|
|
|
7 Aralık 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Ara ara bitmez Kahve Molası!.. |
Merhabalar,
"Bit pazarına nur yağdı, tahtaya vur aman, Kahve Molası'na bir rağbet bir rağbet. Dilini ısır düztaban, nazar değdireceksin!" Evet vallahi ayniyle vaki. Allahtan sunucuyu falan değiştirip cilaladık yoksa yaya kalır rezil olurduk maazallah. Bu patlamanın ardındaki nedenleri araştırmaya girişince epeyce şey buldum gayet tabi. Hayır nedir bu sessiz sedasız giderken duyan gelmiş halleri değil mi? Var bunda bir hikmet deyip önce bizim istatistiksel sayılarımızı tutan programa danıştım. İlk sayfada o sırada kahve içenlerin listesi var. Taa nerelerden kalkıp gelmişler. Kanada, Şili, Venezuela, Yeni Zelanda, ABD, Meksika, Arjantin, Peru, Guatemala, Almanya, Fransa, Romanya ve tabi Türkiye. Zevkten dört köşe sayfaları çevirmeye devam ediyorum. Arama motorlarından kahve içmeye gelenlere bakınca insan daha bir hoş oluyor azizim. Mesela sadece dün Google'dan 342, Yahoo'dan 51 arama yapılmış ve karşılarına çıkan sonuclardan Kahve Molası'na kahve içemeye gelmişler. Hoş gelmişler, sefalar getirmişler. Bu konuda eşine az rastlanır bir özelliğimiz var. Kahve Molası'nda hemen her konuda bir yazı var maaşallah. Türkçede kullandığımız belki tüm kelimeleri kullanmışız. Eh birde buna hergün tazelenmemiz eklenince arama motorlarını baştan çıkarmışız. Hergün bizi ziyaret edip endekslemeye başlamışlar. Yalan yok, bugün yayınlanan yazılar en geç 1 gün sonra arama motorlarında yerini alıyor. Eh yelpaze geniş olunca da ne yazarsan yaz, alakalı alakasız, bazen birinci bazen ellinci sırada mutlaka karşına KM çıkıyor.
Arama yapılan kelimelerin listesi ise ayrı bir neşe kaynağı. Bakın size birkaç tane ilginç arama sözcüğünü yazayım. "Özel harekat resimler, ağlamamalıyım, şantiye kıyafeti, doktor maaşı, gerilla anıları, insallah, isveç iksiri, kasımda aşk başkadır müziği, nasıl traş olunur, paradoks şekiller, samuray kılıcı, seks pozisyonları, evde bomba yapımı, teşekkür ederim allahım, somine kapagi, herkesin aynı ismi olsaydı neler olurdu, dilimize sonradan giren doğu kökenli 30 kelime" Nasıl? Güzel değil mi? Ama bir tanesi var ki o en güzeli, "www.kmarsiv.com" evet aranan kelime aynen bu. Hem de 13 kere. Bu, siteye erişmek için keşfedilen yeni bir yöntem olmalı. Hayır oraya değil adres çubuğuna direk yazsana be adam diyeceğim, karşılığında "Ne çubuğu? Ben o çubuğu alır..." diye bir cevap alırım diye korkarım.
Şaka bir yana her ne şekilde gelmiş olursanız olun, gelip bize takılıp kalmışsanız sağolun varolun. Aman ha, ilginizi eksik etmeyin sakın olur mu?
Tekrarlamakta yarar var. Yıl bitmeden kahvecileri bir araya toplayacak bir etkinlik organizasyonu için arkadaşlarım harekete geçti. Bir hafta süren araştırmaları sonunda güzel bir yer buldular. 17 Aralık'ta yılbaşının az öncesi "Yeniyıla Merhaba" gecesinde okur yazar hepimiz bir araya geleceğiz. Ayrıntılar aşağıdaki "Kıraathane Panosu"nda. 70 kişilik bir mekanın tamamını doldurmak için önümüzde 1 haftamız var. Şimdiden sayı 30'a vardı ona göre. Pikaba bugün de bir güzel şarkı koyup gidiyorum. Neil Sadaka söylüyor, Can't Take My Eyes Off Of You. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
KahveRengi : Alaattin Bender |
İSTANBUL'U İZLİYORUM... NAİLE AKINCI
Ah güzel İstanbul...
"İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı" diyen Şair'in tersine yumuk gözlerini ve yüreğini açmış sanki "İstanbul'u izliyorum" demektedir Naile Akıncı.
Naile Akıncı'nın Eyüp resimlerini izlediğimde TRT'de uzun yıllar önce yayınlanan "Safranbolu'da Zaman" isimli belgeseli hatırlarım. Belgesel diziye sinen zamanın sesi-sessizliği ve dinginliği Akıncı'nın resimlerinde de gösterir kendini.
Hep dışarıdadır gözü Sanatçı'nın. Değil midir ki, kah Eyüp'te, kah Anadolu Kavağı'nda, Kah Ekinlik adasında dalgalanır resimleri. Yollara vurmuştur kendisini. Ortaköy, Küçüksu, Haliç, Tarabya, Bebek, Bakırköy, İstinye, Emirgan ve Büyükada'da kimbilir kaç kez geçmiştir tuvalinin karşısına; kurumamıştır paleti hiç. Çok enteresandır ki, Akıncı'nın natürmort resmi hemen hiç yok gibidir; renk penceresini hep dışarıya açık tutmuştur.
Eyüp'te zaman
Atilla İlhan bir TV programında Fransız Kaptan "Cousteau"nun Türkiye'ye yerleşen kameramanının "İstanbul dışında dünyanın hiç bir şehri yok ki kadrajda ayrıca bir düzenleme gerektirmesin" sözünden bahisle bu şehrin heryerinin ayrı güzellikte bir kareye sahip olduğunu vurgulamıştır. Gerçekten de hep günübirlik ziyaretlerle yetinmek zorunda kaldığım bu büyülü şehri yaz başında bir nebze olsun gezme fırsatı buldum. Önce Balat semtindeki eski İstanbul evlerini ziyaret ettim, ardından Eyüp yokuşunu tırmandım. Naile Akıncı'nın izini sürerek Eyüp semtindeki Pierre Loti'nin de zamanında sık sık ziyaret ettiği çay bahçesinde çayımı yudumlarken muhteşem Eyüp manzarasını izleme fırsatını buldum. Öyle ki, Akıncı pekçok kez bu kahvenin sağ köşesinde yerini almış ve kadrajını hemen her defasında Eyüp Camii merkezli yerleştirmiş ve zaman zaman da "Altın Boynuz"'u ve Haliç Köprüsünü resmetmiştir. Öte yandan, Boğaz'ın uç noktalarından biri olan Anadolu Kavağı'na da gittim. İskele'nin sağından itibaren birbirlerine yaslanırcasına sıralanmış evleri, balıkçı motorlarını, ağlarını tamir eden balıkçıları da gördüm ve birkez daha Naile Akıncı'nın gözlem gücüne hayran kaldım.
Ötedenberi her daim yegane kültür sanat kanalı olan TRT 2'de, Naile Akıncı'nın enikonu tanıtıldığı belgeselde konuşan eleştirmenlerden biri açıkhavada üç boyutlu olarak gözlemlediğiniz bir görünümü tuval düzleminde 2 boyuta indirgemenin gerçekte ne denli zor olduğundan dem vurmuş ve bunun birtür metematiksel denklem kurmayı gerektiren hesap işi olduğunu vurgulamıştı. Kanımca da matematik, us, duygu ve içtenlik resmin yapıtaşlarını oluşturmaktadır.
Eyüp resimlerinin birbaşka ilginç yanı Sanatçı'nın Eyüp Camii'ni resmettiği açıda Eyüp Mezarlığının alt sınırlarını da gördüğü halde mezarlıklardan hep uzak durmasıdır resimlerinde. Oysa ki, 300-400 yıllık insan boyundaki mezar taşları gerçekten de abide gibi hala ayakta durmaktadır. Kimbilir, bu uzak duruşun bir nedeni belki de daha onüçündeyken 21 gün ara ile annesi ve kızkardeşini yitirişidir.
Sahibinin suretine dönüşen resimler
Akıncı'nın resimleri Nietzsche'nin "Sanat doğanın taklidi değildir; tersine doğaya yapılan bir ektir, onu aşmak üzere yanına dizilen fizik ötesi bir ekidir doğanın." sözünü birkez daha haklı çıkarmıştır. Sanatçı 50 yıllık bir süreçte Eyüp'e öylesine tutunmuştur ki, değişende değişmeyeni görme ve resmetme başarısını göstermiştir. Geçen zaman içerisinde lekeler, dokular, çizgiler, tekstürler her defasında yenilenerek ve çeşitlenerek Eyüp resimleri yinelemelerden kurtulmayı başarabilmiştir. Sanatçı bu tür bir tuzağa düşmeden ve neredeyse kadrajını hiç değiştirmeden geleneksel peyzaj anlayışının ötesinde çağdaş ve özgün tatlar içeren "Eyüp Çeşitlemeleri" ile Türk Resim Sanatı Tarihi'nde kendine özgü bir yer edinmiştir.
Turgay Gönenç'in de dediği gibi "... Eyüp, nesnel bir mekan görünümüne karşın, gerçekte öznel bir mekan, Sanatçının zamanın boyutlarını yaşayabildiği tek sığınma alanı, gizli bir konu gibidir. Hem kendisindeki, hem de doğadaki değişimi görmesi için artık coğrafyayı ezberlemesine karşın resimler sahibinin suretine - bir tür manzara otoportreye dönüşmektedir.
1923 doğumlu sanatçı 1938 yılında başladığı Güzel Sanatlar Akademisi'nin orta ve yüksek bölümlerindeki eğitimini rahatsızlıkları nedeniyle ancak 1952 yılında Zeki Kocamemi atölyesinden mezun olarak tamamlayabilir. Sanatçı, tıpkı hocası gibi temel öğretisini kübist-inşacı bir anlayışa dayandırır. Üç boyutlu bir dünya ile tuval düzlemi arasındaki karşıtlığın farkındadır Akıncı. Ona göre resmin olanaksızlığı tam da bu karşıtlıktan doğmaktadır. Ama, O olanaksızı başarmıştır. 1960'lı yıllardan başlayarak paletindeki renkler belirli bir canlanmanın işaretini taşır. 1970'li yıllarda Marmara adasında karşılaştığı balıkçılar, tekneler resmine konu olur. 1980'li yılların başında bu kez daha bakir bir yöre olan Ekinlik adasını keşfeder ve ada evlerini, can dostu balıkçıları resmeder. İlk kez 1953'te başladığı Eyüp resimleri 1980'li yıllara tekrar damgasını vurur. 1990'larda Eyüp'ün dışında İstanbulun farklı mekanlarına tekrar geri dönerek şövalesinin başına geçer. Akıncı'nın 50 yılı aşan sanat yaşamında doğadan görüntülerle, figürlerle ve nesnelerle kurduğu düşlerin temelinde her daim kendi sureti yer alır.
Naile Akıncı Kültür Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı kanalı ile seçilen yapıtlarıyla, yurtdışında düzenlenen 14 uluslararası sergide Türkiye`yi temsil etti. 1988 yılında 50. sanat yılı ve Türk resmine katkılarından dolayı "T.C. Kültür Bakanlığı Onur Ödülü" ile ödüllendirilen Akıncı`nın, önemli uluslararası ödülleri arasında; 1974 Uluslararası X.Clermont-Ferrand Çağdaş Sanat Sergisi Uluslararası Büyük Ödülü, 1976 XI.Vichy Bienali Jüri Özel Ödülü, 1979 Uluslararası Charleroi Sergisi Kraliyet I. Mansiyonu ve 1986 Milano Modigliani Kültür Merkezi XI. Uluslararası Trofeo Raffaello Sergisi 3.lük Ödülünü sayabiliriz.
Eyüp Naile Akıncı'ya vefa borcunu nasıl öder bilemiyorum. 81 yaşındaki Sanatçımıza uzun ömürler diliyor ve fırçasının hiç kurumamasını temenni ediyorum.
Bu arada parlak gecede bir yıldız daha kaydı. Sanat dünyası "Anne"sini kaybetti. Türkiye'nin ilk kadın opera sanatçısı, tiyatrocu, ressam, on parmağında on hüner sahibi Semiha Berksoy'u geçtiğimiz günlerde yitirdik. Işıltısı her daim sanatseverlere yön göstermeye devam edecek.
Kaynakça: 06.12.2001 - 27.01.2002 tarihleri arasında düzenlenen sergi nedeniyle Milli Reassürans Sanat Galerisi tarafından bastırılan Naile Akıncı kataloğu.
Alaattin Bender www.alaattinbender.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
RUHEBİYAT
Çocuk;
Morca kıyametler koparken dün bir çocuk parkında, çimenlerin arasından fışkıran çamur, ayak parmaklarının arasını boyadı toprağa…
Kadın;
Gözleri uzun kirpiklerine karıştı , kendi güneşine aktı… Evreni düşlerine türetti… Kendi kurguladığı evreni…O'nun yanında…
Çocuk;
Fırtınalar sokuşturdu O'nun dingin bedenine… Ciğerine üst üste boş sigara paketleri dizdi boyu kadar… Onun için sıkıştırdığı fırtınalardan yığıldı kaldı, son fırtını sol tarafından akan kirli kanının üzerinde söndürürken…
Kadın;
Düşlerini kabuslara saydı… Kar'abasanları yağmurdu yürüttü korkularının refakatinde… "Burnum kokuyu ayrıştıramadınğında" dedi... Masumiyetinin uykusunda bile olsa…
Çocuk;
Sapasağlam zincirleri bileklerine her saniye doladı… Kendinden emin… Uçları teslimiyete açık…Gururdan uzak
Kadın;
Onurun altında…
Rüzgar saçlarının şekillerini bozamadığı kadar kirli olduğunda hazır oldular bildiklerine…
Çocuk;
Çaresiz imgelerinin koynunda kıvrandı tek kelime edemeden…
Kadın;
Hıçkırıkların koluna söz geçirdiği vakitte,nefretin yollarına saptı kar'akalem… Çıkmaz sokakları aradı… Kuşbakışıyla geçirdi onu dudaklarının arasından… Kemanın haylaz yanına verdi çocukluğunu…
Çocuk;
Hücrelerini düzdü kendinin ,O'nun tuzlu yaşlarının tadında…
Kadın;
Ne bulduysa çocuğa verdi…
Çocuk;
Ne yaptıysa kendine…
Kadın da, çocuk da biliyordu çıkmaz yolları tünelle geçebileceklerini topraklar son kez üzerlerine serpilmeden…
Çocuk kadının incinik topuk seslerini kar'dı kendi sürtük postallarının sesine…
Kar yağdı…Ay ve güneş aynı anda gözüktü simgelediklerine…
Alişah Er
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir |
BERFİN DE BİR GÜN ANNE OLACAK…
Susmaz çığlıklar var portmantonun yanında. Eve her gelişimde yüzümde aydınlanıyor yokluğunun acısı. Işığa gerek yok; haykırmak isterken susturduklarım yetiyor aydınlatmaya acımı…
Saat şimdi geceyle sabah sancısı bir bilinmez zarf arasında gidip geliyor. Benim için dünya, camımın karşısında kötü ışıklandırılmış ikinci sınıf bir eski dükkan sıkıntısı… bu sessizlik hiç bitmez gibi gürültülü geliyor kulaklarıma. Viran görüntüsüne inat bir tezatlık yaratmak istercesine fiyakalı bir tabela asmışlar bakkalın giriş kapısına. Kocaman turuncu ışıklarla yazdırılmış hasan bakkaliyesi… kasada oturan adamın adı değil hasan. İhtimal dedesinin ismidir. Ekmekleri verirken her seferinde garip bir önseziyle dudak büküyor.gidenlerin neredeyse tamamı babam parasını sonra verecekmiş diye başlıyor cümleye çoğu kez devamı sekiz ekmek diye geliyor. Şimdi, pek uzun olmayan aralıklarla girip çıkılan bu bu bakkal sessizlik içinde.. tıpkı sokak gibi… kötü ışıklandırmalardan muzdarip öylece bir sıkıntı çörekleniyor içime.
Ekmek alan, parasını babam iş çıkışı getirecek diyenlerin tümünün babası uğramadı yine bakkala. Bundan olmalı ki sinirli kapattılar yine dükkanı. Adı hasan değil kasada oturanın. Hiç sormadım ne diye. Zira pek sevmiyor müşteriyle konuşmayı. Hızlıca, git der gibi bir sinir veriyor istediklerimi. Üstelemiyorum….
Bazen rastlayınca mavi boncuklu Berfin‘e hadi bir şeker al ben ödeyeyim parasını diyorum kızarıp usulca sağ omzunu kaldırıyor. Zorla atıyorum poşetine. Çıkarken bakkaldan değişiyor adımları. Bir küçük çubuk şeker hayat veriyor adımlarına; solmamak için direnen ,son anda çatlamış yapraklarına su bulaşan kanirejler gibi.
Geçenlerde yine rastladım Berfin’e . Küçük, mavi boncuklu bileklerine baktım. Boncuk pek yakışmış dedim. Utandı. Berfin'e büyüyünce ne olmak istiyorsun diye sordum. Söz bulamayınca sırf sormuş olmak için değil; o küçük dünyanın boya kaleminin rengini öğrenebileyim diye. Önce düşündü biraz. Üşüyen, kızarmış mavi boncuklu bileğini çıkardı cebinden. Alnına sürdü elini. Bozuk türkçesi ile şeyyy anne olacağım büyüyünce dedi. Sustum. Anne olacaktı Berfin bir gün. Çocuğu olacaktı. Kendi gibi nahif yoksul, gururlu.
Bilmem niye hep çocuk kalsın istedim Berfin. Aynı saatte hergün görebileyim çalışma koltuğumdan ekmek aldığını. Duymadan, kulaklarının kızarmasından anlayayım yine aldıklarını veresiye defterine yazdırdığını. Verdiğim şeker kadar önemsiz ama sınır tanımaz kalsın istedim mutluluğu. Hayal dünyası sadece anne olmak, kendi gibi Berfinler, Oyalar, Kardelenler yetiştirebilmek kadar temiz kalsın; leke bulaştırılmamış, çamur atılmamış… Kendi hayatımla Berfin'inkini kıyasladım dün gece belki hiçte gereği yokken. Karşımda yine kötü ışıklandırılmış haline inat, koca tabela hasan bakkaliyesi… sanki oradaydı hayali Berfin'in. Benim evim sessiz! Çığlıklar; hani şu portmanto yanındakiler dışında.. Yığınla şeker alabilecek, atlıkarıncalara binebilecek, ekmeği bakkala yazdırmadan alabilecekken mutlu değilim Berfin kadar…
Şimdi kar var bu küçük köyde. Dışarıda, kapımın önünde süt verdiğim kedinin huzurlu hırıltısı ve evimin portmanto çıkışında öyle duran gürültülü yalnızlıklarım… Şimdi arasam seni. Öyle uzaksın ki, aynı karda ıslanmıyor üşüyen atkılarımızdan boynumuza uzanan sevdamız. Aynı yabancılara tanıdık olabilme telaşında değiliz. Zamanımız farklıyken neye yarar bir iki yalan katılmış süslü cümleyle ben iyiyim sen merak etme, demek. İçimizi ve bu beyhude dillendirilmiş dilimizi acıtmaktan başka.
Kapıda hep aynı yerinde duran gürültülü yalnızlık, yine gece, camımdan sanki tüm köy uyuyor diye sadece benim için yağıyor olduğuna inandığım yalan bulaştırılmamış, yalnızlığı çok, kar taneleri… Biraz nazlı…
Masamda hiç yeri değilken, fikrim sevdamı emanet ettiğim uzak bir ülkelerarası yağmura tutsak olmuşken; önümde duran kocaman kağıda büyük harflerle hep aynı cümleyi çiziktireyim istiyor ruhum. Sadece bu köye yağıyor olduğu için beyaz kalan kar eşliğinde. Berfin de bir gün ANNE olacak!
Bir gün Berfin de ANNE olacak…
Sarahatun Demir
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Kahveci : Fatoş Yılmaz Kavak |
Başarması Gerekiyordu...
Hafta bitmişti. Tatil günü. Kapıyı kapatıp gitme zamanıydı; yani en azından öyle olmalıydı. Yorgundu. Çalışma masasına dayandı. Bitirmesi gereken evraklara isteksizce baktı. Mesleki yükümlülüğü onu masaya bağlıyordu. Hiçbir şey düşünmeden, ne sorumluluk, ne iş güç, şu an alıp çantasını gitmek isterdi. Ama bunu yapamayacağını biliyordu.
Eve döndüğünde yorgunluktan bitmiş bir haldeydi. Koltuğa uzandı. Artık bu kadar yoğun çalışmak zor geliyordu. Yarın tatil günü olmasına rağmen pazartesi günkü duruşma için son hazırlıkları gözden geçirmek zorundaydı. Pazartesi günü çok fazla bir şey değişmeyecekti. Bunu biliyordu. Duruşma ileri bir tarihe ertelensin yeterdi. Bu sayede biraz daha vakit kazanacaktı. Bu dava onun için çok önemli bir hale gelmişti. Meslek hayatında şimdiye kadar hiçbir davaya duygularını karıştırmamıştı. Ama bu davaya duygu, mantık, his her şey karışıyordu. Biraz da hırs yapmıştı. Büyük bir inanç ve özveriyle Mehmet'i kurtarmak için elinden geleni, hatta fazlasını yapıyordu.
Mehmet'in gözlerindeki o çocuk saflığındaki bakışları gördüğü an onun gerçekten suçsuz olduğuna inanmış, onu kurtarmak için olağanüstü bir çaba sarf eder olmuştu.
O ne kadar suçsuz görse de tüm deliller onun suçlu olduğunu gösteriyordu. Delilleri çürütmek ve onu kurtarmak için yardımcıları dâhil herkes dedektif gibi çalışıyordu. Eninde sonunda yeni deliller bulacak ve Mehmet'i kurtaracaklardı. Bundan hiç şüphesi yoktu. Ama zor olacağını da biliyordu. Mehmet babasını öldürmekten sanıktı. Tüm ipuçları da onun aleyhine işliyordu. Cinayet saatinden önce babasının dükkânında görülmüştü. Üstelikte tartışmışlar ve bunu da diğer esnaflar duymuştu.
Mehmet'le dava için ilk karşılaştıkları gün Mehmet suçsuz olduğu halde kaderine razı olduğunu söyledi. Ona yardımcı olmayacağını da söyleyince, biraz olsun Mehmet'le ilgili bilgi almak için annesini büroya çağırdı. Sevgi hanım orta yaşlarda uzun boylu, zayıf biriydi. Konuşmalarında tutarsızlık vardı. Konudan konuya atlıyordu. O yüzden onu çok dikkatli dinliyordu.
Kadın, eşinin evde şiddet uyguladığını, annesi ve kız kardeşini koruduğu için Mehmet'in bu yüzden babasından defalarca dayak yediğini, birkaç kez hastanelik olduğunu, bu yüzden arkadaşlarından ve okuldan uzaklaştığını söyledi ve sustu. Bir süre konuşmadı. Sonra tekrar devam etti.
Oğlunun arada kendini güçlü hissedip çözüm aramaya çalıştığını, fakat bir çare bulamadığı için bunalıma düştüğünü, zaman zaman annesine babasını terk etmediği için öfkelendiğini, intiharı bile düşündüğünü anlatırken bu sefer Sevgi hanım, gözyaşlarını tutmakta zorlandı.
Adamın kadına karşı gösterdiği şiddet ise daha farklıydı. Psikolojik baskıyla beraberdi. Onu dövdükten sonra sokağa çıkartıp 'gelin karımla yatın' diye saatlerce sokakta bağırdığını anlatırken kadın, içten içe kadına öfkelendi.
Kadının maddi açıdan çok aciz olmadığını anlayıp," o adamı neden terk edip çocuklarını kurtarmadığını" sorduğunda ise duyduğu cevaba şaşırdı kaldı.
'Onu seviyordum.'diyordu.
Kadın kendine zarar veren birini seviyordu. Sevdiği kişi sürekli onu yaralıyor, incitiyor, kırıyor ve o hala onu sevebiliyordu.
Yıllar önce beş yaşındayken o da aile içi bir şiddete tanık olmuştu. Babası, annesini onun gözü önünde dövmüş onun çığlıklarıyla gelen dayısı da babasının elindeki bıçak yüzünden yaralanmıştı. Bunları gördüğünde henüz beş yaşındaydı. O günü asla unutmadı. Ama onun annesi dört çocuğunu alıp o adamdan kurtulmayı başarmıştı. Olması gerekeni yapmıştı yani, Sevgi Hanım'ı anlayamamıştı bu yüzden, anlamasına da imkân yoktu.
Mehmet'i düşündü. Psikopat bir baba, aciz bir anne, korunması gereken bir kız kardeş, bu kadar yükü kaldıracak yaşta değildi henüz.
Sevgi Hanım gittikten sonra sürekli olayla ilgili değişik kurgular düşündü durdu. Artık yorulmuştu.
Düşüncelerden sıyrılmaya çalıştı. Beyni adeta bilgisayar gibi işliyordu. Bir sürü dosyayı ve işlemi aynı anda yapıyordu. Arada " Mehmet bu psikolojik yükün altında ezilip babasını öldürmüş olabilir miydi?" Diye düşünmeden de edemiyordu.
Çok yorulmuştu. Rahatlamak zorundaydı.
Yoga da bu iş için biçilmiş kaftandı. Yaklaşık bir saat yoga yaptı. Arkasından sıcak su dolu küvette uzun bir süre kaldı.
Tekrar dosyalara döndü...
Pazartesi umduğu olmuştu. Dava bir ay sonraya ertelenmişti. Önlerinde bir ay vardı. Umudunu yitirmeden çalışacakları bir ay, az zaman değildi.
Bir hafta geçmişti. Somut birkaç ipucu bulmuşlar, çok sevinmişlerdi. Masada onları incelerken bir davetiye gördü. Tiyatro oyunu ön gösterim davetiyesiydi. Aklından tamamen çıkmıştı. Oyunun adına baktı. Çok yorgundu. Ama birkaç saat sonra gitmeye karar verdi.
Tiyatro salonu çok kalabalıktı. Oyun harikaydı. Daha önce film olarak izlemişti. Ama tiyatro olarak ta çok hoş, izlenmeye değer hale gelmişti. Danslar ve müzik, şarkı sözleri çok güzel hazırlanmıştı. Casablanca müzikal gösterisini büyük bir keyifle izledi. Final şarkısında ise adeta kendinden geçti. İçi bir hoş oldu. Berk'i düşündü. Aslında onu uzun zamandır aklına getirmemeyi tercih ediyordu Bazen de sadece anısız, özlemsiz, adıyla düşünüyordu. Aklında adı hep vardı. O hiç silinmeyecekti.
Beynine kazınmıştı çünkü...
Eve döndüğünde hala onu düşünüyordu. Aykırı insanlarla yaşanan aşklar insanda derin iz bırakıyordu. Çünkü diğer yaşanan aşklar kadar olağan değildi. Her gün yeni bir değişiklik olurdu. İniş çıkışlar yaşanırdı. Bu ilişkide aykırı insan Berk mi? Kendisi mi acaba? Galiba ikisi de…
Kendine bir kahve yaptı. Derin bir iç çekti. Anıların ne suçu vardı ki onları silmeye çalışıyor hatırlamak istemiyordu. Şöyle bir düşündü. Oysa hatırlamak istemediği anılar içinde yaşadığı güzel anılar da vardı
Çektirdikleri resimleri yırtmamıştı. Ama hiç bakmıyordu. Onunla ilk buluştukları günü, yeri saati, unutmamıştı. Ama o güne ait yaşadığı duyguları, konuştuklarını, öpüşmelerini, onun ellerindeki sıcaklığı hatırlamak istemiyordu. Bunları düşünürken, o anda, onun kokusunu ve tenini ne kadar özlediğini hissetti.
Yerinden doğruldu. Resimleri aradı. Buldu.
Her çektirdikleri resimde ayrı bir anıları vardı. Güzel ve çok özel anılar hem de…
Gözyaşları resimlerin üzerine düşüyordu.
Resimleri alıp yatağına doğru yöneldi.
Yastığını kokladı. Ama onun kokusunu bulamadı. Aylar önce uçup gitmişti Resimleri tek tek yatağın üzerine dizdi. Onların üzerine uzanıp, anılar ve gözyaşları arasında uykuya daldı.
Ertesi sabah gece yaşadıklarından dolayı şişmiş gözlerini görünce aynada, kendi kendine"işte bu yüzden anılar ve özlemle hatırlamamalıyım onu" Dedi.
Bürosuna geldiğinde saat epey ilerlemişti. Bir sürü de işi vardı.
Duruşma gününe az kalmıştı. Bir sürü ipucuna ulaşmışlardı. Önce o ipuçları onları Mehmet'le anneye doğru yöneltti. Sonra ise başka bir kadına yöneltti.
Daha olayı tam olarak çözememişlerdi. Ama yaklaşmışlardı. Dosyalara ve bazı bilgilere ulaşmak zor oluyordu. Ama yılmadan çalışıyorlardı.
Duruşma günü ellerindeki deliller onlara iki ay daha kazandırdı. Dava ertelenmişti.
İki ay zaman içinde şaşırdıkları bir sürü olay oldu. İpuçları onları o kadına tekrar götürdü. Kadın ölen kişinin nikâhsız eşi çıkmıştı. Bunca yıl, tam on yıl bunu kimse duymamış ve öğrenmemişti. Kadınınla birkaç kere konuşmuşlar, kadının anlattıklarında sürekli çelişkiler olduğunu fark etmişlerdi. Kadını bu yüzden iyice araştırmaya başlamışlardı. Bu sayede de bir sürü ipucu bulmuşlardı. Buldukları ipuçları Mehmet'i kurtarmaya yetecek ipuçlarıydı ve kadın gözaltına alınmıştı.
Bugün büyük güne hazırlanıyordu. Mehmet artık özgür olacaktı. Eğer bir aksilik olmazsa tabii, ama umutluydu.
Mavi döpiyesini giydi. Saçlarını davalarda salmazdı. Ama bu davada salmak istedi. Uzun bukleli sarı saçları omuzlarına döküldü. Mavi ona çok yakışıyordu. Son kez aynaya baktı.
Çok hoş görünüyordu.
Mehmet'i görünce ona gülümsedi.
Tüm şahitler dinlendi. İpuçları gözden geçirildi. Gözaltına alınan kadın suçunu kabul etmişti.
Yıllarca işkencelerine dayanamadığı için Mehmet'in babasını öldürdüğünü söylemişti.
Ve en nihayet karar anı ve Mehmet serbest…
Artık huzurla eve dönebilirdi. Hatta belki ufak bir kaçamak tatil bile yapabilirdi.
Fatoş Yılmaz Kavak
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Kahveci : Ateş Cihan Çetin |
GÖKYÜZÜ OĞLUM 2
Gözlerin sevgimizin rengine bürünmüş, bakışların mavi.
Minicik yüzün avuçlarımızın arasında gökyüzü sıcaklığın.
Beklediğimiz can sevgili, Deniz Evren'imiz kucağımızda.
İşte aramızdasın oğul..
Annenin göğsündesin özlediğin süt kokusuyla..
Kollarım seni bir ömür taşımaya yemin etmiş yaratanına,
Gelince uzaklardan aramıza, sessiz anılarınla...
Annen ve Baban,
Bir güzellik varmış bin kötülük yokmuş.. Önü ve sonu olan, adı sanı bilinen zamanın birinde, mavi gökyüzünden kopup gelen çağlayanların arasında küçük bir mahalle varmış. Her sabahın hayrında bir başka güzel olurmuş buralar. Evimizin bahçesine bin bir canlılık gelir, bir başka güzel açarmış renkli çiçekler.. Arılar, kadife kanatlı renkli kelebekler çiçek çiçek gezer, daldan dala uçuşurmuş sürme gözlü minik kuşlar… Bir efsaneye göre en parlak olan güneş en güzel burada gülermiş çocuklara, oraya dökermiş ışığının en güzel renklerini. Küremizin en güzel bitkileri, çiçekleri, hayvanları da oralıymış.
İşte bu yörede minik elli, akıllı mı akıllı, mavi gökyüzünün güzel gözlerine yansıdığı bir bebek dünya ya gelmiş... Deniz Evren adındaki bu güzel bebek tüm insanları, can gibi açmış beyaz gülü, hayvanları, kuşları, çiçekleri, yani doğadaki güzel olan her şeyi çok severmiş.
O sevgisini lafta bırakmaz, gereğini her fırsatta yerine getirir, insanların, hayvanların, canlı cansız, doğadaki tüm varlıkların haksız saldırılara hedef olmaları karşısında, içinde sınırsız bir acı duyarmış. Bu yüzden hep güçsüz ve haklıdan yana çıkarmış. Çünkü Deniz Evren onu sevenlerinden iyiliği, doğruluğu, çalışmayı, bilgiyi ve sevgi dolu olmayı öğrenmiş.
Evren gün boyu çiçeklerle söyleşir, kelebeklerle uçuşur, sevdiklerinin ardında koşuşup dururmuş kırlarda. Onun geçtiği yerlerde güller gülümser, sümbüller pembeleşir, kuşlar şarkı söyler, dağlar taşlar dillenirmiş. Hafif hafif esen rüzgarlarla ağaçlar eğilip eğilip birbirini selamlarmış. Deniz Evren nerede solmuş sararmış bir çiçek görse, koşar su getirir, koklayıp okşayıp yeşertirmiş. Her şey öylesine ona alışıkmış ki, bir gün ortalıkta görünmese, çevreden iniltiler duyulur uzun narin kavaklar bile boynu bükük bakarmış. Öyle ki, çiçekler üzülüp büzülür, kelebekler uçmaz, kuşlar türkülerini söylemez, sular hışırtısız akarmış. Evren sadece kuşlarla konuşmaz, meleklerin söylediklerine göre, o bütün canlıların dilinden de anlarmış. Onlarla saatlerce söyleşir. Birbirileriyle iyi geçinmelerini öğütlermiş;
Minik Kuş; "Veren el alan elden üstündür, sana ve verdiklerine minnettarız" demiş.
Bebek;" N' yaptım bilmiyorum" demiş.
Minik Kuş; "Bize verdiğin ekmek sayesinde bir can kurtuldu" demiş.
Bebek olanları bir bir gözünün önünden geçirince anlamış, utanmış, başını önüne eğmiş. Tam "ben vermedim'"diyecekmiş ki..
Minik Kuş; "Sus... Buralarda fazla konuşulmaz demiş". "Biz konuşurken sevgi dolu yüreğimizi alırız elimize. Buralar, gördüğün bu yerler vicdanlı, seven insanların diyarıdır.. Burada üzülmek, sıkılmak yoktur" demiş.
İşte Deniz Evren, bu gizemli doğanın koynunda doğmuş, orada tanımış çiçekleri. Minik kuşlarla dostluğu, arkadaşlığı da burada başlamış. Küçücük yüreği dünyayı içine alacak kadar geniş, sevgisi dünyayı ısıtacak kadar sıcakmış.. Hiç bir canlının başka bir canlıya haksızlık etmesine gönlü razı olmazmış. Onun bu sesini duyan her canlı bütün kötülükleri unutur, sadece iyilik düşünür, yanındakiyle her şeyini paylaşır olmuş. Kuşlar minik Deniz Evren'i sevgiyle teselli etmişler. Cıvıltılarıyla uyutmuşlar, her sabah yeniden en güzel sesleriyle uyandırmışlar. Beraberce gülüp, oynayıp, şarkı söylemişler.
İşte, o gün bu gündür güzel dünyamızın bütün kuşları yavrularına, kuşlara kalbini veren çocuğun masallarını anlatırlarmış. Ve bunun içindir ki, güzel dünyanın her yerinde kuşların yalnız bir sabah bir de akşam öttüğü söylenir…
Merhaba oğlum...
Gece senin yatağında huzurlu uyuyuşunu seyretmek kadar hiç bir şey bana sevgi vermiyor...
Ateş Cihan Çetin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
ARAFTA BİTEN YÜRÜYÜŞ
"İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse Öbürüne sağır" İsmet ÖZEL
I. Bu Taraf
Saçım ıslaktı. Saat sabahın beşiydi. Karanlıktı. "Sese" doğru yürüyordum. On beş yaşındaydım...
"Durun kalabalıklar" ihtarını, bitmek bilmeyen bir süratle dünyayı kavramaya ve hayatı(mı) anlamlandırmaya çabalarken duymuş ve olduğum yerde durmuştum. Durmak gerekliydi, çünkü çok gençtim, hâlâ boy atıyordum, önümde iki (neden genç beyinler sadece "iki" yol olduğunu zanneder) yol vardı ve hangi yola girmem gerektiğini tespit etmem için durup düşünmem gerekiyordu. İki davet arasında kalakalmıştım. Bir yanda kızlar, diğer yanda kitaplar... Kızlar "hayata", kitaplar "vazifeye" davet ediyordu beni. İkinci daveti "alenen", birinci daveti "gizlice" kabul ettim.
"Bu taraf" bana, hayatın anlamının "maddi" ihtiyaçlardan ibaret olmadığını, maddenin ötesinde "mana" olduğunu ve o mananın da "tek" olduğunu biteviye belletmeye çabalıyordu.
Bu tarafı sorgulamaya üniversite talebesiyken başladım. Bir şeyler yanlıştı, fakat yanlış olan şeyin adını koymaktan ve doğrunun ne olduğunu tespit etmekten acizdim. En güzel şarkıyı "SADECE" bu taraftakilerin/bizimkilerin söylediğinden, en güzel bestenin, en güzel güftenin bize ait olduğundan şüphe ediyordum artık. Bu şüphe zaman oldu devasa bir hal aldı. (Aynı "yanlış" bakış açısına karşı kıyıdakilerin de sahip olduğunu daha sonra anlayacaktım. Onlar da en güzel şarkıyı "SADECE" kendilerinin söylediğine çılgınca inanmışlardı.) Bu kibri, bu büyüklenmeyi sorgulayarak yola çıktım.
Bu tarafla özdeşleştirdiğim kişi Üstad Necip Fazıl'dı. Eğitim hayatım boyunca Üstad dilimden ve elimden düşmemişti. Fakat Üstadın "keskin" ve "sapmaz" hayat görüşü artık bana dar geliyordu. Evet, Üstadın penceresi zengin bir manzara sunuyordu bana ama ben başka pencerelerden de bakmak istiyordum. Dünyayı kavramanın ve hayata anlam katmanın başka yolları da olmalıydı. Doğruyu başka dudaklardan da duymak istiyordum. Başka beyinlerde de gezinmek istiyordum. Başka yollarda kaybolmak istiyordum. Bulunduğum yolun "doğru yol" olduğunu anlamam için, başka yollarda da yürümem, gece vakti onların mezarlıklarından geçmem, başkalarının ağaçlarında gölgelenmem, başkalarının suyundan içmem, yemeklerinden yemem gerekliydi. Eğer doğru yoldaysam, sınamaktan ve sınanmaktan korkmamalıydım. Eğer yanlış yoldaysam, bu deneyim beni asıl doğru yola götürecekti.
Bismillah dedim ve cahil cesaretiyle sol bacağımı karşı kıyıya attım. Sağ bacağım pergelin sabit ucu gibi bu tarafta kalmıştı ve ben sol bacağımla karşı kıyıyı keşfetmeye çalıştım.
II. O Taraf
Saçım kuruydu. Saat sabahın beşiydi. Karanlıktı. Artık "sesi" duymuyordum ve uyuyordum. Yirmi beş yaşındaydım...
"O tarafta" benim selamımı ilk Aziz Nesin aldı. Aziz Nesin, evet belki o tarafın teorisyeni değildi ama benim onun kitaplarında kaybolmam çok önemli bir eşiği aştığımın göstergesiydi. Çünkü o bir ateistti. Bir ateistin kitabını okumak, benim konumumda olan biri için "cesurca" bir girişimdi. Tuhaf olan şu ki, ben Aziz Nesin'in kitaplarında ateizmin kırıntısına bile rastlamadım. "İnsan hak etmediği şeyin sahibi olamaz" sözü O'na aitti ve bu söz belki Kuran'ın özüydü. Aziz Nesin'den çalışkan olmayı, sorumluluk sahibi olmayı, toplumun sorunlarına duyarlı olmayı ve en önemlisi "gerçekçi olmayı" öğrendim. Okuduğum elliye yakın kitabıyla bunlar gibi pek çok insani değeri beynime işleyen Aziz Nesin'i en az Üstad Necip Fazıl kadar sevmiştim (seviyorum). Aziz Nesin'i sevince bu taraftaki diğer yazarların (Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Ataol Behramoğlu, Attila İlhan vs.) eserlerinde rahatça gezinmeye başladım. Bu kıyıda da güzel şarkıların bestelendiğini görmek beni hem şaşırttı (evet şaşırttı), hem de sevindirdi.
Karşı kıyıya geçince, çok esaslı bir şey daha öğrendim: Dünya sadece bu taraftan ve o taraftan ibaret değildi. İki renkten ibaret değildi dünya. Kalp ve beyin gözünün açık olması gerekiyordu binlerce ara tonu görebilmek için. Kendini (taraf olduğu düşünceyi, mensup olduğu grubu, partiyi, ideolojiyi, dini vs.) "ak" sanmak, kendinden başkasının da "kara" olduğunu düşünmek BUDALALIKTI. O tarafa geçince, hem bu tarafta, hem de o tarafta çok sayıda "su katılmamış budala" kaynadığını gördüm. Bu kişiler şüphesiz çok iyi niyetli, çok saf, çok dürüst insanlardı ama böyle olmaları budala olmalarını engellemiyordu. Ben de o tarafa geçmeden önce iyi niyetli, saf ve dürüst bir insandım (hala öyleyim) ama aynı zamanda numunelik bir budalaydım da (şu an değilim).
Okumalarım yüzeyseldi. İşin hep kremasıyla meşguldüm. Bu tarafı da o tarafı da romanlardan, şiirlerden, oyunlardan ve öykülerden anlamaya çabaladım. Belki de anladığımı sandım. İşin özüne (=temel kaynaklara) inmediğimi itiraf etmeliyim. Bir kere vaktim yoktu. Zaten maddeler arasında bitmek bilmeyen yolculuklara çıkmıştım. Hukukçu olabilmek için önce hukuk teknisyeni olmak gerekiyordu. Teknisyen olmanın yolu da maddeleri iyice bellemekten geçiyordu. Maddeler arasındaki yolculuklarımı bırakıp, "tarafların" sıkı ve esaslı bir tahlilini yapamazdım. Bir yanda da "viran olası hanede evlad ü iyal vardı". Cebimde okunacak kitaplar listesine ilaveten alışveriş listesi de yer etmişti artık. Sorumluluklarım artmıştı. Ben de işin kolayına kaçtım. Aradığımı tarafların edebi eserlerinde (=kaynaklardan damıtılmış ürünlerde) bulacağımı sandım YA DA BULDUKLARIM TARAFLARIN EDEBİ ESERLERİNDEN ANLADIKLARIMDAN İBARET KALDI.
III. Araf
İki tarafta epey gezinmiştim. İki tarafın çeşmesinden epey su içmiştim. Artık özümleme ve yoğurma zamanıydı. Sağ tarafın "metafiziğiyle" sol tarafın "fiziğini" kalbimde ve beynimde mezcetmeye çabaladım. Metafiziğe, fiziği ihmal ederek-yok sayarak ulaşamazdık. Metafizik ve fizik bir bütünün ayrışmaz iki parçasıydı. Birini tercih etmek ve hayat boyu o birinin türküsünü söylemek salaklıktı. Metafiziği "manevi toplumculuk" olarak, fiziği ise "maddi toplumculuk" olarak tanımlıyordum. İki zıt toplumculuk anlayışı kafamda dans ediyorken, kimi zaman tadından yenmeyen nefis bir karışım yakaladım, kimi zaman tatsız bir bulamaçtı vardığım sonuç. Fakat yine de dünyayı iki safa ayırıp saflardan birinde askerleşmenin anlamsızlığını kavramıştım. Kalbimi ve beynimi tüm seslere açacaktım. Korkmadan her şarkıya kulak kesilecektim.
Sağ cenahta "ev sahibi" gibi uzun uzun oturmuştum. Sol cenahta "misafir" gibiydim. Misafirliğimin vadesi dolduğunda kürkçü dükkanıma dönmedim, ortada bir yerde kendime derme-çatma bir çadır kurdum. "BU TARAF" ve "O TARAF" arasında süregiden yürüyüşüm "ARAFTA" son bulmuştu.
Araf neydi?
Araf bir denge hali miydi, yoksa akıl karışıklığının remzi mi? Araf, sürekli kalınacak bir mekan mıydı, yoksa yeni yolculuklara çıkmak için güç toplanacak bir mola yeri mi? Araf, kimsesiz olmak mıydı, yoksa herkesi içine sokmak mı? Araf, kimseye misafir olamamak mıydı, yoksa herkese ev sahibi olmak mı? Araf, korkakların durağı mıydı, yoksa cesurların mı? Araf, saf tutmayı beceremeyenlerin iltica alanı mıydı, yoksa saf tutmak istemeyenlerin barınağı mı? Araf, doğruların kesiştiği yer miydi, yoksa bileştiği yer mi? Araf, bir "yer" miydi, yoksa bir "hâl" mi?
Otuz yaşındayım ve araftayım. Bulunduğum yeri/hâli tam olarak tanımlayamasam da burada/bu hâlde olmaktan memnunum. Hayatı ve olayları doğru değerlendirebilmek için en ideal yerin/hâlin burası olduğuna inanıyorum. Çünkü sadece burada/bu hâlde radarlar her yönden gelen sinyallere açık.
Okuduğumuzu anladık mı?
Soru 1- İki kıyı arasında gidip gelmenin yazara "olumsuz katkısı" ne olmuştur?
a) Yaşamında sağlam bir duruş edinememiş olması
b) Kıyılar arasında gezineyim derken "kaybolmuş" olması
c) Fena halde aklının karışmış olması
d) "Şemsiye kimlikten" mahrum olması
e) Hiçbir düşünceye peşinen angaje olmadığından, olaylara bakış açısının netliğini kaybetmesi
Soru 2- İki kıyı arasında gidip gelmenin yazara "olumlu katkısı" ne olmuştur?
a) Yaşamı süresince tek tip düşünmekten ve tek tip davranmaktan kurtulmuş olması
b) Kıyılar arasında gezinerek kendini çoğaltması ve arıtması
c) Fikir jimnastiği yapabilecek çokluğa ve çeşitliliğe sahip olması
d) Yağmurda ıslanabilmenin ayrıcalığına ulaşması
e) Hiçbir düşünceye peşinen angaje olmadığından, olaylara bakış açısının "dirilik ve zindelik" kazanması
Soru 3- Bu metnin ana fikri nedir?
a) Ötekinden korkmayalım ve ötekini düşman bilmeyelim.
b) Ötekini -kalbimizde ve beynimizde- ötekileştirmeyelim; ötekiyle yakınlaşmayı deneyelim.
c) Ötekinin de bizim gibi etten kemikten yaratılmış insanlar olduğunu, bizler gibi hayalleri, istekleri, yanlışları, doğruları olduğunu aklımızdan çıkarmayalım.
d) Ötekine önyargısız yaklaşabilelim.
e) Ötekinin nazarında kendimizin de "öteki" olduğunu unutmayalım.
Soru 4- Bu yazının başlığı sizce ne olmalıydı?
a) Aziz Nasıl Kurtulur?
b) Aziz Nereye Koşuyor?
c) Aziz'in Seyir Defteri
d) The Passion of Saint Baysal
e) "Azzabilik" Bir Adamın Sergüzeşti
Soru 5- Şimdi okuduğumuzu anladık mı?
a) Ben en başından anlamıştım, sorulara hiç gerek yoktu.
b) Evet, şimdi anladım, artık karşı kıyıya başka bir gözle bakacağım.
c) Anladım gibi ama karşı kıyıya geçemem, ya beni öcüler yerse.
d) Anlamadım, zaten ben siyasetten hoşlanmam.
e) Anlamadım, anlamak da istemem.
Not: Her soru 20 puan değerindedir. Cevaplarınızı yorum köşesine yazabilirsiniz. Bazı soruların birden çok doğru cevabı vardır. Tek bir doğruya takılıp, diğer doğruları es geçmeyin sakın. (Hayat da böyledir, unutmayın.) Aldığınız notlar, saat 22.00'de, CNBC-e'deki filmin başlamasından hemen önce tarafımdan ilan edilecektir. (Televizyondan değil yorum köşesinden tabi.) Heyecan yapmadan sabırla bekleyin.
Aziz Baysal azizbaysal555@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Leyla Ayyıldız <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.435 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ZIPIR
Sunay Akın'a Saygıyla…
bilerek mi yanına almadın,
Giderken
Aysel'den yaptığın
Zıpırı?
Güveniyordum oysa ben
sevgimize.
Haydarpaşa tren garında
Mendil satan çocuk sayısının
tuhaflığı kadar,
Beni bir de
Ablam terk etmişti.
Ki hala durur;
Ondan da
Bana kalan
Dört ayrı
Zıpır.
Nihat ÇAPAR
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan
Yukarı
|
Değerli Kahve Molası Dostları,
Uzun araştırmalar sonucunda, hepimiz için en uygun yeri bulduk. Epeydir bir araya gelememiştik. Bunun acısını çıkaralım, okur yazar bir araya gelelim istiyoruz.
17 Aralık Cumartesi gecesi Balat'ta ki FENER KÖŞKÜ'nde buluşuyoruz.
70 kişi kapasiteye sahip bu şirin mekânı doldurmayı planlıyoruz.
HEEEYYY TÜM KAHVECİLEEERRR !!!!!
EĞLENCEYE HAZIR MIYIIIIIZZZ :-))) DUYAN DUYMAYANA DUYURSUUUNNNN !!!!!
Tarih : 17.Aralık.2005 Cumartesi
Saat : 20:00 den itibaren
Yer : FENER KÖŞKÜ / Balat
FİKS MENÜ
SERPME MEZELER:
Balık salatası
Patlıcan salata
Beyaz peynir
Acılı ezme
Haydari
Soslu patlıcan
Soslu Hamsi
Börülce / Pilaki
ARA SICAKLAR:
Paçanga Böreği
Hamsi veya Kalamar tava
ANA YEMEK (seçmeli)
Balık (levrek, mevsim balığı, çipura) veya
Izgara et (biftek, tavuk gögüs, köfte)
Mevsim meyvesi tabağı ya da tatlı tabağı
FİYATI: Nakit 40.00 YTL – Kredi kartı ile 45.00 YTL
CANLI MÜZİK (canlı müzikte Istanbul’un ilk 9 mekanı arasına girmiş) ÜCRETSİZ OTOPARK
Katılmak isteyenlerin sevgili Elif Eser'e sayı ve iletişim bilgilerini içeren bir mesaj atmaları yeterli olacaktır. elif.eser4@mynet.com
http://www.fenerkosku.com/
Tel: 0 212 621 90 25 - 26
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Çince biliyormusunuz? Ben bilmiyorum ama internet sayesinde çin işi animasyonları rahatlıkla izleyebiliyorum. http://cartoon.163.com/showFlash.php?id=35381 kısa yoluna tıkladığınızda öncelikle biraz sabretmeniz gerekiyor. Flash animasyon yüklendiğinde ise video klip tadında bir çalışma izleyeceğinize emin olabilirsiniz. Keyfini çıkarmaya bakın. Unutmadan, diğer örnekler için ana sayfayı açabilirsiniz.
Almanyada yaşamak için neleri bilmeniz gerekir? Mesela ...Bir istekte bulunulduğunda veya soru sorulduğunda genelde "bitte" sözcüğü kullanılır: "Lütfen bana saati söyleyebilir misiniz?", "Lütfen gazeteyi verebilir misiniz?". Birisine bir şey verildiğinde de "Bitte sehr" veya "Bitte schön" denir. Bu bir samimiyet veya nezaket ifadesidir... gibi daha detay bilgi için http://www.handbuch-deutschland.de/more_tu.html Almanya için bir el kitabı
Java oyunlarını sevenlere sağlam bir kaynak. Daha önce denememiş olanlara denemeleri için bir fırsat. Hemde ana kaynağından; yani http://www.java.com/en/games/ Hadi bakalım iyi eğlenceler.
Uyumadan önce koyun saymayı denemek istermisiniz. Hem de orjinal müzik eşliğinde http://leech.dk/go2sleep.swf iyi uykular
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
USBhive 2.502.11 [2 MB] Windows Bedava
http://www.basgetti.com/bfiles/USBhive.zip Tek dosyalı kullanışlı bir program. Randevu defteri, akıl defteri, mp3 çalıcısı,vs olarak cebinizde taşıdığınız USB PenDrive da bile saklayıp kullanabileceğiniz güzel bir program. Kendisi 3MB lık bir yer kaplıyor. Ek Belleğin geri kalan kısmına ne yükleyeceğiniz size kalmış. Program ücretsiz, dilerseniz bağışta bulunmanız isteniyor.
Yukarı
|
|
|
|
|
|