Mutlu Yıllar



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 893

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 30 Aralık 2005 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Sağlığınıza..


Merhabalar,

Bir sevgili dostum dışında "EN"ler için bir öneri gelmeyince bu "EN" işini bu sene rafa kaldırdım. Onun yerine sevgili Cüneyt ve Mehtap'ın birlikte hazırladıkları bir 2005 Yılı Panoramasını en altta bulabilirsiniz.

Kişisel olarak pekçok dilekle girmiştik 2005'e. Sevinç ve hayal kırıklıklarını birlikte yaşadık yıl boyunca. Kahve Molası olarak çok dileğim vardı. Bir basılı dergi hayalini gereçekleştirdiğim için çok mutlu oldum ama gerçeklerle başbaşa kalınca büyük hayal kırıklığı yaşadım. Yıl içinde 6 sayı yayınlamak için söz vermiştim ama yerine getiremedim üzgünüm. Ocak ayı içinde beşinci sayıyı bitirmek ve sizlere sunmak için azimliyim. Söz veriyorum diyemiyorum çünkü yerine getiremeyince mahçup oluyorum. Sırası gelmişken gecikme nedeniyle benden hesap sormayan sizlere çok teşekkür ederim. En başta halden anladığınız için sağolun varolun.

Kahve Molası istikrarlı yayınını 2005'te sürdürdü, 2006'da da sürdürecek. Birkaç ay içinde 1000. (Bininci) sayımıza ulaşacağız. 17 Nisan'da beşinci yılımıza gireceğiz. Benim için bundan güzel, bundan gurur verici bir yıl olabilir mi? Kahve Molası adına, sizlerin bu desteği sürdüğü müddetçe, 2006'dan çok umutluyum. Güzel günler bizleri bekliyor, hissediyorum.

Bu vesile ile hepinizin yeni yılını kutluyor, sevdiklerinizle mutlu, başarılı bir 2006 diliyorum. Sağlığınıza..

Pikapta Leo Sayer, More than I can say diyor. Ben de sizlere hoşçakalın diyor ve ayrılıyorum. Seneye görüşmek üzere...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

Cumhur Aydın

 Önce İnsan : Cumhur Aydın


  'Bir Yaz Pazarı'

Karısının hızla dürtmesiyle uyandı.

- Kalk Resmi kalk saat altıyı geçiyor.
- Baba, baba, baba, baba!'

Adamcağız uykulu gözlerini uğuşturdu. Bu gürültüde neydi, neredeydi kendisi çıkaramıyordu bir türlü. 12 saat çalış, gece yarısına kadar uykusuz kal. Nasıl kalmayacaksın ki, iki odalı evde taksitleri ödenen televizyon çocuklarının çok sevdiği Kolombo' yu gösteriyordu, uyumak olası mı !

- Tamam tamam, kesin yahu. Yetti be, ne yapıyorduk bugün?
- Denize baba denize...
- Ne denizi hangi deniz?
- Resmiii, kalk yüzünü yıka çabuk. Geçen hafta da bu numarayı yapmıştın, bilmemezlikten gelme. Denize gidiyoruz bugün, o kadar.
- İyi canım, peki denize gidiyoruz, ama hangi parayla?
- Ananın gözü parayla, bafra'na para bulursun demi... Kalk çabuk baş dakkamızı aldın yine, Hüsiin'in minibüsüne yetişemezsek yandın demektir. Ayşe, kız toplandın mı?

Kızlarla Ahmet zaten her şeyi toplamışlar, bahçede birbirlerine sataşıyorlardı. Ahmet eski pantolonunun üstünü gıcırt tişörtle nasıl örteceğini düşünürken, aklından da değişik fikirler geçiyordu. Nereden çıkarmışlardı bu denizi şimdi? Kendi yağımızı şu dört eski duvarda ne güzel de kavuruyorduk diyordu kendi kendimize. Ne lazımdı bu sıcakta millete reklam olmak?

Kızlar büyük şehirdeydiler. Onlarında canları televizyondakileri istiyordu, bir havlu bir bronz kremi değildi arzuları, pek eğlenmeseler de yarın gidecekleri Fadimeleri'nin evinde üstüne basa basa "Denize gittik." diyeceklerdi. Biraz da açık giyinince soyulan derileri de görünür mü acaba? Hele bir de "Gız amma da siyahlaşmışsın demiyorlar mı?

-Aa delirdin mi sen oğlum... Erkeğin yanına kadın oturur mu heç...

Minibüse yerleştiler. Sabahın o temiz berrak kokusu bile dışarıda nedensiz yakılan tezekle birlikte içerde kesif biçimde yükselen ter kokusunu bastıramıyordu.

- Bırak tartışmayı oğlum Ahmet.... Biz geldik önce sıraya değil mi, hem bu Hüsüniin minibüsü kuzum...
- Valla hanım anne sende şu çene olmasa hem valla hem billa binerdim şu külüstüre ama yol boyunca taze fasulye gibi eşelersin beni, ondan korktum.
- Boynun devrilsin emi Resmii... Baksana elin herifi ne diyo?

Yanındaki başörtülüyü çekerek...

- Valla evde de dışarıda da böyle... Bu pısırıklığından babamın paralarını....
- Anne be yetti artık.

Öndeki yaşlı adam cigarasından uzunca bir nefes aldıktan sonra derin bir fesüpanallah çekti. Minibüsün ortasında ise yer kavgası sürüyordu.
- Kusar kardeşim kusar bizim hanım. Ters gidemez ömür boyu.
- Ne yani o kusar, bu bilmem ne yapar, ayakta mı duracaz biz?
- Terbiyesiz...
- Abla abla bırak terbiyesiz edebiyatını şimdi.

Hüseyin'i zor bela masadan kaldırdılar. Sabah dörtlere kadar içer, altıda da konkene başlardı.

- Söyleyin bakıyim nereye gidiyoruz bugün?
- Çeşme! Seferihisar! Urla...

Ayaküstü oylama yapıldı. Çeşme çıktı. Resmiler kafa üstünlüğünü iyi kullanmışlardı!
Orhan açtı Hüseyin. Yanındaki yaşlı adamdan bütün yapışkanlığını kullanarak samsunu kopardı.
...

- Abla herhalde buraya gireceğimizi zannetmiyorsundur, baksana millet dörtden gelmiş.
- Hüsiin Efendi, şu sağa sokuverirsin şunu canım.
- Abla canım dediğin bizim ekmek teknesi. Oraya girersek şu yaşlı kadın patates gibi haşlar bizi valla...

Gerçekten karınca kararınca malzemelerin yanında ufaktan tırpanlarda göze çarpıyordu.

- Hüsiin Efendi şu ileriye ya da soldaki kumsala çeksek...
- Abla onlar parsellenmiş çoktan.Seni bu basmalarla bulaşıkçı diye bile sokmazlar oraya.
- Yahu kardeşim kıyılar kamu malı değil midir?

Sabah mahmurluğunda başlar geriye çevrildi. Önde oturan gözlüklü memur biraz şaka ile karışık söze girdi.

- Birader sen ne zamandan beri gastede yazılana inanıyorsun?
- Valla ağbicim onu bunu bilmem ama bizim pilli radyoda bunu söyler...
- Orada çoğunlukla bizi oturanlar oturur. Yani şey...
- İyi iyi. Ulen işiniz gücünüz çekiştirmek. Naha deniz...

Memur birkaç laf daha edecekti ama, buradan birde dönüşü var.
İte kaka kavga döğüş bir yere sığışıldı. Anne o kadar zırlamıştı ama denize pek yaklaşmadı. Ufak velete minibüste bilet kestirdiği için Resmi'yi ayıpladı bütün gün. Ayşe biraz cüretkar çıktı, bütün maaşını verdiği mayoyu bir saatliğine bile olsa giydi. Ahmet ve Hatice nasıl olsa yüzme bilmiyorlardı. Kös kös dolaştılar bütün gün...

Etraftakiler kah peynir ekmek yiyorlar, kah birbirlerini ıslatıyorlar, kısaca eğlenmeye çalışıyorlardı. Beride 'ufaklar' devriliyordu. Sağda ise kağıt partisi düzenlenmişti. Karar verildikten iki saat sonra toplanıldı. Neden daha fazla kalmadık tartışması yol boyu sürdü. Velete bu kez bilet kesilmedi.

- Abla çocuğa bilet yok mu?
- Beşinde ağbisi daha beşinde!
- Ne beşi anne ilkokul üçe gitmiyor muyum ben?
- Evde ağzına kırmızı biber... Valla vermem Hüsiin Efendi.
- Amaan abla sende kalsın. Yedin gene bizim yedibuçuğu...
Eve geldiklerinde kimi mutluydu kimi üzüntülü. Bütün yol boyu uyuyan baba yer minderinde yine dalmıştı. Ufaklık ağbisinden kalan eski çantaya yarınki ders kitaplarını dolduruyordu. O çenebaz o şişman kadın kısık kısık ağlıyordu bir köşede. Anlamadığı anlamaya çalışmadığı çelişkiye.

Çaydanlığı ocağa koydular. Bugün Pazardı...

Cumhur

• Bu öykü Ocak 1979 tarihli Bornova Anadolu Lisesi Dergisi'nden alınmıştır. Üzerinden 27 yıl geçmiş. O zamanlar yalnızca 18 yaşındaymışım.
Sağlıklı ve mutlu yıllar dilerim herkese...
Haftaya: 'Biraz Mola!'


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Tuba Çiçek

 Rengarenk: Tuba Çiçek


  EMANETE HIYANET

Bir araştırma şirketi, son trendleri öğrenmek vesilesiyle, gençler üzerinde geniş kapsamlı bir araştırma yapmış. Ankara'dan Diyarbakır'a, İstanbul'dan Gaziantep'e kadar 12 büyük kentte yaşayan, 12-25 yaş grubundan 600 gençle yapılan geniş kapsamlı anketin sonuçları da 'Biraz Bugün Çok Yarın (2005)' adlı kitapta derlenmiş.

'Biraz Bugün Çok Yarın (2005)' araştırmasının diğerlerinden farkı, anketin yanı sıra, 60 gencin bugün ve yarını nasıl gördüklerini, kendilerini nasıl tanımladıklarını anlattıkları kolajlara yer vermesi.

Araştırmanın anket aşamasında, gençlere endişeleri, umutları, olgunlaşma süreçleri, kariyer planlamaları, yaşadıkları ortam, okulları, arkadaş ilişkileri, karşı cinsle ilişkileri, nasıl eğlendikleri, internet kullanımları, TV seyretme alışkanlıkları, hangi kitapları okudukları, sevdikleri eşyalar, sevdikleri sanatçılar ve daha nice soru yer almış.

Kolaj aşamasında ise İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa ve Samsun'dan seçilen gençler, dergilerden seçtikleri fotoğraflar ile ruh hallerini anlatmışlar. Tahmin edersiniz ki, sonuçlar hayli düşündürücü.

Buyurun, araştırmadan birkaç çarpıcı sonuç ve düşündürdükleri:

Araştırma kapsamında yapılan kolaj çalışmasında, gençlerden 'bugün ve yarın'ı anlatmaları istendiğinde, 'bugün'ü anlatan pek az çalışma çıkmış. Öyle ya; Türkiye şartlarında 'bugün'ünü yaşamaya kalkışan genç, yarın işsiz, parasız ve yalnız kalacağını biliyor.

Ömrünün baharını sınavlara ve yarına hazırlanarak geçiren genç, birçok şeyi erteliyor. Bana kalırsa erteledikçe de bileğleniyor ve büyüyünce bunun acısını fena halde çıkaracağının umuduyla ayakta duruyor.

Bir gencin uçan martı resminin altına yazdığı cümle düşündürücü: "30 yaşından sonra. Ondan sonra parti başlıyor!"
Bana sorarsanız bu cümlenin meali: '30 yaşından sonra göstereceğim size'dir.

Aşkı, kitap okumayı, gezip yeni yerler keşfetmeyi, arkadaşlarıyla sosyal ilişkiler içine girmeyi erteleyen genç kuşaklar yetiştiriyoruz. Zamanında yaşamaları gereken şeyleri erteleyen ve içleri ukde dolan canavarlar yaratıyoruz da diyebiliriz buna.

Hal böyle olunca yakaladıkları ilk fırsatta zıvanadan çıkıp, taşkınlık içinde bastırdıkları duyguları yaşamalarına şaşırmamalı!

Araştırma sonuçlarında ortaya çıkan ve aslında hepimizce malum olan bir başka bulgu da, gençlerin kariyer peşinde olduğu. Tabii kariyerden anladıkları şey, bol para; at, yat, kat ve benzeri bireysel lüksler. Kariyer deyince öyle vatana millete hayırlı işler yapmayı kastetmiyorlar. Son model arabalar, plazalar, kaliteli şaraplar, şık ve pahalı giysiler..

Ve araştırma kapsamında, 'gerekirse yasal olmayan yollara başvurabileceklerini' söyleyenler hiç de az değil. Türkiye'nin geleceğini inşa edecek gençlere göre: 'Tek doğru yol, zenginliğe götüren yol!'

Gençlerin bir başka arzusu da 'kablosuz' yaşam. Aileden, çocukluktan, sorumluluktan, yani bütün bağlarından kopmak istiyorlar. Özgürlük motifi olarak kullandıkları figür de Nil Karaibrahimgil.

Peki yarını emanet edeceğimiz gençlerimizin eğlenceden anladıkları ne biliyor musunuz?

Araştırma kapsamında yapılan kolaj çalışmasının hemen hepsinde şarap ve rakı var. Yani eğlence dediğinizde gençlerin anladığı şey içki. Kitap okumak, seyahat etmek, araştırma yapmak, tiyatroya ve sinemaya gitmek falan değil!

'Biraz Bugün Çok Yarın (2005)' araştırmasını yapanlar, çalışmaya katılan 600 genci gruplandırdığında ortaya beş tip genç çıkmış:

'Falsız kalma'cılar (yüzde 18): İstanbul, Ankara ve İzmir dışındaki kentlerin dışındaki gençler. Bunların yüzde 75'ini genç kızlar oluşturuyor. Parayı en çok giyime harcıyorlar, en sevdikleri eşyaları cep telefonu. Aile değerlerine bağlılar, ama hayatla da ilgili kaygıları var. Fala aşırı meraklılar.

Kronik depresifler (yüzde 15): En memnuniyetsiz grup, çünkü umut edebilecekleri, onlara kapıyı aralayabilecek donanımları yok. Çoğunluğu 18 yaş üstü erkekler. Sigaraya en çok para harcayan bu grup. Televizyon bağımlısılar. Pop müzik ve arabesk dinliyorlar. Müslüm Gürses ve Ahmet Kaya'ya hayranlar.

Tırtıllar (yüzde 17): Onlar için en önemli şey, özgürlükleri. 18 yaş üstündeler, gazete okuyorlar. Entelektüeller. Wireless (kablosuz) olmak istiyorlar. Cinsellikten, felsefeden konuşuyorlar, politikayla ilgililer. Ekonomik durumları iyi, dolayısıyla kitap alabiliyor ve gezebiliyorlar. Mor ve Ötesi, Civan Hoca, Manga'yı dinliyorlar.

'Bardak tabii dolu'cular (yüzde 32): Bunlar pembe gözlüklüler. Üst sosyo-ekonomik sınıfa dahiller. İyi okullarda okuyorlar. Eğitim sistemi, aileleri, arkadaşları ve yaşadıkları hayattan memnunlar. Çünkü önlerine dolu bardak konulmuş.

Böyle iyi'ciler (yüzde 18): Kırsal kesimdeki gençler. Sosyal kesimlerini ve sosyal rollerini sorgulamadıkları için onlar 'böyle iyici'ler'. Hallerinden şikâyet etmiyorlar. Olanla yetiniyorlar. Ya anneyi ya da babayı model alıyorlar. Hande Yener'i de seviyorlar Yıldız Tilbe'yi de...

Manzaraya nereden bakarsanız bakın, durum vahimdir!
Bakın ben size özetleyeyim:

Gençliğini bir 'yarış atı' gibi o sınavdan bu sınava, o dershaneden bu dershaneye koşturarak geçiren ve tüm enerjisini yarınlara erteleyen bir genç nesil, gümbür gümbür geliyor. Ancak bu gümbürtülere aldanmayın. Onlar sadece ve sadece kendi kariyerleri için çıkarıyorlar bu gürültüyü. Sakın ha Türkiye'nin geleceği için hazırlandıklarını falan sanmayın! Hatta, bugünlerinin acılarını 'gerekirse yasal olmayan yollara başvurarak' çıkarabileceklerini de gizlemiyorlar.

Kimi fallardan medet umuyor, kimi depresyonun tuzağında Müslüm Gürses ve Ahmet Kaya'dan.. Kimi bizim Tuba Çiçek gibi özgürlük manyağı; kablosuz, fütursuz, sorumsuz yaşamanın derdinde. Kimi baba parasına güveniyor, kimi de tevekkülcü.

Seçin, beğenin!

Ha… sorumluluk sahibi, vatanperver, entelektüel, sevecen, fedakar bir genç tipi arıyorsanız başka memlekete. Bizim memlekette onlardan yetişmiyor!

Tuba ÇİÇEK
tuba@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Entel Kahveci: Mustafa Uyal


Asansöre binmeye korkar oldum....

Bu internet geyikleri artık sıkı birer hurafe kaynağı olmaya başladı. Canı sıkılan, gazlı içeceklerle ilgili korku hikayeleri, ilaçlı içki vererek organlarınızı çalanlar, tatlandırıcı problemleri, teknolojik hırsızlıklar, radyoaktif telefonlar, kanserojen deodorantlar ve benzeri nice zincir mailler yazıp sallayınca okunuyor tabi. Ama bunları okuya okuya ne hale geldiğimizi geçen günlerden birinde asansörde anladım.

Ortam medeniydi, ağaç kaplama nefis bir kabin son derece şık düğmeler, mükemmel ayarlanmış bir ışık ve hafif bir müzik. Bu güzellik arasında müziği fark eder etmez korkuyla bir kulak kabarttım. Acaba benim sevdiğim bir şey mi çalıyordu? Aman tanrım o kadar da çok sevdiğim müzik var ki.. İşte o maillerden birindeki bir madde yüzünden bu panik başlamıştı. Diyordu ki "Eğer asansörde çalan müzik sizin favorilerinizden biriyse yaşlanmışsınızdır". Vay bana vaylar bana... İtiraf edeyim şaka gibi bir olay ama bu maili okuduğumdan beri hangi asansörde bir şey çalsa dinliyorum. Ah be Naci Hocam , Nur içinde yat ama bize niye bu kadar sevdirdin müziği, neden her türde bir tılsım yakalamayı öğrettin?. Ay Işığı Sonatı da çalsa Makber de, Beatles da süzülse Duman da hoparlörlerden, tat almayı niye bellettin bize? Serzenişte bulunuyorum çünkü tüm asansörlerde bizim şarkılar çalıyor.. Amma; çaldıkça da asansörler o internet geyiğini yazan biçarenin düşündüğünün aksine nerelere çıkmıyor nerelere inmiyor ki? Örnek.. Never My Love çalıyor The Association'ın inanılmaz parçası, alıyor beni 1970 yılında Bornova'ya okulumun bahçesine atıyor. Orada bazı ağabeylerime rastlıyorum daha geçenlerde karşılaştığım bugünün Profesörü almış gitarını The New Inspiration'dan Rainbow-I Love You 'yu döktürüyor. Yahu ben bu parçayı ara ara bir hal oldum . Nette bile zor izine rastlanıyor. Bir yerden de hafif bir gürültü gelmekte.. Bugünün ünlü bir iş adamı sınıf müsameresinde "Dağlar Dağlar'ı söyleyecek, provada (!)... Bunları unutmamalıyım diye zorluyorum kendimi. Bir zil tonu ve bir katta duruyor bizim zaman makinesi. Bu neydi derken Televizyonu açık bir mekana geliyoruz öğlen hızlı bir şey atıştıracağız ya. Borsa verilerinin arasında malum reklamlar. Önce Michel Polnareff yükseliyor ekrandan, "Love Me Please Love Me"; ıkına sıkına popüler bir modele benzemeye çalışan bir eski otomobilin hüzünlü hikayesine eşlik ediyor. Ben de acilen Dedemlerin evine gidiveriyorum, ilkokuldayım bu kez, o uzun salonda köşede duran yeşil lambası ısınıp parlayana kadar ses vermeyen radyoya yapışmış, Bülent Özveren'in haftalık 20 parçalık listesini dikkatle dinliyorum. Polnareff ikinci sırada. Birinci kim peki? Geçen hafta bu listede olanların hepsi çaldı. Bir gariplik var. Bu ağır değişen bir listeydi. Derken Anons: Bir numarada Tom Jones "She's a Lady". Listeye bir numaradan girmiş!! işte büyük heyecan.. Bu sırada ikinci reklam başlıyor. Bizim yaşlı müzikleri moda mı oldu ne? Miriam Makeba döktürüyor "Pata Pata", o zamanlar Cumartesi akşamları güney Afrikada moda olan bir dansın muhteşem müziği Kara kıtada anıldığı ismiyle Mama Afrika tarafından olağanüstü söyleniyor. Daha Osibisa ortalıkta bile yok. Ben bu 45 liği ilk kez Ankara da Gima'dan almıştım, son kez de İstanbul'da sahaflardan , pembe bir plaktı. "Reprise " idi galiba .

Akşam evde yeni takıntılarımız var malum, TV dizilerimiz. Geçen yıl Çağan Irmak 'ın "Çemberimde Gül Oya" sı yüzünden kah okula kah Zafer Cilasun veya Jülide Gülizar tarafından sunulan siyah beyaz televizyondaki çatışma haberlerine gidip geliyorduk. Selda o zamanlar Bağcan değildi öyleydi ama sadece ön isim kullanırdı. O meşhur etmişti Çemberimde Gül Oya yı . Onu da "Katip Arzuhalim yaz yare böyle" adlı türkü. Anadolu Pop yıllarıydı zaten. Türküler birkaç yıl önce Moğollar, Dönüşüm, Apaşlar, Dadaşlar gibi topluluklarca tüm diskoteklere girmişti. Erol Büyükburç gerçekten yaşayan efsaneydi. Arada "Kızılcıklar oldu mu?" diye türkü söyler ardından Granada'yı sonrada Little Lucy söylerdi. İzmir Fuar açıkhava gazinolarında çıktığı zaman yer bulunmaz millet ağaçların tepelerinden onu seyrederdi. Bugünkü Tarkan gibiydi. Hani Avrupa'da Amerika'da başarır mı diye tartışılan Tarkan. O zaman bilinenin aksine Avrupa'da usulca başarı kazanıp sesimiz olan sanatçılar vardı. Mesela İsveç'te yaşayan Tayfun (Karatekin)ve Okan Dinçer vardı. İkisini de çok erken kaybettik. Tayfun'un "İki Çift Laf" parçası inanılmaz bir balladdı.. Arada hala dinlediğimde müthiş keyif alıyorum . Esin Afşar , Ayla Algan, Tülay German pop müzik alanında çok başarılıydılar. Suna Korad Scalayı sarsıyordu, İdil Biret, Suna Kan henüz bugünkü uluslararası virtüözlük seviyelerinde değillerdi belki ama gerçekten gurur duyulan sanatçılarımızdı. 1970 li yılları Türkiye'de bu haller üzerine geçirip o yılları anlatan dizileri seyredip hüzünlendikten sonra sıra günümüz Holywood dizilerine geliveriyor malum hayata adapte olmak lazım, yoksa yaşımız ortya çıkacak. CSI Miami de olay yeri detektifleri yok artık denilen yöntemlerle katil avlıyorlar, House M.D. dizisinde doktor detektif gibi çalışıp ağır bir kanser olduğu zannedilen hastanın aslında naftalin alerjisi olduğunu buluveriyor ve her iki dizi de "bizim" The Who ile kapatıyorlar o geceki performanslarını. Hele House 'un bir bölümünde bir "Baba O'Riley " çalıyor bizim yaş ortya çıktığı gibi beni de kulağımdan yakaladığı gibi Milliyet Gazetesinin müzik yarışmalarının İzmir finallerine atıveriyor. İzmir Koleji yada yaygın ismiyle Bornova Maarif sahnede.. Jüridekileri tarafsız olmaları şartına rağmen ayağa kaldırıp alkışlatan bir "See Me Feel me " çalıyorlar. Tommy Rock Operasından bir parça hem de bir lise orkestrasından hem de 1970' lerin ortasında demeyin,gerçekten oradaydım.

Bütün bu hikaye aslında İzmir'de Aslan isimli bir yahudi delikanlının çaldığı plakları onun penceresinin altında dinlerken Enrico Macias ile tanışmakla başlamıştı. "Oh Guitare Oh Guitare " beni büyülemişti. Atmayayım ama herhalde 4 yaşında falandım . Ondan sonra radyo denilen cihazın nasıl çalıştığını bulup İzmir Radyosunun muhteşem kadrosunun programlarında müzik eğitimine başlamıştım. Bülent Özveren, Bülent Gül, Reşat Nevruzlu, Ümit Tunçağ, Sebla Özveren derken Beatles, Otis Redding, Four tops, Herve Villard, Peter Paul Mary, Crosby Stills Nash and Young , Bee Gees, Simon Garfunkel gibi niceleri ile tanıştık.

Derken ortaokul başladı. Naci Önöz ile orada karşılaştık. İri yarı, ağır siklet bir boksöre benzeyen bir adamdı .Müzik öğretmeniymiş! Bugün olsa inanmazdım. O zamanlar İzmir ilkokullarının hepsine Mandolin öğreten Fikri Şenürkmez hocaya alışık biri olduğum için çabuk kabullendim galiba. O da şişman vücudu, çok kalın gözlük camları, fırça gibi saçlarıyla pek müzisyene benzemezdi ama Rahmetli her yıl bir okulda mükemmel bir müzikal sahneye koyduran, konserler düzenleyen bir öğretmendi. Onun ölüm haberini bir iş seyahatinde Kırşehir'in tek otelinde Televizyon izlerken öğrenmiştim. Aynı gece Turgut Özal Avrupa birliğine tam üyelik başvurusunu açıklıyordu. Benim için önemli haber sonlara doğru verildi heyecan durdu üzüntü başladı.Ana haberlerde bir ilkokul Müzik öğretmeninin ölüm haberinin verilmesi ise çok sonradan kafama dank etti. 1980 lerde bile bugünkü durumun çok ilerisinde duruyormuşuz meğer.

Naci Hocaya gelince, aslında biz hiç yanıltmadığı konular vardı. Eğer o klasik müzikte formları anlatırken yani uvertür, senfoni, sonat, konçerto gibi tanımları anlatırken ve onlardan örnekleri inanılmaz bir özenle koruduğu plaklarından bizlere dinletirken esnerseniz veya kıkırdayıp, konuşursanız ve o bunu fark ederse bir anda fiziğiyle daha uyumlu davranabileceğini göstermekten kaçınmazdı. Ben o tam arkasını döndüğünde havaya attığım kağıt uçağı yakalayamadığımda davul tokmağının o keçe ucunun sırtıma verdiği acıyı çoktan unuttum ama Naci hocanın Beethoven'ın Egmond Uvertürünü dinlerken girdiği transı, yaşadığı o muhteşem zevk sarhoşluğunu ise asla unutamam. Karşımızda yaptığı işi neden sevdiğini bize birinci elden gösteren bizlere ömrümüz boyunca geri ödenemeyecek kadar büyük bir hazinenin kapılarını açan bir adam vardı . O derslerde Beethoven, Mozart, Creedence Clearwater Revival dinlerdik sonra birden "Sansar Kazı nerden çaldın onu bana ver", diye okul şarkıları veya "Hani Kuşlar Ağaçlar Binbir Renkli Çiçekler " diye giden Türk sanat müziği şarkılarını söylerdik ..ama davul tokmağı hep bakiydi o başka. Özledik be hocam.

Neyse bunca nostalji yeter değil mi.. Etrafta tesadüfen çalanları bir tarafa bırakıp Müzik veya hangi parça bana neler hatırlatıyor, beni nereye götürüyor diye şöyle bir oturup düşünün çok eğlenecek, çok hüzünleneceksiniz ama yaşadım diyeceksiniz o garanti. Örneğin bir dakika içinde kendi bulduklarımı size aktarıvereyim. Annemin elinden tutup gittiğimiz Çobanoğlu Plak evinden İlk The Animals plağımı "See See Rider'ı" almıştım ama Ablamın aldığı Hugues Aufray'ın Celine'ini kıskanmadım değil, bunu hafif mahcubiyetle hatırlıyorum. Amerikada milyonlarca insan Dawn 'ın unutulmaz parçasından etkilenip ağaçlara sarı kurdeleler bağlayıp sevdikleri Viet Nam dan sağlam geri gelsin diye uğraşırken bir arkadaşımla Ayrı kızlara ayrı zamanlarda " Tie A yellow ribbon around the old oak tree" ile ilanı aşk ettiğimizi sonra da "bu benim fikrimdi" diye gammazlanıldığımı hatırlıyorum. Şaşkın ve kızgın olduğumu da.. Yahu milyonlarca Amerikalı bize ne yapsın birader?. Jacques Brel " Ne Me Quitte pas" derken Üniversitenin boğaza bakan terasında o çiftin hissettiklerini, Sergio Endrigo "Canzone Per Te" yi söylerken yağmuru hissetmeyi, Leonard Cohen çaldığında düşülen hüzünleri, Dust in The wind dinlerken Bebek kahvede oturmayı, Çeşme'de serin yaz gecelerinde Greg Lake'den "C'est La Vie"yi dinlemeyi ne kadar çok sevmişim meğerse.

Müzikle kalın, ancak keyif alırsınız..

Mustafa Uyal


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
7 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Ebru Kargın

 Aklıma Estiği Gibi : Ebru Kargın


  BIRAKIN HERKESİ ÖPECEĞİM…

Yeni yıl… Yeni yıl… Yeni yıl… Ne yani ne, ömrün yettiğince 365 günde bir yaşayacağın, sadece ve sadece yılın bittiğini ifade eden son derece sıradan bir günden başka bir şeyse benim için ne olayım. Bu ne telaş, bu ne geceye özel organizasyonları yapmak için çırpınma, ne bu böyle paket paket hediyeler…

- Ebru sen yılbaşında yurtdışında olacağına göre, hediyeni şimdi mi vereyim, yoksa dönüşünde mi vereyim.
- Yok, sen kasım ayını bekleyiver, doğum günümde verirsin.
- İyi de bu yeni yıl hediyesi…
- Ya istemiyorum.
- Doğum günü hediyesi istiyorsun ama…
- O başka, adı üstünde doğum günüm.
- İyi de bunun da adı üstünde yeni yıl…
- Aynı şey değil, biri doğduğun gün, diğeri tepe tepe kullandığın bir yılı kovma günü…

Evet, duygusal insanım ben, ne var… Yeni gelen yılın bana getireceği güzel şeyleri hayal edebilen, dilekler tutan, kırmızı don giyip, kırmızı nevresimde uyanmaya özen gösteren biri değilim. Ben bir önceki yılın bitmesine bu kadar sevinen insanlardan da değilim. Ben her geçen yılı acısıyla tatlısıyla seviyorum ve bitiyor diye üzülüyorum. Hediyemi alacağım bir de yani bunun için… Bir defa hesap ortada, bitmek üzere olan yılda başıma gelenler belli, ama gelecek yılın başıma neler getireceği hiç belli değil arkadaş, sürpriz yani tam ve ben sürprizlerden nefret ederim.

Tamam kabul ediyorum, (çok zaman öncede pek çoğunuzun huzurunda da kabul etmiştim, beni sevecek olan varsa böyle sevsin de demiştim) huysuz insanım ben, ve bunun için yapacak bir şeyim yok. Kılımı bile kıpırdatmam yahu…

Ne diyordum, ha yeni yıl…

Bunda bu kadar göklere uçacak, hediyeler alacak ne var. Hadi diyelim ki seviniyorsunuz, tamam hediye filan da alıyorsunuz sırf seviniyorsunuz ve sevindirmek istiyorsunuz diye ama biraz abartılı olmuyor mu ya…

- Hadi birlikte gidelim alışverişe ha!
- Ne alışverişi…
- Yeni yıl alışverişi tabii ki, yılbaşı gecesi giyeceğimiz kıyafetleri alalım önce, sonra da hediyelerimizi alırız.
- Valla iyice uçtun sen ha, yılbaşı gecesi giyineceğim kıyafeti satın alacağım ben şu anda öyle mi?
- Deli gibi indirim yapmışlar, yeni yıl indirimi, tam bir damping.
- Kızım o mağazalar aka boka indirim yapıyor zati, özel bir durum değil ki bu, bunu özel kılan senin aklın…
- Senin için geçmiş…

İçim mi geçmiş? Şimdi geçen yılbaşı gecesi, ilk defa bir değişiklik yaparak, evde popomun üzerinde oturdum ben. Şöyle ki, sevgilimin iş nedeniyle mutlaka ülke dışında olması gerekiyordu ve benim de ona ayak uyduracağımdan yüzde yüz emindi. Her yıl böyle oluyordu… Hatta son dakikaya kadar emindi diyelim.

- Yarın akşam 20:15 uçuşu. 19:00'da çıkarız evden, feci trafik olacak.
- Ben gelmeyeceğim vazgeçtim.
- Hoppa, nereden çıktı bu, saçmalama.
- Yok saçmalamıyorum, böyle olsun istiyorum, sen yalnız git.
- Yıllardır ilk defa bir yılbaşını ayrı ayrı mı geçireceğiz yani. Hayır, bunu istemiyorum.

Bakınız, bu ne duygusallık… Çünkü şuna inanıyor; yeni yıla birlikte giren insanlar, birlikte devam ederlermiş… Aklıma mukayyet olsun diye birden fazla ben gerek bana…

- Gitmek istemiyorum ama anlasan, neden bu kadar kişiselleştirdin bunu?
- Say ki razı geldim, planın ne peki?
- Hiç.
- Nasıl hiç Ebru, yılbaşı gecesi tek başına kös kös evde mi oturacaksın yani.
- Evet, aynen öyle yapacağım, tek başımaaaaaaa…

Ekşi bir suratla gitmesini hiç istemezdim, ama inat etti ve ekşiden beter suratıyla gitti. Bense, önce bir markete gidip, şekerdi çikolataydı, sevdiğim bütün abur cuburları aldım. Sonra bir mağazaya girip, en sevdiğim ve oynamak için zaman bulamadığım iki adet play station oyunu alıp eve döndüm. Büyük kanepeyi ite kaka televizyonun önüne kadar sürükledim, sonra üstüme en rahat pijamalarımı giydim, sonra ev telefonunu fişten çektim. Ev telefonun dışarıyla bağlantısının kesilmesi pek mühimdi, çünkü artık gelenekselleşmiş halimizi yani çift olarak yılbaşı için yurtta bulunmayışımız durumuna pek alışık çevremizden sakınmak için. Kazara biri duysa ki şehirdeyim ve üstelik tek başıma evdeyim, imkanı yok rahat bırakılmazdım ve bütün planım altüst olurdu.

- Alo, konuşmamız lazım hemen, indin mi, müsait misin?
- Evet, indim. Konuşmamıza gerek yok, atla ilk uçağa ve gel hemen. Eğer yer bulamazsan haber ver bana, ben ayarlarım bir şekilde.
- Hayır, bu değildi. Çok özür dilerim böyle düşünmene neden olduğum için. Benim sorunum daha çok, etraftan birinin benim şehirde olduğumu duyması. Planlarım altüst olur. Senden ricam, bu durumu idare etmen, sakın ola ağzından kimseye kaçırma olur mu bitanem.
- Bunu mu söyleyecektin.
- Özür dilerim, ama evet.
- Ben de gelmediğin için pişman oldun sanmıştım.
- Hayır pişman olmadım, ama biri duyar ve bana çökerse çok pişman olacağım kesin.

Evettt, her şey yolunda, planım tıkır tıkır maşallah. Artık kanepeme serilip, aburcuburlarım ve oyunumla baş başa mutlu saatler geçirmeye başlayabilirim. Ama bir dakika bir eksik var, kedi oğlum Rakı'yı bulmalıyım hemen…

Rakı'yı saklandığı delikten bulup çıkarmam ve onu da kanepeye yanıma alıp oturmam yaklaşık 40 dakika sürdü. Rakı bu, tuhaf bir kedi. Saklanmak istediği sürece bulunması zordur. Şimdi her şey yolunda işte. Artık başlayabilirim oyunuma.

Sekiz saat boyunca hiç aralıksız (tuvalete gitmek, abur cubura el atarken kaybettiğim zaman dışında) oyun oynadım. O kadar kaptırmışım ki saatin farkında bile değildim. Ta ki, gürültüleri duyana dek, yaşadığım dünyadan çok uzaktaydım.

Havai fişekler atılıyordu, insanların sesleri geliyordu… Kendimi oyundan koparmayı başardım işte o anda. Yanımda uyuyan Rakı'yı da kucağıma alarak balkona çıktım. Ve bok gibi oldum. İçimi tuhaf bir hüzün kapladı. Rakı'ya sarıldım, "bak oğlum yeni bir yıl başladı tam şu dakikada" dedim ve Rakı'ya sarılıp hüngür hüngür ağlamaya başladım birden bire. Hoppaaa... Bu da nesi şimdi? Kendimi hiç bu kadar kimsesiz hissetmişliğim yoktu. Ve komik olansa nasıl olmuştu da böyle ağlamaya başlamıştım birden bire. Bu hiç aklımda yoktu, buna bir nedende yoktu ayrıca.

Vardı, vardı… Bu dünyanın düzenine ayak uydurmayı neden hep reddediyordum. İnsanlar yeni yılları karşılarken, boş yere mi bir arada olmaya çalışıyorlardı sanki. Yeni yıl, istesek de istemesek de, duygusal bir gündü. Kabul etsek de, etmesek de yalnız geçirmeye pek gelmezdi. Sessizlik içinde ağlayarak, Rakı'ya yüzümü çevirip, onunla konuşmaya başladım.

"Bencilim ben Rakı'cığım, bencil işte… Kendimle ilgili her şeyi, yine kendim belirlemek istiyorum. Azıcık da dengesizim, azıcık değil ya, düpedüz bayağı dengesizim. Ne vardı yani bu kadar inat edecek, ne vardı yani sıradan bir gün işte abartmayın bu kadar diyecek… Genelin kabul ettiklerini reddetmeye bayılan biriyim ben ve aldım galiba boyumun ölçüsünü. Madem salakça ağlayacaktım, o zaman ne diye tek başıma olmak istiyorum diye yırtındım.

Hem bu, mecburiyetten tek başına yeni bir yıla merhaba diyecek insanlara haksızlık değil miydi Rakı? Haksızlıktı Rakı, sen de kabul et, haksızlık. Her şeyden çok istediği halde, sevdikleriyle yeni bir yılın ilk dakikalarını paylaşamayan tüm insanlara haksızlıktı. Mesaisinin yılbaşı gecesine denk geldiğini öğrenince içi sızlayan; sevgilileri, eşleri, çocukları, yakınlarıyla bir arada olamadığı için üzgün olan pek çok çalışana, mümkün olsa bile, artık aralarında olamayacak olan nicedir özlemi delicesine duyulan insanlarından yoksun pek çok insana, kilometrelerce hatta kıta ötesinde olan ve ne yazık ki, yeni yılın ilk dakikalarında sevdiklerine doyasıya sarılamayacak pek çok gurbetçiye haksızlıktı. Ve ben öylesine bencil, öylesine şımarık biriydim ki, bu tür engellere sahip olmamama rağmen, kendi başına olmayı seçmiştim. Şımarığım işte Rakı, feci şımarık… Yeni bir yılın ilk dakikalarında kimseye sarılma ihtiyacı duymayacağımdan emin olmam bile bencillik, yine şımarıklıktı. Belki de bana sarılmaya ihtiyacı olan birileri vardı, bunu bile düşünmemiştim. Mesela sevgilim, mesela annem, mesela ablam, mesela…

Rakı, ben neden böyleyim söylesene, bakma öyle ya, bir şeyler söyle."

Telefon çalmasa, sabah kadar Rakı'yla konuşup, dertleşmeye devam edecektim galiba…

- Alo, canım sevgilim…
- Ebru, ben bu aptal otel odasında bir başıma duvarlara bakıyorum. Senden bile daha yalnız hissediyorum.
- Ben eşeğin biriyim. Şımarık ve bencilim. Ve senden delicesine özür dilerim. Bizi böyle anlamsız yere bir başına bıraktığım için. Offff…
- Bir daha yapma olur mu… Çok dağınık hissediyorum kendimi, dağınık ve boş.
- Asla, bir daha asla…

Evet asla, bir daha asla…

Bir daha asla, kimsesizliğe özenmek yok, çünkü kimsesiz değilim. Bir daha asla, kimsesiz olduğunu bildiğim birini, yeni yılı karşılamak için bütün dünyanın seferber olduğu bir günde yalnız bırakmak da yok. Bu, selamlaşmaktan başka bir şey yapmadığım, belki ilk defa o gün iki kelimeden fazlasını sarf edeceğim, hiç tanımadığım sadece kimsesiz bir komşu için bile bundan sonra, böyle… Sevdiklerimle doyasıya kaç defa daha kucaklaşacağımı bilmediğim bu yaşamda, bundan sonra böyle…

Ve, yılbaşı gecesi dediğimiz, aslında sıradan gibi görünen o saatleri, sadece kucaklaşmayı, paylaşmayı, koklaşmayı hissettirmesi bile onu çok çok özel kılmaya yeterli.

Ve, benimki gibi bir şımarıklığa düşecek olan varsa, asla tavsiye etmiyorum, etmediğim gibi, dört kişilik bir ailenin bile, dört kişiden çok daha fazlalaşmış olarak yeni bir yıla sarmaş dolaş girmelerini öneriyorum. Yok öyle "dört kişiyiz, biz bize yeteriz".

Sayısız biz, bize bile yetmeyiz…

"Herkese, her şeyin gönlünce olacağı nice yeni yıllar dilerim."

İmza: şımarık & bencil

Ebru Kargın
ekargin@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
6 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Müge Eralp Kaya

 Müge'nin Sofrası : Müge Eralp Kaya


  YOLCU

Gözümü her kapattığımda çok başka diyara gittiğimi hayal ediyorum. O kadar güzel bir yer ki, anlatabilir miyim bilmiyorum.

O diyarda, nedensiz gülümsüyor, coşuyor, sonsuz bir huzurla doluyordum.. Sanki çok uzun bir rüya görür gibiydim, uzun zamandan beri böyle bir hissi tatmamıştım...

Hayatın anlamı bu olmalı diye düşündüm, etraf pırıl pırıldı, gözlerimi ışığın yoğunluğundan açamıyordum, en can alıcı nokta ise sanırım sevgiye açtım. Yaşadıklarımı masaya yatırdım uzun uzun, gelgitlerimle yüzleştim, hatalarımı ilk kez, en saf haliyle yüzüme vurdum, geçmişimi kanata kanata silip süpürdüm... Çok canım yandı, yüreğim usul usul ağladı ama geç kalınmış bir olaya kendi damgamı vurmanın dayanılmaz rahatlığını tüm bedenimde, her bir hücremde sonuna kadar hissedebilmek her şeye bedeldi... Bu, mutluluğa atılan ilk adım olarak benim için çok ama çok önemliydi...

Güneşin aydınlattığı nehri keşfettim az önce, duru bir sessizlik hakimdi ama yosunlar taşlarla sevişiyordu az ötede... Hayat da öyle değil mi zaten diye düşündüm birden, bir tarafta sakin ve huzurlu bir hayat, diğer yanda uluorta sevişebilmeyi ve tutkuyu doyasıya yaşayabilmeyi, hayata geçirebilecek kadar cesur adımlar atılabilen uç yaşamlar...

Birden bire kalbimin deli gibi attığını fark ettim, ayağa kalktım ve bastırmakta güçlük çektiğim yolculuk isteğine cevap vermeye karar verdim... Az ileride tren istasyonu vardı, nedenini bilmediğim bir sempati duyuyordum trenlere çocukluğumdan beri... Aslında nedeni vardı. Beni, bayramlarda ve sömestr tatillerinde İstanbul' dan Ankara' ya, dayıma götürürdü mavi tren, gece 23:00 karanlığında... Yol boyunca karanlıklara inat gördüğüm her ışığa el sallardım, her ışığın özellikle beni aydınlattığını sanırdı minik yüreğim, çocukluk işte...Annem cam kavanozlara ev kurabiyesi yerleştirirdi, yol boyunca sanki ilk kez kurabiye yermiş gibi lezzetli gelirlerdi bana... Her yolculukta, minik bedenim uykuya yenik düşer geceye teslim olurdu, sabahın ilk ışıkları ve annemin tatlı dokunuşları güne hazırlardı beni...

Bu hayallere dalmışken, trenin keskin düdük sesiyle kendime geldim tıpkı mazideki gibi... Tren durdu, usulca bindim, duygularımı yastık altı yapıp vagonuma yerleştirdim, kurabiyelerimi ve annemin sihirli dokunuşlarını yüreğime işledim nakış misali, artık yolculuğa hazırdım işte... Geceye, gündüze, çiçeğe, böceğe, ışığa, karanlığa, her canlıya el sallayarak başladım hayat yolculuğuma... Artık tek başımayım, ama elimde hüzün ve keder yok bu yolda, sadece ve sadece ışıl ışıl bir meşale var , taşıyorum umutla...

Müge Eralp Kaya


<#><#><#><#><#><#><#>


Evet Sevgili Kahve Molası Dostları, nasıl beğendiniz mi sürprizimi? Şimdi sıra geldi birbirinden leziz yemeklere.

Öncelikle hepinizin yeni yılını kutlar, 2006 da herkesin ama herkesin, düşlediği her şeye kavuşmasını dilerim. Sağlıklı, mutlu ve başarılı günler sizlerle olsun...

Sizlere bomba gibi bir yılbaşı sofrası hazırladım, editörün izni ile biraz fazla yer kapladık bugün ama değdi doğrusu...

E, hadi buyrun o zaman Müge'nin Sofra'sına...

Efendim hindisiz yılbaşı olurmu hiç? Genelde hindi dolması yapılır ama ben değişiklik olsun istedim ve size hindi ile yapılan farklı bir kebap önermek istedim, dilerim beğenirsiniz, şimdiden afiyet olsun...

HİNDİLİ BUHARA KEBABI

MALZEMELER:
1 kg. hindi kuşbaşı, 20 adet arpacık soğanı, 1 su bardağı bezelye, 2 adet havuç, 2 çorba kaşığı margarin, yeterince tuz...

BEŞAMEL SOS İÇİN: Un, süt, margarin...

YAPILIŞI: Kuşbaşı kesilmiş hindi etimizi, 2 çorba kaşığı margarinimizle 1-2 dk. kavurduktan sonra sırayla arpacık soğanımızı ve küp şeklinde doğradığımız havuçlarımızı da tenceremize ilave edelim ve 1-2 dk. daha kavurduktan sonra, yeterince su ilave ederek orta ısılı ateşte pişirelim... Eveeeettttt, etlerimiz pişerken başka bir tencerede, unumuzla margarinimizi kavurup sütümüzü de ilave ederek nefis bir beşamel sos elde edelim... Ve geldik kebabımızın son işlemine... Hindimizin suyunu süzüp beşamel sosa ilave ederek iyice karıştıralım ve tekrar hindi tenceremize boşaltalım... En son bezelyeleri de katalım ve baharat kontrolümüzü de son kez gözden geçirelim, yemek istediğimiz kıvama gelince ocaktan indirip sıcak sıcak servis yapalım... Mmmmmmmmmmmm.... Enfes koktu...

Eh hindi olur da yanında nefis bir pilav olmaz mı?...İşte, yılbaşı soframıza yakışacak lezzette Osmanlı Mutfağı'n dan çok özel bir pilav...

SAFRANLI PİLAV ( DANE-İ SARI )

MALZEMELER:
2 su bardağı pilavlık pirinç, 3 su bardağı tavuk suyu ya da su, 125 gr. margarin veya tereyağı, 200 gr. tatlı badem, 1 tatlı kaşığı safran, 1 kahve fincanı gülsuyu, 2 tatlı kaşığı bal, yeterince tuz...

Hmmmmm... Gördüğünüz gibi malzemesi oldukça bol bir pilav sizleri bekliyor...

YAPILIŞI: Öncelikle safranımızı gül suyunda 2-3 saat bekletelim... Pirincimizi, tuzlu ve ılık suda yarım saat kadar bekletelim iyice yıkayıp süzelim... Diğer yandan bademlerimizi suda kaynatıp kabuklarını soyalım. Bir tencereye tavuk suyumuzu, balımızı ve yeterince tuzumuzu koyup kaynatalım... Su kaynayınca pirinçlerimizi ilave edip 3-4 dk. kuvvetli, daha sonra kısık ateşte pişirelim pirinçlerimiz suyunu çekince altını iyice kısalım. Son olarak bademlerimizi yağda kavurup, safranlı gülsuyu ile birlikte pirince ilave edelim. Ağzı kapalı olarak çok kısık ateşte, biraz daha pişirelim ve ocaktan indirip 15 dk. daha demlendirdikten sonra sıcak servis yapalım...

KÜÇÜK BİR NOT: İsteğe bağlı olarak, safranlı pilavı tavuk etleri eşliğinde ve nar taneleri ile süsleyerek servis yapabilirsiniz...

Tatlımıza geçmeden önce, sizlere bir de salata tarifi vermek istiyorum, böylece mükellef bir sofrayı da tamamlamamıza az kaldı... ( Bu gece bendensiniz )

YOĞURT SOSLU PATATES SALATASI

MALZEMELER:
5 patates, 2 havuç, 4 çorba kaşığı sızma zeytinyağı, yarım limonun suyu, 3 su bardağı yoğurt, 2 diş sarımsak, 2 tatlı kaşığı kırmızı pul biber, 3-4 dal taze nane, 1 çay kaşığı tuz...

YAPILIŞI: Öncelikle patateslerimizi kaynar suda haşlayıp süzelim. Ilındıktan sonra kabuklarını soyup rendeleyelim... Diğer yandan havuçlarımızı rendeleyerek patateslere ilave edip, tuz, limon suyu ve zeytinyağını da ekleyerek iyice karıştıralım... Karışımdan ceviz büyüklüğünde parçalar kopararak yuvarlak toplar yapalım ve diğer yandan sarımsakları soyup ezelim... Son olarak, yoğurt ve sarımsağı bir kasede karıştıralım. Patates toplarını servis tabaklarına paylaştırıp, üzerlerine sosumuzu gezdirelim, kırmızı pul biber ve taze nane yapraklarıyla süsleyip servis yapalım.

Veee... Geldik en özel tarife... Yılbaşı Pastamıza... 2006 yılının, sizin için bu pasta kadar tatlı geçmesi dileklerimle... Seneye görüşmek üzere, mutlu yıllar...

YILBAŞI PASTASI

MALZEMELER:
6 yumurta, 3 çay bardağı un, 1 su bardağı toz şeker, 2 çorba kaşığı nişasta, yarım paket kabartma tozu...

KREMA İÇİN: 1 kutu toz krem şanti, 2 su bardağı süt, 1,5 bardak hindistan cevizi rendesi, 3 muz...

SÜSLEME İÇİN: 1 çay bardağı süt ile çırpılmış kakaolu krem şanti, içi çikolatalı inciler...

YAPILIŞI: Yumurtalarımızın sarılarını, aklarından ayıralım... Toz şekerimizin yarısı ile yumurta sarılarımızı bir kaseye alıp karıştıralım, şekerimiz iyice eriyene kadar benmari usulü pişirelim... Sonra ateşten alıp mikserle çırpalım, diğer yandan yumurta aklarımızı kalan toz şekerle beraber kar haline gelene kadar iyice çırpalım, yumurta sarılarını da ekleyerek iyice karıştıralım... Sonra bu karışıma un, nişasta ve kabartma tozunu katalım, karıştırarak pürüzsüz bir hamur elde edelim... Fırın kalıbımızı yağlayıp hamurumuzu dökelim ve önceden ısıttığımız 180 dereceye ayarlı fırınımızda pişirelim... Pandispanyamız soğuyunca, kalıptan çıkarıp enine 3 e keselim, krem şantimizi sütle çırpıp birinci katına güzelce sürelim, üzerine muz dilimlerimizi dizip krem şantimizi tekrar sürelim, üzerine bolca hindistan cevizini eşit miktarda serpelim...2. ve 3. katları da aynı şekilde hazırlayalım... Son olarak pastamızın en üst katını, çikolatalı krem şanti ve içi çikolatalı incilerle süsleyelim... Afiyet olsun...

SENEYE GÖRÜŞMEK DİLEĞİ İLE :::)))

Müge Eralp Kaya


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Cüneyt Göksu

 Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


   Bir Yıl Böyle Geçti

2005 için bir özet yapalım dedik Mehtap Akdeniz'le,
Bunları seçtik sizlere,
Beğenseniz de beğenmesenizde,
Bunların tamamı yaşandı 2005'te.

Ocak


Şubat


Mart


Nisan



Mayıs



Haziran


Temmuz



Ağustos


Eylül



Ekim



Kasım


Aralık



Mehtap Akdeniz'in kocaman katkılarıyla…

Cüneyt Göksu
cuneytgoksu@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
8 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Gülendam Z.Oğuz

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.852 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


GECE

Uzaktan geliyor vahşi bir ses
Bir çığlık kopuyor ötelerden
Yanağımda gezinen acı bir nefes
Bir haber getiriyor mahşerden
Uzaktan geliyor vahşi bir ses

Korku dindiremez ki acımı
Dalından koparılmış güldür bedenim
Soyuyor bir el, deşiyor yaramı
Kaynar sularla yıkanmış gibiyim
Korku dindiremez ki acımı

Gece kükrüyor tüm haşmetiyle
Yelesi savrulan rüzgara karşı
Gece ve rüzgar tutuşup elele
Oklarını atıyor bana karşı
Gece kükrüyor tüm haşmetiyle

Kulağımda saatin tik-takları
Beynimde dönen akrep-yelkovan
Zamanın çığlığı ve insiyakları
Ne zaman bitecek bu hasret, bu an
Kulağımda saatin tik-takları

Yatağımın sağ tarafı senin
Hayalin kımıldıyor orada
Dalıyorum seyrine gözlerinin
İşte buradasın, işte burada
Yatağımın sağ tarafı senin

Gözlerin yeşil bir çakmak sanki
Yanıyor karanlık geceye inat
Seni ne çok seviyorum inan ki
Delilimdir şu koskoca kainat
Gözlerin yeşil bir çakmak sanki

Yastığın altında saklıdır resmin
Çıkartıp bakarım senin yüzüne
Kulağımda yankır durur ismin
Nasıl hayran olmam senin gözüne
Yastığın altında saklıdır resmin

Uzaktan geliyor vahşi bir ses
Bir çığlık kopuyor ötelerden
Yanağımda gezinen acı bir nefes
Bir haber getiriyor mahşerden
Uzaktan geliyor vahşi bir ses

Aziz BAYSAL

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Semih Bulgur

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

http://www.betterphoto.com Bu sefer fotoğrafçılıkla ilgili web sayfaları inceledim ve hem resim çekme tekniklerini anlatan yapıları hem de çekilen resimlerin paylaşımına olanak veren paylaşımcılık ruhlarıyla ilgimi çeken örnekler sunmaya çalıştım. İlk örnek satır başında da gördüğünüz gibi betterphoto isimli web sayfası. Özellikle kullanıcılara özel olarak hazırlanmış galeri sayfaları iyi tasarlanmış. ...Most of bigfoto's pics are from amateur photographers who enjoy seeing their images on Internet... Yani http://www.bigfoto.com/ kısayolunu tıklamak ve birbirinden güzel ve indirilebilir resimlerin bulunduğu web sayfasını, mutlaka görülmesi gerekenler listenize eklemek için daha ne desinler. Bir tane de bizden http://www.fotograf.com kısayolundan tamamen Türkçe açıklamaların bulunduğu bir web sayfası var. Yeni başlamış bile olsanız, dijital fotoğrafçılık konusunda bu web sayfasından faydalanabilmeniz mümkün. Kısayolda açılan sayfadaki "dijital fotoğrafçılık" ikonunu tıklıyorsunuz ve bilgilere ulaşıyorsunuz. Son olarak sadece Digital kameralar değil, her türlü elektronik donanımla ilgili bilgileri bulabileceğiniz bir web sayfasını tavsiye ediyorum. http://www.donanimhaber.com/ Başta bilgi teknolojileri olmak üzere bir çok konuda araştırma sonuçlarını yayınlayan bu siteyi ısrarla tavsiye ediyorum.

KAHVE MOLASI DERGiSiNi ON-LINE SATIN ALABiLiRSiNiZDergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün.
http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


PhotoFiltre 6.2.0 [1,54 MB] Windows Free
http://photofiltre.free.fr/utils/pf-setup-en.exe
Photoshop ayarında diyeceğim müdavimleri kızacak biliyorum ama bu işi profesyonelce yapmayanlar için biçilmiş kaftan. Harika ve kullanışlı bir resim editörü. Hem de bedava. Yapabildiklerini gördükçe şaşıracaksınız. Plug-in ler sayesinde benzersiz bir programa dönüştürmek olası. İlla Türkçe olsun diyenler için Türkçe dil seçeneği bile mevcut. Uzun süredir kullanıyorum, yeni versiyonu çıkınca sizinle tekrar paylaşayım istedim. İstisnasız herkese tavsiye ediyorum.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20051230.asp
ISSN: 1303-8923
30 Aralık 2005 - ©2002/05-kmarsiv.com
istanbullife.com