|
|
|
3 Ocak 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Ayna ayna var mı benden güzeli?!.. |
Merhabalar,
Bu kış Avrupa'nın yumuşak yerleri donacak anlaşıldı. Gazprom vanayı kapatınca doğalgaz sevkiyatı %40 azaldı Avrupa'nın. Henüz bize dokunan bir yanı yok, yani şimdilik yumuşakçalarımız ısınacak. Amma... İşte bu konunun bir amması var ki bunu biz sade vatandaşın bilmesi, algılaması mümkün değil. Şimdi bir karpuz tarlası düşünün. Tarlanın sahibi amca salaş bir çardak yapmış gelişigüzel serdiği karpuzlarını kilosu 42 kuruştan satıyor. Biraz ileride bir benzin istasyonun açıkgöz büfecisi, o tarladan aldığı karpuzları elindeki kirli bezle parlatıp tezgaha diziyor ve aynı karpuzu 232 kuruştan kakalıyor. Tarlanın kenarına bir turist otobüsü yanaşıyor, rehber iniyor, karpuzları okkalıyor, amcayla sohbet ediyor sonra amcanın arkasından seslenmesine, el kol hareketleri yapmasına aldırmadan tekrar arabaya binip az ilerideki benzin istasyonuna gidiyor. Karpuzu oradaki büfeden alıp susamış turistlere ikram ediyor. Tabi faturayı da garip turistlere kesiyor. Turizm şirketi bu işe aradan geçen 6 yılda hiç uyanmıyor. Ya da uyanmak işine gelmiyor. Arada birileri turist rehberini zabıtaya şikayet edecek oluyor ama ondan da bir ses çıkmıyor. Devran dönüyor deve yürüyor.
Şimdi bu hikayeyi niye yazdım değil mi? Valla anlatacak başka yol bulamadım. Şimdi yukarıdaki hikayede, tarlanın yerine Türkmenistan'ı, karpuzun yerine doğalgazı, amcanın yerine Türkmenbaşını, turist otobüsünün yerine canım memleketimi, turistlerin yerine biz garip vatandaşı, rehberin yerine Yılmaz, Ersümer ekürisini, turizm şirketi yerine son 6 yılın hükümetlerini, kilonun yerine ton, kuruşun yerine de doları yazın bakın ne oluyor? 1999'da yapılan akla hayale ziyan anlaşma nedeniyle almadığımız gaza bile para öderken, bu anlaşmayı düzeltmeye çalışmak yerine mavi akım projesini hayata geçirdim diye ekranlara italyan dostuyla poz verenlere sormalı; "Kardeşim hiç mi vicdanınız sızlamıyor? Aynı gazı Türkmenistan'dan üçtebiri fiyata almak varken ne halt etmeye gazprom denilen global güce yem oluyorsunuz?" Hani banka batıranlara vatan haini damgasını vuruyoruz ya, alın size vatan hainliğinin daniskası. Şimdiki yönetim de buna sessiz kalarak, hatta vanaları açarken oğlunun kirvesinin yanında yer alarak düpedüz bu hainliğe alkış tutuyor. Helal olsun onlara!?..
...
Apar topar transfer olduğu gazetenin, yılbaşı hediyesi olarak olsa gerek, başına getirilen taze yönetmen ilk demecini vermiş. Gazetesine bundan böyle yazar değil muhabir alacakmış. Muhabirliği yeniden yüceltecekmiş. Bravo. İnsan duruma ancak bu kadar güzel bir kılıf bulabilirdi. Taze yönetmene de sormalı; "Acaba Türk medyasında sizin altınızda çalışmaya hevesli kaç tane yazar vardır? Yazarlar çalışmak için sıraya girdi de siz mi kapıdan kovdunuz." Eh be kardeşim, insan hiç olmazsa sabah kalktığında aynaya bakar ve sorar "Ayna ayna neden bu millet beni sevmiyor?"
Evet haklısınız bugünkü yazı çok sorulu oldu. N'apalım işte, biz de garip vatandaşlar olarak ancak böyle cevabı asla alınamayacak sorular sorarak eğleniyoruz. Hiç olmazsa onu yapalım değil mi? Artık pikabı çevirmenin zamanı geldi. Bugün 20 yıl öncesine gidiyor ve sert ama iyi bir şarkıya kulak veriyoruz. Europe çalıp çığırıyor, The Final Countdown. Hepimize güzel bir gün olsun, esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Kardelen Ezgileri : Fatma Toprak Gök SANA BİR İTİRAFIM VAR ABİ! | |
Küçüktüm o zamanlar. Ama bir o kadar da zeki tabi. Kendimim diye söylemiyorum, içimdeki cevher daha o yıllarda kendini göstermişti. İlkokuldayken; Andımız'ı, İstiklal Marşı'nı, özel günlerde şiirleri genelde ben okurdum. O zamanlar kısa boyluydum. (Şimdi maşallah fidan gibi oldum!) Öğretmenler; orta ve arka sıradaki öğrenciler o gürül gürül sesin sahibini aramaktan helak olmasınlar diye, beni şiir okurken hep masanın üstüne çıkarmak zorunda kalırlardı.
Okuldan ve derslerden arta kalan zamanlarda, mahalledeki arkadaşlarla oyunlar oynardık. Devir, şimdiki gibi internet ve televizyon devri değildi. Biz; dışarıda, toza toprağa bulanarak, temiz havayı soluyarak, arkadaşlarımıza dokunarak geçirdik çocukluğumuzu.
En basit oyunumuz; evcilikti. Bu basit oyunu oynarken bile, içinden çıkamadığımız türlü şeyler olurdu. Mesela; oyunlarımızın hiçbirinde anne-baba olmazdı. Anne-baba olmak demek, aynı zamanda bu rolü oynayanların evli olması düşüncesini akla getirebilirdi. Ve bu durum; biz çocuklar arasında ayıp kaçabilirdi. Biz, bunun yerine anne-baba olmadan, sadece kardeşler olmayı tercih ederdik. Sorun, bununla çözülmezdi. Bu kez de kim abla olacak, kim kardeş olacak bunun çekişmesi yaşanırdı. Tabi biz o zehir zekamızla, buna da çözüm getirip ikiz kardeşler gibi davranır ve birbirimize 'abla-kardeş' diye hitap ederdik oyunlarımızda.
Bizim evin karşısında çürük bir bina vardı. Evi yaptılar, kabası bittikten sonra bina çöktü. Sadece kolonlar kaldı. Yıllar sonra yeniden yaptılar ama bizim için o bina hep 'çürük bina'ydı. Tek katlı olan çürük binaya 6 adet salıncak kurmuştuk. Ne parkı… yoktu bizim oralarda park falan… Sallanır dururduk çürük binadaki salıncaklarımızda.
En zevkli oyunumuz saklambaçtı. Akşamları, hava kararmaya yüz tutarken başlardık ve hava iyice kararıp da ailelerimiz bizi fellik fellik arayana kadar devam ederdik oyunumuza. Çömlek patlatması kolay olsun diye, karanlığı tercih ederdik. Ebe, direğin önünde bizi sobelemek için fırsat kollarken, biz bir üst sokakta elimizi kolumuzu sallaya sallaya yürürdük. Bizi birbirimizden ayıramaz, kararsız kaldığı için öylece izlerdi. Bazen olayı abartıp, ebe bizi ararken, eve gidip yemek falan yerdik. Sonra gelip, üzerimizdeki hırkaları kazakları değiştirip, yine çömlek patlatırdık. Dedim ya, en güzel ve en zevkli oyunumuzdu saklambaç.
Futbol maçı da yapardık. Mahallenin erkek çocukları, biz kızları genelde kaleye verirlerdi. Ben daha çok yakar top oynamayı severdim. Bir de istop.
Ha bir de çivi saplamaca oynardık. En çok da bizim bahçede yapardık bu işi. Toprağı ıslatıp, havadan çiviyi attığımızda toprağa saplanacak hale getirirdik. Sonra çizgiler çizerdik. Çizgiler, çizgiler… hayatımızın her döneminde olduğu gibi. O zamanlar topraktaydı, daha sonra defterimizde, sonra kalbimizde, daha sonra da alnımızda, yüzümüzde… Hayatımızın sonuna kadar bizi yalnız bırakmayan çizgiler biriktirdik, o dönemden başlayarak…
Hay Allah… Ben aslında komik şeyler yazayım istedim. Ama gördüğünüz gibi kalemim bir türlü rahat bırakmıyor beni. Ama bu kez ona yenilmeyeceğim. Asıl konuya dönelim:
İlkokula başlamadan önceydi. Sanırım dört buçuk ya da beş yaşlarındaydım. Evdeydim ve canım fena halde sıkılıyordu. Ne yapsam, ne yapsam diye düşünüp dururken dolapların içini karıştırmaya başladım. Her kapağı açışta karşıma bir şeyler çıkıyor, ama hiçbiri cazip gelmiyordu. Tam kendimi iyice bırakmışken son bir kapak daha ilişti gözüme. Açtım. Karşımda babamın tıraş takımı bütün görkemiyle duruyordu. Açtım hemen. Küçük makas, küçük ayna, tıraş fırçası, jilet… veeee kocaman, yeni alınmış bir tıraş kremi…
Az önce çok zeki olduğumu söylemiştim! Kafamda şimşekler çakmaya başladı. Yo yo, düşündüğünüz gibi değil, tıraş falan olmadım tabii ki. İçimden bir şeyler beni dürtse de, yapmadım. Sadece doktorculuk oynadık. Tıraş kremi hasta oldu, ben de doktor. Aldım elime iğneyi. Eeee hastayı iyileştirmek lazım. Vurdum bir iğne. Baktım tüpe, "yok daha değil" dedim, iyileşmemiş henüz. Bir iğne daha. Sonra bir iğne daha. Yetmez tabi yeter mi hiç. Kısa bir süre önce beni köpek ısırdığında ne demişlerdi bana: "eğer köpek kuduzsa kırk iğne yiyeceksinnnnnn!" Demek ki neymiş: iyileşmek hemen öyle kolay olmuyormuş.
Köpek dedim de; onu da anlatayım. Yine yaklaşık dört buçuk beş yaşlarındayım. Beş kişi yan yana mahalle arasında yürüyoruz. Ben en soldayım. Biraz ileride bir köpek duruyor, daha mesafe var. Bu zehir zekamla, köpeğin yanına yaklaşmadan önce, önlemimi alayım istedim. Ve yavaş yavaş, çaktırmadan adımlarımı yavaşlatıp, arkadan en sağa geçtim. Köpeği geçtiğimiz sırada, köpek de aynen benim yaptığım gibi, yavaş yavaş ve çaktırmadan, arkadan en sağa geçmiş ve bacağımın arkasından harrtttttt.
Neyse biz yine konumuza dönelim. İğneleri birer ikişer hastama uygularken bir de baktım ki ne kırk, ne elli. Tüpte sağlam yer kalmamış. Böyle durumlarda insanın aklı, hep iş işten geçtikten sonra çalışır nedense. Beni aldı bir korku. Eyvah, birazdan babam gelecek ve bu manzarayı görünce kim bilir neler olacak. Hemen tüpü ve diğer malzemeleri tıraş kutusuna yerleştirdim ve ortadan kayboldum.
İşte beklenen an… Babam tıraş olacak. Aldı kutuyu, açtı. Tüpü aldı eline ve sıktı. Sadece tüpün ağzından çıkması beklenen tıraş kremi, her taraftan fışkırmıştı adeta. Cinlerin hepsi babamın tepesine toplandı, görüyordum. Aynı zamanda babamın düşüncelerini de okuyordum. 'Bunu yapsa yapsa kim yapar, tabi ki evin haylaz çocuğu yapar.' Yani abim!.. Babam, hiçbirşeyden haberi olmayan abime kızıyor, bense kapının arkasından gizlice izliyordum onları…
Uzun yıllar geçti. Üniversitede okurken, tatilde olduğum dönemlerden birinde; abim, eşi ve ben oturmuş sohbet ediyoruz. Yaptığımız bir konuşma, nedense bu olayı çağrıştırdı bana. Ve abime dönüp dedim ki: "Sana bir itirafta bulunacağım, o tıraş kremini ben deldim"…
Olanları unutmuş olan abimin tepkisi ise çok soğuk oldu: "Ne tıraş kremi yaa!"
Fatma Toprak Gök
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir |
ÜŞÜYORUM, BİRAZ DA AĞLADIM NERDESİN?
Ve yine kar yağıyor. Gecenin en bilinmez siyahına inat uzak, çok uzaklarda görüş alanım. Sadece odamın tam karşısından görünen cami kubbesinin kutsanmış huzuru var dualarımda. Birbirinden çok farklı zarafetlerle gelip kubbeye yer tutan, erimemek için direnen güzel tanecikler.. ilk kar bu! Senden sonra gördüğüm. İlk yalansız beyaz. Biraz üşüyorum. Hicaz buzullar. Nihavent melodiler. Sensizim… öyle uzaksın ki; ölüm bile yakın gelirdi avuçlarıma. Eriyen kar taneleri kadar uzağımdasın. Çocukluk yıllarımın yeşil fiyonklu sevinci kadar bilinmez mabedimde. Hiç görmediğim ellerin var aklımda. İsminin ve fikrinin serinliği birde. Ben üşüyorum. Sen yoksun. Yalan yaralarım kabuk bağlayalı çok oldu. Ve bu kar sessizliğimin kuş cıvıltılarını da aldı avuçlarımdan. Bir adın kaldı geride bir de çaresiz sevdan.
Kar...
Üzerime değsin istiyorum. Camı açtım. Odaya değdi soğukluk. Yalnızlığıma acıdım. İliklerim ıslandı. Avuçlarımı açtım. Tanecikler nazlıca, küçük soğukluklar bıraktılar. Bilmem, kaçıncı kez dinledim şarkımızı. Hiç bıkmadan. Gözlerimin etrafındaki tüm kandilleri söndürdüler. Nazlı kar taneleri yönlerini şaşırıp camımın pervazından ayaklarıma varıyorlar. Şimdi başa aldım şarkımızı. Üşüyerek ağladım. Aklımda sen. Karanlıkta yalnızlığım. Yalan yaralarım iyileşeli çok oldu. Bu ilk kar. Yalan bulaştırılmamış ilk nazlılık senden sonra. Caminin kubbesi buzul saflığına büründü. Odam acınla doldu. Göz yaşlarım avuçlarımı ıslattı. Elimdeki bardağı uzağa fırlattım. Parçalandı...
Kesilen yaramın kanı kara bulaştı. Ben ağladım. Yalan yaralarım iyileşti. Biraz da üşüyorum. Perdenin hoyratlığı korneşleri çıtırdattı. Ben ağladım. Bilmem kaçıncı kez başa aldım şarkımızı. Kaçıncı yüz dinliyorum kim bilir? Elimin kanı karın nazlılığına acı bulaştırdı. Zarifliğine yalan ilave etti. Başımı camımdan uzatıp yıldızları görmek istedim. Çok uzaklarda sadece bir tanesini görebiliyorum. Elim kanadı. Bardak parçalanıp sessizliği ve sensizliği yankılandırdı. Ben ağladım. Bu, senden sonraki ilk beyaz. Üşüyorum. Hiç olmadığı kadar. Dön artık. Kesiklerim sensiz kabuk tutmayacak. Biriktirdiğimiz tüm hayalleri yaktım bu gece. Anladım onlar sensizken evi ısıtmayacak! Ben ağlıyorum, biraz da üşüdüm, neredesin?
Sarahatun Demir
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
EKMEK TEKNESİ
Senenin ilk kar yağışını izlerken tüm ürpertici soğuğuna rağmen içime sımsıcak bir huzur doldu. Camdan dışarıya bakarken çocukluğumda böyle bir günü ne kadar büyük bir heyecanla beklediğimizi düşünür buldum kendimi…
Bembeyaz uçuşan kelebekler….
Gecenin karanlığında ışıldayarak lapa lapa yağan kar ve ertesi gün bize yaşatacağı heyecanlar… En çok karın yağmasına mı sevinirdik yoksa ertesi gün ailelerimizden izni alır almaz sokağa çıkacağımıza mı, bilemiyorum. Ama şimdi biliyorum ki bizi sabırsızlandıran karda oynayacağımız oyunlardı.
Her yıl kar yağışını sabırsızlıkla beklememize rağmen kızak yaptırma işini hep son ana bırakırdık. Okuldan çıkar çıkmaz soluğu en yakın marangozda alır, işi olup olmamasına aldırmadan bize kızak yapması için sıkıştırırdık. Çoğu zaman bu ısrarımıza ailelerimizi de dahil ederdik. Kızaklarımız yapılır yapılmaz soluğu, şimdi gözüme çok küçük görünen ama çocukluğumuzda kızağımız için devasa bir pist olan, kimi zaman takla atmaktan sonuna ulaşamadığımız yokuşta alırdık. Her zaman bizden önce kaymaya başlayanlar olurdu yokuşta. Biz de sıraya geçer yeni kızağımızla kaymak için acele ederdik. Bir, iki, üç derken saatlerce hiç yorulmadan yokuşu koşa koşa çıkar, zevkle çığlıklar ata ata tekrar aşağıya kayardık. Bu tatlı oyunumuz çocuklardan birinin babaannesinin ekmek teknesini yokuşa getirmesiyle daha da bir coşkulu hal alırdı. Hepimiz elimizdeki kızağı bir kenara koyup, tekneye ilk binenlerden olmak için birbirimizle yarışırdık. Tekneye iki kişi biner, yarı yolda düşer neşeyle tekrar biner kayarak aşağıya inerdi. Bu düşüp kalkmalar esnasında üstümüz ıslanır ama biz bunlara hiç mi hiç aldırmazdık. Tek düşündüğümüz bir kez daha ekmek teknesiyle kaymak olurdu.
Bu oyunumuz büyük çocuklardan birinin tekneyi diğer yokuşa götürmesine kadar devam ederdi. O yokuşa bizim gitmemiz yasaktı. Daha büyük çocuklar kaydığı için mi yoksa düşünce bir yerimizi kırarız diye mi izin vermiyorlardı bilemiyorduk, ama yokuşa doğru tek bir adım atmaya kalktığımızda mutlaka engel olan bir büyük çıkardı karşımıza. Biz de tekrar kızaklarımızla kaymaya başlardık gözümüz diğer yokuştan yana olan yolda, tekne gelse de biraz daha kaysak diye.
Havanın kararmaya başlamasıyla ailelerimiz artık eve girmemiz gerektiğini hatırlatırdı. Buna rağmen büyüklerden birinin gelip adeta kolumuzdan tutup sürüklercesine yolunu tutturuncaya kadar devam ederdik havuç kırmızısı burunlarımızla. Hep son ana kadar beklemeyi tercih ederdik. Sonra da istemeye istemeye evin yolunu tutup da içeriye girdiğimizdeyse ne kadar üşüdüğümüzün farkına ancak varırdık. Her yanımız ıslak, ellerimiz ve yüzümüz soğuktan kıpkırmızı olmuş vaziyette hemen sobanın yanına dikilirdik. O zaman da annelerin söylenmeleri başlardı.. Kimimiz kaşkolunu takmamıştır kimimizse eldivenini… Oyuna doyulmayacağını bilmiyorlar gibi bir iki kez kayıp eve gelmemizi tembihlemelerinin boşa olduğunu tekrarlayıp dururlardı. Bizse o kadar üşümemize rağmen ertesi gün kar erimese de yine ekmek teknesiyle kayabilsek diye hayaller kurardık. Çoğu zaman da rüyalarımızda ekmek teknesiyle sınırsızca kayardık…
Yasemin Duman
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
BİR GÜL…
Issız, sessiz, kupkuru dağ başında
BİR GÜL…
Sadece yağmur suyuna kanarmış.
Yağmurun altında kan kırmızı açılır
Yağmur dinince içine kapanırmış.
Mevsimlerden baharmış,
Aylardan mayıs…
Eriyen kar suları ZAP suyuna karışırken,
Okula gönderilmeyen kızlar günlük işlerle uğraşır
Koyunlar çayırlarında otlarken,
Şehirde bombalar patlarmış.
Ölen ölür,
Kalan sağlar
Hayatla mı, doğayla mı, düşmanla mı
Savaşsalar bilemediklerinden,
Ölümü bekler dururlarmış.
BİR GÜL…
Sadece yağmur suyuna kanar,
Yağmur dinince içine kapanırmış.
Sis çökermiş dağın üstüne,
Askerler, bulutların üstünde yürür,
Yürüdükçe denizi hatırlar,avunurlarmış,
Annelerini, sevgililerini, evlerini özleyen askerler…
En çok da sessizlikten korkarlarmış.
Karşı dağda, sınırda kutlama yapan
Karanlık dağı havai fişeklerle aydınlatıp
Şen kahkahalar atan düşmanın acı sesini
ZAP'ın sesiyle bastırıp unutmaya çalışırlarmış.
BİR GÜL…
Sadece yağmur suyuna kanar,
Yağmur dinince içine kapanırmış.
Yağmuru bekleyen gül gibi
Askerler de bekliyor.
Yanıyor bu gün şehir,
Yağmurun altında açan gül kadar kan kırmızı…
ZAP'ın sesi de bastıramıyor artık
Yüreklerdeki isyanı…
Fotoğraf: Leyla Ayyıldız
Atiye Şeker
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Yaşamadan bilemezsin ki
Yaşadığım gerçekleri paylaştım arkadaş dostumla
İstemeden verdim bildiklerimi nasihatmı öğütmü ne dersen de
Kırılmasın üzülmesin sevdiklerim
Değer verdim arkadaşlarıma dostuma
Düşündüm onların açısından her seferinde
Yanında yer aldım almaya çalıştım destek adına
Yaptıklarım değil yapmak istediğim önemliydi ben için
İstediğim sadece arkadaşlık dostluktu
Her seferinde burktular kırdılar kalbimi
Acıttılar canımı yok ettiler güvenimi
Yok artık verilecek değerim nede güvenim
Sevgimi anlamadılar suiatimal ettiler
Gelemiyorum haksızlığa , riyakarlığa
Alışmış herkes bencil yaşamaya
Yok olmuş arkadaşlık dostluklar
Konuşurlar ancak arkadan önyargılı
Suclarlar devamlı yanında yer almayanları
Saygı duymazlar kendilerine
Anlatsanda anlamsızlaşmış değerler
Kakara kukara makara olmuş hepsi
Ne sohbet ne paylaşım nede dostluklar
Yalan olmuş arkadaşlık dostluk yalan...
Yücel Haksal
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
• HAFTANIN ÖZLENEN TEMBELİ •
|
Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan Boxing Helena |
|
Ben film seyretmeyi bilmezdim eskiden. Ekranda ne görürsem ona bakar, alegorik yaklaşımlardan habersiz, öylece, yüzeydeki hikayeye takılır, salatalık gibi girdiğim sinemadan, hıyar gibi çıkardım.. Anlamazdım bir şey.. Hem anlamaz hem de konuşurdum, bayır aşağı yuvarlanan boş gaz tenekeleri gibi..
Sonra sonra, insanın kuyruğu çıkar gibi bir akıl, bir derinlik oluştu bende, ve başka hikayelerin de anlatıldığını anladım yüzeyde görünen hikayenin altında.
Boxing Helena, Helena'yı Hapsetmek.. olarak çevirirsek yanlış olmaz sanırım. Bu filme takılıp kaldı aklım bir süredir. Olağanüstü güzel, sosyal ve popüler bir kadın, ve tesadüfen karşılaştığı bu kadına aşık olup büyük acılar çeken, iletişim sorunları içinde kıvranan zengin, asosyal bir cerrah. Bu ikilinin deli ötesi hikayesi etrafında gelişiyor olaylar.
İzlememiş olanlar için kısaca hatırlatalım. Çevresinden kimsenin haberi yokken, bir sebeple kadın cerrahın evine gidiyor, adamı ziyarete, adam evde biraz aşırıya kaçıyor, kadın evden kaçmak, oradan uzaklaşmak istiyor, ve acele ve biraz da korkuyla geri geri kaçarcasına çıkarken evden, aniden gelen bir kamyon çarpıyor kadına, ve kaçıyor araç.. Doktor bunu fırsat bilerek kadını içeri taşıyıp evinde ameliyat ediyor. Daha sonra da tesadüfen şahit olduğu birkaç telefon etme, ya da kaçma girişiminden rahatsız olup, her kaçma denemesinde uyku ilacı enjekte edip, evdeki ameliyatları sürdürüyor, taa ki kadın iki kol ve iki bacaktan yoksun, bir torso olarak kalana kadar.
Çılgın doktor, hergün sabah işe giderken kadının ağzına besliyor kahvaltısını. Ve akşam geldiğinde önce banyoya götürüp yıkıyor kadını, en güzel giysilerini giydirip, kendi elleriyle makyaj yapıp, saçlarını tarıyor Helena'nın. Böylece, çeşitli olaylarla sürüyor film..
Biz toplum olarak konulara siyah ve beyaz olarak yaklaşmayı seviyoruz. Ara renkler yok bizde. Ben de ilk izlediğimde adamı anlayamamıştım. Nasıl olur da böyle bir şeyi yapabilir bir insan diye. Sonra sonra, bunun bir ara renk sorunu olduğunu düşündüm, ikili ilişkileri sorguladım.. Ve dehşetle gördüm ki, benim kurguladığım bir sürü ilişki de dahil olmak üzere, pek çok ilişki aslında Helenayı hapsetmek üzerine kurulu yazık ki.
Özgürlükten dem vurur, övgüler düzeriz özgürlüğe. Yalandır bu, belki kendi adımıza özgürlüğü özlüyor, istiyoruzdur, ama karşımızdakine asla uygun görmez, bahşetmeyiz bunu. Güvensizliğin dalgaları sürekli çarpar kıyılarımızda.. gece gündüz, durmaksızın. Bu dalganın sesi hiç kesilmediğinden olsa gerek, rahatsızlığımız bitmez ve özgürlüksüz ilişkilere yöneliriz.
Nasıl olur da bir insan bir insanı hapsedebilir?
Hiç kafese yeni girmiş kaplan gördünüz mü? Vahşi hayvan sürekli gidip gelir kafesin içinde. Ters giden birşeyler olduğunun-taa derinlerinde-farkındadır. Adını koyamaz belki.. Ama ha bire, durmaksızın, ara vermeksizin, yemek yiyip su içmeksizin gider gelir kafeste.. Gece gündüz.. Çok hazin bir manzaradır bu... Bilinçsiz bir bilinç vardır, çünkü özgürlük doğasında, damarlarında, hücrelerinde olan bir hayvandır söz ettiğimiz. İşte bu doğası nedeniyledir ki, ha bire gidip gelir kafeste, neyi neden yaptığını bilmeksizin.. Bitap düşene kadar sürer gider bu umutsuz yürüyüş... Ve bir gün bakarsınız ki, bir köşeye umarsızca kıvrılmış, patilerini yalıyor. Sanki yıllardır orada, o kafesin içindeydi, ve asla hiçbir zaman özgür olmamıştı.. Ani ve keskin bir kabul ediştir bu. Ve bundan sonra, belki de özgürlüğünü verseniz de artık alacak gönlü, özlemi kalmamıştır, kim bilebilir? Herşeye karşı kayıtsız, ilgisiz bir yaşantıyı, alışkanlıklar ve tekdüzeliğin tembel sükuneti içinde sürdürüp gider artık.
İşte kurup geliştirdiğimiz ilişkiler de genellikle bu biçimde yazık ki. Sonunda kendimizi de karşımızdakini de özgürlükten uzak, kayıtsız ve umutsuz hale getirmeyi nasıl da beceririz. Nasıl da beceririz hayatı monoton bir film haline dönüştürmeyi.
Amaç bu değildir şüphesiz, ama sonuç genelde bu olur. Zorunlulukla yapılmış seçimler değersizdirler. Sürekli göz hapsinde ve denetimde tuttuğumuz eşimizin sadakati için, sadakat diyebilir miyiz? Peki eğer özgür olsaydı, yine ve hala onun seçimi olacağımızı düşünebiliyor muyuz? Özgür olsaydı eğer, istediğini yapabilseydi, bize karşı duygu ve davranışları değişir miydi? Bu tehlikeden kaçınma güdüsüdür insan ilişkilerini tahakküm altında tutan. Özgür olup doğal seçim olduğunu bilmek (ya da denemek) yerine, hapis olup birliktelikleri riske atmamak..
Özgür ilişkiler kurup geliştirebilmesi için insanın, öncelikle özgüveninin sağlam olması gerekir. Birey olmayı başarmış olmalıdır insan. Başkasına bağımlı olmaksızın ayakta durmayı becerebilecek, entelektüel açıdan ve hatta ekonomik açıdan bağımsız bireyler olmalı ki, en azından özgür bir ilişkiden sözedebilelim. Bu yapıda iki insan, eğer ilişkileri bir de sevgi temeli üzerinde kurulmuşsa, bence pek korkmamalılar diğerini kaybetmekten. Böyle bir tehlikenin kapılarını çalma olasılığı az gibi görünüyor.
Son zamanlarda sıkça aşktan söz ediyoruz.. ama işin bu taraflarını da düşünmek zorundayız.
Aşkla sevdiğimiz birisini hapsetmeden, özgür bırakarak sevebilmenin yollarını aramak bulmak zorundayız.. Bu çabaya değer, çünkü aşkla sevdiğimizi kaybetmememizin yolu buradan geçiyor..
'Sevgili Ziya Akça Kayar ve Sevgili Leyla Ayyıldız'a katkılarından dolayı teşekkürlerimle'
Ahmet Altan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.852 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
YENİ YIL
Geçen senelere inat
Ne mi yazacağım?
Kırılmış mutluluğumun
Hüznünü anlatacağım sana.
Kış günlerinde
Bir solukta uğrayıp
Neleri sığdırdığımı anlatacağım
Sessizliğe
Hayatı acılarıyla sevdiğimi,
Hüzünlerde çoğaldığımı,
Beklemeyi
Umudu
Renkleri
-Solgun günlerimde yaşadığım-
Nasıl yaşadımsa
Devamını yaşamayı,
Öğrendiklerimi bir başıma
Öylesine yalnız
Yapayalnız
Nice yıllara
Dostça, insanca
Sevgi dolu
Bir dünyaya
Hoş geldin
Yeni yıl.
Beni bu güne kadar anlamamış olsan da.
Nesrin Özyaycı http://www.nesrinozyayci.com
Yukarı
|
Çizen: Semih Bulgur Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Flash animasyon meraklıları için bedelsiz çalışma taslakları. http://www.brainybetty.com/free_swish.htm ...Free swish Source Files: (You will need the Swish program to modify these...) Swish is an absolutely awesome program I began using a few years ago to create and modify Flash files...
Messenger veya ICQ kullanıcıları için bol miktarda malzeme bulunan http://www.messengermods.com web sayfasını tavsiye ediyorum. Bence şöyle bir göz atın, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
Hani 70'li yıllardan beri tanıdığımız, ( ben daha öncesini bilmiyorum ), Cin Ali isimli bir M.E.B. kadrolu süper kahramanımız vardı? Anlayanların yüzlerindeki gülümseme ifadesini tahmin edebiliyorum. http://www.stickpage.com/ kısayolunda bizim Cin Ali'ye rakip bazı elemanlar mevcut. Hatta aralarında film çevirenleri bile var. İnanmayorsanız buyrun kendi gözlerinizle görün.
Animasyon severlere bir kaynak http://www.atomfilms.com/ birbirinden ilginç animasyonlarla ve sinema kalitesini aratmayacak nitelikleriyle sağlam bir kaynak. Özellikle flash meraklılarına küçük ninja'yı tavsiye ediyorum.
Dergimizi ve fincanlarımızı On-Line satın alabileceğiniz bir adres. Weblebi.com'dan ürünlerimizi indirimli ve/veya taksitli olarak almanız mümkün. http://www.weblebi.com/Default.aspx?Pt=32&Did=TAEZF9ohYPyGkqxpFCS-1A&Sid=1
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
PhotoFiltre 6.2.0 [1,54 MB] Windows Free
http://photofiltre.free.fr/utils/pf-setup-en.exe Photoshop ayarında diyeceğim müdavimleri kızacak biliyorum ama bu işi profesyonelce yapmayanlar için biçilmiş kaftan. Harika ve kullanışlı bir resim editörü. Hem de bedava. Yapabildiklerini gördükçe şaşıracaksınız. Plug-in ler sayesinde benzersiz bir programa dönüştürmek olası. İlla Türkçe olsun diyenler için Türkçe dil seçeneği bile mevcut. Uzun süredir kullanıyorum, yeni versiyonu çıkınca sizinle tekrar paylaşayım istedim. İstisnasız herkese tavsiye ediyorum.
Yukarı
|
|
|
|
|
|