepki yerimde şiddetle sıçramama yol açtı. Uzandığım şişe, en kötüsünden "Köpek öldüren" denen türden bir şarabındı. Bu hırçın özene şaşırmış bir vaziyette korkuyla bakıyordum Kadir'e.
Gözlerinde birer damla yaş gördüm. Sallana sallana yaklaştı ve şişeyi alıp bir bebekmiş gibi göğsüne bastırdı. Tam önümde durduğu için en küçük yazılarını bile okuyabildiğim etiketinde 1981 yazıyordu şişenin. Tam yirmidört yıllık köpek öldüren şarabı. Bu türden kalitesiz şarapların yıllandırılmaya uygun olmadıklarını biliyordum. Muhtemelen şişenin içinde 70 cc sirkeden başka bir şey yoktu; ama bunu bilen bir tek ben değilmişim ki Kadir, şefkatle okşadığı şişeyi saygıyla yerine bırakıp anlatmaya başladı.
"Bak evlat. Bu şişenin içinde aşk var. Aşk en berbat şaraptır. En adisinden; bilirsin. Aldığın gün içersen sarhoş eder seni. Mutlu, çok mutlu olursun. Bitmez gibi gelir sana; ama biter. Bittiğini ise bittiğinde değil, ayıldığında anlarsın. En acısı da odur. Bir de erişemediğin şarap vardır ki o öldürür insanı. Benim gibi bir alkoliksen, aşkperestsen yani, içmek için yırtınırsın, titreme nöbetlerine girersin; ağlarsın ama o, bir tekel büfesinin vitrininde, sende olmayanı, parayı, emeği, arzuyu ve dahası doğru zamanı bekler. Doğru zamanı kaçırdıysan eğer, başkasının elinde görürsün şişeyi; alamazsın… Kafasını kırasın gelir de gücün yetmez.
Aşk en adi şaraptır evlat. Öyle ucuzdur ki bir armağandır sanki. Onun için kolay harcar kimisi. Artanını lavaboya döküverir de hiç içi sızlamaz.
Dedim ya; aşk en adi şaraptır. Yıllandırmaya gelmez. Bir ay sonra ekşiyip sirke olur; ama sen onu hep o tadıyla anarsın. İçemediğine yanarsın. Aşkı bulursan iç evlat. Nasılsa yıllandıramazsın"
Gözlerimdeki yaşları silerken ancak aciz, kısa bir tümce çıkabildi yumru tıkanmış boğazımdan…
"Kimsin sen?"
Feleğin sillesini yiyip evsiz barksız kalmış, bir derde müptela olmuş, sefil yaşamlar süren ama aslında hepimizinki gibi bir yaşamın içinden gelen insanların hikâyelerini duymuşluğumuz vardır. Oysa bizler o insanlara, kentlere baktığımız gibi bakmayı sorumsuz bir davranış biçimi olarak benimsemişizdir. Yani sanki eskiden beri hep bu ilk gördüğümüz hallerindeymiş gibi. İstasyonda, iki dakika sonra gelecek olan metroyu, randevusuna geç kaldığı için on saniyede bir saatine bakarak bekleyen, sinirinden ve endişesinden homurdanan insanların, içinde durduğu pırıl pırıl istasyonun kurulduğu yerde bir zamanlar belki bir mezbelelik, belki de eski bir ev olduğunu, metro yapılmadan önce o evin önündeki soğuk gri otobüs durağında bekleşen bezgin kalabalığı hayal edememesi, gözünde canlandıramaması gibi…
Durduğum yerden pencerenin dışını, karşıdaki inşaatı süren binayı görebiliyordum ve yanındaki yeni bitmiş lüks apartmanı da… Sıra, Kadirin oturduğu bu metruk evin yerine de gelecekti. Yıllar sonra yolu asfaltlanmış, kaldırımları döşenmiş, ağaçlandırılması ve peyzajı bitmiş bu sokağa yeni taşınanlar, bu günkü manzarayı bilemeyecekti ve hep ve her zaman o ilk gördükleri günkü halindeymiş gibi gelecek belki onlara.
Kadir kim bilir bu şarabın şişelendiği 1981 yılında kimdi? Bu düşüncelerin kafamdan akıp geçtiği birkaç saniyeden sonra Kadir'in kan oturmuş nemli gözleriyle karşılaştım.
"Evliydim. Dünya güzeli bir kızım vardı" diye devam etti; yine şarap aramaya koyulmak üzere az önceki eşya kıyametinin arasına dönerken. "Edebiyat öğretmeniydim. İyi kötü geçinip gidiyorduk işte. Karım da başka bir okulda memurdu. O yıl okulumuza yeni bir İngilizce öğretmeni geldi. Aynur. Çok sevdik birbirimizi. Âşık olduk. Acı üzerine kurulu bir aşktı bizimki. Geç kalınmış bir aşktı"
Eğildiği yerden doğrulurken elinde henüz açılmamış bir şişe şarap vardı. Yüzünde dağınık bir gülümsemeyle bana döndü. Cebinden çıkardığı çakıyı açarak şarabın plastik kapağını kesip bana uzattı. "İlk yudumu sen al Hoca" dedi. Uzanıp şişeyi aldım. Kötü şarabın keskinliği genzime, yüzümü buruşturan bir yanmayla yerleşti. Şişeyi benden geri alırken sözüne devam etti.
"Kıyamadım kızıma. Karıma da. Onların hiçbir suçu yoktu bu olmadık tesadüfte. Bir yıllık ilişkimizin sonunda Aynur'un sabrı taştı. Eşimden ayrılıp onunla evlenmeyeceğimi anlamıştı. İl içi tayin isteyip başka bir okula gitti. İki yıl daha kopamadık. İkinci yılın sonunda biriyle evlendi. Bir yıl daha sonra çocuğu oldu. Evliliğinde mutsuz olduğunu hissediyordum ama ona ulaşmaya çalışmadım. Çünkü bu, mutsuzluğunu arttırmaktan başka işe yaramazdı. Bense zaten mutsuzdum.
Aynur'un doğum yapmasından iki ay sonra TEM otoyolunda otomobilimle önce bariyerlere sonra da bir direğe çarptım. Eşim ve kızım…"
Kadir ağlıyordu. Hıçkırıklarla… Olduğu yere çökmüştü. Pantolonunun diz kısmındaki yırtıktan eski bir yaranın oyukluğu görülüyordu. Belki de o kazadan kalma bir yaraydı. Hikâyenin sonrasını anlatamadı. Zaten artık gerek de yoktu.
Oturduğum yerden kalkıp yanına gittim. El çabukluğuyla çıkardığım cüzdanımdan bir yirmilik çekip Kadir'e belli etmeden görülür bir yere bıraktım. Söylemek istediklerimin özetini, sırtını sıvazlayarak anlayışına emanet ettim. Veda cümlesi bulmaya çalışmadan kapıya yöneldim. Cep telefonumun mesaj hanesini açtım.
"Selam canım. Müthiş bir hikaye ögrendim. Hadi her zamanki yere gel de sana Kadir'in hikayesini anlatayim…"
Mesajı yollayıp kapıdan çıktığımda kırk yaşlarında güzelce bir kadının nemli gözleriyle karşılaştım. Elinde irice siyah bir poşet vardı. Muhtemelen Kadir'e eski giysiler getirmişti. Yüzündeki kederli ifadeden belliydi ki durduğu yerden Kadir'in söylediklerini duymuştu. "Aynur öğretmen siz misiniz?" diye sorma cüretini gösterdim. Poşeti elinden düşürür gibi ayaklarının dibine bırakıp ardına bakmadan koşarak uzaklaştı.
Kadir'in her uzaklaştırılışında neden inatla bu mahalleye döndüğünü anlamıştım. Sonraları defalarca gördüğüm kadının gerçekten de Aynur Öğretmen olduğunu öğrendim. Benimle hiçbir şey konuşmadı; ama beni gördüğü zamanlardaki ürkek, yalvarır ifadesinden, sırrını saklamamı rica ettiğini anlamıştım.
Böyle sır olarak kalan nice hikâye ve çocukların kulaklarına fısıldanan peri masalları… Hep sevimli kıssalardan toz pembe hisseler çıktığından mı acı insanoğlu için kaçınılmaz oluyordu? Yoksa bin nasihat olsaydı da o bir musibete mi muhtaç olacaktı insanoğlu akıllanmak için? Bilemedim. Bilmeyeyim de zaten. Nasılsa benim hayatımda böylesi acılar olmaz değil mi? Kimsenin hayatında olmaz. Yok canım; nereden çıkarıyorum ki böyle kuruntuları. Bunlar olası şeyler değil. Kadir'in hikâyesi ise diğer binlerce istisnadan sadece biri. Birkaç gün üzülür, sonra unuturum nasılsa. Ta ki hayat, kişiye özel, taptaze, bambaşka ama yine hayatın kendinden esinlenmiş yeni bir soruyla, beni de sınayana kadar…
Faik Murat Müftüler
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Kahveci : Safiye Karaağaç |
Deniz Olmaya Çalışan Küçük Tuzlu Damlalar...
Öyleydi ya.... Ben, sevmektim hep. Yüreğimin içinde binlerce hece vardı ve ben hep o heceleri, erteliyordum başka zamanlara.... Beni de sevecek birisi var mıydı, yüreğinin özüyle. İçinden benim sesimi duymak için kulak verdiğim her kalp ya nasırlıydı ya da sonuna kadar kapalı. İçim bir çağlayan, kabına sığmayan bir su gibiydi ve ben hep susuyordum. Bir damla bile susmamı engelleyecekken , o damla bardağın üzerine hiç düşmüyordu. Bir kalp hiç sevgi isimli bir kafese kapatılır mıydı, ben kapatmıştım. Ruhum sevgi kafesindeydi ve ben korkuyordum. Canım acımasın diye, kafesin kapısı açıkken bile uçmaya korkuyordum. Kafesimin ismi sevgiydi işte. Kafesimden çıkıp gitsem adı neydi özgürlük mü? Değildi yok onun adı özgürlük değildi. Bile isteye kendini sevgisiz bir dünyaya atmaktı. Canım acıyordu gözümden akan yaşlar bile, canımın acısını dindirmeye yetmiyordu. Ağladıkça rahatlar oysa insan. Bense ağladıkça, boşalan bir bardak gibi daha çok suyla doluyordum.
Bir film şeridi gibi geçiyordu hüznüm gözümün önünden ve ben sadece duygusal bir seyirci edasıyla gözyaşları içinde seyrediyordum hayatımı. Filmdeki kişi bendim ancak ben sadece seyrediyordum o kadar. Hiçbirşeye müdahale edemeyen bilinci nasırlı bir bahçıvandım bu filmde. BİTECEK MİYDİ BU HÜZNÜM ANNE!!!
Ben ne zaman o filmin içine atlayıp mutlu sonu, yani finali oynayacağım, bir bilen varsa söyleyin bana! Korkuyorum filmin bir yerde kopacağından çok korkuyorum. En korkusuz filmlerdeki, cesur kahramanlara hayranlığıyla meşhur ben, kendi filmimdeki başrolün korkaklığından korkuyorum. Denizin kenarındaki bilge balıkçı, fısıldıyor benim korkak başrole, " HEEEYYY! Ne duruyorsun be, at kendini denize geride bekleyenin varmış aldırma, görmüyor musun her yanında hürriyet, yelken ol, kürek ol, dümen ol, su ol; git gidebildiğin yere..." Dinleyecek gibiyim balıkçıyı! Atlıyacak gibiyim denize! Yeneyim bir korkularımı, yapacağım tüm korkusuzca delilikleri!!!!!!
Sözüm olsun sana bilge balıkçı. Sözüm olsun!!! Ey benim bekleyen denizim, ey benim hürriyetim martı olup döneceğim sana! Mavi olup döneceğim sana! Su olup döneceğim sana! Tepemde esen hoyrat rüzgarlara inat, alıp meltemi kucağıma ılık bir rüzgar olarak döneceğim sana!!! Söz olsun, dudaklarımdan çıkacak en son söz olacaksa bile, sözüm olsun deniz sana!!!! Bak, su olup döneceğim sözünü yerine getiriyorum. Yanağımdan süzülen bir damla tuzlu suyla. Ama bak sakın ağlıyorum zannetme, sadece sözümü yerine getirmeye çalışıyorum. Su olmaya çalışıyorum, sadece su olmayaaaaaa..!!!
Safiye Karaağaç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Arkadaşım sessizlik...
İçim acıyor , sanki yüreğim bir odaya hapsolmuş gibi kendimi bir tuhaf hissediyorum.
Bakıyorum sanki alışmışım bu duygulara acıtsada yüreğimi, sanki tecrübe sahibi olmuşum;
Ne kadar tecrübe edinsem de yinede acıtıyor canımı bu yaşam. Korkuyorum sanırım, evet evet korkuyorum yaşam beni bu hale getirdi. İnsanlara güvenim kalmadı bundan korkuyorum, arkadaşlık dostluk adına nasıl korkmadan insanlarla beraber olacağım bilmiyorum. Her biten arkadaşlıklardan ki yüzeysel olduğunu tecrübe edindiğim kadarıyla tabi , sonraki arkadaşlık kurma çabalarım ve sonu hüsran olması sonucu beni bu korkuya düşürdü. Düşünüyorum da yeniden arkadaş bulmak için çaba sarfetmem gereklimi, peki gerekli ise her seferinde hayal kırıklığı yaşamam benim kaderimmi yoksa benim sucummu? Belkide bende hata, belkide fazlasını istedim, belkide ben bir şey veremedim. Olurya , ama düşünüyorum fazla bir şey istememişimki sadece içten bir arkadaşlık benimkisi, bunuda çok görüyorlarsa daha ne yapayım. Her seferinde kurulan arkadaşlıkları silmek çok mu kolay sanıyorsunuz, benim içim acır ama acıtanların umrunda bile değil. Dinlenen bir duygusal şarkı da, izlenen bir film de, yaşanan bir olay da, gidilen bir yerde, bakılan bir gözde, yenilen bir yemekte, tüttürülen bir sigarada, içilen bir rakıda, hep izlerine rastlamazmıyız arkadaşların, unutmak kolay mı sizce?
Bence kolay değil, içimde kalacak sonsuza dek, hele çok değer verdiğin nadir kişiler ayrı bir kutuda kitlenerek saklı kalacaktır eminim.
Arkadaşlık ve dostluklara yeniden başlıyamam artık, düşünüyorumda her biten arkadaşlıklardan sonra yenisinimi yaşamalı hayır desemde yaşamadan yapamıyorum. Ama şimdi yeniden aynı filmi de yaşamak istemiyorum, her seferinde geri sar tekrar yaşa gibi yeter diyorumm ve savunduğum, "arkadaş dost edinmek için beklersen 1 yıl içinde 10 tane belki, ama sen bulmaya çalışır da çabalarsan 1 yılda 10 bintane bulabilirsin" bu düşünceden vazgeçiyorum.
Yürekler kabuk bağlar mı bilmiyorum, ama kapıları kapattım evde kimse yok artık. Sanmayın ki yaşama sevincim bitti, hayır yaşamı seviyorum ama insanoğlundan çekiniyorum artık, uzak durmak en güzeli. Hep derim " insanoğlu dünyadaki en kötü varlıktır" diye, sanırım bu sözü söylerken yaşayacaklarımın teminatı gibi konuşmuşum:)) eee yaşam bu herşey yaşanabilir.
"yaşamadan bilemezsiniz" sözüm de doğru çıkıyor. Yaşamadan neyin ne olduğunu kimse bilemez. Kanı akan birini gördüğünüzde içiniz burkulabilir, ancak sizinki de kanarsa o zaman anlarsınız kanın içinizdeki sıcaklığını, dışarı aktığında ise soğukluğunu.
Ateş düştüğü yeri yakar sözünde olduğu gibi...
Aa neler sacmalıyorum nerden nereye geldim ya.. İçimden geldiği gibi yazıyorum işte ne yapalım, kendi kendime anlatıyorum. Evet yeniden başlamak her zaman herkese zor gelir. Bende uzay boşluğuna atılmış bir parça gibi dolaşıyorum şu anda, yukarılara baktığınızda göremezsenizde inanın ki yukarılarda bir yerdeyim. Soğuk ve kimseler yok, sessizlik sarmış, sanki ince bir keman sesi eşliğinde salına salına, bir üflemeyle gelen rüzgarın etkisi oradan oraya sürüklüyor, tek başıma seyrediyorum zaman zaman çıkan yıldızları ama ulaşamıyorum.
Sessizliği dinlediniz mi hiç? Sessizliği önemsedinizmi?
Sessizliğin sesi ne kadar güzel farkına vardınızmı hiç. Aslında sessizlik insanların; neşelerinin, mutluluklarının, acılarının, tüm duygularının dışarıya haykırışlarıdır.
sessizliğin dansını izledinizmi? Kızarız sessizliğe ama o bize bakarak hep güler, istediği gibi yaşar anını. Kimse önemsemez sessizliği, aslında ne kadarda yalnızdır. Yalnızız sandığımızda bile hep yanımızdadır, ağladığımızda, güldüğümüzde, acılarımızda, mutluluklarımızda her zaman heryerde yanıbaşımızdadır bizi asla yalnız bırakmamıştır. Riyakar değildir.
Ama sessizlik hep yalnızdır, kimse önemsememiştir onu..
Sanırım ben sessizliği seçiyorum artık arkadaş olarak.. vefalı, herzaman yanımda, riyakar olmayan, yerine göre konuşan yerine göre susan ve hep tebessümle etrafımda dolaşan bir melek gibi...
Hoş geldin arkadaşım, dostum..
Ben gidiyorum sessizliğin yanına, siz hala arkadaşmı arıyorsunuz, yanıbaşınızda oysa farkında bile değilsiniz.:))::)
Yücel Haksal
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
KISA YOL
Bağıra bağıra şarkı söylüyorlardı. 'Sevgi anlaşmak değildir , nedensizde sevilir, bazen küçük bir an için ömür bile verilir.' Yolculuk yaparken severlerdi, avazları çıktığı kadar bağırarak şarkı söylemeyi. Adam bütün dikkatini yol çizgilerine vermişti, kadın manzaraya…
Adam hep emindi kendinden ve duygularından, kadın ise ne kendinden, ne de adamın duygularından. Kadın şarkıya manzaranın büyüsünü katıyor ve derin hayallere dalıyordu. Durmak ve bitmek bilmeyen sorularına yanıtlar arıyordu.
Yaşadığı hayat ne zamana kadar onun kontrolündeydi, ne zaman çıktı kontrolünden. Yada hiç kendi yönetiminde olmamış mıydı hayatı. Kadın düşündü, arada kalmış yitik bir zaman vardı. Bir türlü hatırlayamadı.
Bu oyun başlarken orada olan kendisi değilmiş gibi geliyordu ona.
Arada bir hayatına ve hayata kuş bakışı bakmayı severdi.
Sonra tekrar hayata karıştığı anda kendini oraya ait değilmiş gibi hissederdi. Ve bütün sevgilerin kaynağını düşünürdü. Sevgi anlaşmak olmayabilirdi veyahut nedensiz de sevilebilirdi. Ama gerçekten bir anı için ömrünü verebileceği bir sevgi var mıydı? Bir anı ömre bedel bir sevgi, sonsuza kadar mutlu yaşadılar türünde evliliklerle mi sonuçlanırdı?
Kadın sürekli insanı anlamaya çalışıyordu. Kadın, Erkek!
Önce ayırdı birbirinden. Kadın ne isterdi. Kadın dedi; bir çok şey geldi aklına, duraksadı, hayır!dedi.
Kendince basit ve tek düze bulmuştu düşündüklerini.Erkek dedi; yine bir çok şey geldi aklına, duraksadı, hayır! dedi.
Ayıramamıştı kafasında iki cinsi! Fark etti ki ; ayrıda olsa dilleri aynı istedikleri. İkisini topladı eşittir insan dedi.
Ne beklerdi insan;
-Karşısında ki insanın bir parça onun yerine koyarak düşünebilmesini.
-Kimi zaman yargılanmadan dinlenmeyi.
-Olabildiğince doğal davranabilmeyi, maskesiz rolsüz rahat hissedebilmeyi. Ve yanında böylesine rahat olduğu insanın onu her şeyi sevebilmesini.
-Korkusuz güvende hissedebilmeyi.
-Yaşamı paylaştığı insan tarafında özel hissettirilmeyi.
-İlgilenilmeyi.
-Dürüstlüğü.
-Sevilmeyi…. Vs.
Bu isteklerin hiç birini şu kadının bu erkeğin diye ayıramadı. Ve anladı ki sadece insan var! Aşkın ölmediği evlilikler için doğru insanı bulmak var! Sonra dönüp baktı yanında duran adama, bütün yönlerini düşündü, tebessüm etti, kendini huzurlu hissetti, yanağına uzandı ve ona bir buse hediye etti!
Şaşırdı adam, elini uzatıp kadının elini tuttu ve iki kelime döküldü dudaklarından; Seni seviyorum!
Özlem Doğan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Galiba Aşk…
Kaç yıl önce olduğunu bile anımsayamadığım,
Uzun bir zaman yolculuğunun en son köşesindeydi,
Aşk denen duygu ateşinin yüreğime ilk düştüğü vakitti,
Bir yaz haytalığında süregiderken mavi gözlerindeki yolculuğum.
Aşk denilen kelimenin sözlüğe, anlamı yeni yazılmak üzereydi.
Her aşk yüklenmiş kırmızı gülü sana getirmek isterken.
Karşına gelince, sadece al yanaklarının sıcaklığında gönlümü ısıtabilmekti galiba aşk.
Hiç utanmadan dokunabildiğim pamuk ellerini,
Ve duyduğum tüm aşk şarkılarında, şiirlerinde bir seni bir beni canlandırırken,
Ve tüm acıklı ayrılık şarkılarını, sanki en büyük korkularımla yüzleşmişçesine,
Dinlemekten çekinmekti galiba aşk.
Sonbahar gelmesin diye geceleri boğan uykusuzluklarda,
Hep seni ağlamaktı galiba aşk, hep seni sayıklamak, seni aramaktı.
Yaz bitmesin diye Allah Babaya haykırışlar,
yağan her yağmurda,
Yavaşça tükenen umutlardı galiba aşk.
Yanına gelmeden önce hasret yüklü bir ton sözü sırtlanıp,
Ama seni görünce hepsini unutup, gözlerinde kaybolmaktı galiba aşk.
Tüm boş bulmaca karelerini isminle doldurup,
O bulmacaların bir köşesine sıkışmayı istemekti galiba.
Akşamları saklambaç oynamak yerine, çıplak ayakla,
Bir sahil kenarında seni düşünerek sana yürümekti belki de..
O herkesin tehlikeli dediği kuyuda boğulurken,
Seni düşünüp mutlu olabilmekti galiba aşk.
Sonbaharın gelecek olması ihtimalini,
Korkudan düşünememekti belki de,
Süt mısırı tazeliğindeki sapsarı saçlarına,
Bir daha hiç dokunamamak ihtimaline karşı,
En kral isyanlarla cephe almaktı belki de aşk.
Rüzgardan senin sırtına doğru esmesini istemek.
Seni az da olsa bana yakınlaştırması için yalvarmaktı.
Hatta o güzel yüzünü aydınlattığı için güneşe,
Akşamları sahilde yürürken yolumuza mehtap tutan ay dedeye,
Teşekkür etmek, minettar olmaktı…
Çaresizce ayrılık sırasını beklerken bir mevsimin kanatlarında,
Kimsesiz köşelerde korkudan hıçkıra hıçkıra ağlamaktı galiba,
Sorugusuz sualsiz, sığınmak istemek bir baba şefkatine,
Biraz korku, biraz gariplik, biraz isyan kundaklamaktı galiba aşk.
Cesurca aşağı bakmaktı gözlerinin uçurumunda,
Ve düşmekten değil bakışlarından uzak kalmaktan korkmaktı aşk.
Uykularından kıskanmaktı, rüyalarına sızmak için bahaneler aramaktı.
Ve kutlamak istemekti ellerini ilk dokunuş gününü,
Kırk gün, kırk gece…
Dudaklarının sarhoşluğu tadında yok olmak istemekti bir aşk sözlüğünde,
Bir rüya nasıl bir ömre yayılır diye mucitçe düşünceler her eridiğinde,
Yavrusunu yitirmiş bir kartal gibi, son sürat uçup,
Bir dağa çakılmak istemekti galiba aşk.
Ve ayrılık günü gelip çattığında,
Konuşmaya bile mecali olmadan,
Bir şehit edasıyla, ismini taşlara yazdırmaktı aşk.
Kimsesiz bir sokak karanlığı da olsa ayrılık,
Ağlamak ile gülmek arasında sıkışmış bir vapur gibi
Bir o yana bir bu yana, savrulmaktı galiba aşk.
O an bir şimşek çaksa, dünya ortadan ikiye yarılsa,
Ya bu ayrılık olmasa,
Ya da herkes ölse, dünya kararsa diye haykırmaktı galiba aşk.
Arasından çok yıllar geçse de, şöyle bir düşünebilmek,
Unutamamak, yarı güler, yarı ağlar bir kalemle
Uğruna bir şiir yazmaya çalışmaktı galiba aşk…
Vahan İsaoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Serap Ezgi <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.435 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
BİLMEM Kİ
Dursam mı bir yerde, durakalsam mı gücüm yetmediğinde bir tarafıma sızı saplanmışken?
Avuçlasam mı hasreti yoksa kucak dolusu sarılsam mı?
Ağlasam mı dudak kıvrımlarıma inerken yaşlar,
Ya da bir tebessüm alıp üç kuruşa taksam mı gözlerime?
Kanayan güllermi dersem demet demet bilmem ki beyaz güllere inat,
Ya da şu dertlerimi bastırıp sabrımın en sabırlı yerine alıp başımı gitsem mi?
Ölümü sevsem mi yoksa, yaşarken yaşadıklarımdan vazgeçip,
Ya da sıkıp yumruklarımı restmi çeksem göğsümü gere gere ölüme...
Sussam mı sesim çığlığa dönüşmüşken isyanlarımdan bir akşam üstü,
Yoksa sabahı mı beklesem onca yıldız inerken günün koynuna yavaş yavaş...
Ben demi gitsem bırakıp herşeyi sevdasına koşan mecnun misali,
Yoksa firavun gibi tövbe mi etsem tüm günahlarıma ölüm düşerken başucuma...
Vedaları sevmem deyişimden mi aklına gelmişti usulca çekip gitmek...
Yoksa planlı bir eylemmiydi bu?
İzin ver ben de uzanayım içim titremişken sonbaharda toprağın koynuna,
Ya da sen de bırakma sonbahar diye, olsun yine de sonu bahar ya...
Arife Göktaş
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
Değerli Kahve Molası Dostları,
Uzun araştırmalar sonucunda, hepimiz için en uygun yeri bulduk. Epeydir bir araya gelememiştik. Bunun acısını çıkaralım, okur yazar bir araya gelelim istiyoruz.
17 Aralık Cumartesi gecesi Balat'ta ki FENER KÖŞKÜ'nde buluşuyoruz.
70 kişi kapasiteye sahip bu şirin mekânı doldurmayı planlıyoruz.
HEEEYYY TÜM KAHVECİLEEERRR !!!!!
EĞLENCEYE HAZIR MIYIIIIIZZZ :-))) DUYAN DUYMAYANA DUYURSUUUNNNN !!!!!
Tarih : 17.Aralık.2005 Cumartesi
Saat : 20:00 den itibaren
Yer : FENER KÖŞKÜ / Balat
FİKS MENÜ
SERPME MEZELER:
Balık salatası
Patlıcan salata
Beyaz peynir
Acılı ezme
Haydari
Soslu patlıcan
Soslu Hamsi
Börülce / Pilaki
ARA SICAKLAR:
Paçanga Böreği
Hamsi veya Kalamar tava
ANA YEMEK (seçmeli)
Balık (levrek, mevsim balığı, çipura) veya
Izgara et (biftek, tavuk gögüs, köfte)
Mevsim meyvesi tabağı ya da tatlı tabağı
FİYATI: Nakit 40.00 YTL – Kredi kartı ile 45.00 YTL
CANLI MÜZİK (canlı müzikte Istanbul’un ilk 9 mekanı arasına girmiş) ÜCRETSİZ OTOPARK
Katılmak isteyenlerin sevgili Elif Eser'e sayı ve iletişim bilgilerini içeren bir mesaj atmaları yeterli olacaktır. elif.eser4@mynet.com
http://www.fenerkosku.com/
Tel: 0 212 621 90 25 - 26
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Çince biliyormusunuz? Ben bilmiyorum ama internet sayesinde çin işi animasyonları rahatlıkla izleyebiliyorum. http://cartoon.163.com/showFlash.php?id=35381 kısa yoluna tıkladığınızda öncelikle biraz sabretmeniz gerekiyor. Flash animasyon yüklendiğinde ise video klip tadında bir çalışma izleyeceğinize emin olabilirsiniz. Keyfini çıkarmaya bakın. Unutmadan, diğer örnekler için ana sayfayı açabilirsiniz.
Almanyada yaşamak için neleri bilmeniz gerekir? Mesela ...Bir istekte bulunulduğunda veya soru sorulduğunda genelde "bitte" sözcüğü kullanılır: "Lütfen bana saati söyleyebilir misiniz?", "Lütfen gazeteyi verebilir misiniz?". Birisine bir şey verildiğinde de "Bitte sehr" veya "Bitte schön" denir. Bu bir samimiyet veya nezaket ifadesidir... gibi daha detay bilgi için http://www.handbuch-deutschland.de/more_tu.html Almanya için bir el kitabı
Java oyunlarını sevenlere sağlam bir kaynak. Daha önce denememiş olanlara denemeleri için bir fırsat. Hemde ana kaynağından; yani http://www.java.com/en/games/ Hadi bakalım iyi eğlenceler.
Uyumadan önce koyun saymayı denemek istermisiniz. Hem de orjinal müzik eşliğinde http://leech.dk/go2sleep.swf iyi uykular
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
USBhive 2.502.11 [2 MB] Windows Bedava
http://www.basgetti.com/bfiles/USBhive.zip Tek dosyalı kullanışlı bir program. Randevu defteri, akıl defteri, mp3 çalıcısı,vs olarak cebinizde taşıdığınız USB PenDrive da bile saklayıp kullanabileceğiniz güzel bir program. Kendisi 3MB lık bir yer kaplıyor. Ek Belleğin geri kalan kısmına ne yükleyeceğiniz size kalmış. Program ücretsiz, dilerseniz bağışta bulunmanız isteniyor.
Yukarı
|
|
|
|
|
|