|
|
|
27 Aralık 2005 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Bir reklam da benden!.. |
Merhabalar,
Sevgili Yılmaz Erdoğan'ın yazar, şair, oyuncu, yönetmen kişiliğini takdir etmemek mümkün değil. Ama son filminde aylardır uyguladığı pazarlama anlayışıyla çok yetenekli bir reklamcı ve organizatör olduğunu da ortaya koydu. Filmi görmek nasip olmadı henüz ama eminim çok güzeldir. Ancak beynimize işleyen "Organize İşler" isminin ilk üç günde 584 bin kişinin filmi izlemesini sağlaması Türkiye'de bir rekor. Son iki haftadır her mecrada yer alan filmin hakkettiği ilgiyi göreceği belliydi. Yalnız benim burulduğum bir yer tabiki var. Organize İşler'e medya tarafından gösterilen bu ilginin bir kısmını kendilerine medyada bir türlü yer bulamayan filmlere, tiyatro oyunlarına kullansalar, geride kalanlar da bu ücretsiz reklam etkinliğinden yararlansalar fena mı olurdu? Ben genede modaya uyuyor ve afişiyle "Organize işler"in KM de reklamını yapmaktan geri kalmıyorum. Benim neyim eksik ki? Laf aramızda harika bir web sitesi yapmışlar. Yapanların ellerine sağlık. Henüz gezmediyseniz mutlaka yandaki afişe tıklayıp bir göz atın.
...
Bu İngilizlerin bizle bir alıp veremediği var anlaşıldı. Şimdi de The Independent gazetesi "Yılın kahramanları ve alçakları" seçimini yapmış. Kahraman olarak en başta bizim şalvar davası sanığı ulu tarihçi Pamuk Bey var. "Türkiye'de benden gayri kimse konuşamaz" edasıyla sanal tarih bilimci olarak verdiği demeç nedeniyle bu ödüle layık görülmüş. Kimi alçak seçmişler bilemedim ama bu seçim Türkiye'de olsaydı kimin seçileceğini gayet güzel tahmin edebiliyorum. Son alınan bir habere göre de 169 aydın bir imzalı bildiri yayınlayarak, Pamuk davası çerçevesinde, TCK'nın 301 ve 350. maddelerini fikir hürriyetini engellediği gerekçesiyle eleştirmişler. İyi de bunun Pamuk Beyle ne alakası var ben anlamakta güçlük çekiyorum. Pamuk Bey fikir beyan etmedi ki, o düpedüz hiç yetkin olmadığı bir konuda bir milleti itham etti. Yoksa ben yanlış mı hatırlıyorum?
Bugünkü repertuarımız gene benim genç kızlığımdan kalma. İlk satın aldığım longplaylerden bir şarkı seçtim bugün. Santa Esmeralda çalıp çığırıyor, You are my everthing. Hepimize en azından hoş bir gün diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Gülümse'nin Dilinden : Gülcan Talay Veda Busesi |
|
Benim bedenimde, yıllarla ördüğüm bir zırh vardı. Aylardır, yıllardır bıkmadan, usanmadan kalınlaştırdığım. Oysa sen; bir bakışında, bir gülüşünde erkenden, koskoca delikler açtın çevremde. Şimdi yeni doğmuş bir çocuğun çıplaklığındaki ürperiş sarsa tenimi, "üşüyorum" demek az kalırdı içimdeki titreyişin adına.
Bana göre; suyundan sökülmüş kumlar gibi herhangi bir inşaatın, her hangi bir yerini doldurduğu tuğlaların arasına sıkışmak gibi olmamalıydı aşk. Bu yüzden korkuyorum yenilmekten aşka.
İlk defa çarptığında yüreğim yüreğine, kaçmak istedim. Bir adım, bir adım daha geriye. Seni uzaktan sevmek istedim. Dokunmamalıydım tenine, görünmemeliydim gözüne.
Öyle suskun, öyle vakur bir duruş ki içimde dur diyemediğim, sessiz bir çığlık kopartsam çınlardı belki kulakların. Duyar da gelir miydin, git demiş olsam bile.
Suskun kalmak inan kolay değildi. Defalarca elim gitti peşinden. Uzanmak istedikçe kısaldı kollarım... Kendime dur diyemedim. Sustum, hiç bir şey yapmadan, sustum.
Üzülme... İlk değil bu yalnızlığım... Son değil gözbebeğimden damlayan yaş. Kurur, gün gelir kurur da, hatırlamak belki bir tebessüm. Yok... Mutlaka bir iz kalmalı senden. Eski bir yara gibi kaşıdıkça kanayan yanımda, hep ilk günkü tazeliğinle acıtmalısın canımı. Beni içten içe kemiren bir yanın kalmalı bende.
Şimdi sensiz kaldığım bugün, nasıl olduğunu sormayacağım, nasıl olduğumu da söylemeyeceğim sana. Ben yalnızlığıma bedenime bile dar gelen bir koza ördüm bugün. Çünkü aşk iki kişilik ise, yalnızlık bir tırtılın çevresine ördüğü koza kadar tek kişilikti.
eğilsem yüzüne
görünmeden gözüne
bir veda busesine saklasam seni
bir damla yaşa sarsam
sonsuza götürerek içimde.
gün gelip
sökersen içimden
aşktan yana korkumu
seni
bıraktığım yerde bekleyeceğim.
Gülcan Talay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir |
SENFONİDE BİR KIRIK NİHAVENT MAKAM
Büyü bozuldu! Hiç bozulmaz diyorken bitti. Sen eşyalarını topladın. Ben kasetlerimi. Mutfak çekmecesinin en altında, yaşadıklarımızın şahidi yeşil çay boynu bükük orada kaldı. İkimiz de dokunmadık yeşil çaya. Hayatımızın siyahına, bir süre hiç bitmeyecek depresif akıtılacak gözyaşlarına , bavulda yer tutan pişmanlıklara bakılırsa ikimiz için de yer ayrılmadı yeşil çaya. . yaşanılanlara şahit kaldı mutfak çekmecesinin en alt katında .. açıp son kez baktım. İçindeki yirmi süzen poşetten sekizini içmişiz. Kim bilir hangi duygularla? Geriye kalanların boynu bükük.
Neler düşünüyorum ben. Bitmiş, dağılmış koca duygunun içinde on iki içilmemiş yeşil çay mı acıtıyor içimi böyle ?ama hatırla; çekmecelere bir düzen verip en alt katı bitki çayları için seçmiştik. İkimiz de çok severdik en ağır romanların yanında yeşil çayı. Gecenin vakti yeşil çaya ne dersin derdin gözlüklerinin üzerinden .sonra, her seferinde cevabımı beklemeden koridordan mutfağa varan yola girerdin. Değişik, içime farklı bir melodi yayan iğreti gıcırtısı vardı çekmeceden kulağıma yansıyan. Hatta bir gün yağlamak istemiştin de izin vermemiştim ben. Ruhumun senfonisinde baş kemandı o gıcırtı. Nasıl kıyardım şuursuz bir pamuğa boca edilmiş zeytin yağıyla yok edilmesine. Kırmızı ve siyahı ,ölü canlıları nanayı hep bu senfoni eşliğinde tartışmadık mı?açtığım çekmeceye akıtırken gözyaşımı ; neden sonra fark ettim kapının girişinde senin de ağladığını. Çömeldiğim yerden ağırca doğrulup çekmeceyi kapattım. Orada öylece kalsınlar değil mi dedim. Başını salladın…
Çerçevedeki fotoğrafları paylaştık. Herkes yalnızca kendi kitaplarını topladı. Birazdan, hırçın hayatın tozu dumana bulanmış yokuşlarından aşağı bırakacaktık hücrelerimizi. İlk kez farklı yolculuklara çıkacaktık onca yıldan sonra. Ama ne bir kötü söz bitirdi yeni başlayan sonumuzu; ne de klasik geçinemiyoruz sendromu. Hep iki kişi olduğuna inandığı an zamansız gaflete düşerse insan; ayrılmak gerekirdi hiç zorlamadan. Öylece, en güzel haliyle çekip gitmek bilgelikti. Öleceğini biliyor olan bir hastanın tanrıdan günahlarını bağışlamasını diliyor olması gibi yalan oyunlarla zorlamanın yoktu alemi. Bitmişti. Akıntının yönünün değiştirmek haddimiz değildi. Vakit, kendimize ait olanları toparlayıp çekmeden gitme vaktiydi. En çekip gitmeye elverişsiz olduğumuz an ayrılık saatiydi nasıl olsa.
Merdivenlerden beraber indik son defa. Gittik. Başımı yukarı kaldırıp sevda şatoma baktım. Elveda dedim titreyen sesimle elveda. …..
Zaman, karabasan günlere ipotek etti acımızı. Ağlamayı marifet bildik. Hani, hiçbir acı sonsuza dek sürmeyecek inancı. Yeni hayatlarımızın sandık hatırası güzelliğine sığındık. Bazen dualara. Hep kışta kalacak değildi mevsim. Ve barışmak zorunluluğundaydık zamanla. Öyle de yaptık.
Aradan yıllar geçti. Sıradanlaşan, çok eski bir ameliyat yarasıydı artık yaşadıklarımız. Yeni çevreler edindik.
Bir zaman aylardan kasım; çocukluk arkadaşım gül Nihal bu şehre taşınıyorum dedi. Çok sevindim. Hayatımın sırça sanat fırçası limon kokulu güzel gül Nihal… gerçekten yıllar sonra ona ihtiyacım vardı. O ara iş icabı şehir dışında bulunmak zorundaydım. Ev bulma, taşınma, yerleşme gibi temel hiçbir durumda yanında olamadım güzel gözlü arkadaşımın. Döndüğümde tüm hepsini halletmişti gül Nihal. Bir iş dönüşü ikindisi bize gidiyoruz dedi. Hayır demedim. Nasıl derdim? Yorgundum biraz ve yetiştirmem gerekenler vardı. Hepsini unut dedim kendime. Gülümsedim. Neden o an hatırladım daha hangi semtte ev tutmuş olduğunu bile bilmediğimi. Saçlarımı geriye savurup, arka koltuğa attım o an için benden çok uzak kalsın istediğim evraklarımı. Gül Nihal, evi buralarda tuttun dilerim dedim. Yok, şehir gürültüsünden izole yaşıyor arkadaşın dedi muzipçe göz kırparak. Çoktandır adını hayatımın en kuytusunda dillendirmeden gizlediğim semti avaz çığlıklarla geri saldı hayatıma. Rengim sarardı. Anlamış olacak ki neyin var çok güzel inan göreceksin bak dedi. Hatta. Canım üzülme benzin parasını şirket ödüyor diye de latife etti. Sustum… gül Nihal nicedir susturduğum çığlığı avazlandırdı kulaklarımda. Konuşamayacak kadar gürültülüydü duygularım zira. Oan anlatsam; ama neyi, nasıl, neresinden başlayarak? Vazgeçtim. Gül nihale bu acıyı aktaramayacak kadar mecalsizdim. Şeffaflığımdan korkar olduğum için değil; ayrıntılar arasında pişmanlıklarıma dönmemek için anlatmamaya karar verdim gül nihale. Yol uzundu. Sakinleştim. İçimden yıllar önce bu yoldan nasıl dönüyor olduğumu geçirdim. Bavulumda yer tutan hatıralar, kasetlerim, kitaplarım, hüznüm, sevdam , çaresizliğim…. Bir anda hepsi önüme saçılıverdi dağınık bir kadın çantası içi gibi. Aradığımı bulmak için çantayı boşaltmam gerekliydi. Çünkü, tüm duygular birbirinin içindeydi. Kısa zamanda koptum gerçek dünyadan. Kiminle nerede olduğum silindi hafızamdan. İçimde içlenen ameliyat izinin kanlı, paslı çubuklarla dürtüldüğünü hissettim. Yaşantımda büzüştürüp, atlatmış olduğuma inandığım her şeyin yalan olduğunu fark ettim. Yıllar önceki senfoni telaşına götürdü göz ardı ettiklerim çok geçmeden. Sonra , nanayı, ölü canlıları, kırmızı ve siyahı; ayaklarını sürüyerek yeşil çaya ne dersin diyen sesi düşündüm. Sekizi içilmiş, on ikisi mutfak çekmecesinin en altında bırakılmış boynu bükük hatıraları. Kim taşınmıştı acaba? Sekizi içilmiş on ikisi terk edilmiş yeşil çayları atmışlar mıydı? Yoksa içtiler mi? İçtilerse kim, hangi duygularla fincanına renk kattı bizim hatıramızla??? Neden sonra durmadan kolumdan çekeleyip, beni hayata döndürmeye çalışan gül nihailin şaşkınlığını gördüm. Telaşlıydı! Bir anlam veremiyordu yüzümün rengine, acımın alfabesinin suratımdaki öz Türkçüyle gidip gelişine. Nereye gelmiştik bilmiyordum. Sandıktan çıkan hatıraların kanlı kokusu görüş alanımı kapatmıştı .Bir kol, merhamet dolu güvenle merdivenlerden çıkardı beni. Yol tuttu besbelli, uzun yol yaramıyor sana diyordu durmadan. Bir kapı açıldı. Kilitlenmiş olduğunu çıkardığı sesten algıladığım. Kanepeye yada belki bir yatak; boylu boyunca uzandığımı anımsıyorum silikçe. Ne kadar geçti bilmiyorum. Derinden, buğulu bir çorba kokusuyla kendime geldim. Kaç saat geçmişti kim bilir. Yine yağmur vardı. Aylardan kasım. Ağırca doğruldum. Üzerimi örtmüştü sıkıca, dostça bir el. Çıkardığım tıkırtılardan uyandığımı anlayıp yanıma geldi gül Nihal. Daha iyisin ya dedi. Gözlerimi açıp, evet dedim. Sadece hayatımın çok silik bir anı için iyiyim demişim. Bu nasıl bir şaka? Neyin cezası? Nasıl bir bedel? Dehşet içinde doğruldum. Hışımla fırlayıp bu benim evim dedim. Gül Nihal telaşlandı. Ne yapacağını bilemiyor, neler olduğunu anlayamıyordu. O an için, hiç hak etmediği halde nefret ettim gül Nihal den. Çokça yıllardan sonra bana bunları yaşattı diye. Açtığı bu sandık acılarımın kan kokusu duruyordu önümde .İteledim gül nihali. Koşup, mutfak çekmecesinin en alt rafını açtım. Ellerim titriyor, bilincim yaşadıklarıma tanıklık etmek istemiyordu. Senfonimin kemancısı yaşlanmış bir gıcırtı çıkardı .Dağıldım… yıllar, yıllar sonra ,çok da yabancı olmayan bir elin baharat çekmecesi yaptığı; yaşlanmış keman sesiyle, sandık yaralarıma, kesiklerime, bilincime yenik düştüm. Olduğum yere yığılıp dehşet içinde karşımda bana bakan arkadaşıma hıçkırıklarımın elverdiğince inledim: gül Nihal , bu senfoni benim yaşlanmış sevdam…
Sarahatun Demir
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Söylenebilecek ne varsa : David Ojalvo Wittgenstein: Dâhinin Görevi |
|
20. yüzyılın belki de en büyük filozoflarından biri olan Ludwig Wittgenstein'ın ismini ilk olarak lise son sınıfta, okulda üyesi olduğum felsefe kulübünün ilk toplantısında duymuştum. Felsefe hocamız bizlere Wittgenstein'ın değinilerinden oluşan bir kitap armağan etmişti, ismi "Yan Değiniler" idi. Kitaptan oldukça etkilenmiş ve Wittgenstein'a olan ilgim bu kitap sayesinde başlamıştı. Son on gün içinde yakın zamanda Kabalcı Yayınevi'nden piyasa çıkan, aslında 1990 yılında Ray Monk'un kaleme almış olduğu "Wittgenstein: Dâhinin Görevi" adlı kitabı okudum. Bu yazıda kitap hakkındaki düşüncelerimi dile getirmek istiyorum.
Kitap, akıcı ve açık bir dille kaleme alınmış, verilen bilgiler birçok belgeye dayandığından dolayı da oldukça tarafsız ve objektif bir eser. Bölümler Wittgenstein'ın hayatındaki önemli dönümler göz önüne alınarak ayrılmış. Her bölüm ise önemli hayat olayları ve felsefeyle ilgili çalışmalar kaynaştırılarak anlatılmaktadır. Başlangıçta itibaren şunu ifade etmek gerekir ki okuyucu Wittgenstein'ın biyografisini okurken herhangi bir zorlukla karşılaşmayacaktır; fakat ara ara sunulan felsefi metinlerin anlaşılması, kişinin konuya ilgisine bağlı olarak, zorlayıcı olabilir. Felsefi metinlerle karşılaştıkça, kitabın okunması zorlaşacaktır; fakat bu okuyucu kitaptan hemen soğutmamalıdır. Ben kitabı okurken bu metinlerle karşı karşıya kaldığımda zorlandım; anlamadığım kimi kısımlar da oldu, anladıklarım da… Sonuçta felsefe, özellikle mantık felsefesine dair bilgim oldukça az; buna karşılık tüm bu satırların arasında anlayarak okuduğum satırlar gelişimime katkıda bulundu. İnsan, zorlandığı yerden itibaren gelişmeye başlarmış… Eğer bu metinlere de böyle bir bakış açısı ile yaklaşılırsa, sabırlı olunduğu takdirde kitabın okuyanlara birçok şey öğreteceğine şüphem yok.
Wittgenstein yaşamı hakkında temel bir metni Mayıs 2006'da bir yazı dizisi olarak hazırlamayı planladığımdan ötürü, bu metinde filozofun hayatı hakkında geniş bilgi vermektense, kitabı tanıtmayı amaçlıyorum; fakat birtakım noktalara açıklık getirebilmek amacıyla kısaca Wittgenstein'ın hayatını paylaşmak yararlı olacaktır.
Ludwig (Josef Johann) Wittgenstein 26 Nisan 1889'da Viyanalı soylu bir ailenin, dönemin en zenginlerinden olan bir demir-çelik fabrikatörünün oğlu, çok yetenekli sekiz kardeşin en küçüğüydü. On dört yaşına dek evde eğitildi, Berlin'de iki yıl makine mühendisliği eğitimi aldı. 1908'de İngiltere'de uçurtmayla ilgili birtakım deneyler yaptı, ardından bir uçak motoru üzerine çalışmaya başladı.
1911'de Cambridge'e giderek Bertrand Russell'dan matematiksel mantık dersleri aldı, konu üzerine uzun tartışmalara girdi; ardından Norveç'te ıssız bir fiyordun yamacında yaptığı kulübede inzivaya çekildi. I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde, gönüllü olarak Avusturya ordusuna yazıldı. İtalyanlara esir düştü. 1919'da serbest bırakılmasının ardından babasından miras kalan muazzam servetin bir kısmını destek olmak amacıyla dönemin sanatçılarına ve geri kalanını aile üyeleri arasında dağıttı, beş parasız kalmayı tercih etti. Savaş yılları sırasında yazmış olduğu eseri Tractatus Logico Philosophicus'u bastırmak için çeşitli girişimlerde bulunurken; Avusturya'nın köylerinde ilkokul öğretmenliği yapmaya başladı. Çok mutsuz olduğu ve intiharı sık sık düşündüğü bir dönemdi.
1925 yılında öğretmenlikten ayrıldı, birkaç ay için bir manastırda bahçıvanlık yaptı. Kız kardeşlerinden biri için Viyana'da bir köşkün inşasını üstlendi. 1929'da (İngiltere) Trinity College'de öğretim üyeliği yapmaya başladı. Üniversite yaşamından hoşlanmıyordu. Akademik felsefe düşüncesine karşı olduğu için, birçok öğrencisini üniversitede felsefe öğretme tasarısından caydırmaya çalıştı. II. Dünya Savaşı sırasında Cambridge'den ayrılarak gönüllü olarak Londra'daki Guy's Hastanesi'nde hademelik, ardından Kraliyet Victoria Kliniği'nde laboratuar asistanlığı yaptı. 1944 yılında yeniden Cambridge'de ders vermeye başladı; ama bu onu tatmin etmemeye başlayınca, 1947'de istifa ederek İrlanda'ya çekildi. 1930'dan itibaren Felsefi Soruşturmalar isimli ikinci eserinin çalışmalarına başladı; fakat kitap ancak ölümünden sonra basılabildi. 1950'de kanser olduğunu öğrendi ve 29 Nisan 1951'de Cambridge'de öldü.
Yazının başında da belirttiğim gibi, Wittgenstein belki de 20. yüzyıl filozoflarının en büyüğüdür. Felsefe alanında yaptığı çalışmalar iki döneme ayrılmaktadır. Birinci dönemi 1911'de Cambridge'ye gelmesiyle başlayan ve 1919'da tamamladığı Tractatus Logico Philosophicus adlı kitabında yaptığı felsefe, ikincisi ise 1930'dan yaşamının sonuna kadar Tractatus'daki hatalarını ortaya koyduğu ve felsefeye yeni bir bakış açısı getirdiği dönemdir. 1919'da Tractatus'u tamamladığında, onun için felsefe hakkında söyleyecek bir şey kalmamıştı; bu kitapla felsefe hakkında söylenilebilecek her şeyi söylüyordu; fakat daha sonraları bu tutumundan vazgeçmiş ve bir ara dönemden sonra (1920-1930) tekrar felsefe çalışmalarına dönmüştür. Felsefe, Wittgenstein'ın hayatındaki en büyük huzur ve mutluluk kaynağıydı.
Ray Monk'un kitabını okurken, Wittgenstein'ın tanıdığımız birçok insandan ne kadar farklı bir hayat tarzını benimsediğini ve yaşadığını açık olarak görebiliyoruz. 1900'lü yıllarda yaşadığından ötürü de, elimizde bir filozofun hayatını aydınlatmak adına çok sayıda belge bulunmaktadır. Yakın çağın bilgi birikiminden ötürü, tarihte birçok kişinin yaşamı bu denli aydınlık değilken; Wittgenstein'ın hayatı bize çok şey göstermekte ve öğretmektedir.
Yukarıdaki özgeçmişte de sunduğum üzere Wittgenstein'ın hayatında birçok farklılık göze çarpmaktadır:
- Genellikle oldukça içine kapanık ve insanlardan uzak durmayı tercih ediyordu.
- Son derece titizdi, ona göre ya bu bir eseri mükemmel bir şekilde ortaya koyacaktı ya da hiçbir şey yapmayacaktı. Böylesi bir mükemmelliğe ulaşmak kolay olmadığından ötürü de sık sık depresyona girmesi ve de intiharı düşünmesi şaşırtıcı değildir. Sadece çalışmalarında değil, hayatının birçok alanında katı bir mükemmeliyetçilik anlayışını benimsemiştir.
- Norveç'te bir fiyordun yamacında ıssız bir kulübede inzivaya çekilmiştir.
- Toplum yaşamına dönmesinin ardından babasından kalan muazzam serveti, beş parasız kalıncaya dek dağıtmıştır. Gerçekten emek sarf etmediği sürece parasız kalmaya tercih edebilirdi.
- Sık sık çıldırmanın eşiğine geldiğini düşünmüştür; inzivaya çekilmesine karşılık dostlarına son derece bağlı ve yalnız kalmayı tercih ettiği kadar, yalnızlıktan hoşlanmayan biriydi.
- Genellikle çevresindeki insanları korkuturdu; ne öğretmenlik yıllarında ne de ilerleyen yıllarda yaşadığı sosyal çevre tarafından hoş karşılanmamıştı.
- Aşkı ve cinselliği net bir şekilde birbirinden ayırıyordu; ona göre cinsellik aşkı öldürüyordu; fakat cinselliğe dair tutkuları yer yer göze çarpmaktadır.
Sorulmadığı sürece bir insanın kişiliği hakkında psikolojik boyutlarda yorumda bulunmak etik bir davranış olmayacaktır; fakat Wittgenstein'ın hayatını okurken kendisinin ileri derecede obsesif-kompulsif kişilik örüntüsü gösterdiğini dile getirmemek elde değil. Kaldı ki depresif duygudurumu, intihar düşünceleri ele alındığında, bugün yaşasaydı, belki yakınları tarafından psikiyatrik tedavi almaya zorlanacaktı. Bu kurguysa bizi bambaşka bir tartışmayı hatırlatmaktadır: kişi çılgınlığın sınırlarına yaklaştıkça deha artmakta mıdır; veya deha belirginleştikçe, çılgınlığın öğeleri karşımıza mı çıkmaktadır?
Bana göre, Wittgenstein'ın Tractatus'u tamamladığında felsefeye dair söyleyebilecek her şeyi söylediğini ifade etmesi, şaşırtıcı ve beklenmedik bir durum değildir. Onun için böyle olması gerekiyordu; çünkü mükemmeliyetçi anlayışından dolayı eğer o dönem için söylenmesi gereken daha fazla cümle varsa, bunları kitabına yansıtmış olması gerekirdi. Saplantılı bu düşüncenin ayırtına varmak ve felsefe adına yeni birtakım değinileri dile getirmek ise, zamanını bekleyecekti. Nitekim yeniden felsefe çalışmalarına girdiğinde Wittgenstein önceleri Tractatus'u geliştirmek ve açıklığa kavuşturmak amacındayken; sonraları bambaşka bir eseri hazırlama uğraşına girmiştir.
Wittengestein'ın sadece matematik ve mantık felsefesi hakkında değil; etik, estetik, din felsefe hakkında da değinileri bulunmaktadır. Hayatı boyunca birçok şeyi sorgulamıştır ve bu sorgulama süresince süperegosunun (vicdanının) baskısı altında kaldığı, bu süreçte kendisini nasıl acımasızca eleştirdiği sarsıcı bir şekilde kitapta görülmektedir. Hayatının bir dönemine yakın dostlarına bir itiraf listesi hazırlamıştır; ilkokulda öğretmenlik yaptığı yıllarda yetersiz olan öğrencilerine kaba kuvvet uyguladığı kadar, bu yaptıklarından şiddetli bir derece pişmanlık duymuştur. Bir yandan mükemmellik adına sert bir tutumu benimserken, öte yandan yaptıklarının sonuçlarıyla karşı karşıya kaldığı kimi zaman çok yoğun bir vicdan azabı hissetmiştir. Öyle ki kaba kuvvet uyguladığı öğrencilerden, yıllar sonra kapılarının önlerine giderek özür dilemeye kadar bu vicdan azabını duyumsamıştır. Netice tüm bu çalkantılı ruh durumuna rağmen, hayatı boyunca "doğru" olanı benimsemiştir. Dürüst davranmadığı, davranamadığı zamanlar da olmuştur; ama her şeye karşılık birçok insanın hayatında sahip olmadığı bir açık sözlülük ve dürüstlüğe sahip olduğu aşikârdır.
Wittgenstein'ın babasından kalan muazzam serveti de dağıtıp, parasız kalma, alın teriyle parasını kazanma düşüncesi de birçoğumuza oldukça ilginç gelebilecek niteliktedir. Çevremizde kim böylesi bir serveti tamamıyla dağıtmayı göze alabilir ki? Burada maddiyatın çok ötesinde geçmeyi başarabilmiş bir insanın portresini görebiliyoruz. İlk gençlik yıllarında ailenin zenginliğinden kimi zamanlarda yararlandığı doğrudur; ama ileri yaşlarında böyle bir tutumu benimsemesi yine şiddetli bir doğruluk anlayışına ve takıntılı bir kişilik yapısına işaret etmektedir.
Ray Monk'un kitabı, Wittgenstein hayatını merak edenlere veya sarsıcı nitelikte bir hayatın izlerini takip etmek isteyenler için eşsiz bir kaynak. Benim için kitabın doğrultusunda Wittgenstein'ın hayatı ilham verici ve birtakım yönleriyle örnek alınması gereken türden… Somut olarak mutluluğa ucundan da ulaşabilmek adına, hayatımızda birtakım hazlardan ferâgat etmemiz ve istediğimiz doğrultuda çalışmamızı öğütleyen bir yaşam Wittgenstein'ın ki… Evet, hayatı boyunca kendisini çok mutsuz hissetmiş ve intiharı düşünmüş olabilir, savaşlara ölüme yaklaşmak adına katılmış olabilir; ama yine de ölüm döşeğinde dostları için son sözü "Söyle onlara, harika bir hayatım oldu" idi…
Wittgenstein'ın ölümden korkmadığını söylemek yerinde olacaktır, aynı şekilde yaşamdan korkmadığını da; her ne kadar okuyabildiğimiz kadarıyla hayatı tanıdığımız hayatlardan çok farklı olsa da…
Wittgenstein, bir dâhiydi. Freud, Einstein gibi isimlerle aynı dönemde yaşamış, Viyana kökenli bir dâhiydi. Hıristiyan bir aile içinde doğmuş olsa da kökenleri Yahudi'ydi ve hayatında Yahudilik'e olan çeşitlik yaklaşımlarını kitaptan okuyabilirsiniz. Elbette, din ve köken tartışması oldukça derin; fakat Wittgenstein ailesi aksini kanıtlamak yolundaki yoğun uğraşları sonuç verinceye kadar, II. Dünya Savaşı'nda Nuremberg yasalarına göre Yahudi sayılmışlardı. (Yine bu konu hakkında tartışmaları Mayıs 2006'daki yazı dizimde sunmak amacındayım). Wittgenstein Katolik inancıyla ilgili olarak birçok şeye karşı çıkmaktaydı; ama bir Tanrı inancına sahip olduğu, kitaptan açık bir şekilde izlenebilmektedir.
Kitabı ele aldığım zaman müthiş bir heyecan duydum, bütünüyle iyiydi. Kitap bana birçok bilgiyi sunduğundan, büyük oranda beklentilerimi karşıladı. Sadece 1946 yılında Wittgenstein ile -bir başka filozof- Karl Pooper'ın Cambridge'deki karşılaşmasından biraz daha fazla söz edilmesini beklerdim; ama bu efsanenin izlerini de Yapı Kredi Yayınlarından çıkan "Wittgenstein'ın maşası" adlı kitaptan süreceğim.
Dâhinin görevi nedir? O, sanki bu görevi doğuştan üstlenmiş olandır… Wittgenstein görevini okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum; inanıyorum ki tüm okuyanlara ilham verecektir. Satırlarımı kitabın arka kapağından yapacağım alıntıyla sonlandırmak istiyorum:
"Üzerinde konuşulamayan konusunda susulmalı" der ve felsefe tarihine geçecek kitabı Tractatus'u bitirir Wittgenstein. Az çok felsefeyle haşır neşir olan herkes için bu bitiş cümlesi nasıl bir başlangıç noktasıysa, Wittgenstein için de bu kitabın bitişi - yani sarsıcı bir felsefi sistemin kuruluşu - bir başlangıca işaret ediyordu. Wittgenstein, disiplinin uzun tarihi boyunca belirleyici olmuş figürlerin hiçbirinin yapmadığı bir şeyi yapacak, ilk kurduğu felsefi sisteme aykırı ikinci bir felsefi sistem kuracaktı. Felsefi soruşturmalar adlı kitapta şekillendirdiği sistem yine Wittgenstein'ın soyut düşünme becerisinin nerelere kadar uzanıp, hangi sınırlara ulaşabileceğini gösterir.
Ama tüm bu aşkın görünümün ardından kim var? Wittgenstein'a insanlığını iade etme vakti geldi… Varoluşu yalnızca bir görev belki de, doğruluğu arayışı, doğruluğu reddedişi, bilinemez olanın bilinişi… Zekice denklemler, anlamsız önermeler, dâhice söz oyunları, zorlama anılarda aramak yerine bir ilk gençlik kitabının sarsıcılığında, âşkın uygunsuzluğunda, saplantılı bir arzuda, soylu bir ruhta, bir dâhinin hayata dahil olabilmek için verdiği çabada bulmak gerek Wittgenstein'ı…
David Ojalvo www.davidojalvo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
EL EMEĞİ GÖZ NURU HAYATLAR
El emeği göz nuru hayatlar…
İşleniyor da işleniyorlar,
Bin bir çeşit renkte,
Bin bir çeşit renkte
Bin bir çeşit modelde.
Kimi zaman maharetli titiz ellerde
Sanat eseriymişçesine,
Kimi zaman ilmeği kaçırılmış,
Toz bezinden beter , beceriksizce!
El emeği göz nuru hayatlar…
Yayılırlar çoğu zaman
Masaların sehpaların üzerine,
Sahiplerince , övünürcesine
Ye da bekletilirler sandıklarda,
Sarılmıştır bohçalara
Gelinlik kızların çeyizine niyetle.
El emeği göz nuru hayatlar…
Sökülüp yeniden işlenirler belki
Ama hiç atılmazlar.
Atiye Şeker
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Unutma
Yine sıradan bir gün başladı
Geçmişi unutarak günün mücadelesine dalmışız
Ne kadarda çabuk unutuyoruz yaşadıklarımızı.
Avutmakmıdır kendimizi, yoksa kötü günler geçtiği içinmi;
Kendimizi avutmaya çalıştığımız o zor günlerdenmi kurtarmak amaç,
Arada bile olsa eskiyi ve yaşadıklarımızı unutmamalıyız tekrar yaşamamak adına
Mümkünmü unutmak demeyin içinizden, nankörlük ediyoruz bu bir gerçek,
Hatırlamak lazım, çaresizlikleri, umutsuzlukları, tutunacak dal aradığımızı
Ağladığımız geceleri, eve kapandığımız gerçekleri, kafamızda yaptığımız hesapları.
Unutmamalıyız acılarla mutluluğu beraber de olsa yaşadığımızı,
Her geçen bir önceki gün yaşadıklarımızı dahi unutmamalıyız,
Yaşayacaklarımızı düşünerek.
Hatırla ve ağlayabiliyorsan ağla, atamadıklarını at dışarı rahatla,
Utanma yaşadıklarından ama yeterki unutma....
Yücel Haksal
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
HAYATININ HATASI
Alarmın sesi ile irkildi. Tam da Zeynep'le ismi siyah eskitilmiş metal üzerine parlak sarı harflerle yazılmış bir dükkanın içinde yan yana soyunma odalarında kıyafet deniyorlardı. Sürekli gülüyorlardı, biraz önce ikisi de aynı anda odacıklardan çıkıp birbirlerine giydikleri elbiseleri gösterip kıkırdayıp diğer kıyafetleri denemek için odalara geri dönmüşlerdi. "Sen zayıflamışsın valla diyordu Zeynep, aşk yaramış" tam gülerek cevap veriyordu ki; işte alarmı o zaman duydu. Gözlerini açmadı ama hala devam ediyordu o sinir bozucu ses, gözleri kapalı saate ulaşmaya çalıştı, olmadı, hareket ettikçe kendisi, Zeynep, mağaza hepsi karardı sadece simsiyah bir perde kaldı.
Gözlerini araladı odasındaki tanıdık siluetleri gördü. Dolabını, çalışma masasını. Bir hamleyle alarmı susturdu, hemen yatağının altından bir defter çıkardı ve bütün gün yaptıklarını yazdı, siyah perdeyi gördükten 10 saniye içinde yazmazsa her şeyi unutuyordu. Yazdı; Burak'la bisiklete binmelerini, sonra Selim ve Zeynep'le buluşup sinemaya gitmelerini, sinema da Burak'la el ele tutuşmalarını, kalbinin atışını, elinin hiç terlemeyişini, sinema çıkışı Zeynep'le evlerine giderken yeni açılan alışveriş merkezinin önünde servisten inmelerini hepsini yazdı. Defteri kapadı;, defteri sokaktan iki gazete parasına almıştı, satan kadın "organik bu defter kağıt sayfaların içindeki de gerçek çiçek" haberin olsun demişti. Kadın konuşurken organik defter ne demek anlamamıştı, ama şu an çok iyi anlıyordu, yaşayan bir organizmaydı bu defter, aynı Berna Hanım'ın derste anlattığı parazitler gibi. Defterini tekrar yatağın altına koydu.
--"Günaydın şişko"
Abisine pis bir bakış fırlattı.
--" Mert kardeşine şişko deme" " İkiniz de çıkmadan sütlerinizi bitirin"
--" Anne ben 16 yaşımdayım, artık süt içmesem olur herhalde, zaten bu kokuyor, ben de şişkonunkinden yağsız süt istiyorum"
--"Ben sana ne dedim oğlum, tamam tamam" Annesi Mert'in önündeki bardağı aldı bankonun üstüne koydu, yeni bir bardak alarak Mert'e %0 yağ oranlı sütten verdi.
Tüm bunlar sırasında o sütünü dikti, tabağındaki bir dilim kepek ekmeğini ve bir parça peyniri ağzına sıkıştırdı ve kapıya yeltendi.
--"Kızım dişini fırçalamadan mı, çıkıyorsun, daha erken donacaksın durakta"
Yönünü değiştirdi, banyo dan nefret ediyordu, banyodaki kocaman aynadan da nefret ediyordu, oysa sabahı aynaya bakmadan yırtacağını ummuştu.
Hava buz gibiydi, biraz adımlarını hızlandırdı, Sisi'den içeri adımını attı.
"Ooooo Ahu geç kaldın"
"Günaydın Cemal Amca bana bir Milföylü bi de Sakallı versene, ayrı paketlerde"
Cemal Usta uzattı poşetleri, o da ona önceden hazırladığı tam parayı.
Pastaneden çıktı köşeye kadar yürüdü. Milföylü tatlıyı 4 lokma da bitirdi. Servisin karşı köşeden döndüğünü gördü durağa koştu. Burak, Mert, Selin bir şeyler konuşarak biniyorlardı servise. O da arkalarına seyirtti.
Mert'le Burak, Selin'le şakalaşmak için birbirlerini iterken, üstüne kocaman bir parça milföy düşmüş olduğunu ve beyaz pudra şekerlerinin de paltosuna yapıştığını fark etti. Servise binmeden onları temizlemeliyim diye düşündü bir geri adım attı ve üstüne vurarak pudra şekerlerinden kurtulmaya çalıştı, milföy parçası da bu dayaktan nasibini alıp ilk yere düşendi.
Servisin pencere manzaralı koltuklarında oturanlara gerçekten çok hoş bir manzara sunduğu sonra aklına geldi ve kafasını kaldırıp pencerelere doğru baktığında Zeynep'in gülerek kendini işaret edip Melis'e gösterdiğini gördü.
Gitti şoförün yanında-servis toplu taşıma aracı olsaydı, muavinin oturacağı- tek kişilik her zamanki koltuğuna oturdu. Selin arkadan bağırdı "Şükrü abi şu kasedi taksana lüüüüüütfen" Şükrü abi soluğunun altından bir şeyler mırıldandı sonra da " tamam ama sesini açmamı istemeyin dedi"
Daha okula 45 dakika vardı. 45 dakika bu müzik ve arkadaki eğlence bağırış çağışlarına katlanmak zorunda kalacaktı. Sırt çantasından Romain Gary'in "Onca Yoksulluk Varken"i okumaya başladı. Kapağı içe doğru kıvırdı, Şükrü Abi kitabın ismini görüp bir muhabbet açmasın diye. Sayfa 56 'daydı.
Akşam servisten inme vakti geldiğinde sayfa 177'deydi. Servisten inerken Mert ve Burak abartılı bir şekilde geri çekilerek Selin'e yol verdiler. Tam o da inecekti ki, "Sen bekle şişko" dedi Mert ona bir dirsek attı ve merdivenleri bir zıplayışta aşarak Selin'in arkasından atladı. Burak'ta aynı şekilde biraz geriye kaykılarak, kaykılırken onun ayağına basarak atladı. Şükrü abi bağırdı" haddiiii arkada adamlar birikti" O da en son indi servisten.
Eve girmeden Sisi'ye uğrayıp çikolatalı badem ezmesi aldı, bu sefer riskli olduğunu bile bile asansörü beklerken yedi. Asansör geldi Mert'in dış kapıda olduğunu gördü hemen kapıyı açıp Mert'in bağırışlarına ve koşmasına aldırmadan kapıyı kapadı ve 6 ya bastı.
Arkadan Mert'in sesini duydu "gördüm gördüm domuz gibi bişeyler yiyordun yine anneme söyliycem, şişko çirkin domuz"
Ödevini yapıp annesinin tek başına ebeveyn olmanın zorluklarını anlatan söylevini dinledikten sonra uykusu geldiğini söyledi. Annesi "kızım saat daha 8 bu saatte uyunur mu? Bak abin içerde film seyrediyor git senle onla seyret." dedi. Annesine böyle bir ihtimal olmadığını ve çok uykusu geldiğini söyledi. "kızım ne kadar çok uyuyorsun bu aralar, acaba doktorun verdiği bu rejim seni halsiz mi bırakıyor" diye sordu. Hayır havalardandır diye cevap verdi ve odasına yeltendi.
Odasına geldiğinde Mert'in yatağın ortasına oturup defterini, hayatını okurken gördü. Mert onu görünce ilk bir şaşkınla baktı. Sonra da bağırmaya başladı "sen Burak'a aşıksın, sen Burak'a aşıksın, abi Zeynep'le olan hayali arkadaşlığına ne demeli o kiz sana ancak gülmek için bakar" Mert gülerek elinde defteri yatağının üzerinde zıplayıp duruyordu,bir kuru çiçek yaprakların arasından ayrılarak yatağın üstüne düştü. O da yatağın üstüne çıktı ve Mert'in elinden defterini almaya çalıştı. Mert ondan daha uzundu ve defteri havaya kaldırınca yetişebilmesine imkan yoktu. Mert'in karnına olanca gücüyle kafa attı, Mert in iki büklüm olacağını ve defteri elinden alabileceğini umdu. Mert oldu iki büklüm fakat, acısı arasında defteri arkasına saklamayı akıl etti. Bu sefer arkadan tekme attı, bunu yaparken bir planı yoktu, Mert tekme ile yatağın üzerindeki dengesini kaybetti ve yataktan uçtu evet o hareket için uçma fiili uygunda kolları ve bacakları açık gövdesi dik bir şekilde uçtu ve burnunu yani uçak olsa burnu olacaktı, Mert'in kafasıydı. Mert kafasını çalışma masasına çarptı ve büyük bir gürültüyle düştü. Mert yerde spastik birkaç hareket yaptı bir an ne komik diye düşündü sonra defterini gördü, Mert'in elindeydi hala; Mert'in eli de Mert'in başının altında kalmıştı. Mert'in başının çevresinde küçük bir kan havuzu olduğunu gördü ve başındaki bir kaynaktan havuz büyüyordu. Mert'in elinden defterini çekti, yatağa oturdu, defteri de kan kaplıydı organik kağıt, reklamlardaki kağıt havlu fil gibi tüm kanı çekmişti. Sayfalar kıpkırmızı olmuş ve pembe tükenmezle yazdıkları okunmuyordu.
Mert her zamanki gibi hayatını mahvetmeyi başarmıştı.
Rakibe Musal
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Tayfun Avınca Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.852 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
BİR ŞEY VAR...
Bir şey var beklediğim
Ama ne bilmiyorum.
Gözlerimde bir ateş var
Nedensizce yanar...
Bir gün susar bu çıngıraklar,
Düşler yavaş yavaş söner,
Eller ceplere girer
Ve suya düşen damlalarla kaybolur düşler.
Bir şey var beklediğim,
Ama ne bilmiyorum
Belki aşktan yana aşk dolu,
Belki de güven yalnızca.
Bir gün susar bu çıngıraklar,
Şehir suskunluğunda boğulur,
Çığlıklar çoğalır birden,
Anlarsın boşuna geçmiş yaşadığın yıllar.
Bir şey var beklediğim
Ama ne bilmiyorum!
Şehir karanlığa bulanmasın
Gökyüzünü mavi istiyorum.
Solmaz Akça
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
http://www.betterphoto.com Bu sefer fotoğrafçılıkla ilgili web sayfaları inceledim ve hem resim çekme tekniklerini anlatan yapıları hem de çekilen resimlerin paylaşımına olanak veren paylaşımcılık ruhlarıyla ilgimi çeken örnekler sunmaya çalıştım. İlk örnek satır başında da gördüğünüz gibi betterphoto isimli web sayfası. Özellikle kullanıcılara özel olarak hazırlanmış galeri sayfaları iyi tasarlanmış.
...Most of bigfoto's pics are from amateur photographers who enjoy seeing their images on Internet... Yani http://www.bigfoto.com/ kısayolunu tıklamak ve birbirinden güzel ve indirilebilir resimlerin bulunduğu web sayfasını, mutlaka görülmesi gerekenler listenize eklemek için daha ne desinler.
Bir tane de bizden http://www.fotograf.com kısayolundan tamamen Türkçe açıklamaların bulunduğu bir web sayfası var. Yeni başlamış bile olsanız, dijital fotoğrafçılık konusunda bu web sayfasından faydalanabilmeniz mümkün. Kısayolda açılan sayfadaki "dijital fotoğrafçılık" ikonunu tıklıyorsunuz ve bilgilere ulaşıyorsunuz.
Son olarak sadece Digital kameralar değil, her türlü elektronik donanımla ilgili bilgileri bulabileceğiniz bir web sayfasını tavsiye ediyorum. http://www.donanimhaber.com/ Başta bilgi teknolojileri olmak üzere bir çok konuda araştırma sonuçlarını yayınlayan bu siteyi ısrarla tavsiye ediyorum.
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Opera 8.5 [3.7 MB] Windows Bedava
http://www.opera.com/ Hep duyuyordum ama bir türlü deneyememiştim. Geçenlerde fırsat buldum. Çok iyi düşünülmüş ve dizayn edilmiş bir tarayıcı, eposta programı ve dahası. IE'nin ağırlığından, bazen takılıp kalmasından şikayetçiyseniz, hemen tüm IE özelliklerini taşıyan ama üstüne pekçok kullanışlı özellik ekleyen ve en önemlisi Winodows'u yorup hantallaştırmayan bir alternatif arıyorsanız, hemen yükleyip deneyin. Bana duacı olacaksınız.
Yukarı
|
|
|
|
|
|