Eğitim Gönüllüleri



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 902

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 19 Ocak 2006 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Teşekkürler!..


Merhabalar

Dokuzyüzü aşıp bine el sallamamızı kutlayan, güzel sözlerle sırtımı sıvazlayan tüm kahvecilere teşekkür ederim. Yorucu bir günün ardından sizinle fazla kalamayacağım için üzgünüm. Size epeyce eskilerden güzel bir İtalyanca şarkı ile veda edeyim istiyorum. I Santo California çalıp çığırıyor, Tornero. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

Ömer Akşahan

 ÖNSÖZ : Ömer Akşahan


  EĞİTİMDE SÖZEL İLETİŞİMİN ÖNEMİ ÜZERİNE

Mesleğe ilk adımı attığım zaman, bundan 32 yıl önceydi. Yirmi yaşındaydım. Başımda kavak yelleri esen yıllar. O yıla değin en uzak yer olarak gördüğüm kent sadece Ankara ve Konya'ydı. Kurada Muş ili çıkmıştı. Annemle birlikte yaptığım uzun bir yolculuğun ardından hiç alışık olmadığım bir iklim ve toplumla karşılaşmıştım. Okul yönetimi stajyer olduğuma aldırmadan bana haftada 30 saat ders verdi. Yüksek okulda yaptığım stajın ve öğrendiğim teorik bilgilerin kısa vadede bana bir yarar sağlamasını beklemenin saf dillik olacağını kısa zamanda anladım.

Bir gün orta ikilerde bir sınıfa derse girmiştim. Ders zilinin çalmasının üzerinden ancak beş on dakika geçmişti. Kısa boylu, zayıf ve çelimsiz bir öğrencim kapıyı çalmadan içeri girdi. Kendisine sertçe, "Dışarı çık ve kapıyı çalarak içeri gir." dedim. Ancak o, bu sözlerimi hiç duymamışçasına dışarı çıktı. Aradan iki dakika geçer geçmez, kapı bu kez, daha sert bir şekilde, çalınmadan açılmıştı. Öğrencim kravatını gevşetip yana kaydırmış ve ceketinin düğmelerini de iliklememişti. Omuzlarını da sağa sola kaydırarak adeta bana meydan okuyordu. Bütün sınıf pür dikkat kesilmiş, bizi izliyordu. Bu durumda, siz olsaydınız ne yapardınız?

Onun bana doğru meydan okurcasına gelmesiyle kendimi bir anda kaybettim. Boğazından tuttuğum gibi duvara dayadım. Böylesine küstahça tavır içine giren bir öğrenciye ne yapılması gerekiyorsa onu yaptığıma inanarak, boğazını sıkmaya başladım. O an, inanın çok samimi yazıyorum, ölse, hiç umurumda olamazdı. Ne kadar sıktığımı bilmiyorum. Ancak bayıldığını anlayınca bıraktım. Sınıfın tümü adeta bir korku filmi izlercesine nefesini kesmişti. Ön sıradaki çocuklar yanıma korkarak geldi. Baygın durumdaki arkadaşlarını kucaklayıp sıranın üzerine yatırdılar. Bir öğrenci de müdür odasından kolonya getirdi. Bir süre sonra da kendine geldi.

Bu olay, belki de meslek hayatımın sonu olabilirdi, diye düşünüyorum. Özellikle batı toplumlarında aile içinde ve okulda çocuklara şiddet uygulamasına ağır cezalar uygulanmaktadır. Şimdi aklınızdan geçen soruyu yanıtlayayım. Bu olay sonrası ne oldu? Yanıtı çok kısa ve basit: Hiçbir şey olmadı! Neden mi? Çünkü orası Doğu Anadolu'ydu. Bu tür olaylar, sıradan, adi olay sınıfına girerdi. Ayrıca ilkel bir adetleri varmış; her yeni gelen öğretmenin cesareti test edilirmiş. Tabii sonuçta, ben testi başarıyla geçmişim! Beni asıl şaşırtan şey, bu olay hakkında ne idareden, ne de ailesinden bana yönelik hiçbir eleştiri gelmemiş olmasıydı.

Yıllar sonra yine Doğu Anadolu'da bir ilçe merkezindeki lisede okul müdürünün bir genci ağzından, burnundan kan gelinceye kadar dövmesine tanık oldum. Tüyler ürperticiydi. Olayın akabinde gencin ailesinden birkaç kişi okula geldi ve müdürle görüşüp, özür dileyerek okuldan ayrıldılar. Onca yıl geçmesine karşın, Doğuda değişen bir şey yoktu. Dayak h?l? eğitimin vazgeçilmezleri arasındaydı. Öğretmen, her şeyden önce kendini kontrol etmesini bilen kişi olmalı. Bu konuda iyi bir eğitim verilmediğini ifade ederken mazeret olarak ileri sürmüyorum. Aile de bu konuda çocuğa yardımcı olabilir. Anonim olmasına karşın, okunduğunda insanı düşündüren bir anekdotu yineleyeceğim.

Babası çocuğa bir torba çivi verir ve ona sabrını her kaybettiğinde kapağın arkasına bir çivi çakmasını söyler. Birinci gün çocuk 37 çivi çakar. Haftalar ilerledikçe çocuk kendini kontrol etmeyi öğrenir ve daha az çivi çakmaya başlar. Daha sonra, kendini kontrol etmesinin gidip kapağa çivi çakmaktan daha kolay olduğunun farkına varır. Hiç çivi çakmadığı ilk günün sonunda durumu babasına bildirir.

Bu defa baba, oğluna kendini kontrol ettiği her günün sonunda çivi sökmesini söyler. Günler geçer ve en son çivi söküldüğünde çocuk yine babasına haber verir. Babası çocuğun elinden tutar ve kapağın yanına götürür ve şöyle der:

"Bak oğlum çok çalıştın, fakat kapağın üzerindeki deliklere bir bak. Hiç bir zaman eskisi gibi olmayacaklar. Her sabırsızlığında karşındakilerde böyle yaralar oluşur. Ne kadar özür dilersen dile o yara daima orada duracaktır. Sözlü bir saldırı da en az fiziksel saldırı kadar yaralayıcıdır. Arkadaşlar mutluluktur, bizi güldürürler, başarı için cesaretlendirirler, bizi dikkatlice dinlerler ve her zaman kalplerini bizlere açmaya hazırdırlar."


Şimdi geriye dönüp baktığımda, acaba kapanmayan kaç delik açtım, bilmiyorum. Tam bunu düşünürken, aklıma birinci sınıf öğretmenim düştü birden. Bize okuma yazmayı parmak uçlarımıza acımasız biçimde cetvelle vurarak öğretmişti. Ciddi anlamda dayakla ilk tanışmamız onunla oldu. Benim de zaman zaman bu yolu denememde, çocuk yüreğime çakılan o çivilerin açtığı yaraların etkisi olmasın sakın?

Eğitimin en önemli ve vazgeçilmez metodu sözel iletişimdir. Her ne kadar sözel anlatım etki yönüyle çok da etkili olmasa da, her yöntem ve tekniğin ilk giriş kapısıdır. Bu nedenle öğretmenin sınıfta yaşayacağı ve yaşatacağı tüm etkinliklerin başarısında konuya ilişkin söyleyeceği sözcükler büyük önem taşır. Günümüzde öğretmen yetiştiren kurumların teori kadar pratik uygulamalara geçmişte Köy Enstitüleri ve Öğretmen Okullarındaki kadar önem vermesi gerekir. Toplum önünde konuşmayı beceremeyen bir kişinin 30-40 kimi zaman da sayıları 70'e varan sınıflarda ders işlemesi olanaksızdır. Bu eksikliğin farkına varan Milli Eğitim Bakanlığı "Güzel Konuşma ve Yazma"yı seçmeli ders olarak koymasına karşın, okullarda yeterince ilgi gördüğünü sanmıyorum.

Yine geçen yıl yapılan bir değişiklikle Eğitici Kolların adı 'Kulüp' olarak değiştirildi. Öğrencilerin okulda hobi olarak düşündükleri dalda açılan bir kulübe üye olarak o konuda kendini geliştirmesi amaçlanmaktadır. Gelin görün ki, okulda görevli öğretmenlerimizin birçoğunun hobisi yok! Durum böyle olunca öğrenci kendini ders dışı zamanlarda nasıl geliştirebilecektir. Bugüne değin bir çok nitelikli özel okulda öğretmenlere merak ettikleri konularda eğitilmelerini teşvik amacıyla çeşitli etkinliklere katılmaları sağlanmıştır. Buna çarpıcı bir örnek, İzmir Özel Amerikan Koleji'ni gösterebilirim. Burada öğrencilere yönelik 100 civarında hobi kulübü daha 1979 yıllarında başarıyla yürütülmüştür. Bu kulüplerden yetişen ressam ve yönetmenler bize konunun ne denli önemli olduğunu anımsatmaktalar.

Yurtdışındayken bir öğretmen arkadaşın evine davet edilmiştim. Beni bir ara bodrum katına indirdi. Orada gördüğüm karşısında şaşırmadım desem yalan olur. Arkadaşım evin bodrumunu minik bir atölyeye çevirmiş, kayak malzemesi üretiyordu. Yaptığı kayakların dışarıda satılanlardan hiç de kalır yanı yoktu.

Gene bir gün, bu kez inşaat ustası olan bir Alman'a konuk oldum. Bana o gece yaptığı inşaatın tüm evrelerini anlatan video kasetini izletmişti. Ardından klasik müzikle ilgili babasının başlattığı, sonra da kendisinin sürdürdüğü marşlarla ilgili arşiv belgelerini gösterdi. Demem o ki, eğer yaşamı zevkli bir şölene dönüştürmek istiyorsak, mutlaka bir hobimiz olmalı. Ninelerimizin, annelerimizin yaptığı iğne oyalarının mükemmelliğini görünce ilk akla gelen bunların bir sabır sanatı olduğu değil midir? Kendini terbiye etmenin yolu sabırdan geçtiğini, atalarımız bakın ne güzel dile getirmiş: "Sabırla koruk, helva olur."

Sözel iletişimden gene nerelere uzandık. Sıkça kullandığım deyimlerden biri de:"Sözdür kapıyı açan, sözdür kapatan." Tatlı dilin, yılanı deliğinden çıkardığını görmedim ama güzel ve tatlı bir sözün karamsar bir insanı nasıl aydınlattığını, başında esen kara bulutları nasıl dağıttığını bilmeyen var mıdır?

Ömer Akşahan


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,579,579,579,579,579,579,579,579,579,57
7 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Nihat Turan


BÖLÜNMÜŞ BİR YÜZ NEYİ İFADE EDER?..

Yüzümüzün kendimize dönük yarısındaki kıvrımlarında, bakışlarında, gölgeliklerinde saklı olanı ya da saklanmaya mecbur ifadeleri kaç kişi bilebilir ve kaç kişi karanlığımıza aldığımız yüzümüzün görünen parçasından daha başka olabileceğini düşünebilir? Düşün ve gerçeğin, soyutun ve somutun, karanlığın ve aydınlığın aynı yüzdeki aynılığını kaç kişi söyleyebilir? Yüzde olanın yürekte olmadığını söyleyebilen. dil-i hak erbabı kaç kişi vardır? Ve kaç kişi yüreğimizin bir tarafının yüzümüzdeki gibi ışıksız, gölgeli ve kayıp olduğunu bilebilir?..

Soruyorum sana güncelin insanı, görünmeyen yüzümüzün iç aynalarında ortaya çıkan ayrıntılardan kaç kişimiz bahsedebilir? Ve kaç kişi gönlün ve görüntünün tek'liğinden söz edebilir? Sözün namusuna getirilen onca halelden sonra görünene dair hangi sözcükle dil uzatılabilir? İçimizde bir yerlerde duran o "biz" olanı kaç kişi aynı yüzün panosunda cesaretle sergileyebilir? Bizi an an idare eden yüzün neliğini pazara çıkartabilecek "iğne" ve "çuvaldız" sahibi kaç kişi vardır? Kaç kişi aydınlıkta tuttuğu yüzün kendi asıl yüzünden izler taşımadığı garantisini verebilir? Ve kaç kişi bir gün her şeyin aslına rucu edeceğini bildiği halde sunulan rolleri elinin tersiyle gerisin geriye itmezlik içine girebilir?..

Yüzümüzün bütününde bizi tanıtlayan karanlığımıza aldığımız yanımız mıdır yoksa? Yoksa aydınlıkta kalan solgun, saklı tarafımızdan izler taşıyan durgun ve bedbin duran yanımız mıdır bizi esasta simgeleyen şey? Hangi parçası yüzümüzün bizi temsil eder. Ya da hangi yarısında yüzün kalmıştır yüreğimiz: Karanlıkta mı, gri aydınlıkta mı, hangisinde?..

Biz hangisiyiz? Ya da hangisi biziz?..

Kim bilir belki de her ikisine sarkan bir yürek taşıyoruz. Bir yüreğin iki yüzüyle yaşıyoruz belki de. Bir yürekle iki yüzü yaşatıyoruz; kim bilir. Yoksa yaşattığımız bu iki yüzle yaşamın dengesi mi ifadeye dönüşüyor? Bir dengenin spontan dayatması mıdır resmolan? Bir yürek üzerinde iki ayrık yüzün uyuma evrilmesinin mistik bir versiyonu mudur görülen; hani şu ying-yang gibi...

Doğanın yasası yüzümüzde mi teşhir oluyor yoksa. Zıt kutupların yasası. Siyahın anlamının beyazda gizli olduğu yasa. Aydınlığın karanlıkla anlamlandığı yasa. Gece olmadan gündüzün olamayacağı yasa... Yoksa yüzümüzdeki bu ikiye bölünmüşlük bu yasanın sinsi bir bilgelikle anlatımı mıdır?..

Bölünmüş bir yüz neyi ifade eder?..

Not: Gülendam Oğuz'a fotoğraf için teşekkürler.

Nihat Turan
nihatturan2@hotmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


8,508,508,508,508,508,508,508,50
6 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Zerrin Gürdal


Bir Resim

Erkek huzursuzdu, yerinde duramıyordu. Belli ki, kafasında bir takım düşüncelere hapsolmuştu. Çözüm sunamıyordu simdilik pek çok şeye. Bırakmayı düşündüğü sıgaradan aldı, ilerideki saate bakarak bir tane yaktı. Derin bir nefes çekti, sesi sessizligi bozdu. Kalkıp camın kenarına doğru yürüdü, dışarısı alacakaranlıktı, sabah olmamıştı. İnsanların henüz sıcak yataklarından çıkmadığı, işe gitmek için yola koyulmadığı bir saatti.

Ağır ağır döndü, biraz sendeledi, sıgaranın uzun zamandır içmeyişinin verdiği ufak bir başdönmesiydi. Umursamadı, tek elini cebine attı, elini çıkardığında elindeki resim iyice buruşmuş, kırış kırış olmuştu. İlk bulduğu yere oturdu, eliyle resmi düzeltti. Dakikalarca sürdü resmi düzeltmesi, adeta okşar gibi bir ayin yaparcasına düzeltiyordu resmi. Belli ki çok değerliydi. Gören madem bu kadar değerli neden cebine atıyorsun diye sorabilirdi. Oysa o resim senelerce hep o cebinde durmuştu. Bunu kendinden başkası bilmiyordu. O gece ilk kez cebinden dışarı çıkarmıştı resmi.

Yüreğinin sıkıştığını hissetti. Artık zamanı gelmişti resmin yerine konmasının. Önce odanın içinde bir gözleriyle dolandı. Bir yer kestiremedi gözüne. Sıgarasını söndürmek için kalktı yerinden ayagı halıya takıldı tökezledi. Aklına çocukluğundaki gibi halı altına saklama fikri geldi, kendi de inanmadı bunun mantıklı birşey olacağına. hala çocuksu tarafı vardı adamın. Büyümeye korkar gibiydi sanki. Teredütte kaldı, sonra zamanı gelmemiş diyerek resmi tekrar cebine koydu. Yanından ayırmadığı bu kadar değer verdiği kimin resmiydi. Bir başkası yerine kendi sordu bunu kendine. Cevabını bulamadı uzun süre. Anı diye mırıldandı usulca kendi bile zor duyabileceği bir sesle. Hem o resme çok değer veriyordu, hem de hayatını hapsettiği için kızıyordu.

Kendi kendine konuşmaga başladı... seneler önce sevdiği bir kızın resmiydi. Kendi bencilliğinden sevdiği kızı kaybetmişti. Bencilliğini artık kabullenmişti ama çok geç kalmıştı. Kurtulmalıyım bu resimden diye düşündü. Aslında kurtulmak istediği bir hayaldi. Hemen giyinip dışarı çıktı, şuursuzca yürüdü ıssız sokaklarda. Hava artık ağarmaya başlamıştı. Kendini deniz kenarında buldu. Evet karar verdi. Tam yeri diye düşündü. İsmi gibi derin özgür sulara bırakacaktı o hayali. Artık zamanı gelmişti.

Bir sıgara daha içmek istedi, elindeki resme dalarak. Belki tüm hayatı o üç dakika sürecek sıgara içimindeydi. Denizin kenarına yaklaşdı.. yaklaşdı. Usulca resmi soguk sulara bıraktı, hafif sabah rüzgarında sürüklenerek uzaklaşıyordu hayatı.. İzledi, nefes alamadı.. Tekrar denedi nefesi tükenmişti, ona hayat veren o resimdi cebinde taşıdığı..

Yerleri süpüren çöpçünün onu bulması ile resimdeki hayalden ayrılabildi ancak. Hayatı denize, kendi de sonsuzluğa kapandı. Ailesi onun ölümünü kalp krizi olarak söyledi herkese.

Zerrin Gürdal


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


8,338,338,338,338,338,338,338,33
3 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Neslihan Güzel

 Kahveci : Neslihan Güzel


  MED CEZİR

Otobüsün önünde tam olarak ne yazdığını göremedim. Durdu, bir kaç saniye bekledi, arka taraftan orta yaşlarda hafif toplu bir adam indi. Yavaş yavaş adımlarla evin yolunu tuttu. Ben bu adamı tanıyordum daha önceden. Bizim mahallede yaşıyordu. Fakat herkesle pek haşır neşir olan bir insan değildi. Yalnızdı kendi içinde. Bazen sabahları okula giderken karşılaşırdık sokak başında, ben elimde çantam okul yolunu tutarken, o da elini kolunu sallayarak bir yerlere giderdi ama nereye gittiğini ben bilmezdim. Büyük ihtimalle işedir ama işin adı ne? Onu da bilmezdim. Bazen gazeteyi elime alınca onun bir kaç paragrafını ya da şiirini görürdüm o kadar. Onun haricinde hangi işi yapar, nelerle uğraşırdı bir türlü çözemedim. Her sabah saat yedi otuz da oturduğum evin merdiveninin basamaklarını hızlı hızlı atlar, okul yolunu tutardım. Tam kapıyı açıp ana caddeye çıkınca, o da ayağında bol pantolonu genellikle de kumaş, bazen de bol bir siyah kot pantolon olurdu, dağılmış saçları ile karşıdan, evin kapısından bana selam vererek çıkardı. Bu sözle değil, çoğu zaman mimikle selam olurdu. Aslında çok merak ederdim onu ama benden büyük olunca bir türlü soru soramazdım, çekinirdim.

Okulda saat sekizde olurdum, ilk teneffüsüm sekiz kırkta olurdu, ardından altıncı ders bitti mi saat üçte, tekrar evin yolunu tutardım. Biraz yorgun, biraz da insanlara bir şeyler vermenin sevinci ile. Okulla evimin arası yarım saat kadardı, ben bu yolu bazen minibüsle, bazen de yürüyerek alıyordum. Bu tercihim havanın durumuna ve de para durumuma göre değişmekte idi. Eve gelince genellikle ilk önce dinlenirdim, bu uyku şeklinde olurdu. En iyi dinlenmenin uyuyarak yapılacağını her zaman savunmuşumdur zaten. Geceler de benim vazgeçilmezim oldu artık, o kadar şey düşünüp o kadar şey yazabiliyorum ki sabaha kadar, anlatamam doğrusu. İyi ki geceler uzun diyorum bazen. Sabahlara kadar yazarım, kelimeler av ben avcı, satırlara dökerim duygularımı ve de düşüncelerimi. Bazen de mısralarda can bulur duygularım. Böylece her gün gazeteye bir makale yetiştirmeyi başarmış oluyorum. Zaman yetmiyor insana bazen.

Televizyonu asla sevmem, her programı da izlemem, izlediğim belli başlı programlar var onları takip ederim sadece. Haberler, bilgi yarışmaları, belgeseller bir de kültür içerikli programlar. Kullanılması bilinmediği zaman, insanın çok vaktini heba ettiğini düşünüyorum televizyonun. Hem de düşünme tembeli yapıyor insanı.

Gazetelerim vardır bir de benim, en çokta köşe yazarlarını okurum. Çoğu haberlerinse başlıklarını okurum sadece. Magazini pas geçer, sporu da hiç okumam. Böylece hızlı okuma yapar kaymağını alırım gazetenin, bu da en fazla on beş dakikamı alır. Gereksiz bilgilerle kafamı yormam. Mutlaka her hafta okuduğum bir dergi vardır, kültür içerikli. Kendimi hızlı okumalar yaparak geliştirmeye çalışırım. Yeni bilgilere her zaman açığımdır, bunlara ulaşmak için de yapmayacağım hiç bir şey yoktur. Etrafımdaki insanları da fakir ama gönlü zengin olanlardan seçerim. İnsan hangi ortamda bulunursa, kiminle konuşursa ona benziyor, buna her zaman inanırım. Arkadaş insanı rezil de eder, vezir de çünkü.

Hızlı yaşamaya çalışırım, anı yaşarım yarının olmaya bileceğini bilirim, işlerimi ertelememeye çalışırım. Başarının da detaylarda saklı olduğunu çok iyi bilirim. Bir şeyler bakarken sadece bakmam, ayrıca görürüm de. Gördüğüm her güzel şeyin mutlaka resmini çeker, bunu sitemde paylaşırım. Her güzelliğe şiirler yazar ve makaleme taşırım…

Yine her zaman ki gibi bir gündü. Sabahın altısı mı neydi? Saatim çaldı uzun uzun. Yeni bir gün beni bekliyordu. Bir taraftan kahvaltı telaşım vardı, bir taraftan da üstüme ne giysem telaşı. Hızlı hızlı gar dolabımı açtım, bu gün içimde bir sevinç vardı, neden olduğunu benim de anlayamadığım. Bir serçenin masum, bir o kadarda kırılganlığını taşıyan yüreğimde. Bir taraftan düşünüyor, bir taraftan da koşturuyordum. Bir elim çantamda, neyi koyup, neyi koymadığımı kontrol ediyordum. Evet, hepsi tamamdı, telefonum, cüzdanım, kalemlerim, ajandam. Artık okulun yolunu tutmanın zamanı gelmişti. Kapının çıt sesinden sonra, kendimi sokakta buluvermiştim. Her zaman kapıyı iki kere kilitlerdim, emin olmak için de tekrar kontrol ederdim.

Yavaş yavaş okulun yolunu tuttum. Ağaçlar vardı sağımda ve solumda yol boyunca. Yaşları epey olan ağaçlar. Bazen onlar ne kadar şanslı diye düşünüyordum. Özgürdüler çünkü. Sokaklar onlarındı, başlarını özgürce uzatıyorlardı gökyüzüne. Birçok güzelliği görüyorlardı onlar, benim göremediğim. Sokakta bu ağaçların aralarından geçiyordum her gün. Kaldırımlara bakıyor, kaldırım taşlarını sayıyordum. Böylece yollar bitiveriyordu, çabucak…

Yorgundum, bu günde okulda işim bitmişti, ağaçların arasından evimin yolunu tuttum, başım önünde. Tam evin kapısına yaklaşmışken yine o adamı kapının yakınlarında bir yerde gördüm. Merak ediyordum, nasıl bir insandı, fakat bir türlü yaklaşamıyordum beni yanlış anlamasından korkuyordum.

Bu sefer ilk selamı o verdi bana. Ben de aynı şekilde ona karşılık verdim.

"Nasılsınız?" Diye bir cümle geliverdi ardından. Ben biraz şaşkın ne yapacağımı bilemeden "İyiyim" deyivermişim. Öğretmen olduğum her halimden belli idi. Elimde duran kocaman el çantamdan ve de üzerimdeki takım elbiseden.

"Siz nasılsınız?" diye cümleyi ben devam ettirdim. Ondan da aynı şekilde aheste bir "İyiyim" cevabı geldi. İyi günler temennisi ardından bu konuşma da bitmişti…

Pazar günüydü hüzünlü adımlarla çarşıya çıkmıştım, ilerliyordum, dar ve uzun bir sokakta. Tatil günü olması nedeniyle bütün sokaklar benimdi. Kimsecikler yoktu, sanki terk etmişti herkes şehri. Ben ise dağları silkelemek istermiş gibi omuzlarımdan aşağıya doğru, hızlı adımlarla ilerliyordum.

İki adım ötede ki çay bahçesinin yolunu tutturmuştum. Orada da kimsecikler yoktu. Kırmızı plastik sandalyeyi kendime doğru çektim. Kırmızı örtüyü de elimle şöyle bir düzelttim. Mevsimlerden ilkbahardı, havada polenler uçuşuyordu, bir taraftan bir tarafa. Benimde alerjim tuttu birkaç kez ard arda hapşırdıktan sonra bu nöbette bitti. Ihlamur kokularımı çektim burnumdan içeri. Beynime her bir zerresi tane tane dağıldı. Yoldan araba sesleri gelmeye başladı, şehir uyanmaya başlamıştı artık, yavaş yavaş.

Bir kadın vardı karşımda ki yolda, ışıklarda bekleyen, elinde de küçük kızının eli vardı. Sıkıca kavramıştı kaybetmekten korkarcasına tutmuştu kızının elini. İşte nihayet yeşil ışıkta yanmıştı. Bekleyişleri de sona erdi. Bense hala yazıyorum gördüğüm her şeyi, uçan bir kelebeğe bile şiirler yazıyordum, kelimeler av bense avcı. Garson geldi arkamdan usulca, görünce korktum, biraz tepki gösterdim, sessizce yaklaştığı için. "Ne alırsınız?" diye sordu.

Kısa net bir cevap verdim ona. "Küçük bir açık çay." Ona belki garip gelmişti burada bir şeyler yazıyor olmam. Bense oralı bile olmadan, sabahın onunda bir çay bahçesinin sokağa bakan tarafında, yazılarımı yazıyor, gözlemler yapıyordum hayata dair. İnsanların garipsemesi beni etkilemezdi hiç oldum olası. Ben bir şeyi kendime yakıştırıyorsam o kâfidir benim için, başkalarının görüşleri beni alakadar etmez. Benim savaşımda, yarışımda kendimle, başkalarıyla değil. Belki bir iç savaş bu, bazen çelişkilerle dolu olsa da, zafer kazanmak güzel olmalı.

Etrafım kalabalıklaşmaya başladı, birer birer dökülmeye başladı insanlar. Bu gün bizim mahallenin pazarı vardı, herkes elinde birkaç kilo patates, domates vb. şeylerle soluklanmak için bulduğu temiz bir sandalyeye oturuveriyordu, derin bir oh! Çekerek.

Birden arkamda, "Merhaba, Nasılsınız?" Diyen bir ses duydum. Ani olarak irkildim. Hemen, otuz derece bir açı yapacak şekilde başımı çevirdim. O adamdı. Komşum. Üzerinde haki yeşili gömleği, siyah kot pantolonu ile karşımda duruyordu.

Ayağa kalktım hem saygı icabı, hem de yaş olarak benden büyük olduğu için. Buyur ettim masama. O da biraz çekingen, bir o kadar istekli bir tavırla masama geldi, oturdu. Ben ne diyeceğimi bilemiyordum, nasıl bir insan olduğunu da bilmiyordum, yanlış bir kelime söylemekten korkuyor, söze nereden başlayacağımı düşünüyordum. O başladı neyse ki, ilk cümleye "Öğretmensiniz değil mi" diye. Ben de kısa olarak "Evet" deyiverdim. Hangi okul, kaçıncı sınıf derken muhabbetimiz ilerledi.

En sonunda ben de sorular sormaya başlamıştım. İlk olarak ne iş yaptığını öğrenmek istemiştim. "Basın yayın mezunuyum" demişti. Birçok gazete ve dergide yayınlanmış olan şiirlerinin ve makalelerinin bulunduğunu açıkladı. Ben daha önce birkaç şiirini okumuştum. Çok güzel duygular katıyordu mısralarına, açık net ve yalın bir anlatım kullanıyordu, yazılarında. Çeviri de yaptığını anlattı, birçok kitabın çevirisini de yapmıştı ama ben bunlardan hiç birini okumamıştım. Türkiye'de gezmediği yer kalmamıştı, nerede ne var, hepsini çok net olarak söylüyordu. Zaten onu ilk gördüğüm andan itibaren, nasıl bir insan olduğu hakkında, az çok bir fikre varmıştım.

Bilgili olduğu, kültürlü olduğu, davranışlarından belliydi. Çok okumuş bir insan olduğu, konuşma şeklinden, oturma ve kalkmasından anlaşılıyordu. İnsan bu zamanda böyle insanlar var mı hala diye düşünüyor ve hayran kalıyor doğrusu.

Artık hayatımızda her şey o kadar sıradanlaştı ki anlatamam. İnsanların sadece sorunlar konuştukları, para konuştuğu bir zamanda, kitaplardan, gazeteden konuşmak, yazarlardan konuşa bilmek şaşırtıcı doğrusu. Konuştuğumuz konular sıradan oldu, can sıkıcı oldu artık. Verimli olan, bizi kültürlendiren muhabbetlerimiz kalmadı.
İnsanın, özlem duyduğu konuları, konuşabileceği birilerinin olması güzel şeymiş doğrusu.
Keşke etrafımda böyle bir kaç arkadaş daha olsa, paylaşabilsem okuduklarımı, tartışa bilsek, ne güzel olurdu diye düşündüm.

Bu duygular içinde iken bir de baktım ki sabah olmuş. Benim de saatim çalmaya başladı. Bu yaşadıklarım da güzel bir rüyadan başka bir şey değilmiş.

Camın kenarına doğru yol aldım, dışarıya doğru baktım, yağmur yağıyordu durmadan, ritimli bir şekilde, benim içimde ise bir hüzün vardı, bir serçenin çırpınışları vardı. Ve de yüreğime sığdırdığım med cezirim.
Yine bir gün daha başlıyor ve hayat devam ediyordu.

Zaman, o kılıca değen su misali, kor kırmızısı ve kin karası rengiyle akıp gidiyordu, durmadan. Ama benim içimde hala bitmeyen bir umut vardı, kalbimde de gölgeli düşlerim vardı, hayata dair. Bir de yüreğime sığdırdığım med cezirim.

Neslihan Güzel


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


8,678,678,678,678,678,678,678,678,67
3 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

M.Nihat Malkoç

 Kahveci : M.Nihat Malkoç


  BU DİL AĞZIMDA ANNEMİN SÜTÜDÜR

Dilciler ve genel anlamda aydınlar, dili değişik şekillerde tanımlamış ve anlayış ölçüleri çerçevesinde anlamlandırmışlardır. Bu tanımlar, kişinin dile bakış açısını vermekten öteye gitmemiştir. Neticede herkes bu mühim kavramı kendi pencerelerinin görüş alanı dahilinde algılamış ve gördüklerini kelimelerle resmetmişlerdir. Dil konusunda en kapsamlı tanım olarak şunu vermek mümkündür:

“Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıta, kendisine mahsus kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş toplumsal bir kurumdur.”

Milleti kenetleyen unsurların başında gelen dil, kötü kullanıldığında ve dejenere edildiğinde milletlerin parçalanmasında adeta bir dinamit rolü de oynayabilir. Her iki özelliğin somut yansımalarını millet olarak tecrübe etmişiz. Bu acı deneyimleri yaşayan bir milletin bu hususta daha ölçülü hareket etmesi gerekirken bizde bu hassasiyeti görmek mümkün değildir.

Dilin zenginliği milletin kültürel zenginliğine de yansır şüphesiz. Çünkü kültürün hamurunu oluşturan unsurların başında dil gelmektedir. Bu hamuru yoğuran insanların el becerisi de, yarınlara aktaracağımız eserlerin vasfını tayin edecektir. Eserin güzelliği ustanın maharetinin yanında, kullanılan malzemenin niteliğiyle de yakından ilgilidir.

Alman filozofu Heidegger “Dil insanın evidir” diyerek bu iletişim vasıtasının ehemmiyetini açıkça ortaya koyar. Evimiz mahremiyetimizdir. Orada huzur buluruz. Toplumda taktığımız maskeler evde düşer. Doğallığın sığınağıdır ev…Dil de bize evimiz kadar yakın ve sıcaktır. Onunla bütünleşir benliğimiz ve kişiliğimiz… Durum bu ilken bazı kendini bilmez insan kılıklı varlıklar, evimize saldırarak mahremiyet sığınağımızı tarûmar etti.

Dilin geçmişten geleceğe köprü kurma gibi mühim bir misyonu da vardır. Bu köprü ancak kelimelerle kurulur. Bu köprünün sağlamlığı malzemenin bol ve yerinde kullanılmasıyla mümkündür. Bunu sağlamak da millî eğitimin görevidir. Yerinde, zamanında ve dozajında verilen dil eğitimi gelecekteki muhtemel olumsuzluklara set çekecektir.

Milletlerarası kültür savaşlarında en büyük silah dildir. Çünkü dil bugünümüzü ve yarınlarımızı şekillendiriyor. Ona vakıf olduğumuz ölçüde kendimiz olabiliyor ve de kendimiz kalabiliyoruz. Aksi halde kültürel sömürgecilik, beraberinde ekonomik ve siyasal sömürüyü de getiriyor.

Geçmişten bugüne kadar içimizde beslediğimiz hainler, dili yozlaştırmanın mücadelesini vermiştir. Mevcut kavramlarımızı değiştirerek dili çağdaşlaştırdığını ve sadeleştirdiğini söyleyerek gerçek kimliklerini ve kötü emellerini gizlemişlerdir. Doğu kökenli kelimelere savaş açan bu insanlar, yerlilik kisvesi altında dili “lâl” eylemişlerdir. Daha sonra da oyunun ikinci perdesini sahneye koyarak kavram açıklarını Batı kökenli dillerden aldıkları kelimelerle kapatmayı tercih etmişlerdir. Bunun adına da “çağdaşlık” demişlerdir.

Türkçe aslında kendi kendine yetebilen dillerden birisiydi. Fakat ışıklarıyla kendilerini bile aydınlatamadığı hâlde toplumu aydınlatmaya kalkan bir kısım aydınlar, dile de keskin hançerlerini sallayıp onu fütursuzca yaralamışlardır. Dili siyasete alet edenler, bunun acı faturasını millete ödetmişlerdir.

Dilin zenginliği kelime sayısıyla ölçülür. Durum böyle olduğu halde bir kavramı karşılayan farklı kelimeler dilden atılarak teke indirilmişlerdir.

Eş anlamlı kelimelere savaş açılmıştır. Bunu da dilde sadeleşme diye halka yutturmaya kalkışmışlardır.

Bir dilde bir kavramı karşılayan kelime sayısı ne kadar çoksa, söz konusu dili konuşan milletin bu konuda o ölçüde seviyeli bir hayatı var demektir.

Dilimizde yiğitlik ifade eden şu sözcüklere dikkatinizi çekmek isterim: Er, eren, yiğit, alp, mert, bahadır, cesur, kahraman, dilâver, yavuz, yaman, arslan, efe, gözü pek, kabadayı, deli… Bunu diğer pek çok kelime için de söyleyebiliriz. Bu zenginlik değil de nedir? Bu çeşitliliği dinamitlemek dilde sadeleşmek olarak sunulmuştur milletimize.Biz de yutmuşuz bu yaygaraları.

Türkçe kadar canlı, hareketli ve dinamik bir dil gösterebilir misiniz? Bu dille sınırsız bir düşünce dağarcığı oluşturabilirsiniz. Bu malzemeyi hamur gibi yoğurup çeşit çeşit nevaleler yapabilirsiniz. Nasrettin Hoca’yla ilgili olarak anlatılan şu fıkra, dilimizin mevcut zenginliğini ve kıvraklığını ifade eden güzel bir örnek olarak sunulabilir:

“Nasrettin Hoca bir gün ev taşıyacakmış. Bir araba aramış, bulmuş. Pazarlığa başlamış. Arabacı tüm eşyanın nakli için on lira istemiş. Hoca bu fiyatı çok bularak ‘Çok istedin evladım, bu kadarcık eşya için o kadar para istenir mi?’ deyince arabacı, ‘Bu kadarcık demeyin Hocam, eşya az değil, bakınız soba var moba var, dolap var molap var, sandalye var mandalye var...’ diye saymaya başlayınca, Hoca ‘pekii’ demiş ve razı olmuş. Eşya yerine ulaşınca, Hoca tutmuş beş lira vermiş! Arabacı sormuş, ‘Hocam paranın yarısını niye kestiniz?’ Hoca cevabı vermiş, ‘Evladım sen de eşyanın ancak yarısını getirdin! Sandalye geldi, mandalye nerde? Soba geldi, moba nerede? Dolap burada, molap nerede?’ demiş.”

Bu gibi söz oyunları dilin zenginliğinin alâmetidir. Bu fıkrayı uyduran güzel uydurmuş. Bu fıkra dilin esnekliği ve kıvraklığını anlatmada güzel bir örnek teşkil ediyor. Daha bunun gibi yüzlerce misal getirmek mümkündür. Bu rahatlığı diğer dünya dillerinde bulmanız mümkün değildir. Durum bu iken Türkçe’nin bilim ve sanat dili olamayacağını söyleyenlere ne demeli?

Söylenecek şu ki, herkes aklınca konuşur ve niyetini ortaya koyar.

Yahya Kemal’in dediği gibi “Bu dil ağzımda annemin sütüdür.” İnancımıza göre ana sütü kutsaldır, baş tacı edilmelidir. Dilini koruyan, hakkıyla konuşan ve yarınlara taşıyan bir nesil istiyoruz. Bu neslin gelmesi yakındır. Bugün güneş batmışsa bilinmelidir ki battığı yerden doğacaktır. Çünkü güneş doğmak için batar.

M.Nihat Malkoç
mnihatmalkoc@hotmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
3 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

HAFTANIN ÖZLENEN TEMBELİ

Betül Ayhan

 Kaşif Kahveci : Betül Ayhan


  ÜNZİLE

Eylül ayının başlarıydı. Yazın bulutların arasından kaybolmaya başladığı günlerde, sabahın erken saatlerinde, güneş uyku mahmurluğunu üzerimden atmaya çalışırken işe gitmek zorunda olmanın iç burkan sıkıntısıyla çıktım yola. Üstelik bir arabam bile yok. Güzel havanın cazibesine kapılıp işe gitmek için kara yolunu değil, deniz yolunu seçiyorum. Üsküdar simitlerinden de bir tane aldık mı motor sefasının tadına doyum olmaz. Beşiktaş motorlarının hemen karşısındaki simitçiydi benimki Anadolu Yakası'nda otururken. Sanki sözüm varmış gibi motora her binişimde hiç olmazsa bir tane almadan geçemezdim. Bir elimde gazetem, bir elimde simidimin son lokmaları -ilk lokmaları sahilde otururken tüketmiştim- kalkmak üzere olan motora yetiştim koşar adımlarla. Üst katta açık havada oturmak daha iyi ama gazete okumaya devam edeceğim için alt katı tercih ediyorum. Motora binmekte epeyce geciktiğimden pencere tarafları dolmuş, sedirlerin koridor tarafında bir yere ilişiyorum, yol kısa zaten.

Simidimin son lokmasını ağzıma atıp minik kağıt parçasını çantama tıkıştırmaya çalışırken fark ettim onu. İlk dikkatimi çeken gözlerime dikilmiş, çakmak çakmak, kapkara gözleriydi. Canı simit çekti herhalde diye düşünüp umuma açık yerde bir şeyler yediğim için kızdım kendime, biraz da suçluluk duydum. Ama hayır, başka bir şeydi bu. Elimdeki kağıt parçasına ya da ağzıma değil, direk gözlerimin içine bakıyordu. Bir şeyler söylemeye çalışır gibi bir çaresizlik, azarlamak ister gibi bir kızgınlık, soru sormak ister gibi bir muamma karmakarışıktı bakışlarında. Beni ve aklımdan geçenleri okumaya çalışır gibiydi sanki. Herkesten gizli yaptığım herhangi bir şey ortaya çıkacakmış gibi bir mahcubiyetle kaçırdım gözlerimi. Tanıyor muydum onu? Hayır hiç sanmam. Kimdi peki? Neden bana öyle bakıyordu?

Devekuşu gibi başımı gazetenin satırları arasına gömmek ve motor yanaşıncaya dek öylece kalmak istiyorum. En iyisi okumaya devam etmek ama üzerime dikilmiş gözleri bilirken okuduklarıma veremiyorum kendimi. Bu beyhude çabadan vazgeçip, bir anlamda pes edip katladım gazetemi ve çantaya koydum. Hala bana bakıyordu. Başlarda kaçamak bakışlarla neler olduğunu, onu tanıyıp tanımadığımı anlamaya çalıştım. Ancak ne zaman ondan yana kaysa gözlerim, kesin ve keskin bakışlarından başka bir şey fark edemiyorum. Ne istediğini sormak en kısa ve kolay çözüm olacak ama cümle kurmaya cesaretim yok. Ben de kendimi gizlemeksizin, sormak istediğim tüm soruları nazarıma yükleyip kesin ve keskin bakmaya başladım ona. Şimdi sevdiği kadın uğruna düelloya hazırlanan iki şövalye gibiyiz. Sert bakışlarla izliyoruz birbirimizi. Açık vermemeye çalışarak karşıdakinin açığını arıyoruz.

Birkaç saniye sonra o keskin bakışlardaki hüzün çekti dikkatimi. Boğazın iki yakası gittikçe uzaklaşıyor sanki birbirinden, bir türlü bitmek bilmiyor yol. Sağda müsait bir yerde inmek gibi bir lüksüm de yok. Daha kötüsü kalkıp dışarı çıkacak gücüm de… Bir yandan da merak bağlıyor beni oturduğum yere. Ne istiyor benden? Ne isteyecek? Bir şey isteyecek olsa şimdiye kadar sorardı…

Ben de onu incelemeye başlıyorum. Sokakta görsem 15 bilemedin 16 yaşında derim. Ama kucağındaki birkaç aylık bebeğe öyle sarılmış ki kesin anne olmalı. Ancak bir anne bebeğine böyle sarılabilir. Anne olmak için çok erken bir yaş değil mi? Hele bu devirde ve İstanbul'da… Gözleri çok güzel. Gözlerini kırptıkça gür kirpikleri kralların tavus kuşu yelpazeleri gibi salınarak inip kalkıyor. Bakışlarının derinlerinde hiç kimseye anlatmadığı başka bir şey var sanki. Sorsam söyler mi?

Bebeğe bakarken göz bebeklerime dolan şefkat ona da yansıdı sanırım, yumuşadı bana bakışları. Hala çok kesin bakıyor ama önceki kadar keskin değil. Hüzün, utangaçlık ve sanki birazda imrenme hissi var gözlerinde. Ben hayatımdan bu kadar memnuniyetsizken neden imreniyor ki bana? İlginç olan meraktan eser yok onda. Ben sorular arasında boğuşurken o beni yıllardır tanırmış gibi bakıyor. Sanırım kendince bir senaryo, kendince bir hayat yakıştırdı bana ve ona sıkı sıkıya inandı. İmrendiği de yazdığı o senaryoydu belki. Oysa bir bilseydi…

Yanındaki çirkince kadın fark ediyor beni. Şeker çalan bir çocuğun suçluluk duygusuyla başımı önüme eğiyorum. Yaptığım masumane bir şey sayılabilir belki ama yakalanmış olmak ürkütüyor. İnsanların güzelliklerini yüzlerine göre değil, bakışlarına göre sınıflandırırım ben. Bu kadın gerçekten çirkince. Annesinin kucağında oturan bebeği bir hışımla alıp hırkasını, şapkasını düzeltiyor. Sonra yine hışımla, fırlatır gibi bir edayla tekrar annesini kucağına bırakıyor. O ise olacakları zaten bilirmiş, ya da alışkınmış gibi kayıtsız kadının bu tavırlarına. Hiç sevmedim bu kadını. Bu sefer kadınla göz göze geliyoruz. 'Kimsin sen' bakışlarına verebilecek bir cevabım yok, başımı yana çevirip denizi izlemeye başlıyorum. Acaba hala bana bakıyorlar mı?

Birkaç saniye sonra istem dışı olarak yine ona kayıyor gözlerim. Ağlıyor… Yanındaki kadına fark ettirmemeye çalışarak ağlıyor. Ne düşündü, neler yaşamakta kim bilir. Hüznü ağır geliyor galiba ona da. Ona sarılmak, söyleyemediklerini dinlemek istiyorum yapabileceğim hiç bir şey olmamasına rağmen. Acaba beni tanısa, aradan iki yıldan fazla zaman geçtiği halde onu unutamayacağımı bilse, onun için bu yazıyı yazacağımı bilse yine ağlar mıydı? Ben bile bilmiyordum ki o nerden bilecek… Gür kirpiklerinin altından inciler dökülüyor yavrusunun omuzlarına. Bir isim koyuyorum ona haddim olmayarak: Ünzile…

Kalkmalıyım, elim kolum bağlanmış oturamam orada. Ona sarılamadıktan, incilerini omuzlarıma emanet edemedikten sonra orada kalıp ona hüznünü anımsatmaya devam etmenin bir anlamı yok. Nasıl bir senaryo yazdı, neleri anımsadı acaba, hala merak ediyorum. Kalkıp güverteye çıkıyorum. Beşiktaş ağır ağır bana yaklaşırken ben de incilerimi boğazın sularına emanet ediyorum. Simidimin son lokması boğazımda takılı kalıyor. Bakışları üzerimde asılı kaldı.

BeT


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,339,339,339,339,339,339,339,339,33
3 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Gülendam Oğuz

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.852 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Tufan Esti Güne

semâ ezelden sevdâlıdır düne
tütsülenir ebediyetin mahzun hazinesi
/günün itinalı himayesiyle

mazînin sırça köpükleri düşer tene
/duyuları inleten çiy tanesiyle
ve
sancılı ayrılıkların hükmü sorulur
/yıkanırken yüreğin seliyle
(haksızlıkların güncesi gelir dile)

bir tufan mı eser efkarla ezilmiş güne
de
ufuksuz kainatı büyütür göğün yankılı cüssesi
ve umudun kanatlarına tutunur
/çığlığın nefesi

yoksa sureti eskitilmiş anılar mı savrulur
/cümlelere
kavrulur mu hüznün gizli bahçesi
/öznenin onulmaz ateşiyle

şimdi gel
gel de
yazgının seçkisi dinlensin ellerinde
mısraları süslesin tövbekarlığın
/ruhun alacalı sezgisiyle

(ne dersen de)
sevdanın busesi hasrete tek çaredir yine de

22.Aralık.2005 / Üsküdar

Feride ÖZMAT

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Semih Bulgur

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

Uzay bilimlerine meraklı olanlar için güncel resim kareleri bulabileceğiniz bir web sayfası ve tabiki NASA kaynaklı. http://antwrp.gsfc.nasa.gov/apod/astropix.html kısa yolunda her gun yenilenen astronomi resimlerini bulacaksınız.

E-mail adresi olan sevdiklerinize ve dostlarınıza e-kart göndermek için alternatif bir site http://www.kendinciz.com/galeri/ Siz e-kart'ınızı hazırlıyorsunuz, o sizin için animasyonlu hale getiriyor. Göndereceğiniz kişinin e-posta adresini yazıp gönderiyorsunuz. Kart'ınızın nasıl görüneceğini merak edenlere izle diye bir seçenek bile koymuşlar.

Satın almak, satmak, paylaşmak ya da acaba neler var diye araştırmak isteyenlere hoş bir kaynak daha http://www.metroliste.com/Liste.jsp bu sayfada bir çok farklı il için seçenekleriniz var ama; ben bu kısa yolda sadece İstanbul için olanı sizinle paylaşıyorum. Siz sağ taraftakı il isimlerinden size uygun olanı seçin ve incelemeye başlayın.

Beni tanıyanlar ne kadar çok flash animasyon meraklısı olduğumu bilir. yine dayanamadım ve işte veriyorum. http://www.secretspy.net kısa yolunda Türkçe flash animasyon çalışmalarından bazı örnekler göreceksiniz.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


Picasa 2.0 [3,54 MB] Windows 2000/XP Free
http://picasa.google.com/
Google alıp başını gidiyor. Bilgisayarınızda resimlerle uğraşmayı seviyorsanız mutlaka kullanmanız gereken mükemmel bir resim organizasyon programı. Bir kere tüm bilgisayarı taratıyorsunuz iş bitiyor. Ondan sonra yaptıklarına sadece şaşırıyorsunuz. Edit etmekten, belli ebatlara getirip email olarak yollamaktan tutun, google üzerinde açacağınız blog'a yerleştirmeye kadar herşeyi yapıyor. Hala bu türde bir programınız yoksa mutlaka ama mutlaka yükleyip kullanın. Bunu kullanacakların birer gmail hesabı olmasında yarar var. Nasıl alacağınızı bilmiyorsanız bana bir eposta yollamanız yeterli.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20060119.asp
ISSN: 1303-8923
19 Ocak 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com