|
|
|
16 Aralık 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Dilimdeki tüylerin traşı geldi!.. |
Merhabalar,
Dilimde tüy bitti, bitmekle kalmadı uzadı traşı geldi. Dün saydım, işi gücü bırakmış, Salı gününden beri tam 247 tane "Sistem neden değişti" konulu mesaj yazıp yollamışım. Bazılarında abarttıkça abartmışım, mesaj olmuş mektup, mektup olmuş roman. Allah aşkına bu konuyu anlamak bu kadar mı zor? Sorun sizlerde olamayacağına göre özürlü olan benim. Özrüme bir özür daha katıyor ve bu işi başka türlü nasıl anlatmam gerektiğini bilmediğimi itiraf ediyorum. Varsın herkes anladığıyla, yorumladığıyla, küfrüyle, nefretiyle, sevgisiyle kalsın. Konu kapanmıştır, durum budur, takdir sizindir.
Yarın akşam epeyce kahveci bir araya geliyoruz. Hepinizin kulaklarını çınlatacağız. Yanımızda olmak isteyipte olamayanlar için şerefe kadeh kaldıracağız. Kıskananlar çatlasın. Bugün epeyce yüklü yazılarımız var. O nedenle pikaba benim kısa donlu zamanlarımdan kalma bir şahane şarkı koyup köşeme çekiliyorum. Sandy Posay söylüyor, In Your Green Eyes. Hepinize güzel bir hafta sonu diliyorum. Picasso'yu mutlaka ziyaret edin diye hatırlatıyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın ' Sevgiyi yaktım...' |
|
"El yazını yaktım, dürüsttü ve aşınmamış
Sevgi sözlerini yaktım, hoyrattır onlar
Sıcaklığı saklı akarsuyu anlamazlar
Sorular, kurutur incitir sorarlar
El yazını yaktım"
Yarın gideceğini bildiğim için bugünden yaptım. Seni anımsatacak şeyleri hayatımdan çıkardım. Mektuplardan başladım elbette. Sık sık dönüp, baktığım mektuplarından. Yazdıklarını, sözlerini unutacağımdan değil. Ancak yazını olsun görmeyeyim. Nedenleri soran, gizli saklı sevgini hatırlatan sözlerini sildim. Silindiler.
Dışarı çıktım. Yürüdüm sonrasında. İnsanların koşuşturmalarını, telaşlarını izledim pastane camından. Yağmurun çiseleyişini. Dilenen çocukları. Farların karanlığı aydınlatan ışıklarını. Evlerine giden insanları gözledim. Yarın yine yola çıkacaklarını düşündüm.
"Adresini yaktım
Yakmak gibiydi biraz da dünyayı herşeyi
Bastığımız düşümüzde gördüğümüz
Özlediğimiz yaklaştığımız
Hayatım özlemdi ansımaydı düştü
Yaktım adresini şimdi özlem oldu hayatım"
Nerede oturduğunu unuttum. Olur mu? Senin yaşadığın yerlere hiç gitmeyecek miyim? Beraber dolaştıklarımıza? Senin planlarını bilemem, bizim planlarımızı unuttum. Bekleyeceğim gün yok artık. Özleyeceklerim var elbet. En çok. Kaygılarımı, meraklarımı özleyeceğim. Senin hakkında.
Koştum. Soluğum kesildiğinde, tahta bir banka oturdum. Islanmış giysilerim, saçlarımdan sular damlıyor. İnsanlar yanımdan geçiyor. Yüzüme bakmıyorlar. Onlara "durun, bakın ne anlatacağım demek" isterdim. Ancak durmayacaklarını biliyorum. Biliyorum, 'kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya.'
"Resimlerini yaktım, birini saklasam dedim
En çok onu yaktım onu yaktım
Kış göğünü yaktım, bir kavak büyüttüm balkonumdan
Akşam desem değil, yangım desem değil
Dışarda apansız bir kıyameti yaktım"
Yüzünü unuttum. Hatırladığımda yaşadıklarımız gelsin yalnız. Kiminle yaşandığı belli olmasın. Silinsin. Gece olsun, sonra yeniden gündüz. Yeniden gece, yeniden gündüz. Ürettiklerim olsun, seyahatlerim. Başka ülkeler, başka şehirler. Çiçekler açsın. Dondurmalar yensin. Sarı kuru yapraklar düşsün. Kar yağsın sonrasında.
Kaç yaşamdır böyle yaşanan? Yaşanacak olan. Hangi hoyratlıklara; anlatamadıklarına ve anlaşılamayanlara sıkışmıştır söylenecekler. Kente tepeden baktım sonrasında. En tepeden. Evleri, çocukları ve hatta mezarları gördüm. Bir rüzgar sesiydi kulağımı dolduran ve şu sözleri fısıldayan:" Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar / Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya /
Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı / Bakıp kapatıyorlar. /Geceye giriyor türküler ve ince şeyler." İnsanların bitmez tükenmez koşuşturması bu.
"Sevgidir kendimi bildiğim, onunla başladım
El yazın mı, adresin mi, resimlerin mi
Sen mi ömrüm mü
Çıkardım onları şimdi sakladığım yerden
Kıyameti göğü kışı akşam sözlerini
Sevgiyi yaktım"
Mektupların. Yaşadığın yerler. Yüzün. Hepsini siliyorum hayatımdan. Sevgini siliyorum. Biliyorum daha az yüreğim acıyacak, daha az ruhum üşüyecek. Çünkü daha az insanım artık. Daha az çocuk. Gülüşümün, ağlayışımın üstüne gölgeler düşecek. Sevginin güneşi alçalırken. Daha az insanlığımın gölgesi düşecek. Sokağa.
Sevgiyi yaktım.
Yalnız izi kaldı...
Cumhur
(*) Dizeler: "Kıyamet" Gülten Akın / 'Sevda Kalıcıdır' adlı şiir kitabından.
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Rengarenk: Tuba Çiçek ŞAPKAYI ÖNÜNE KOYUP DÜŞÜNECEKSİN |
|
Değişik ülkelerden yaklaşık beş milyon kişinin katıldığı dev bir araştırma yapılmış. Araştırmanın amacı, ülkelerin marka değerini belirlemek. Araştırmada 'turizm, yatırım, kültür, halk, ihracat, yönetim biçimi' gibi faktörlerle ilgili algılar sorulmuş.
Araştırma sonuçlarına baktığımızda Türkiye'yi, önde gelen on ülke içinde "en kötü ulusal marka" olarak görüyoruz.
Bazılarına göre sürpriz olmuş bu sonuçlar. (Bu bazıları hayal aleminde yaşıyor olmalı.) Bazıları yanlış tanındığımızı düşünüyor. (Bu bazılarına göre reklamımızı iyi yapamıyoruz.) Bazıları insanları cehaletle, ırkçılıkla, önyargılı olmakla suçluyor. (Bu bazılarına göre biz sütten çıkma ak kaşığız, Avrupalı 'tu kaka'.)
Bana sorarsanız sonuçlar hiç sürpriz değil.
Peki hiç düşündünüz mü; neden biz de Yunanlılar veya Ermeniler gibi başarılı lobiler kuramıyoruz, yurt dışında?
Artık yüzlerce ülkede, değişik lisanlarda radyo ve televizyon yayınları yapabiliyoruz. Yurtdışı organlarımız eskiye nazaran çok daha güçlü. Ve yurtdışında büyük bir Türk kitlesi yaşıyor. Buna rağmen lobilerimiz hiçbir işe yaramıyor. Neden?
Her ne kadar Avrupalı ve Amerikalıları iyi tanıdığımızı ve anladığımızı düşünsek de, kazın ayağı öyle değil! Biz onları tanımıyor ve anlamıyoruz; onlar da bizi tanımıyor ve anlamıyor. Onlar bize pek benzemiyorlar; biz de onlara benzemiyoruz.
İş gene gelip eğitime dayanıyor tabii. Oturduğumuz yerde televizyon izleyerek, gazete okuyarak, ülkemize gelen turistlerle çat pat İngilizce'mizle muhabbet ederek olmaz bu işler. Hele de okullarımızda verilen yabancı dil eğitimiyle hiç olmaz!
Mühim olan, yabancı milletlerin örflerini, ananelerini, adetlerini, kültürlerini bilerek; düşünme, yorumlama, yargılama, algılama usullerine göre konuşabilmek, dinleyebilmek ve okuyabilmektir.
Artık Avrupalıların Türkleri sevmediklerini ve bunu her fırsatta gösterdiklerini herkes kabul etmeli. Türkiye aleyhtarı olan her iş ve işgüzar, Avrupa medyasında destekleniyor, prim yapıyor. Türkiye aleyhinde söyleyecek birkaç sözünüz varsa hemen Avrupa televizyonlarına çıkarılıp, konuşturuluyorsunuz. Türkiye aleyhinde yazılmış bir romanınız varsa, Avrupa'da ödüllere layık görülüyorsunuz.
Peki niçin böyle? Niçin sevilmiyoruz Avrupa'da? Niçin anlatamıyoruz kendimizi Avrupa'ya?
Acaba Avrupa'da yaşayan Türkler imajımızı negatif yönde mi etkiliyorlar?
Avrupa'da 4 milyona yakın Türk yaşıyor. Bunların çoğu bulundukları ülkeye uyum sağlamış, çalışan ve üreten insanlar. Gelin görün ki, bir çoğu cahil ve politikadan uzak insanlar. Kronik sorunumuz olan örgütlülük konusunda bilinçsiz ve kayıtsızlar. Hal böyle olunca da içlerine kapanıp dışlanıyorlar.
Az önce de dediğim gibi, asıl sorun iletişimsizliktir. Ancak, kuru kuruya iletişim de işe yaramaz tabii. Ne kadar akıllı ve eğitimli olursanız olun, düşüncelerinizi kısa ve basit bir biçimde, sade ve etkin bir tarzda anlatmak zorundasınız.
Her şey bir yana, Avrupa'daki olumsuz imajımızı değiştirmek için, artık savunma pozisyonunda değil hücum pozisyonunda olmamız gerekir. Bu noktada da Avrupa'da yaşayan vatandaşlarımızın yardımına ihtiyacımız var. Gurbetçi Türklerin kendilerini iyi eğitmeleri, uyanık olmaları ve örgütlenmeleri gerekir.
Bu kadar basit!
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Aklıma Estiği Gibi : Ebru Kargın ASOSYALİM, HEM MUTLUYUM, HEM KİME NE 2 |
|
Ne vakittir yazmıyorum, çünkü yazmak istemiyordum. O kadar anlamsız şeyler yaşamakla meşguldüm ki, "bu kadar olur" dedirtir cinsten… Sırf, yazdıklarımı okuyanların ruh sağlığını düşünerek elimi, kâğıt, kalem, word sayfası, wordpad, klavye gibi şeylerden uzak tuttum. Ne kadar iyi biri olduğumu, dahası ne kadar inceliklerle donanmış bir aklım olduğunu ekstradan söylememe sanırım gerek yok.
Geçtiğimiz pazar günü kusmama ramak kaldığını bile bilmiyordum aslında. Neredeyse pek çok Pazar olduğu gibi geçen Pazar da aynı şeyi yapacaktım, kesinlikle ve kesinlikle dışarı çıkmayacaktım, Pazar gününe en isabetli program budur. Trafiğin zirveye çıktığı, insanların sokakları doyasıya arşınladığı gibi iki güçlü nedene sahip olmak fazlasıyla yeterli, ayrıca asosyal yanımda malum… Salondaki sol kanepeyi işgal ederek yatmışım, sessizlik içinde tavanı seyrediyorum. Bir gün önce çok kalabalık bir yerdeydim, uzun süre de o kalabalık içinde lüzumsuz yere kaldım ve kulaklarım hala uğulduyordu. Bunu geçirmeni tek yolu da kesinlikle sessizlik ve en rahat kanepeye yatarak yaklaşık bir saat boyunca tavana bakmak. Kulaklarımdaki uğultu, bir gece öncenin alkolü ve kaşlarımı çatmış halim sadece tavana bakınca geçiyor. Daha iyi bir yol bulamadım, bulmak için vaktim olmadı bir türlü…
Tam tavana yoğunlaşmış, arınmaya çalışıyorken kapı çaldı, evde yokmuşum gibi davrandım, ama defalarca çalınca lanet olsun be diyerek yerimden kalktım, daha çatık bir kaşla kim o bile demeden kapıyı açtım. Asansörden hangi kurban çıkacak diye bekledim…
- Ya kızım hasta mısın sen, evde olmama olasılığım yok mu benim ?
- Yok, bu gün günlerden Pazar.
- İyi de kaç defa çaldın açmadım kapıyı, neden vazgeçmek bilmedin.
- Hahaha bunu daha önce de yapmıştın…
Bunu daha önce de yapmışmışım… Şimdi, bu kız çok ilginç bir kız. Maytap gibi bir şey. Hem çok bayılıyorum, hem çok sinirleniyorum, hem de çok şaşırıyorum… Ayrıca fazla güzel ve bir o kadar da iyi biri olduğu gibi sapasağlam bir gerçeğim de var ona dair.
İçeri gir hemen ve asla konuşma olur mu, sadece bir süreliğine rica ediyorum. Ben çalışma odasında olacağım, dün gecenin fazlalığını atıp dönerim. Sen bu esnada açsan bir şeyler ye, kahve iç, dergi mergi oku ne biliyim yap bir şeyler dedim, tamam dedi. Kaşlarımın çatıklığı azaldı daha o dakika, yüzüm de yumuşadı. Bu maytap kızı seviyorum, çünkü sahiden yormuyor, dahası beni olduğum gibi kabul edebilmiş üç-beş kişiden biri… Ben de onu maytap haliyle kabul etmeye çabalıyorum.
Yarım saat kadar tavana baktıktan sonra, salona döndüm, Maytap'çığım, kurabiye yiyip kahve içiyor ve dergileri karıştırıyordu. Benim salona geçtiğimi fark edince, yüzünü dergiden ayırmadan heyecanla sordu,
- Marquez' in benim hüzünlülerimi okudun mu ?
- Kimin neyini ???
- Al işte bak burada yazıyor, al oku…
- Gabriel Garcia Marquez, "Benim Hüzünlü Orospularım"
- Hah işte bunu…
- Anladım sen sırf "orospu" diye bir kelime kullanmamak için yırtındın, ya sen beni sahiden öldürürsün. Bak istersen şöyle yap, orospu demen gereken cümlelerde orospu yerine fahişe kelimesini kullan. Daha yumuşar…
- Ya okudun mu, okumadın mı ?
- Okumadım, hem mecbur muyum okumaya. Ben hiçbir kitabı "çok satanlar" dayken okuyamadım ne yazık ki… Sıraya dizdiğim 428 adet beni bekleyen kitap bittiğinde okurum. Umarım erken ölmem. Bu arada orospu Farsça, fahişe Arapça kökenliymiş, bak sözlüğe…
- Ya hadi gidelim şu kitabı almaya ha ?
- Ay… Çok satıyor olmasından neden bu kadar etkileniyorsun anlamıyorum. Hem Marquez okuyacaksan önce "Yüzyıllık Yalnızlık" ile başla bence…
- Çok satıyor oluşundan etkilenmedim. Tamam, gidelim iki kitabını da alayım.
- Olmaz gidemem, çok kalabalıktır şimdi. Yarın gideriz söz.
- Lütfen….
- Ya ben daha iki gün önce kitapçıdaydım, yaklaşık 2 saat kaldım. Bu gün de 2 saat kalırsam haftada 4 saat eder ki bu da ayda 16 saatten, 10 ayda 160, yılda 176 saat eder, bunu da 24 e bölersek eğer…
- Neden 24 e bölüyorsun…
- Yılda kaç saliseye denk geldiğini öğrenmek için.
- 24' e bölerek salise mi hesaplayacaksın, deli misin sen ?
- Yo sen delisin, saat varken salise hesaplamamı beklediğin için, tamam yürü hadi gidelim, ama bak peşinen anlaşalım, gireceğiz sadece iki kitabı alıp hemen çıkacağız.
Ne yazık ki öyle olmadı, kitapçıyla evimin arasındaki mesafe 10 dakika bile sayılmazken, Pazar günü olması nedeniyle 29 dakika da geldik ki bunun da tamamen benim performansımla alakası vardı, tüm kestirme yolları ve ara sokakları kullanarak, kilit olabilecek hiçbir yere daha girmeden çıkarak oldu. Bir nevi Camel Trophy… Maytap ise sinirli halime ithaf, "mazaretin varrrrr, asabisin sen" sürümüyle şarkı söyledi. Maytap, Marquez'in kitabını çok satanlar rafında bulamayınca, çalışan çocuklardan birinden yardım istedi; "Gabriel Garcia Marquez'in benim hüzünlülerim kitabını bulamıyorum" dedi, çocukta benim Maytabımı zorladı, ona, "Benim Hüzünlü Orospularım mı acaba" dedi pis bir suratla, bizim ki ona kafasıyla yarım yamalak evet işareti yapacakken ben, evet, "Benim Hüzünlü O-ros-pu-la-rım, kitabını is-ti-yo-ruz. Çok satan bu kitabı ancak böyle söyleyince anlıyor olmalısın" diyiverdim. Çocuk kitabı bulmaya gidince de, maytabı fırçaladım, "bak işte, senin bu utangaç halinden yararlanacak tonla insandan sadece biriyle karşılaştın, adam kitabına bu ismi verirken rahatsız olmamış, sen neden oluyorsun anlamıyorum" dedim. Üzüldü. Kendi adına o haklıydı, söyleyemezdi böyle bir kelimeyi kitap adı olsa bile… Elinde değildi, kıramayacağı zincirlerden biri de buydu, yapabileceği bir şey şimdilik yoktu.
Kitapçıdan çıkarken içerde harcadığımız vakitse, yaklaşık olarak 1,15 dakika kadardı. Ben üç, maytap altı kitap almıştı…
- Ne iyi ettik ama değil mi, benim için değişiklik oldu, ne zamandır gidip bakmak istediğim kitaplar vardı.
- Ya benim içinde çok değişiklik oldu, ne zamandır, seni kitapları incelerken seyredememiştim… Çok iyi geldi… Yahu internet ne güne duruyor… Orada incele istediğin kitapları, alacaklarını bir liste yap, al listeni eline doğru kitapçıya. On dakika bile sürmez, alıp çıkman. Ama nerde…
- Peki, sen internette baktığın ve liste yaptığın halde neden iki saatten önce çıkamıyorsun kitapçıdan o zaman.
- …………..
- Mc Donalds' a gidelim, canım çok hamburger yemek istiyor.
Hayır ditecektim, vazgeçtim. Az evvel kitapçı da ona bir "orospu" kelimesini söyleyemedi diye kızmışlığım geldi aklıma ve "gidelim" dedim. Maytap'çığım hazır yemek yemediğimi çok iyi bilir, hele ki hamburger asla yemem. İtirazsız kabul etmemi, az önce onu kırmış olmama istinaden bir nevi özür gibi kabul edeceğini düşündüm. Öyle de oldu…
- Bir kerecik ısır bari vallahi çok güzel…
- Hayır ya ısrar etme, yiyemem ben öyle şeyler, midem kalkıyor, bu da benim elimde değil…
- Canım arkadaşım benim, biliyorum yemezsin, sırf ben seviyorum diye buradayız. Geçimsizsin ama incesin aslında.
- Geçimsiz ama ince ??? Abarttın ha, ye şunu da gidelim…
O da neeee… Tanrım… O çocuk da oradaydı, o aptal Mc Donalds kaydırağından kayıyordu… Emin olmak için dikkatle baktım, evet o çocuktu, ay annesi de ileride ki masada oturuyordu bir an önce gitmeliydik. Yeni bir hadiseye dayanacak durumda değildim. Basardım vallahi küfrü…
- Eda, hadi hemen gitmemiz lazım, kalk çabuk, hemen gitmemiz gerek…
- Ne oldu yine ya, neden kaçarcasına gidiyoruz.
- Çünkü kaçmamız gerek çabuk dedim, bir, iki, üç….
Apar topar arabaya bindik. Artık biraz rahatlamıştım. Arabanın camından çocuğa ve annesine baktım, beni fark etmişler miydi diye, çok şükür fark etmemişlerdi. Derin bir nefes alıp, gaza bastım…
- Neden kaçıyoruz böyle anlatsana, korktum anlamıyor musun?
- Eda, vallahi uzun hikâye, başka zaman anlatırım.
- Olmaz şimdi anlatacaksın, hem de hemen. Çok kötü bir şey olduğu belli…
- Hayır, abartma, sadece yeni bir baş ağrısına tahammülüm yok o kadar.
- Sana inanmıyorum.
- Hayda, ne zaman yalan söyledim ben. Maytaplığın tuttu yine, ne diyorsam o işte.
- Anlat o zaman, bak ciddiyim, anlat çabuk.
……
Geçtiğimiz yaz, Çeşme' de huzur içinde bir tatil geçirmekteydim. Gündüz plajda, şezlonguma gömülmüş, kulağımda discman, elimde, nihayet rahatça okuyabileceğim dediğim kitaplarım, deniz, güneş eşliğinde mutlu saatler, akşamları da malum tatil eğlenceleri düzeninde pek güzel geçiyordu tatilimiz.
Yine bir öğlen vaktinde, kitap okumaya ara verip, şezlongumdan doğruldum, serinleme zamanı diyerekten denize attım kendimi… Yüzdüm, yüzdüm ve yüzdüm… Aheste aheste çıktım denizden. Sıcak kumun, ayağımın altındaki ateş kıvamındaki haline aldırış etmeden şezlonguma doğru yürüyordum ki, beş- altı yaşlarında bir erkek çocuğunun kumdan kale yapmaya çalıştığını görüp, ona gülümsedim ve usulca yanından geçip gittim. Şezlonguma uzandım yeniden. Çocukluğum geldi aklıma, ne harika kaleler yapardım ben… Saatler sürerdi, ama buna kesinlikle değerdi. Ağabeyim öğretmişti nasıl yapılacağını, o öğretmeseydi, imkân yok beceremezdim o kadar iyi yapmayı. Ah, ahh dedim içimden, ne güzeldi çocukluğum…
Sonra çocuğa baktım, görüş açımdaydı, nasıl kale yapmaya çalıştığını görebiliyordum. Üşenmesem gider yardım ederdim de, üşeniyordum işte. Ama bu velet de pek beceriksiz ya, o şekilde asla adam gibi bir kale yapamaz. Hay Allah dedim kendi kendime, aklım takıldı çocuğa. İzledim bir süre daha, epey uğraştı ama hiç birinden memnun kalmadı; yıktı yeninden başladı, yıktı yeniden başladı… O sırada içim geçmiş biraz uyumuşum. Uyandığımda kalkıp çocuğa baktım, inşaat ne durumdaydı acaba diye. Bir şeyler yapıyordu da, kaleye pek benzemiyordu. O esnada çocukla göz göze geldik, kocaman gülümsedi ve el salladı bana. Ne şirin bir çocuktu, süper gülümsüyordu, ben de gülümsedim. O andan sonra çocuk hep beni kontrol etti gözleriyle, onu izliyor muydum izlemiyor muydum kolaçan etti sürekli. Yaptığı kaleyi beğenmediği her halinden belliydi, sanki bana davetiye gönderiyor gibiydi hareketleriyle, of ama üşeniyordum dedim ya…
Aslında çok severim ben çocuklarla oynamayı, iyi de anlaşırım ayrıca… Şimdiye dek uyum sorunu yaşamadım hiç biriyle… Hadi ama dedim kendime, nasıl ki biri bana kale yapmayı öğretmişti ve yıllarca plajlarda iyi kale yapan bir çocuk olarak son derece havalı dolaştıysam, bu çocuğa da plajların en iyi kale yapan havalı çocuklarından birine ben dönüştürebilirdim şimdi de. Çok ciddiyim son derece iyi kale yaparım, şimdiye dek, kendim kadar iyi kale yapan az kişi gördüm ben. Ne yani bu yetenek benimle mezara mı gitsin, arkamızda başka bilenler bırakalım, onlar da sonrakilere filan işte, ne geyik ama; nesilden nesle, kumdan kale… Bu düşünceler, beni ok gibi çocuğun yanına fırlattı…
- Merhaba tanışalım mı ?
- Benim adım Görkem
- Benim ki de Ebru. Biliyor musun ben iyi kale yaparım, ağabeyim öğretmişti. Sana yardım edeyim ister misin ?
- Çok iyi olur. Deminden beri uğraşıyorum, bu kadar yapabildim.
- Tamam, sorun değil. Ama şöyle yapacağız, bunu büyük bir kaleye dönüştürmemiz zor. Yıkıp yeni baştan daha büyük bir kale yapacağız anlaştık mı ?
- Yaşasınnnn !
Çok sevindi, gözleri ışıl ışıldı ya gördüm, kör değilim ya…
- Evettt şimdi bunu yıkıyoruzzzzzzzzz……………….
- Hayırrrr !!! neden yıktın kalemi, anneeeeee !!!
Hoppaaaaaa… Çocuk ağlıyor hem de ne ağlamak, kalemi yıktı diye bağırıyor, anne gel diyor, yıkmasını istemedim, geldi yıktı diyor, hüngür hüngür ağlıyor…
- Görkem az önce yıkacağız yenisini yapacağız diye konuşmadık mı, daha büyük bir kale istemedik mi ?
- Olsun şimdi yenisini yapmak istemiyorum, ben kendi kalemi istiyorum, yıktın onu !
Eyvah, iyi de bu yıkınca mı aklına geldi bunun. Eh Ebru, çocuk demek deli demek, öğrenemedin mi hala… Kendime çok kızıyorum, bir yandan da acil tarafından onu yeniden gülümsetmeye çalışıp, uyduruk da olsa, az evvel ki kaleye benzer bir şey yapmaya çalışıyorum. Aynı anda da onu sakinleştirmeye uğraşıyorum; "bak Görkem'ciğim, şimdi demin ki kalenin aynısını yapıyorum, lütfen ağlama" falan diyorum, "birlikte oynarız diye düşünmüştüm" diyorum, diyorum demesine de, güm diye bir kadın geliyor, annesiymiş, beni perişan ediyor…
"Utanmıyor musun küçücük çocuğun kalesini yıkmaya" diyor, Görkem gözyaşları içinde söze karışıyor, "yıkma" dedim, "yıktı" diye bir de yalan söylemeye başlıyor. Kadın bana daha feci bağırıyor, "ne istedin küçücük çocuktan" diye, dramatik ve bir o kadar saçma konuşmalar yapıyor tepemde, Görkem daha bir gaz veriyor annesine, kadın iyice uçuyor ve demediğini bırakmadığı yetmiyormuş gibi, o kadar çok bağırıyor ki, bütün plaj bana çocuk düşmanıymışım gibi gözlerle bakmaya başlıyor. Hatta katil bile sayılabilirim, kale katili üstelik. Çok kötü rezil oluyorum, konuyu bilmeyen diğer tatilciler, sadece kadının ağzından çıkan sözler üzerine, çok kötü bir şey yaptığım emin, şiddetle bakıyorlar bana.
Bense, olduğum yerde kalakalmışım, sanki biri beni oraya mıhlamış da kalkamıyormuşum, ağzımı da bantlamışlar kesinlikle konuşamıyor, kadını rahatlatacak bir şeyler söyleyemiyorum. O sadece Görkem' in söyledikleriyle hareket ediyor bana karşı. Şoke halimi fırlatıp atıyorum üzerimden, ayağa kalkıp, kadına konuyu en başından anlatıyorum, hatta, iyi niyetli olduğumdan emin olsun diye ağabeyimin bana kale yapmayı öğrettiğini, benim de aynını Görkem' e yapmak istediğimi, onun da ondan sonrakilere belki de öyle yapabileceğini düşündüğüme varana dek, saçma da olsa aklımdan geçenleri bir bir anlatıyorum, kadın sinirli haliyle sadece dinliyor ve cevaben; "senin başka işin yok mu, sana ne benim oğlumun kale yapıp yapamamasından" diyor.
Anlıyorum ki ben yanlış adresteyim. Usulca "peki, özür dilerim" diyip oradan uzaklaşıyorum. Çok ilginç ki, odama doğru yürürken, hiç sinirli değilim, sadece Görkem için üzgün olduğumu fark ediyorum. Üzgündüm çünkü daha yapıcı bir anneye sahip olabilseydi eğer, bu gün kale yapmayı öğrenip öğrenmemesi hiç önemli olmasa da, büyürken pek çok şeyi kaçıracağını ve bu çok büyük olasılık da bunun annesinin sayesinde olacağını düşündüm. Aklımdaki de, kalbimde ki de buydu… Üzgündüm.
…………
- Hahahah !
- Gülme Eda… Lütfen gülme…
- Yani şimdi biz, 5 yaşındaki çocuk ve annesinde mi kaçtık, hem de kumdan bir kale yüzünden… Çok komiksin…
- Komik filan değilim Eda, kes dedim ya, gülme artık, sinirim bozuluyor bak böyle güldüğünde. Evet, kumdan bir kale yüzünden kaçtık az önce bu kadar tamam mı, yani polislik, itfaiyelik, ya da ambulanslık bir şeye sebep olmadım, sadece kale yıktım… Kale katiliyim diyelim…
- Ay ay ay, hadi itiraf et, kaleyi kasten yıktın, yani çocuk doğru söylüyor…
- Ya sen kaçık mısın, maytap…
- Aaa bak sana bahsettiğim ayakkabı işte bu... Krem rengi olanına baksana hemen.
- Hangisi?
Ve ve ve… İşte gümledik önümüzdeki arabaya… Krem rengi ayakkabıyı sadece otuz saniye kadar görmüş olabilirim en çok… Önümüzdeki arabanın arkasını ise, trafiğin gelmesini beklerken de dahil olmak üzere en az otuz dakika kadar gördüğüm kesin… Adamın beni trafik canavarı ilan edişini dinlemem ise cabası…
Ben bu Pazar günlerinden nefret ediyorsam az değil hani…
Ebru Kargın ekargin@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
BaLdaki Tuz : Uğur Erdoğan CUMARTESİ |
|
''sahip olamamanın iç huzursuzluğuyla
içinde bir şeyLer hep eksik
yaşayıp gideceksin…''
Tuğba ÇamLıbeL
cumartesi,
hava biraz soğuk... hava sıcak sayıLır....
amannnn hava fena değiL işte...
kumpircinin köşesinden aşağıya doğru iniyorum... içimde ince bir gömLek, ortada da ince bir kazak var, üstümde ise montum. en içeriye atLet giyinmedim. atLetim kaLmadı, pazara gideceğim yarın oradan faniLa aLırım... şimdi sadece geziniyorum...
hava sıcak sayıLır, hava soğuk da sayıLır gibi. hava kesinLikLe güzeL ama. insanLara bakıyorum. montu, ceketi oLan insanLar var, yaLnızca kazakLa gezinenLer de. tek başına yürüyenLer de var, düşünüyorLar başLarı önLerine eğik, kimiLeri öteye, kimiLeri iLeriye bakıyor.
gergin insanLarı seviyorum.
onLar çok önemLi bir şey düşünüyor. sanki bir bok varmış gibi önemLi bir meseLeyi sorguLuyor teLaşıyLa, dişLeriyLe dudakLarının kenarını hafifçe ısırıyorLar… yüzLerinde derin anLamLı ifadeLer meydana geLiyor. hiçbir şey umursamadan yüksekten bakan, veya hiçbir şeyden anLamıyormuş gibi dangaLakça bakınan insanLarı sevmiyorum.
gergin insanLar iyi bu konuda, stresLi insanLarı seviyorum.
geneLde yaLnız yürüyen kişiLer bunLar. zaten yaLnız oLmasaLar iki cins insan oLur yanLarında. erkek yada kadın... iki ayrı cins oLanLar geneLde eLeLe veya sarıLarak yürüyorLar. onLara bakınca o anda acaba gerçekten mutLuLar mı diye düşünüyorum. bazıLarı keyifLi gibi gözüküyor, kadın yanındaki erkeğin yüzüne güLen gözLeriyLe, hayranLıkLa ve istekLe bakıyor, konuşmasını iLgiyLe dinLiyor onun. ara sıra küçük kahkahaLar atıyor gözLerini yine ondan ayırmadan. erkek de yanındaki kadının varLığından memnun iLeriye dikmiş bakışLarını, konuşmaLarı güvenLi, arasıda karşısındaki kadına bakıyor. onun küçük kahkahaLarına oLgun güLümsemesiyLe karşıLık veriyor... bazıLarıysa konuşmuyorLar. sadece eLLeri birLeşik. kimbilir beLki de onLar daha mutLu…
cumartesi oLduğu için kafamı nereye çevirsem bu gözLemLerimi koLayca yapabiLiyorum. sokakLar insanLa doLu. erkekLerin yanLarındaki bazı kadınLara ister istemez bir göz atarken, tam yanLarından geçerken meseLa o kadın da bana bakıveriyor bir anda... rahat, çok şey vaad eden ama hiçbir şey de garanti etmeyen bir bakışLa.. kadının o tuhaf bakışını aLıyorum ama fazLa sürdürmeden önüme dönüyorum, başkasının kadını o diyorum dikkatLice bakmam yakışık aLmaz.. bazen yaLnız yürüyen bir kadın da bakıyor bana, haftada bir çok kere oLabiLiyor bu üsteLik.. geçiş esnasına yakLaşık beş metre kaLa yaşanıyor o tür kısa bakışmaLar, iki taraf da kendi yoLuna çeviriyor gözLerini daha sonra.. niye baktıkLarını pek anLamıyorum, bazen öyLe bir bakıştan oLumLu şeyLer hissediyorum, bazen de hiçbir şey hissetmiyorum…. çocukLara bakmıyorum. yani bakışamıyoruz, çocukLar pek kimseye bakmıyor.. zaten hep birşeyLe meşguL onLar…
yaşLıLara bakıyorum ara sıra.. onLarLa da bakışamıyoruz, geneLde kafaLarı öne eğik, kaLdırımLardan tökezLemeden çıkmaya, basamakLardan düşmeden inmeye uğraşıyorLar.. kendi yaşımdaki orta yaşLı erkekLere bakıyorum bazen.. gözLer uzun süre karşıLaşmıyor tabi.. bazen bakıp kaLırken düşünüyor insan o an sadece, bu kim, nasıL biri... rahatsız edebiLecek kadar uzun baktığını geç fark ediyor insan.. baktığı şeyden bir şey isteyerek bakanLar ise sadece karşı cinse ait oLanLar. bugün bir kere daha yaşadım bu bakışmayı.. ne istediğimi tam biLmiyorum… üsteLik benden bir şey istenirse verebiLeceğim şeyLerin de ne oLduğunu biLmiyorum…
sonra yoruLdum zaten... sadece insanLara değiL eLbet, binaLara, camLara, tabeLaLara, kaLdırım taşLarına, ışıkLı vitrinLere, köpekLere, ağaçLara ve asfaLttaki su birikintiLerine biLe baktım. ama haLa yürüyordum ve gözLerimi kapatamazdım.
bir cafenin önünden geçerken içeriye bir göz attım. kapısı açıLdı ve dışarıya sıcak bir hava dumanı çıktı içeriden.. kaLabaLıktı, güLüşmeLer, müzik sesLeri geLiyordu ve dışarı çıkanLar memnundu haLLerinden. onLar dışarı doğru hareketLenirken başka bir grup daLdı içeri. yukarıya doğru yürüdüm.
köşedeki resimcinin önünden geçerken durup resimLere baktım. yeni resimLer yoktu, daha geçen gün bakmıştım bunLara. küçük aynaLar var kenarLarında… yüzüme baktım hızLıca... o da bana baktı...
çok şey vaad ediyordum kendime ama hiçbir şey de garanti etmiyordum...
hava kararmaya başLamıştı, insanLarın yüzLerine bakmanın çok anLamı yoktu artık, pek seçiLmiyorLardı zaten.. sadece vitrinLerin önünden geçerken bir parça ışıLdıyorLar.. diğer insanLarın arasında kayda değer bir beLirginLiğim yok.. bu vitrinin önünde bir arkadaşım iki tane resmimi çekmişti, ikisinde de iyi çıkmadım. renkLer ve açıLar güzeL ama… özeLLikLe birincisinde kaldırım kenarındaki su
birikintisi... suya müzik mağazasının kırmızı vitrin ışığı vuruyor.. sinemanın önündeki fotoğrafta ise arkamdaki camekanda sergiLenen renkLi şapkaLar hoşuma gitmişti.. bir de ben iyi çıksaydım güzeL fotografLar oLurdu benim açımdan da. ama hiçbir zaman bir resimde iyi çıkmadım ben.. kıyafetLe iLgiLi bir şey değiL bu, çünkü çok şık oLduğum zamanLarda oLdu, duruşum ve öLçüLerimLe iLgiLi bir durum beLki… yüzüm fena değiL oysa.. yüzüne bakıLabiLir bir insanım, hatta gözlerimin güzeL oLduğunu düşünmüşümdür hep. son zamanLarda gözLerimin aLtı bozuLdu ufak tefek şişLikLer var, yakında yüzümde bozuLacak… o vakit sokaktan geçerken hiçbir kadın bana bakmayacak beLki..
gözLer başka bir göze değiL bir başka hayata bakıyor asLında..
bir yüz çarpıyor gözLerime... birden dönerek bana bakmasını istiyorum bir an.. bu pek mümkün değiL gibi, kendi yaşadıkLarıyLa öyLe meşguL ki yüzün sahibi, yanımdan geçip gidiyor…
kısa veya uzun süreLi bakışmaLar için az önce önünden geçtiğim cafe gibi ortamLar yaratıLmıştır topLumda. orada yüzLer birbirine dönüktür ve bakışLar sürekLi karşıLaşabiLir, sokakta kimse kimseye dik bakmaz.. normaLi de budur.. yüzLerce insana tek tek baksaydık önümüze bakamaz, tökezLerdik...
daha düzenLi kaLabaLıkLara, sınıfLaşmaLara, grupLaşmaLara ihtiyaç duyuLur çeşitLi iLişkiLer kurmak için… okuLLar, büyük işyerLeri, cafeLer, pastaneLer, aLışveriş merkezLeri o grupLaşmanın yeşereceği ortamLar oLarak görüLür… sokakta yürürken bunLarın hiç biri yoktur. çok isteniyorsa bir dükkanın kapısı araLanıp içeri daLmak, sıcak havayı soLumak gerekir…
kahkahaLara, muhabbete ortak oLmak için hiçbir sokakta hiç bir kapı yok.
bir yere açıLmıyor ve bir yere giriLmiyor…
bazen kenara çekiLirsiniz yaşLıLar, kadınLar ve çocukLar geçerken… eger grupLarsa araLarına katıLıyorum gövdemi hafif yan çevirerek, çiftLere yoL veriyorum ayrıca ve erkeğin yanından geçiyorum ayıp oLmasın diye… köpekLere ve kediLere yoL veriyorum.. bazı köpekLere ister istemez yoL veriyorum, çünkü eşşek kadarLar...
bir de ağaçLara yoL veriyorum kaLdırıma sarkan daLLarı aLtıdan geçerken eğiLerek..
yaşayıp gidiyorum işte…
bunLarın dışında yoL açık….....
Uğur Erdoğan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OLMA, OLDUĞUN GİBİ GÖRÜNME
Bana seni sordular,
Anlattım.
Bana beni sordular,
Sustum…
Düşündüm...
Daldım...
Rol yaptım…
Maske sözcüğü genellikle iticidir. Tiyatrodan söz etmiyorsak, bizde hemen olumsuz bir duygu veya düşünce uyandırır. Oysa, bebekler dışında, her toplumda herkes bir(kaç) maske takar. Üstelik, çoğumuz maskelerimizin bilincindeyizdir. Fakat sosyal etiklerimiz ve çağdaşlığımız bunları yadsımamızı ve yadırgamamızı dikte ettiği için; maskelerden iğrendiğimizi çoğu kez yüksek sesle dile getirme gereksinimi duyarız. Bazen de maskelerden nefret ettiğini söyleyen birine rastladığımızda, “evet, ben de…” dercesine başımızı sallarız.
Bu durum yüksek kabul görmüş gizli bir sosyolojik kural haline gelmiştir, hatta üstü kapalı, vazgeçilmez bir gelenek olmuştur artık. Bu aşikar ikiyüzlülüğümüzü ne ayıplar, ne de sorgularız. Farkına varmadan, bunu veciz bir ifadeyle adeta göksel bir kurala da dönüştürmüşüzdür: Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.
Kişinin olduğu gibi görünmesi hiç mümkün olmuş mudur ki? Ve göründüğü gibi olması maske takması anlamına gelmiyor mu? diye hiç düşündüğünüz oldu mu acaba? Benim aklıma dün geldi bu soru ve yanıtlarını ararken yoğun bir kavram kargaşası ile karşı karşıya kaldım. Galiba burada, elmalardan ayıracağımız bir sürü portakal var…
Peki ne yapmalı bu taklitçilikten kurtulup, özümüzü yaşamak ve yaşatmak için? Kendimizin olmayan yüz ve kişilik, kendimiz olmaya ve bizi başkalarının sahteleri yapmaya başlamadan önce?
Öncelikle sormaktan çekindiğimiz hayatî soruları sormamız lazım bence. Daha sonra da kavram kargaşalarını giderip taşları yerli yerine oturtmamız gerekir. Çözümler, o zaman daha kolay ortaya çıkacaktır.
İlk soru ile başlayalım böylece:
Olduğumuz gibi görünmemiz mümkün müdür?
Evet ve büyük bir hayır…
Hayır, çünkü hiç kimse olduğu gibi görünemez. Çünkü herkesin sadece kendine ait, derin ve gizli mi gizli sırları vardır. Bunları açığa vuramayız ve mezara kadar da vuramayacağız.
Hepimizin aşkları, tutkuları ve nefretleri vardır. Bunları alenen ortaya dökersek, hem kendimiz hem de bir(kaç) kişi rahatsız olabilir, üzülebilir, bunalıma girebilir ve hatta pek çok taş yerinden oynayıp bir deprem etkisi yaratabilir.
Hepimizin büyüklü küçüklü kompleksleri var. Bunları yeninceye dek açığa vuramayız.
Hepimizin zaafları, tembellikleri, eksiklikleri, bilgisizlikleri, huysuzlukları, israf ettiği zamanları, yaşamını etkilemiş büyük hataları, pişmanlıkları ve kırdığı kalplerdeki cinayetleri vardır. Bunları ifşa edemeyiz kolaylıkla.
Hepimizin yaparken suçluluk duyduğu, vicdan azabı çektiği ve fakat yapmaktan vazgeçemediği alışkanlıkları var. Bunları bildiremeyiz.
Hepimizin yakın çevrede ve toplumda kendimizi kabul ettirdiğimiz bir yerimiz var. Bunu kaybedip, rüzgarın önünde sürüklenen kuru bir yaprak olmak istemeyiz.
Hepimizin çok, daha çok, pek çok iltifata, beğeniye, övgüye ve bazen de tapılmaya ihtiyacımız var. Bunları dile getiremeyiz.
Hepimizin farklı farklı inançları var. İnanç dünyasına dair şüpheleri, çelişkileri ve kendi kendimize bile itiraf edemediğimiz büyük inkarları ve “günah”ları var. Bunları her zaman ve her yerde itiraf edemeyiz.
Hepimizin aldattığı insanlar, söylediği yalanlar, yaptığı küçük-büyük hırsızlıklar ve çektiği kopyalar var. Bunları beyan edemeyiz.
Hepimizin dağıttığı maddi, manevi, fiziksel ve duygusal rüşvetler var. Bu suçlarımızı ihbar edemeyiz.
Hepimizin aşağıladığı, yüzüne tükürdüğü, evinden kovduğu ve hayatından çıkardığı kişiler var. Bunları birer “insanlık suçu” olarak kabul edip açığa vuramayız.
Hepimizin anne-babamıza, eşimize, üstümüzdeki otoriteye ve devlete karşı eleştirilerimiz ve hatta isyanlarımız var. Bunları açık açık söyleyemeyiz.
Hepimizin daha zengin olma, daha refah ve daha sorunsuz yaşama ve daha güçlü olma arzuları var. Bu uğurda hepimizin basamak yaptığı ve halen kullandığı kişileri var. Onları incitmek, küstürmek ve de basamaksız kalmak istemeyiz.
Hepimizin fantezileri ve hoşlandığı “yatak dansları” var. Bunları herkese gösteremeyiz.
Hepimizin gizlice, sinsi sinsi ve yavaş yavaş yürüttüğü samanaltı planları var. Bunları ilan edemeyiz.
Siz bayanlar!
Hiç mi sizden daha güzel bir kadına özenmediniz? “Güzellik izafidir” sözünü duyduğunuzda hiç mi içinize ferah bir duygu oturmadı?
Hiç mi “ah, daha anlayışlı, daha zengin, daha yakışıklı bir eşim olsaydı” diye iç çektiğiniz olmadı?
Hiç mi olduğunuzdan daha zeki, daha bilgili, daha görgülü, daha varlıklı, daha mutlu ve daha güçlü göründüğünüz olmadı?
Hiç mi kaçık çorabınızı, sökük eteğinizi, lekeli bluzunuzu ve topuğu düşmüş ayakkabınızı saklaya saklaya, sıkıla sıkıla gezindiğiniz olmadı?
Hiç mi yanaşmayı arzuladığınız bir erkeğe dikkat çekici bir bakış, bir mimik, bir dolaylı sinyal, bir jest ya da dekolte bir görüntü yollamadınız?
Hiç mi, hiç mi bir başka erkekle birlikte olma hevesiniz olmadı?
Siz baylar!
Az mı yalaklandınız açık-seçik bir bayan görünce?
Erkek arkadaşlarınıza kırdığınız cevizlerin sayısını az mı anlattınız abartarak?
Etkilemek istediğiniz bir bayanın bulunduğu bir yemekte ya da toplantıda, ona diğer erkeklerden daha duygusal, daha anlayışlı, daha ilginç, daha dilbaz ve daha espritüel olduğunuzu hissettirmek için az mı didindiniz?
Buluştuğunuz bir başka kadının parfümü, ruju izi veya saç teli sizi ele vermesin diye az mı baktınız aynalara?
Birlikte çalıştığınız bir bayan mesai arkadaşınızın size ilgi duymasını sağlamak için az mı ilgisizlik rolleri yaptınız? Ve sonra onu bir başkası ile görünce az mı kudurdunuz kıskançlıktan?
Düzeniniz bozulmasın diye az mı katlandınız ihanetlere? Hakaretleri az mı çektiniz sineye? Satır aralarını az mı anlamazlıktan geldiniz?
Az mı nabza göre şerbet dağıttınız?
İşiniz bitsin diye az mı sahte gülücükler -ve içinizden sövgüler- savurdunuz müdürlere, memurlara, çalışanlara?
Hâlâ oturmamış kişiliğinizi ve komplekslerinizi kamufle etmek için az mı risk aldınız? “Zalim Kral”ı, “Pamuk Prens”i veya “Dev Adam”ı az mı oynadınız?
Gerçek kişiliğinizi hedeflemiş bir ok gibi yüreğinize teğet geçen bunca ikiyüzlülüğü yaşarken, Pinokyo gibi burnunuz uzamasın diye az mı agresif davrandınız, kendinizden az mı kaçıp saklandınız?
Nedir yanıtlarınız?
“Evet doğru,” dediğinizi duyar gibiyim…
Bunun bir nedeni de ruhsal yapımızın ve iç derinliklerimizin farkında olmayışımızdır bence. O derinliklerimizdeki hazinenin varlığını ve değerini bilemeyişimizdir. O, özgürce akıp boşalmak, tekrar dolmak, devinmek, tazelenmek isteyen öz yapımızı hep frenleyişimizdir maskelerimizle.
Bakınız Neal Donald Walsch ne diyor bu konuda:
“İnsan ruhuna çağıl çağıl , gürül gürül akmak yakışır. Yemyeşil çimenlerin içinden ya da kayaların arasından ve çakıl taşlarının üzerinden kıvrıla kıvrıla, kâh parçalara ayrılarak, kâh coşkulu, kâh yorgun, kâh dingin; neyi özlediğini bilerek veya bilmeyerek, ulaşılacak veya ulaşılamayacak, olan ya da olmayan denizin bilincinde veya değil, çağıl çağıl, gürül gürül akmak...
İnsan ruhuna, altında çamurun, içinde mikroorganizmaların kaynaştığı bir su birikintisi olmak yakışmaz! İnsan ruhu akacak yolları başka ruhlarda bulur; başka insanların ruhlarında; bir günbatımının ruhunda; ya da bir kedinin, bir kuşun, bir çiçeğin atomlarının ötesinde ne varsa onda ve bir dokunuşun, bir gülümseyişin açtığı vadilerde...
İnsan ruhu akacak yollar bulamazsa, kendi sınırlarını esnetecek kadar zorlar zorlamasına ama hiçbir yere akamaz, üstelik akamadığı için de yeniden gürül gürül dolamaz; olsa olsa damla damla!
İnsan ruhuna çağıl çağıl, gürül gürül akmak yakışır.
Farkında olmasak da, en derindeki alevimiz böyle bir ruha sahip olmak için yanıyor, yakınıyor.”
*
Ne dersiniz? Bir yerlerde bir şeyleri yanlış yapıyoruz değil mi? Ya da eksik…
İşte bakın maskelerimiz nasıl da düşüyor iç dünyamızı aynaya tutma cesaretini gösterdiğimizde.
Acaba içimizdeki “kilitli odaları” mercek altına yatırıp gördüklerimizi anlatabilseydik neler olurdu? Tamamen şeffaf hale geleceğimiz için -sevgili dostum Yavuz Selim Ağaoğlu’nun dediği gibi- sadece ışık olurduk o zaman. Ve işte ancak o zaman olduğumuz gibi görünebilirdik.
Bir ışık olmayı hangimiz becerebildik ki şimdiye dek? Tam tersine, ışığımızı ve sıcaklığımızı engelleyen yüzlerce, binlerce maske taktık ve bu yüzden kendi kendimizi engelleyip, donuklaştık. Tüm zamanımızı dış dünyaya ayırdığımız için kendimizi dinleyecek zamanı bulamadık ve o yetenekleri geliştiremedik.
Işık olmak belki asla mümkün olmayacak. Ama en azından daha şeffaf, daha maskesiz, daha orijinal ve daha doğal olabiliriz, değil mi? Ve o maskelerin ezici ağırlığının kalktığını hissedince ne kadar özgürleştiğimizi fark edeceğiz. Bu özgürlük içinde, hepimiz birer eşsiz birey olduğumuzu anlayacağız. Bu eşsizlik de bize ve çevremize çok şey kazandıracak, çok şey değiştirecek ve çok daha mutlu, dingin ve yaratıcı olmamızı sağlayacaktır.
Unutmayalım, az ve eşsiz olan her zaman daha değerlidir! Oysa, aynı maskeler altında hepimiz birbirimize benziyoruz ve da 6,5 milyar insandan sadece biri olup gidiyoruz.
“Sizin değerinizi başkaları ölçemez. Değerlisiniz, çünkü öyle olduğunuzu düşünüyorsunuz. Kendi değerinizi başkalarının terazisine bıraktığınız an, o artık sizin değeriniz değil, onların değeridir.”
Öyleyse, ilk sorunun analizinden çıkardığımız sonuç şu olmak zorunda:
İnsan evrimi tamamlanıncaya kadar bir ışık olmayı beceremeyeceğimiz için olduğumuz gibi görünmemiz mümkün olmayacaktır. Ama pek çok maskemizden kurtulmamız mümkündür. Bu sayede, dış dünyaya yansıttığımız görüntülerle uğraşacağımıza, iç dünyamıza daha çok zaman ve enerji ayıracağımız için “karanlık odalar”ımızdaki hazineleri keşfedecek ve ruhsal zenginliğe ereceğiz. Bu zenginlik –paranın getirdiği özgürlük ve bağımsızlık gibi- bize daha hür bir iç ve dış dünya sağlayacaktır. Bu hürriyet içinde daha yaratıcı, daha karizmatik, daha mutlu ve daha sevgi dolu birer birey olduğumuzu yaşayarak göreceğiz.
İkinci soru şu; göründüğümüz gibi olmalı mıyız?
Kendi kendimize bir dış görüntü vermişsek; bu, ya daha iyi, daha güzel, daha sıcak, daha şık, daha kültürlü, daha çağdaş, daha etkileyici görünmek ihtiyacı yüzündendir ya da bazı komplekslerimiz öyle istediği içindir. Diyelim ki makyaj ve şık giyinme artık birer gereksinimdir ve ayrıca kişinin kendi kendini daha iyi hissetmesine yardımcı olduğu için de yararlıdır. Ama içinden gelmediği halde birine övgüler yağdırmak, dalkavukluk edip “köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı de”mek ve zihinsel, sosyal ve ekonomik düzeyini olduğundan yüksek göstermeye çalışmak gibi ikiyüzlülükler kalın birer maske değil midir? Böylesi maskeler takarak dışa yansıttığımız görünümü benimser ve göründüğümüz gibi olursak iyi mi etmiş oluruz acaba? Bu durumda, doğal yapımızı zorladığımız ve iç dünyamızda bir çift kişilik geliştirdiğimiz için kendimize büyük haksızlık etmiş ve özsaygımızı kaybetmiş olmaz mıyız? Bu da bizde, “iç savaşlar” yüzünden huzursuz bir ruhsal yapı oluşturmaz mı? Taklit bir kişilikle geçen bir ömrün ürettiği her şey taklit olmaz mı? Olur elbet ve oluyor da…
Bakınız şöyle geniş çevrenize ve hatta tüm ülke geneline…Orijinal yapımızla eşgüdüm halinde olmadığımız için yaratıcılığımız neredeyse can çekişmiyor mu? Ülke olarak zihinsel, ruhsal ve ekonomik büyümemiz sabun köpüğü gibi üfürünce darmadağın olacak kadar zayıf ve sağlam bir temelden yoksun değil mi?
Ben, süregiden bu hazin tablonun en büyük nedenini bu maskelere ve özbenliğimize yabancılaşmaya bağlıyor ve şöyle diyorum:
Lütfen, ama mutlaka orijinal olmaya çalışın. Orijinal olmak demek; doğuştan gelen ruhsal yeteneklerimizi bulup çıkarmak, işlemek, geliştirmek ve mizacımızı maskeler yüzünden baskı altında tutmadan içsel dünyamızla içiçe bir ilişki halinde duyup düşünmemiz ve hareket etmemiz demektir. Onu bunu taklit ederek geldiğimiz seviye gözler önünde… Taktığımız maskelerle oynadığımız oyunlar yaşamın hangi gerçeğini yansıttı ki mutlak gerçeklerin içeriğini öğrenmiş olalım? Yapay ve kompleksli kişiliklerle ne denli özgür davranabildik, ne denli özgüven elde edebildik, ne denli başarılara imza atabildik?
Müzelerdeki eserler neden bizde bir hayranlık oluşturur bilir misiniz? Hayranlığımızın asıl nedeni onca yüzyıl önce, bunca güzel şeylerin yapılmış olması değildir aslında. Esas sebep; o eşyaların, tabloların, heykellerin ve yapıtların, kendi doğallığından aldığı ilhamla oluşan his ve düşünceyi kullanan insanlar tarafından yapılmış olmasıdır. Onlar orijinaldirler…
Oysa gidin bakın sanat galerilerine bugün… İlhamlarını okuyamadıkları için daha önce yapılmış olanların şurasını burasını değiştirerek bir eser ortaya çıkardığını zanneden sözde ressamlarımızın tabloları ile doludur çoğu.
Hem neden bu ülkede sanatçıların belli bir davranış şekli vardır? Neden taklit ederler birbirlerini? Bunlar da birer maske değil midir? Fakat dobra ve doğal davrananlar görüyoruz ki halkın sevgilisi haline geliyorlar. Çünkü; insanlar maskelerden bıkmış artık ve özünü ve doğallığını duyumsayabilmenin hasreti içinde sabırsızlıkla bekliyor.
Burada hemen zihinlerde oluşacak bir yanlış anlamayı da bertaraf edelim yeri gelmişken:
Doğal davranmak ve orijinal olmak demek; içgüdülerin ve duyguların istediği şekilde paldır küldür davranışlar sergilemek demek değildir. Davranışlar mutlaka çevreyi ve toplumu rahatsız etmeyecek tarzda ve başkasının özgürlüğünü engellemeyecek limitler içinde olmalıdır. Esas orijinallik; maskesiz, taklit etmeden, içsel sesleri ve ilhamları iyi tercüme ederek daha önce söylenmemiş sözü, yazılmamış yazıyı, çizilmemiş resmi, bestelenmemiş müziği, oynanmamış oyunu, yapılmamış heykeli, denenmemiş mimariyi, kurulmamış kurguyu ve sergilenmemiş yaratıcılığı üretmektir.
Buradan da su sonucu çıkarıyoruz; göründüğümüz gibi olmamalıyız.
Netice olarak; yüzyıllardır sorgulamadan kullandığımız bir tekerlemeyi biraz deştiğimizde onun anlamsızlığını ve bizde yarattığı tahribatı hemen fark edebiliyoruz.
O halde şöyle diyelim:
Olduğumuz gibi görünemeyiz, göründüğümüz gibi olmamalıyız.
Peki ne olmalıyız?...
Akıl, kalp ve ruh gözleri açık birer insan olalım yeter! Gerisi kendiliğinden düzgünleşir.
Dilerim hiç birimiz taktığımız veya takmak zorunda olduğumuz maskelerle birilerine zarar vermek durumunda kalmayız...
Mehmet Sağlam
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Müge'nin Sofrası : Müge Eralp Kaya KAVURMA ERİŞTESİ ÇİKOLATALI KESTANE |
|
Haydi gelin bu hafta hep beraber Sivas iline özgü harika bir pilav pişirelim...
KAVURMA ERİŞTESİ
MALZEMELER
Öncelikle tenceremizde suyumuzu ve tuzumuzu kaynatalım, içine pirinçlerimizi atarak 10dk. kadar haşlayalım, eriştelerimizi de ilave ederek 10-15dk. daha haşlayalım, ateşten alıp süzelim ve soğuk sudan geçirelim. Yağımızı tavada kızdıralım, erişteli pilavımızı servis tabağına alalım ve üzerine yağımızı gezdirip sıcak servis yapalım... Mmmm nefis koktu....
Sanırım kestaneyi hepimiz severiz, özellikle de kış aylarında vazgeçilmezdir, bugünkü tatlımız çikolatalı kestane, haydi bakalım hepinize şimdiden kolay gelsin...
ÇİKOLATALI KESTANE
MALZEMELER
1 paket krem şanti, 2 bardak süt, 1 bardak su, 2 çorba kaşığı kakao, 1 çorba kaşığı toz şeker, 1 çorba kaşığı un, 1 çorba kaşığı mısır nişastası, 1 kg. kestane şekeri, 1 çorba kaşığı portakal şekerlemesi, 1 çorba kaşığı dövülmüş antep fıstığı...
YAPILIŞI
Krem şantimizi 1 bardak sütle çırpalım ve dolapta bekletelim. Tenceremize 1 bardak süt, kakao, şeker, un ve nişastayı koyup karıştıralım ve koyulaşana kadar pişirelim. Kestanemizin yarısını cam kaba koyalım, üzerine hazırladığımız sosun yarısını dökelim, kalan sosa krem şantiyi ilave ederek kabımıza katalım ve üzerini portakal şekerlemesi ve antep fıstığıyla süsleyelim, buzdolabında 2 saat bekletelim...
PÜF NOKTASI
BUZ KALIPLARINIZI SU İLE DOLDURMADAN ÖNCE: Buz kalıplarınızı su ile doldurmadan önce bölmelere portakal, limon ve dilediğiniz meyve parçacıkları yerleştirirseniz, dekoratif buzlar elde etmiş olursunuz...
AKLINIZDA BULUNSUN
Makarnalarınızda ya da yemeklerinizde krema tadını seviyor ancak daha az krema kullanmak istiyorsanız, kullanacağınız kremanın yarısını ekledikten sonra, kalan miktarın iki katı kadar süt ekleyin...
GÜNÜN MENÜSÜ:
Kremalı sebze çorbası, kavurma eriştesi, salata, çikolatalı kestane
Müge Eralp Kaya
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Gülendam Z.Oğuz <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.731 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ÇİNGENE
Bir düş gördüm, dün gece
Sorgulandım mahkemede
Hiç duymadığım sorularla bunaldım
Verdiğim cevaplardan utandım
Dün gece.
“Bak bu kız çingene
senden davacı olan biri.
sınıfta, yanında istememişsin
hatta, bu sınıftan gitsin demişsin”
teni kokuyordu
yıkanmıyordu herhalde!
Saçları yağlı gibiydi
“Çingene” gibiydi işte.
“Sen, kokladın mı seni?
Yıkamadığın ellerinle
Tuvalet kokuyordun
Söylemeye korkuyordum
Gururun incinir diye.”
Çocuklukta olmuştur belki
Şimdi parfümlüyüm,
Misler gibi kokuyorum ve temizim
Sen hala kokuyorsun Çingene
...........................
Cevap versene.
“Bir oda,
ne mutfak ne sofa
Tek oda evimiz.
Beş kardeşiz
Anne ve baba
Yedi kişilik ailem
Yemek kokusu
Çiş kokusu
Ortada devamlı leğen
Devamlı çitileyen
Bekar çamaşırı yıkayan annem.
“kara kızım” diye severdi babam
bana, bir kere harçlık verdi
simit almaya yetmedi.
Siner ya kokular önlüğe
Yazılır mı gözyaşları günlüğe
Çingene kokmuyor
Fakirlik kokuyor.
Çingene kokmuyor
Irkçılık kokuyor.
Hani “İnsanlar eşittir” diyordu kitaplar
Musa, İsa, Muhammet (AS) “bir olan Tanrının kulları birdir”diyordu
Herkes Tanrıyı, Peygamberini seviyordu
İnsan, neden, insanı sevmiyordu?
Çingene kokmuyor,Hakim bey
İnsanlık kokuyor.”
Ter içindeydim uyandığımda
Kokuyordum.
İğrendim kendimden
Kusuyordum,
Günahlarımı içime...
Bayram Leventoğlu
Yukarı
|
Çizen: Faik Murat Müftüler
Yukarı
|
Değerli Kahve Molası Dostları,
Uzun araştırmalar sonucunda, hepimiz için en uygun yeri bulduk. Epeydir bir araya gelememiştik. Bunun acısını çıkaralım, okur yazar bir araya gelelim istiyoruz.
17 Aralık Cumartesi gecesi Balat'ta ki FENER KÖŞKÜ'nde buluşuyoruz.
70 kişi kapasiteye sahip bu şirin mekânı doldurmayı planlıyoruz.
HEEEYYY TÜM KAHVECİLEEERRR !!!!!
BİZ YARIN GECE EĞLENİYORUZZZ :-))) GELMEYENLER ÇATLASINNN !!!!!
http://www.fenerkosku.com/
Tel: 0 212 621 90 25 - 26
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Opera 8.5 [3.7 MB] Windows Bedava
http://www.opera.com/ Hep duyuyordum ama bir türlü deneyememiştim. Geçenlerde fırsat buldum. Çok iyi düşünülmüş ve dizayn edilmiş bir tarayıcı, eposta programı ve dahası. IE'nin ağırlığından, bazen takılıp kalmasından şikayetçiyseniz, hemen tüm IE özelliklerini taşıyan ama üstüne pekçok kullanışlı özellik ekleyen ve en önemlisi Winodows'u yorup hantallaştırmayan bir alternatif arıyorsanız, hemen yükleyip deneyin. Bana duacı olacaksınız.
Yukarı
|
|
|
|
|
|