|
|
|
13 Aralık 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Mazeretim var, asabiyim ben!.. |
Merhabalar,
Yorucu bir günün ardından ne zaman sonuçlanacağını bilemediğim bir geçiş süreci yaşıyorum. O nedenle burayı hemen terkediyorum. Gün içinde görüşmek kısmet olur inşallah. Ben şimdi size güzel bir aşk şarkısı dinleteyim, ister misiniz? Umberto Tozzi söylüyor, Ti Amo. Gün içinde yaşanabilecek olası aksaklıklardan ötürü peşin peşin özür diler ve geldiğim gibi giderim. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak) Sol Yanım.. |
|
Şimdi sen yoksun. Ben kaldım. Duvarlar var. Bir de duvarlardan yankıyan sesin. Bir de evin dört yanını sarmış kokun. Öylece oturmuş bakıyorum. Hiçbir şey yapmadan. Devinimsiz. Suspus.
Bana bıraktıklarına gidiyor elim. Beraber izlediğimiz film CD'leri ve bir kitap. Onlara sımsıkı sarılıyorum. Belki senin sıcaklığın kalmıştır. Belki ağrıyan sol yanımın böylece sızısı diner. Söylediğin şarkıların notaları birbirine karışmış, daha önce duyulmamış ve kimse tarafından bestelenmemiş başka bir harmoniyle nakış nakış işlenmiş halde, dalga dalga yayılıp siniyor çevreme.
Sen gittin. Kaldım ben. Geniş daireler çizerek duvarları yalayan sesin, sonunda anaforlarla daralarak sol yanıma sızıyor. Orada küçülüp yok olacağını düşünerek, elimde tuttuğum kitap ve CD'lerle sesini ve sıcaklığını sol yanıma hapsediyorum.
Bana bıraktıklarını, benden alıp kendine eklediklerini düşünüyorum...
"Hiç beklemediğin, nefesini tutup bıraktığın bir an, bakmışsın ki aldığın havayla birlikte doluvermiş içine yitirdiğin anlamlar.
Oysa sen tam da vaz geçmeye başlamışsındır. Her şeyin tükendiğini, küçük hayallerinin dahi gerçeğe dönüşme ihtimalinin sıfırlandığı sessiz kabulleniştesindir. Orada zamanı yok sayarak durup bakındığın ve daha fazla üzülmek, acı çekmemek için karar vermek zorunda kaldığın bitimsiz makber yalnızlığı kaplar afakını.. Boş, sahipsiz, araf saatleri... tüketmek için bile direnç göstermediğin kendiliğindenliğin... boşunaklığın... sığınmasızlığın...
İşte bir gece... Sınıra ve sona dayandığın bir gece ikindisi.. Geçmişini, yarınlarını, seni sen yapan ayrıntılarını, çok uzaklardan getirip 'geleceğine inandığın'la tadına varabilmek için sakladığın bir şişe şarabı.. yani kendini; acelesiz, olabildiğince sakin ve muradına erememiş kız çeyizi kadar hüzünlü yerleştirirsin valize. Hazır olduğunu hissettiğin, karara vardığın andır şimdi önünde duran. Farkındasındır.
Gideceğin yerde hiçbirine ihtiyaç duymayacağını bilmenin kendine münhasır dinginliğinde hüküm sürerek, içi anılar ve umutlarla tıka basa dolu valizini kaldırırsın tavan arasına. Ve 'kim bilir belki yıllar sonra birileri gelip onu bulur, bulup çıkartır ve yeniden yaşamın özüne kavuşturur' diye düşünerek, valize son bir kez bakıp anlamsızlığını kanıksamış vakur bir sessizlikle acıyla gülümsersin. Karanlık bir sudur artık geleceğe uzanan ve seni bekleyen.
İlk, ayak parmakların dokunur suya. Ağır, balçıktır ayağına sıvanan. İrkilsende kısa sürede alışırsın bu kayganlığa. Derken dizlerine yükselir. Nemli, kokusuz, uyuşuk bir sudur bu. Irmaklar gibi coşkun ve cesur çağlamaz. Gürültüsüzdür. Ona temas edeni, kendine çekip yutabilme yetisine sahiptir. Bilirsin ve ilerlersin. Bir süre sonra gövdenin yarısından fazlası karanlığa gömüldüğünde....
Yani su, göğüs hizana vardığı anda yolunda gitmeyen bir şeyleri sezinler, gözlerini kısarak bakarsın karanlığın uzaklarına. Ufukta hiç beklemediğin minicik bir ışık belirir tam da o sıra. Biraz çekingen, biraz ürkerek ve en çok da korkarak ne olduğunu anlayamaz yadırgarsın ışığı. Fakat o ışık, öylesine kendine hakim ve emindir ki yarattığı bir huzme aydınlıkla seni ekzenine alacağına, ve sen öylesine hipnoz olmuşsundur ki ışığın görkem ve güzelliğine; aklından geçen şüphe tohumlarını elinin tersiyle itekleyerek, bundan sonra olacakları düşünmeden, hattâ hiçbir şeyi hesaba katıp gözünde devleştirmeden rotandan sapar, koyu karanlık suda bata çıka ışığa doğru süzülürsün. Yürürsün. Yarısında duraksadığın karanlığın o en can alıcı noktasında seni nelerin beklediğini bilmek dahi istemezsin. Buna rağmen şimdi geldiğin yer; umutsuzluğuna geri dönmek için çok geç, umuda sarılmak içinse çok uzaktadır.
Sol yanın ağrılarıyla kendini yeniden hatırlatır. Hadi gel onu da umursama! Hadi ona da dur de! Gücün yetiyorsa ışığa dön ve de ki 'benim yolum karanlığa...' Cesaretin yok değil mi? Işığın yaydığı huzur, sevgi, biraz daha yaklaşsan alacağın haz nasıl da ateş böceğine benzetmiş seni. Kendi nârınla yanmak seninki... ışığın suçu günahı yok ki..."
Dün yanımdaydın. Kalbinin üzerine bastırdın durup durup. Kollarının arasında sıkışan sol yanımın ağrısını unutmak, yok saymak, hezimetimi belli etmemek için direndim. Çocuk gözlerinle heyecanla anlattıklarına verdim kendimi. Benden daha da çocuk bakmayı bilen, haşarı yaramaz gözlerinin derinliklerinde seyirdim. Ben yokken yaptıklarını sıraladın uzun listelerle. Başından geçen ilginçlikleri anlattın. Ne çok güldük, ne çok konuştuk.
Hiç abartmadan, çok samimi diyebilirim ki; yaşamımın bu güne kadar olan evresinde mutluluktan, ama sadece mutluluktan ağlak kalbimi dahi sevince ve kahkahaya boğan bambaşka günler yaşattın bana. Sana şimdi, uzaklarından "çok teşekkür ederim" demek öylesine az ki...
Yarın sol yanımı alacaklar... Acılarım dinecek. Yarattığı sancılar bitecek. Çürüyen, elimi ne zaman götürsem durduramadıkları üremesini yoklamak zorunda kaldığım ve her seferinde yakısı yüreğimi parça parça eriten habis dev moleküllerimi alacaklar ve orada yalnızca sen ve yaşattıkların baki(r) kalacak. Bana kalacak. Ve ondan sonra sesini, kokunu, müziğini, duygunu, çocuk bakışlarını, sımsıcak sarılışlarını, sen gittikten sonra evimin en ücra kuytularına yayılan huzurunu besleyip büyütebileceğim orada. Hani, çocukluğumuzun arka bahçelerinin o en bitimsiz düşlerindeki gibi saklambaç oynayacağım seninle.
Belki de beni bir daha görmene izin vermeyeceğim. Pencere kenarında gecenin mahremiyetine dalıp gittiğim bir sıra, iki kahve fincanıyla mutfaktan kokular yayarak gelip, elindekileri en yakın yere bıraktıktan sonra sırtımdan belime doğru sarılmaların, tatlı mırıltılarla Bülent Ortaçgil'in "pencere önü çiçeğine ne ansızın yağmur/ ne gökkuşağı" nı söylemelerin olmayacak. Benimle birlikte içinin çözünmesine nasıl katlanırım? Kolların omuzlarımdan aşağı gayri ihtiyari dolandığında nasıl 'hayır' derim? Beni kadın yapan hallerim evrim geçirirken; saçım, kirpiğim, kaşım dökülüp cildim solgun ve pütürlü, kortizon ve ödemlerle şişerken, sarı saman rengimle nasıl dururum karşında? Kendimin değil, senin yaşayacağın eziyete dayanamam o zaman...
Orası yarından sonra belime uzanan çok geniş bir ova... ya da görsel estetiği tamamlasın diye suni ve yabancı desteklerle bütünlüğü korunmaya çalışılacak herhangi bir obje gibi sırıtacak. Sana şimdi, ışığının gözümü aldığı ilk zamanlar, ışığına karşı elimi siper edemediğim için, uzaklarımdan "bağışla, çok özür dilerim" demek öylesine yetersiz ki...
Şimdi sen yoksun. Yarım kaldım. Karanlık sular yok. Kâbuslu uykular da. Kız çeyizi sevinçleriyle tavan arasında bir gün birilerinin onu keşfetmesini bekleyen valizi sana vasi ediyorum. Bana bir şey olursa....
Şimdi yoksun. Bundan böyle olmayacaksın da. Hayır, bunu kesin bir ayrılık diye düşünme. Aslında sen hep yaşayacaksın; soluk alıp verdiğim her an sol yanımda... Aslolan bu değil midir? Gittikten sonra kalanları eksiltmek yerine, kalanları çoğaltarak büyütmek ve onlarla yetinmek, yetebilmek kendine. Doymaktansa azar azar yudumlamak. Eşkinle rüzgârlarla yarışmaktansa; nasıl ki güneşin denizden kaybolduğu koyu kızıl, tarifsiz renk cümbüşünü içimize sığdıramadığımız mutlak ve bitimsiz zaman dilimlerine hasretle yoğrularak durulduysak... öyle...
İyi bak kendine... kendindeki bana sarıl uykularından önce. Yalnızlıklarımız kıskançlık krizleriyle birbirimize rastladığımız andan itibaren çok uzaklara kaçıştı. Yanındaki bana sokul uykularında. Sevincim, gözyaşım, hasretim ve mutluluğumsun. Sol yanımın gururu, başıma gelen en güzel felaketim. O ki, bedenimden söküleceğine yakın, tam da kaybolmuşken karanlığında, gidişinin arifesinde... bana bıraktığı en değerli armağanımsın. Sol yanımsın.... son soluğum... son... sol... la... si... re... son....
Elif Eser elif.eser4@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : Faik Murat Müftüler EĞRİCE KONAK |
|
Kargılı köyünün en bilge genciydi Ethem. Öyle okumaktan falan gelen değil, Yunus'unki gibi, izlemekten ve düşünmekten doğan bir gönül bilgeliğiydi onunki... İki kızından sonra bir de oğlu olmuştu. Adını Osman koydu. Babasının adıydı. O yörenin adetleri gereği erkek evlatlar ev sahibi yapılmalıydı. Kızlar için ise çeyiz hazırlanırdı.
Oğlunun doğduğu gün bağının boş bir köşesine beş tane ağaç dikti. Bir de gözüne kestirdiği bir yere, iyi yontulmuş bir taş koydu; besmele çekmeyi de ihmal etmedi. "Haftada bir taş" dedi. "Haftada bir taş koyarsam, bizim oğlan onbeş yaşına geldiğinde evin yarısı bitmiş olacak Allah'ın izniyle"
Sözünü tuttu. Yıllar geçtikçe çocuk da ev de büyüyordu. Osman sekiz yaşına geldiğinde oğlunu karşısına alıp "Bak oğlum. Bu ev, evlendiğinde senin olacak. Ama hepsini ben yapmayacağım. Onbeş yaşına geldiğinde evin kalanına sen devam edeceksin. Ev bitmedikçe seni evlendirmem bilesin" dedi. Osman anladığını belli etmek için başını sertçe salladı.
Osman'ın doğumundan sonraki onbeşinci Hıdırellez günü Ethem oğluna el verdi. Taşları yonttuğu keskilerin, takozların, harcı kardığı, sürdüğü kürek ve malaların yerini gösterdi. O günden sonra artık taşları Osman koyacaktı. Zaten duvarlar neredeyse bir adam boyu olmuştu.
O günden sonra Osman taşları dizmeye başladı; ama bir aksilik vardı. O ana kadar babasının koyduğu taşların bazıları eğri olduğu için duvar dışa veya içe doğru esniyordu. Bu nedenle o da yeni koyduğu taşları, dengeyi kurabilmek için yamuk koymak zorunda kalıyordu. Hatta yükseklik arttığı için taşların ağırlığı duvara daha büyük bir baskı uyguluyor, yeni taşların eskilerinden daha da eğri konması gerekiyordu.
Osman yirmiiki yaşına vardığında evin inşaatı bitmişti. Ev sağlam olmasına sağlamdı ama eğri büğrüydü. Zamanla bu tuhaf evin ünü bütün köye ve civar köylere yayıldı. Köylüler evin adını "Eğrice Konak" koydular. İnsanlar bu acemice yapı ile dalga geçiyorlar, Osman'ı beceriksizlikle suçluyorlardı. Osman hangi kıza gönül verse ve anne babasını görücü gönderse kızlar, "Ben Eğrice Konak'ta oturmam. Başka ev yapsın Osman, sonra varırım ona" diyorlardı.
Derken, kızın birini hep birlikte oturmaya razı edip Osman'ı evlendirdiler. Osman, eşiyle birlikte baba evinde oturuyordu. Eğrice Konak'ı ise hayvan damı yaptılar. Yıllar sonra köyde nice evler yıkıldı, nice ocaklar söndü. Ancak Eğrice Konak hep ayakta kaldı. Bu gün tam 160 yıllık bir yapı.
Uzatmaya lüzum yok. Kıssadan hisse. Bir insanı yargılarken önce ilk taşlarının nasıl konduğuna bakmalıdır. Onbeşinden sonra kimse, önceden eğri konmuş taşın üzerine doğrusunu koyamaz. İlk taşlardaki milimetrik kaymalar, çatıya yaklaşıldığında gözleri rahatsız edecek eğriliklere dönüşür. Taş yanlış duruyor bile olsa ast olan dengedir. Duvar yamuk olsa da…
Faik Murat Müftüler murathodja@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Resimdeki Gözyaşları (*)
"Birgün belki hayattan,
geçmişteki günlerden,
bir teselli ararsın…
Bak o zaman resmime,
gör akan o yaşları." (*)
Yer: Bir Anadolu kenti, eski mi eski, soğuk mu soğuk.
Zaman: 70'li yılların son demleri. Yaşı uygun olanlar anımsar belki. Hani, bir küçük paket çay, margarin için kuyruklara girilen, o paketi alabilmek için yanında şampuan, deterjan alınması zorunlu günler.
Parka ve kabanların "sembol" olduğu, aynı "yön"deki görüşlerin "fraksiyon"lara bölündüğü, "olay"lardan uzak durmaya çalışanların "renksiz"likle damgalandığı günler.
60'ların mutlu bildiğimiz gençliğinin, her on yılda bir darbelere alışmaya başlayacakları günler.
Yaşamın, her ne olursa olsun akmaya devam ettiği; hüzünlerin, mutlulukların, özlemlerin, sevdaların, ayrılıkların -şimdiki gibi- yaşandığı günler.
Öyküm, işte öyle bir zaman dilimine ait. O "esmer" güzelin, o siyah/beyaz resimlerin döktürttüğü kimi zaman mutluluk, kimi zaman hüzün gözyaşlarının yeniden göz pınarlarına gelivermesine, burun direğinin sızlayıvermesine ait.
Öyle derler; yaşlılık kolay değil. İki dakika önce tanıştığının adını unutuverir de, yıllar öncesini bugün gibi anımsarmışsın. Kendi üzerime alındığım yoktu, yakın zamana kadar da; yavaş yavaş vaktim yaklaşıyor mu ne, ne bileyim…
…"Çingenem"i anımsayıverdim.
Sinik bir anason kokusu var.
Kırmızı ile hiç ayrılmaya niyeti yok, belli.
Sis, pus değil dalga dalga çöken
Duman olmasına duman da,
nikotin ötesi isli.
Çok ses var, Tanrım!
Sen bilirsin, ben
uğultudan, bir de karanlıktan korkarım.
Biraz yavaş, tek tek konuşun
hatta susun;
dinleyin beni, n'olur?
Sen...
Beyim, daha bu sabah
Köprübaşı'nda kurşun atmıyor muydun bu baya?
ve de sen, bayım
"Görüşeceğiz" diye bağırmıyor muydun ona?
Sabah kaldırımlar arası slogan,
akşam masadan masaya meyve tabağı,
anladık götürmüşsünüz cukkayı
havadan sudan, oradan buradan.
Kırk dakikanız var,
gireceksiniz yine birbirinize.
Derdim o değil,
bana ne..
ama susun, ya da az biraz yavaş
bakmasın bana ters, demesin
"ulan hergele,
ulan üniversiteli ayyaş"!
Burası meydan değil, Reyhan 26
benim şarkımı söylüyor Çingenem
duyamıyorum,
ritm kaçıyor, kızacak,
bir daha söylerse patrona,
adam beni işten atacak.
***
Kırık bir gülümseme, buruk bir duygu yerleşiveriyor insanın dudaklarına, yüreğine. Bir geçmişe uzanıyorsun, bir tansiyon ilacına. Elinde kalmışsa eğer birkaç solgun resim; göğsüne bastırıyor, kokluyorsun. Biliyorsun istesen de durduramayacağını zamanı, sıkı sıkı sarılıyorsun anılara, sesleniyorsun:
Eski bir şehirde
biri vardı, tanımazdınız.
Nam-ı diğer "sellektör"
kırpışırdı bir gözü,
bakamazdınız.
"Belki" vardı, Çelikten
marka değil, adı o,
"iyi" arkadaştı gerçekten.
Köprünün başında
patlar molotoflar
yanıbaşımda
kan deli, akar
ten ateş,
yanar
yakar...
Oysa zaman cahil,
bilmez es,
senkop
durmuyor bağırsam da;
"Hooop!"
"Ve işte arda kalan,
bir avuç anı şimdi…"(*)
Ne demiş bir zamanlar Emerson, Lake and Palmer: C'est la vie.(**)
(*) Cem Karaca'nın "Resimdeki Gözyaşları"ndan.
(**) İşte hayat. Yaşam, bu.
Müfit Uzman
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Kahveci : Safiye Karaağaç |
BİR MARTININ GÜNCESİNDEN…
Öylesine güzel bir İstanbul günüydü ki…
Aslında gün o kadar da güzel başlamamıştı. Bir gün öncesinden yağan yağmurla birlikte hava biraz kapalıydı ve sabah uyandığımda hiçbir yere gitmek istemiyordu canım! İstanbul’ daydım ve canım gezmek istemiyordu. Böyle bir şey olması için benim hafızamı kaybetmiş olmam gerekiyordu. Ama her nedense hava kapalıyken içimi bir sıkıntıdır kaplar, ben bile çare bulamam içimdeki hüzne! Ama yanımdaki dost, “Kalk bakalım Adalar’ a gidiyoruz, ne dersen de seni dinlemeyeceğim.” deyince yapacak bir şey kalmamıştı bana… Koca İstanbul bitmişti de şimdi de Adalar mı kalmıştı, o an ki ruh halim bunu söyletiyordu bana…Kahvaltı için köşedeki pastaneden sırt çantaları doldurulduktan sonra yola koyulmuştuk bile günün ilk ışıklarıyla… Ada vapurlarının kalktığı yere geldiğimizde içimde sabah ki sıkıntıdan zerre bile kalmamıştı. Tam tersine martı olsam takılıp giderdim ada vapurlarının ardına!!! Hangi adaya gidilse daha güzeldi, anlamak için hangi kuyruk daha uzunsa ona yaklaştık. İstanbul adalara mı akın ediyordu ne? Hava da sanki benim ruh halime eşlik ediyordu, sabah kapalıyken birden bire güneş yüzünü öyle bir gösterdi ki, ciddi martı olup kanatlanasım geldi o an göklere…Kınalıada’ ydı ilk durağımız… İçimde küçük hercai menekşeleri açıyordu, adaya her baktığımda…Kendimi tutmasam koşacaktım çocuklar gibi, ayaklarımı ıslatan masmavi denizin kumları üzerinde kimseye aldırış etmeden… Neydi beni bu kadar mutlu eden anlamaya çalışmıyordum, sadece iliklerime kadar maviydim ve güneştim, İstanbul’ dan uzak ama onun insanlarıyla dolu bu adada… O anda denizden çıkan yaşlı teyzenin gözlerine baktığımda gördüğüm o pırıltı yüreğimi öyle bir sevgiyle doldurdu ki, kuş olamıyorsam koşacaktım deliler gibi… Bisiklete binmek geldi o an aklımıza… Özgürlüğün bir başka adı yani… Kiraladığımız bisikletle dolaşırken, ilk baktığımda kocaman gözüken ada birden bire küçülüvermişti ve kendimi kuşlar gibi hür hissediyordum!!! Adayı kuş bakışı gören tepedeydik ve ben martılar gibi hürdüm!!! Bisikletimle ada sokaklarını gezerken, yazlıklarında kahvaltı yapan teyzelere korna çalıyor, küçük çocuklara gülümsüyor ve yaşça benden küçük bisikletçilerle yarışa koyuluyordum! Bir an bisikletin rüzgarına öyle bir kendimi kaptırmışım ki kollarımı açıp kuş olduğumu düşündüm, özgürce… Martılar gibi çığlık atamıyorsam şarkı söylerdim ben de…O an yüzüme kocaman bir gülümseme, ağzıma özgürce bir ıslık takılmıştı farkına varmadan! Yüreğimdeki kara bulutlar dağılıyor, yerlerini deniz kokan, güneş gibi aydınlık bir gülümseme alıyordu! Başka adalarda vardı daha dolaşılacak! Deniz kenarındaki bisikletçi amcadan öğrenilmişti, Büyük Ada’ nın harika bir yer olduğu!!! Bu sefer Deniz otobüsüne binilecekti, nasıl söyledikleri gibi konforlu muydu, görmemiz gerekiyordu! Deniz otobüsünde ön koltukta oturan çocuk mu daha afacan ve çocuktu o anda, yoksa ben mi, anlamaya çalışan bir çift göz bana bakıyordu yan koltuktan sevgiyle! Benim mutluluğum dostuma da bulaşmış olacaktı ki, kalabalığa aldırış bile etmeden şarkı söylüyorduk usul usul kıkırdayarak… Öndeki küçük kız parmağıyla beni gösteriyordu annesine…İçimdeki küçük denizler öyle bir kıpırdıyordu ki engel olamıyordum heyecanıma işte…Ve Büyükada’ daydık!!! Fayton mu vardı hocam!!! Bizde binelim diyecektim ki, gözümü korkuttu o uzun kuyruk! Böylesine güzel bir ada ancak yürüyerek gezilebilir ve yaşanabilir diyerek fayton gezisinden vazgeçtik. Öğle güneşi denizin dalgalarıyla oynaşırken, karnımız yavaş yavaş acıkmaya başlamıştı bile… Zaten sabah alınan simit ve poğaçaların, kim tarafından yenildiğini sormaya gerek yoktu. Tabiî ki de benim çığlıksever martılarım yemişti onları… Temiz hava karnımızı öyle bir acıktırmıştı ki, önümüze çiğ balık koysalar yerdik!!! Ama o anda balık yerine denize karşı ekmek arası bir şeyler yeme isteği içimizi öyle bir kapladı ki! Bulduğumuz ilk manavdan poşetler doldurularak mesire alanına doğru yola koyulduk.
Mesire alanı neresi mi? Sahildeki garsona sorularak öğrenilen, Büyük Ada cenneti içindeki başka bir cennet tabi ki… Dil Burnu yani… Sanki hayallerimdeki dünya turuna çıkmıştım ve ilk durağımız adalar gibi geliyordu bana… Sırt çantasıyla bugünkü geziden sonra dünya turuna devam edebilirdim o an itibariyle!!! Yüreğim kanatlanmıştı! Denizin rüzgarına ve mavisine doğru haykırıyordu adeta…Mesire alanına giden yol boyunca sağa döndüğümde soldaki, sola döndüğümde sağdaki güzellikleri kaçıracam diye alevlenen ben öyle yavaş yürüyordum ki, arkadaşım karıncalara olan saygıma kahkahalarla gülüyordu! Yolda tanıştığımız bu adanın yerlisi bir teyze bize adanın tarihini öyle bir anlatıyordu ki, sanki kırk yıllık Büyük Ada’ lı olmuştumda birkaç dakika sonra ben ona adayı anlatmaya başlamıştım . Şurası çok güzel burası harika diye! Sonunda yarım saatlik bir yürüyüşle piknik alanına gelinmişti. Ben fotoğraf makinesi almamanın acısını gördüğüm her manzarayı beynime kazıyarak çıkartıyordum! Adayı hatırlamam için gözümü kapatmam yeterli olmalıydı! Büyük Ada’ nın beynimdeki resmine alt yazı olan kelimeler ise; çiçekler, insanlar, yeşil, deniz, güneş, özgürlük ve sevgiyle sarmalanmış bir martının ünlemleriydi!!! Güneş ben ikindiye gidiyorum dediğinde, artık dönüş zamanı gelmişti bu hayal diyarından! Ada vapuruyla dönecektik İstanbul’ a... Adadan ayrılırken herkese el sallayıp yine görüşürüz demek geliyordu içimden! Vapura binerken öyle mutlu bir ifade vardı ki yüzümde, bulaşıcı bir şeymiş gibi bana bakan herkesin gözlerinin içinin parladığını görüyordum! Sanki koca ada vapurundaki herkes akrabaydı da, toplu bir piknikten dönülüyordu! Yok bunun adı “ada vapuru” değil “mutluluk vapuru” olmalıydı, hocam ya! Yol boyunca herkes yanındakiyle ve çevresindekilerle bir şeyler paylaşmaya çalışıyordu. Yanda oturan teyze elindeki sakız kutusunu uzatıyor, öndeki küçük kız cipsinden ikram ediyor ve gözleri görmeyen amcaya yer vermek için neredeyse vapurdaki tüm gençler yarışa giriyordu. Güneş batış yönüne, vapur Kadıköy iskelesine yanaşırken yanımdan geçen bir martı göz kırpıyordu bana!!! Bugün için martıya teşekkür etmek istercesine kocaman bir gülüş koydum dudağıma… Martının gözlerine bakıyormuş gibi, dalıp gittim denizin dalgalarına bir süre…
Ve güneş batıyordu...
Ömrüm boyunca hatırlayacağım bir GÜNEŞTİ, İstanbul' un denizine batan, ancak martımın gözünde kimseler bilmeden hep ışıyacak olan!!!
Safiye Karaağaç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
EVLAT ACISI
Yaşı yolun yarısını geçmiş,saçları hafif kırlaşmış; günlük yaşantısına devam eden bir arkadaşım vardı. İki evlilik deneyimi yaşamasina karşın aradığı mutluluğu çoğu insan gibi yakalayamamıştı. En azından ben öyle gözlemledim. ilk evliliğinden iki tane oğlu vardı. Kim evlatlarını sevmez ki, bunu anne, baba olmayan bilemez sanırım. Kendinden çok sevdiğin kim diye sorsan anne babalara evladım der hepsi de. En küçük bir olayda hemen evlatlarınıza ne oldu nerde nasıl iyi mi diye aklınıza gelmez mi.Okumak için şehir dışında ya da ülkelerde, askerlik görevlerini yerine getirmek üzere ülkemizin herhangi bir yerinde günlerin geçmesini bekliyenler, hastalıkla mücadele edenler, ailesinden ayrı yaşayanlar, yahut gecenin sessizliği çöktüğünde sığınacak bir liman arayan kayıp evlatlarımızı düşünürüz. Sonuçta hepside evlatlarımızdır.
Bu bahsettiğim arkadaşım da oğullarını canı gibi severdi, çocuklarına iyi bir eğitim sağlamak uğruna özlemlerine gem vurarak yurtdışına annelelerinin yanına yollamıştı. İki yıl boyunca yaz tatillerinde babalarının yanına gelerek özlem gidermekteydiler. Okul başladığında babaları ile telefon, internet bağlantısı ile görüşüp dertleşirlerdi. Büyük oğlu 17 küçük ise 15 yaşlarındaydı. Bir akşam üzeri küçük oğlunun internette online olduğunu gördü ve herzamanki özlemle sohbet etmek için klavyesinin tuşlarına dokunmaya başladı, ancak karşı taraftan cevap alamıyordu, yinede karşısında küçük oğlu var düşüncesi ile içindeki sevgi sözcüklerini sıralayarak, oğlunun bilgisayarını açık bırakıp okula gittiğini düşündü ve sözlerini bitirerek kendi bilgisayarını kapattı.
Ertesi sabah cep telefonunun çalmasıyla uyandı. Nerden bilecekti ki bu telefon ile hayatının en büyük acı haberini alacağını ve yıkılacağını, arayan kişi ayrılmış eşinin kocasıydı. Küçük oğlunun bir kaza sonucu öldüğü haberini vermekteydi.
Düşünebiliyor musunuz, ahizenin her iki tarafındaki insanların yaşamlarının nasıl etkilendiğini, o anda hangi ruh halinde olduklarını kendilerinden başka kim bilebilirdi. Arkadaşımın içine düşen ateş topu vücudunun her tarafını sarmış ölece kalakalmıştı olduğu yerde, evladının acısını nasıl söndürecekti, sönermiydi acaba. Tüm yaşadıkları gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçti gitti ve bir kez daha yıkılarak hayatının gerçekleri ile karşılaştığını anladı. Hayat süprizlerle dolu idi, iyi veya kötü yaşanmaktaydı.
Benim bu acı haberi almam uzun sürmedi. Bana göre bir arkadaşın, dostun yapacağı, kötü zamanlarında koşulsuz yanında yer alması ve elinden geldiğince onlara destek vermesidir.
Ortak arkadaşlarımızla kısa süre içerisinde bir araya gelerek, arkadaşımızın evine gittik. Bu kadar kısa süre içerisinde toplanıldığına bir kez daha şahit oldum.
Arkadaşımızın içine girdiği durumu asla unutamam, kimsenin başınada gelmesini istemem. Erkek olarak ağlamanın ne kadar zor olduğunu bilen birisiyim, ancak bu arkadaşım acının verdiği yıkıntı ile zaman zaman ağlamaya çalışıyordu gizli gizli, bir yandan da ayakta durma cesaretini göstererek gelenlerle sohbet ediyordu.
Yaşanan bu acı olayın içerisinde, gördüğüm başka bir gerçek beni hayretler içerisinde bıraktığı gibi, acısı olan arkadaşım adına bir kez daha üzülmemi sağlamıştı.
Bunca zaman içersinde çevremde ve kendi ailem içerisinde yaşadığım acılarda, acıyı yaşayan kişilerin ailelerinin tüm fertleri her zaman için yanlarında olmuş ve aynı içten duygularla acıyı paylaşarak birbirlerine destek olmaya çalışmışlardı. Bizim dışımızda orda bulunan kişiler annesi, abisi, yengesi, dayısı ve birkaç komşu ile sınırlı idi. Onlar da devamlı yanında değildi. Evet burada gördüğüm manzara bu açıdan beni şaşırtmaya yetmiş ve kendimi arkadaşımın yerine koyduğumda acım iki kat fazlalaşmıştı. Bu duygu seli içerisinde ağlamamak için kendimi ne kadar zor zaptettiğimi sizlere anlatamam. Bizler yani arkadaşları olmasak yanında kimin olacağı beni düşündürdü. Acıyı yaşayan arkadaşımıza bir anlık dahi olsa dikkatini farklı yönlere çekmek için elimizden geleni yapıyorduk. Hepimizin evlatları vardı ve bu acının düştüğü yeri yaktığının farkındaydık. Bizler ağlamamak için çaba sarfedip, sanki acısını unutturabileceğimizi sanıyorduk. Ancak için için ağlayan arkadaşımıza, varlığımızla destek olabiliyorduk.
Acısına karşın o da, gelenlere karşı göstermiş olduğu soğukkanlı davranışla, acısını paylaşmaya çalışan arkadaşlarına sanki ayakta nasıl durulur cesaretini sergiliyordu. İnanın ben olsam bu cesareti gösterebilirmiydim duygusal açıdan bilmiyorum.
Sessizlik gecenin karanlığında ağlarını örmüş, sanki çığlıklar atarcasına evin üzerine çökmüş bizleri içine çekiyordu.
Bu acı ve duygular yaşandığında, diğer bir gerçekte cenazenin işlemlerinin yapılması, hazırlıkların tamamlanması gerekiyordu. Havaalanından alınacak cenaze işlem formaliteleride ülkemizde ki brokrasi engel gerçeğini yine karşımıza çıkartmıştı. Bir arkadaşımızın devreye girerek bu konuda göstermiş olduğu çaba görülmeye değerdi.
Hava alanından cenaze alındı ve karacaahmet mezarlığında defin edileceği söylendi. Arkadaşım bana o gün sabah kimsenin duymayacağı şekilde yanından ayrılmamamı söyledi, çocuklukları beraber geçen mahalle arkadaşı ile birlikte yanında olacaktık.
Bu benim için inanılmaz bir duygu idi anlatamam. Benden destek isteyen biri vardı ve bunu yerine getirme çoşkusu bir yanda, diğer yanda da evlat acısının ne demek olduğunu kendisinin yaşadığı duygularından almaktaydım. Böyle bir durumda zaten hislerinizin sizi etkilememesi mümkün değildir. Evde onunla aynı ortamı paylaşarak, arada bir gelen ağlama krizlerini kimse görmeden geçiştirmenin zorluğu bir yana, insanın kanı donuyor sanki gözyaşları buz gibi olup akmıyordu.Cenaze gelmeden önce böyle bir günü nasıl atlatacağımızı düşünüp durduk.
Cenaze günü beni çağırarak tembih ettiği 2 konu vardı, yaşamım boyunca bunu unutmam mümkün değil, şu an bile yazarken ağlamamak için kendimi zor tutmaktayım. Evinden cenazeye gitmek üzere iken beni kendi odasına çağırarak senden bir ricam var, ben bu halimle bunları düşünemem sen yapacaksın diye sorumluğu bana yükledi. Benden istediği, birincisi evladının annesi kendisinden ricada bulunarak naaşını son kez görmek için yanında yer almasını istemesi, o anda benden isteği evladımın yüzü ile beni karşılaştırma demesi, ikincisi evladının yaz tatilinde yanına geldiğinde takmış olduğu şapkasını çok sevdiği için, defin sırasında başucuna koymamı istemesidir. Bunu söylerken bana sarılarak ağlamasını asla unutamam.
Toprağa vermeden önce bir kolunda ben diğer kolunda diğer arkadaşı varken isteği üzerine cebimde sakladığım şapkayı oğlunun başucuna bıraktıktan sonra yanına tekrar geldiğimde, kulağıma eğilerek beni sıkı tutun demesi ve o an ağlayarak söylediği sözler içimi eritmeye yetmişti. Destek olmak için yanında bulunmam sanki benim ağlamamam gerektirdiği hissini vermişti bana, oysaki bende hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum. Ona karşı ağlamama cesaretini göstermeye çalışarak, gözlerimdeki yaşları o an için dağlamam ne kadar acı gelse bile bunu nasıl başardığımı ifade edemem.
Tüm bu yaşananlar içinde, hayatın devam ettiği gerçeğinide unutmamak gerekiyordu. Zaman hızla geçip gidiyordu. Bizler için acı bir an, onun için ise dindirilemiyecek acı ile yaşam devam etmek zorundaydı. Tüm bunlar normal yaşamda da herkesin başına gelebilecek gerçeklerden biridir.
Aradan üç ay geçmiş, o kendi acısı ile yaşama tekrar sarılmış, bizlerde rutin yaşama devam ediyorduk. Zaman zaman arkadaşlarla bir araya gelerek, onunda normal yaşamda yerini almasına yardımcı olmaya çalışıyorduk. Zaman herşeyin ilacı olduğunu yine göstermiş, acısını içinde saklı tutarak normal yaşama başlamıştı. Acısını paylaşarak yaşadığımız o günler ne kadar kötü ise, yaşama dönme mutluluğunu paylaşmakta o kadar güzel gelmişti bizlere.
Hayat süprizlerle doludur.. İnsanlar için en büyük sürpriz, kendi hayatlarıdır. Hayat bazen iyi, bazen kötü de olsa hep vardır süprizler....
Duygularımı sizlerle paylaşmama izin verdiği için bu acıyı yaşayan arkadaşıma sonsuz teşekkürler. Acısını kendi acım bilerek içimde saklıyorum.
Yaşam devam ediyor, isteseniz de istemeseniz de....
Yücel Haksal
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
DUVARLAR
Duvarlar…
Kalıptan kalıba girerek çıkarlar karşımıza. Kimi zaman masum bir yavru kediyi kucaklarcasına şefkat kollarını açar; kimi zaman bir canavarı boğarcasına sıkıştırır, üstüne gelir. Her an seni dinlemeye hazır bir dosttur bazen yada her an seni sorgulayarak sıkıştıracak bir düşmandır. Ne olursa olsun onlar her yerde, her an karşına çıkarlar. İhtiyaç duysan da duymasan da…
İşte ihtiyaç duyup duymadığımı bilemediğim, karanlığın içinde sınırlarımı aşamadığım bir döngü içindeyim. Ve yine seninle baş başayım. Halimi anlarmışçasına ve elden bir şey gelmeyeceğini bilirmişçesine sessiz ve sakin karşımda duruyorsun. Ne bileyim, belki sessiz kalıp beni dinlemenin en iyi çözüm olacağına inanıyorsun. Gözlerim birden -üzerinde bulunan- yağmur taneciklerinin çarptığı ve ürpertici bir sesin geldiği buğulu cama- odaklanıyor ve umutsuz hayallerim tekrar canlanıyor. Dikkatim dağılıyor. Seninle olan çaresiz ama sıcak muhabbetim kesiliyor. Dalıyor gidiyorum. Hiçbir şey demiyorsun. Dikkatimi cama yöneltip seninle konuşmamam seni kıskandırmıyor.Sessiz kalıyorsun. Biliyorum can dostum biliyorum. Sen benim için o camda bir umut görüyorsun. Ay ışığının içeri süzüldüğü camda,demir parmaklıkların yatağımın üzerindeki gölgesinde… Onun için bir şey demiyorsun.
Ha aklımdayken söyleyeyim; geceleri ayrı bir güzelliğe bürünüyorsun. Bir de gün doğarken tan vaktinde güneşin üzerine parlayan ışıkları yok mu?... Sanki işlemeler oluşuyor üstünde.Bakanın gözlerini alamadığı, düşler diyarının bahar motifleri canlanıyor. Ve gün iyice ağarıyor seninle birlikte.
Günaydın. Günaydın diyoruz; içimize dolan ve içimize üfleyen ilkbahara bir kez daha, sadece ikimiz ve mahpushane bekçileri…
Bahar gelir gün doğar,
Gün "aydın" olur,
Gözünü açana,ikimize!..
GÜNAYDIN
Ahmet Güney
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.731 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Sağanak
Havada esen öfke benim
Sabah vakti yanaklarına değen
Gökteki solgun beniz,
Yerdeki mavi...
Benim haberin olsun
Gölgesi titreyen
Yelkenlere güldüren kendini
Gelmiş gibi yapan bahara kanıp
Solan çiçek
Benim o taş,
Denizi patlatan
Gökteki solgun beniz
Yerdeki mavi
Benim.
Derya Berrak
Yukarı
|
Değerli Kahve Molası Dostları,
Uzun araştırmalar sonucunda, hepimiz için en uygun yeri bulduk. Epeydir bir araya gelememiştik. Bunun acısını çıkaralım, okur yazar bir araya gelelim istiyoruz.
17 Aralık Cumartesi gecesi Balat'ta ki FENER KÖŞKÜ'nde buluşuyoruz.
70 kişi kapasiteye sahip bu şirin mekânı doldurmayı planlıyoruz.
HEEEYYY TÜM KAHVECİLEEERRR !!!!!
EĞLENCEYE HAZIR MIYIIIIIZZZ :-))) DUYAN DUYMAYANA DUYURSUUUNNNN !!!!!
Tarih : 17.Aralık.2005 Cumartesi
Saat : 20:00 den itibaren
Yer : FENER KÖŞKÜ / Balat
FİKS MENÜ
SERPME MEZELER:
Balık salatası
Patlıcan salata
Beyaz peynir
Acılı ezme
Haydari
Soslu patlıcan
Soslu Hamsi
Börülce / Pilaki
ARA SICAKLAR:
Paçanga Böreği
Hamsi veya Kalamar tava
ANA YEMEK (seçmeli)
Balık (levrek, mevsim balığı, çipura) veya
Izgara et (biftek, tavuk gögüs, köfte)
Mevsim meyvesi tabağı ya da tatlı tabağı
FİYATI: Nakit 40.00 YTL – Kredi kartı ile 45.00 YTL
CANLI MÜZİK (canlı müzikte Istanbul’un ilk 9 mekanı arasına girmiş) ÜCRETSİZ OTOPARK
Katılmak isteyenlerin sevgili Elif Eser'e sayı ve iletişim bilgilerini içeren bir mesaj atmaları yeterli olacaktır. elif.eser4@mynet.com
http://www.fenerkosku.com/
Tel: 0 212 621 90 25 - 26
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Çince biliyormusunuz? Ben bilmiyorum ama internet sayesinde çin işi animasyonları rahatlıkla izleyebiliyorum. http://cartoon.163.com/showFlash.php?id=35381 kısa yoluna tıkladığınızda öncelikle biraz sabretmeniz gerekiyor. Flash animasyon yüklendiğinde ise video klip tadında bir çalışma izleyeceğinize emin olabilirsiniz. Keyfini çıkarmaya bakın. Unutmadan, diğer örnekler için ana sayfayı açabilirsiniz.
Almanyada yaşamak için neleri bilmeniz gerekir? Mesela ...Bir istekte bulunulduğunda veya soru sorulduğunda genelde "bitte" sözcüğü kullanılır: "Lütfen bana saati söyleyebilir misiniz?", "Lütfen gazeteyi verebilir misiniz?". Birisine bir şey verildiğinde de "Bitte sehr" veya "Bitte schön" denir. Bu bir samimiyet veya nezaket ifadesidir... gibi daha detay bilgi için http://www.handbuch-deutschland.de/more_tu.html Almanya için bir el kitabı
Java oyunlarını sevenlere sağlam bir kaynak. Daha önce denememiş olanlara denemeleri için bir fırsat. Hemde ana kaynağından; yani http://www.java.com/en/games/ Hadi bakalım iyi eğlenceler.
Uyumadan önce koyun saymayı denemek istermisiniz. Hem de orjinal müzik eşliğinde http://leech.dk/go2sleep.swf iyi uykular
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Opera 8.5 [3.7 MB] Windows Bedava
http://www.opera.com/ Hep duyuyordum ama bir türlü deneyememiştim. Geçenlerde fırsat buldum. Çok iyi düşünülmüş ve dizayn edilmiş bir tarayıcı, eposta programı ve dahası. IE'nin ağırlığından, bazen takılıp kalmasından şikayetçiyseniz, hemen tüm IE özelliklerini taşıyan ama üstüne pekçok kullanışlı özellik ekleyen ve en önemlisi Winodows'u yorup hantallaştırmayan bir alternatif arıyorsanız, hemen yükleyip deneyin. Bana duacı olacaksınız.
Yukarı
|
|
|
|
|
|