Eğitim Gönüllüleri



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 905

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 24 Ocak 2006 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Hukuksal Serzeniş!..


Merhabalar

“Adalet ilkin devletten gelmelidir. Çünkü hukuk, devletin toplumsal düzenidir.” Aristo

İyi demiş değil mi Aristo? Biz de bunu değil ama Nizamülmülk'ün dediği "Adalet mülkün temelidir." sözünü benimseyip mahkeme duvarlarına asmışız. Buraya kadar güzel. Peki sıra adaleti dağıtmaya geldiğinde aynı güzel duyguları hissedebiliyor muyuz? Maalesef hayır. Yargı sistemimiz hakkında ahkam kesmek bana düşmez ama görünen köy de kılavuz istemez. Türk hukuk sisteminde çatlaklar vardır. Çatlaklar patlaklara dönüştüğünde ancak farkına varabiliyoruz. Şimdi Ağca komedisine şöyle bir bakalım. Bir katil hiç hesapta yokken, bir bayram günü, denildiğine göre 4 adet savcı ve hakimin onayı ile cezaevinden çıkıyor, 8 gün tatil yaptıktan sonra, yanlış hesap Bağdat'tan döndü deniliyor ve adam apar topar yakalanıp tekrar içeri tıkılıyor. Bu olayı ilk duyduğumdan beri, bu salıverme yetkisine sahip adamları merak ettim, halen de ediyorum. Zira bu oynanan komedinin asıl aktörleri onlar. Şu ana kadar da İpekçi'nin avukatının açtığı tazminat davasından başka haklarında herhangibir soruşturma açıldığına dair bir haber çıkmadı. Ağca içeri tekrar girdiğinde ağabeyi yırtınıyordu "Medya kazandı, hukuk kaybetti." diye. Bence onca ipe sapa gelmez lafının arasında ettiği tek doğru laftı. Evet medyanın üstüne gitmesi sayesinde, belki de ilk defa bir yanlıştan dönüldü. Ama aynı zamanda çok haklı, hukuk bir puan daha kaybetti. Kimbilir şimdiye kadar kaç puan kaybetti de bizim ruhumuz duymadı. Ağca gibi popüler bir mahkumun bile infaz süresinde yapılabilen(!?) bu yanlışlık, kimbilir kaç katilin şimdi sokakta, kimbilir kaç masumun da içerde olmasına neden oldu, oluyor? Peki şimdi Aristo'nun sözüne dönersek, Adalet ilkin devletten gelmiş midir? Gelmemişse devlet toplumsal düzene hakim midir? Gelin bunları biraz düşünelim, olur mu?

Meteorolojiye şapka çıkarıyorum. Vallahi dakika dakika bildiler her şeyi. 116 Topbaş ve ekibi de hazır beklediler. Şu ana kadar trafik kazalarını bir yana bırakırsak pek büyük bir vukuat olmadı İstanbul'da. Ama böyle giderse yarından itibaren temiz tutulmaya çalışılan ana caddelere çıkmak için cambaz olmak gerekecek. Zira 116 Topbaş ve ekibi henüz ara sokaklara girme niyetinde değiller. Eh buna da şükür.

Bugün pikapta sevgili Suna'nın yazısına eşlik edecek bir plağımız var. Anlat İstanbul filminin soundtrack'inden Gökhan Kırdar'ın Yeni Ay'ı. Aman kayıp düşmeyin, hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

Suna Keleşoğlu

 Café Azur : Suna Keleşoğlu


  ANLAT İSTANBUL

Bir masal şehri var yüreğimde. Hem masalların şehri, hem de kendi masal gibi şehir.
Ne kadar çabalasak da, gerçek hayatta isim değiştirmiş aslında masalların kötü kalpli kraliçelerinin, canavar ruhlu üvey analarının bu güzel şehri yağmalamasına izin versek de, o hala bizim çocukluğumuzun masalları kadar masum olmayı başarıyor.

O zaman Anlat İstanbul...
İstanbul Dünyanın En güzel şehirlerinden biridir...
İstanbul Masallar şehridir..
Burada en sıradan hayatların bile içinde masal pırıltıları yanar söner...*

diyor bu beş yönetmenin elinden çıkmış, bol ödüllü, muhteşem oyunculu filmin internet sayfasında...

Ben yukarıdaki güzel anlatımın altına diyor diye eklediğim ve sinema yazmayı bilmeyen acemilerin kurdukları gibi bir cümle daha kurup, büyüyü bozmaya çalışan bir masal cadısı olmadan yine o masalın sayfalarını aralamaya başlayalım...

Hadi Anlatsana İstanbul**
Bu masal aslında birbirine geçmiş hayatımızın masalıdır. En severek dinlediğimiz beş masalın günümüzdeki gerçek kahramanlarının, peri saraylarından, sihirli aynalardan, gizemli ormanlardan çıkmış sokağa taşmış hallerinin öyküsüdür.

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde...diye başlar masalımız.
İlk öykümüz, aslında masalımız da gecenin ilk ışıkları ile düşer İstanbul sokaklarına,
Aşık bir koca, bir çingene klarnetçiyken kendi masalının kahramanı oluverir, bilmeden de başka öykülerin yardımcı oyuncusu...
Altan Erkekli, Erkan Can,Mehmet Günsür ve Özgü Namal...
Ya da
Fareli Köyün kavalcısı Hilmi, darbukacı, Rıfkı ve Şenay...
Fareli Köyün Kavalcısında; Masal tanıdık, aldatılan aşık koca, genç karı ve yakışıklı sevgilisi...Ama fark anlatanda, anlatılanı oynayanda...

İkinci masal'ın ölen kralı aslında bir mafya babasıdır.
Üvey annenin zulmünden kaçan ve ölüm avcısının elinden kurtulan Pamuk Prenses, günümüzün zenginlerinin dünyasının bilindik masalını hatırlatır bize...
Yedi cüce masallar ormanında kalmıştır ama Pamuk Prenses sekizinci cücesini, bir anlamda onu katilin elinden kaçıran kurtarıcısını bulmuştur.
Azra Akın, Çetin Tekindor, Vahide Gördüm, Nejat İşler, Hilal Aslan
Ya da
Pamuk Prenses İdil, İhsan, Hürrem, Ramazan ve sekizinci cüce
Pamuk Prenses'de; Mecazi anlamda bir yeraltı mafya lideri yemek masasında vurulmuştur, mecazi olmayan anlamda bir yerin altında kızı sekizinci cücenin peşinde ölümden kaçmaktadır...
Aniden çıkar karşımıza Külkedisi, sokakta, Beyoğlu'nda tam da İstanbul'un kalbinin atttığı noktada.
Ayakkabıcı vitrinlerinde o gece merdivenlerde düşüreceği ayakkabısını seçer.
Prensi gençtir, aşıktır en önemlisi Külkedisini herşeye rağmen sevmeye hazırdır. Ama...
İşte masal orada başlar ve kötü adamlar girer sahneye.
Yelda Reynaud, Güven Kıraç, İsmail Hacıoğlu, Şevket Çoruh, Hasibe Eren ve Selen Üçer
Ya da
Külkedisi Banu, Mimi, Fiko, Recep, Birsu ve diğer fahişe kadın
Külkedisi'nde; Tutunmaya çalışanların da öyküsü vardır, bedeninden para kazanmayı umut eden kadınların da, Mimi aslında Külkedisinin iyilik perisidir kendisi, ama biz onu Pamuk Prensesi'in babasının dostu olarak da görürüz.
Dedim ya masallar birbirine bağlı, kimse de bilmez kara kurtun nerede ortaya çıkacağını...

Sonra harap bir yalının kapısı açılır aynı gece...
İçeriye çaresizce giren Beyaz Atlı Prens, zararsız bir delinin Paşa dedesine dönüverir. Aslında yıllardır Uyuyan Güzeldir kendisi.
Uyuttuğu zaman, uyuttuğu gerçeklerdir aslında, kendisi hayal aleminde ise hala uyanıktır.
Nurgül Yeşilçay, Selim Akgül ve Erdem Akakçe
Ya da
Uyuyan Güzel Saliha, Musa ve Recai
Uyuyan Güzel'de; İş arayan bir gariban prense, koskoca yalıda delirmiş genç kadın uyanmayı bekleyen güzele dönüşür. Birbirlerinin çaresizliklerine tesadüfen ortak olurlar. Ve aniden çıkagelen miras düşkünü abidir masalın karakalpli cadısı...

Kırmızı Başlıklı Kız, hain kurtun peşinde olduğundan hem haberdar, hem de bir o kadar habersiz gibidir. Artık masal gecesi güne kavuşmuştur. Onun iki yıl hapiste olmasına neden olan neyse, iki yıl sonra peşinde olan da odur.
İdil Üner, Fikret Kuşkan, Ece Hakim ve Ahmet Mumtaz Taylan
Ya da
Kırmızı Başlıklı Kız Melek, Rafet, Meleğin melek kızı ve gazeteci
Kırmızı Başlıklı Kız'da; Hain Kurt ve kıskacındaki genç kız, yol masallarına eşlik eden bir havaalanında karşımıza çıkarlar, gerçek hayatta ise kaç anlatılmamış masal gizlidir o koca mekanda...

Her şey bir gecede başlar ve çok geçmez ertesi sabahın ışıklarında son bulur.
Geceye de, sabaha da eşlik eden bir radyocunun sesi vardır. VJ Bülent.
İstanbul'un görünmeyen sesi olur.
En sessiz masalın anlatıcısı küçük bir kızın görünmezliği de, bir darbukacının klarnet ustasını arayışı da, bir cücenin yol göstericiliği de ve klarnetin İstanbul'a yankılanan sesi de masalda yerini alır. Fareli Köyün Kavalcısının modern zamana denk düşen klarnetinin peşinde ise masalından kaçmış kahramanlar vardır günün ilk ışıkları ile şehrin aydınlığına karışan...

Senaryosunu Teyzem, Milyarder, Hayallerim, Aşkım ve Sen,Arkadaşım Şeytan, Piyano Piyano Bacaksız, Berlin Berlin, Amerikalı, Yaz Yağmuru ve 9 gibi çoğu masalsı anlatımı olan filmelere de imza atmış Ümit Ünal'ın yazdığı ve
beş ayrı yönetmen;
Fareli Köyün Kavalcısı, Ümit Ünal
Pamuk Prenses, Kudret Sabancı
Külkedisi, Yücel Yolcu
Uyuyan Güzel, Selim Demirdelen
Kırmızı Başlıklı Kız, Ömür Atay

tarafından çekilen ve Mehmet Akın'ın görüntü yönetmenliğinde modern bir masalın anlatıldığı Anlat İstanbul'u dilim döndüğünce, kelimelerim yettiğince, anlatmaya çalıştım.

Aslında İstanbul yıllardır bize hep kendini anlattı ama kendi seslerimizin gürültüsünden uzaklaşıp onu dinlemeye hiç fırsatımız olmadı. Şu günlerde bembeyaz kara bürünen gövdesiyle de, tıkanan kan damarları yollarıyla da ve vücudunu ağırlaştıran beton giysileriyle de hala bize birşeyler anlatmaya çalışıyor ama artık sesi iyice kısılmış...

Zaman onun sesini de, sesin anlattığı masalları da çalıp gitmeden....

Haydi Anlatsana İstanbul**....

* Buradaki alıntı Anlat İstanbul filminin web sayfası www.anlatistanbul.com'dan alınmışıtr. Ayrıca bu sayfadan yönetmenlerin, oyuncu isimlerinin ve karakterlerinin de doğru yazılması için yararlanılmıştır.
** Buradaki kelime grubu yine yukarıdaki www.anlatistanbul.com sayfasında yer alan ve Ümit Ünal'a ait olan Anlat İstanbul şiirinin beşinci dizesinden yazıyla örtüştüğü düşünüldüğü için alınmıştır.


SunA.K. Grasse


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


5,505,505,505,505,505,50
2 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Damla Erarslan


Karga bokunu yemeden!

Tam olarak kaç yaşındaydım hatırlamıyorum, ilk onu kaybetme korkusu yaşadığımda. Çocuk olamayacak kadar büyük, olgun denilemeyecek kadar gençtim sanırım. Prostat demişlerdi de yüreğim sıkışmıştı. Hastane yatağının yanında bakakalmıştım yüzüne. Teyzemse azıcık bir sitemle neden uzak durduğumu sormuştu bana. Öyle ya dedemdi ve hastaydı. Hani şu kocaman sarılmaları bırak, en azından yanaklarına kondurulan öpücükler olmalıydı. Oysa çocukluğumun uzak anılarında "Bırak oynasın çocuk" meydan okumalarım ancak küçükken sökmüştü ona. Sonraları, yapraklarından ezberletmeye çalıştığı ağaçlar ve kümülüs nelüs olduğunu bir türlü aklımda tutamadığım bulutlar, çokça cebir soruları ve korkularım yeretmişti onunla ilgili ruhuma.

Bir yandan kızarmış ekmek kokusu ve bal huzuru, diğer yandan her an ne sorusu ile karşılaşacağını bilemediğin tedirgin kalışlar. Hele de en büyük torun ve ilk gözağrısı olunca... Tahta merdivenlerde çıtırdayan ayak sesleri ile nefesimizi kesmesi an meselesi olurdu pikelerimizin altında. Sabahın gün ağarmaya yakın saatlerinde, uyku mahmuru köy yolculuklarımızda sepetler, tencerelerle taşınan yemeklerin karga bokunu yemeden ulaştırılması şarttı mutlaka. Ama esas tantana orda başlardı. Üzerinde rengi dönmüş bahçe pantolonu ile elinde taşıdığı zavallı kaplumbağayı, yemek masasının beyaz muşambasının üzerine bıraktığı gibi hayvanın korkudan işemesi bir olmuştu. Eh artık seyreyleyin anneannemden gümbürtüyü. Elinde beyaz bir fare yavrusunu tuttuğunu, arı kovanlarının içine dalarak bal toplamaya çabaladığını, tavukları, civcivleri, yeldeğirmenini, hatta 70'inden sonra kullanmaya başladığı mobileti ve elinden hiç düşürmediği ingilizce bahçe kitapları ile o bizim için bir efsaneydi. Hikayelerini dinlemek, hayatını bilmek zorundaydınız, çünkü hep anlatırdı. Anneannemin hastanede yattığı bir seferinde beni elimden tutup, ailesi ile yaşadığı mahalleye, evine götürmesini hatırlarım hayal meyal. Ya da lisedeyken Atatürk'le karşılaşmasını, askerliğini, NATO'da çalıştığı yıları ve Kemeraltı'ndaki dükkanını. Onun olduğu yerde kurallar onun kurallarıydı. Torunsan, torunluğunu bileceksin okeyde yenilecektin.

Sonra hayatının ilerki bir aralığında ve ne sebeple olduğunu bilemediğimiz bir metamorfoz geçirdi. Sanki yıllarca sıkı sıkıya sarıldığı ne kadar prensibi varsa birden yokoldular. Dedem artık eskisi gibi değildi. Bunun en belirgin ibaresi ise pembe dizileriydi. Şimdi yıllarca karşısında tir tir titrediğimiz adam, Sam'in kiminle ne yaptığını takip eder olmuştu. Bu hepimizde bir gevşeme yarattı. Sanırım yıllarca bulutlar, ağaçlar ve sayılarla çabaladıktan sonra pes etmişti. Yorulmuştu belki de ama biz torunlarını hep yakından takip etmeye devam etmişti. Bizler içinse onun bizimle duyduğu gurur en değerlisiydi.

Ah bir de şu Ayşe Piliç olmasaydı... Ne güzel tıngır mıngır gidiliyordu o köy yolları. Ailesiyle birlikte geçirdiği haftasonları ve bahçesi ile başbaşa kaldığı haftalarda yaşadığı mutluluklar dimdik ayakta tutuyordu onu. İşte ne olduysa o kazadan sonra oldu. Asla da kabullenmedi olanları. Ve tüm enerjisi çekildi sanki bir anda. Her seferinde içim burulurdu, onun evde trafik ışıklarını balkondan seyretmesine şahit olduğumda. O cıvıl cıvıl insan kafese kapatılmış kuş gibi mahzunlaşmıştı şimdi. Ve tüm umursamazlığımızla erittik hayat sevincini. Hepimizin işi gücü, düzeni vardı. Şimdi kim her haftasonu onu alıp bahçeye götürecekti. Sadece seyredebildik adım adım gidişini...

Nikahımdaki şahitliği son pırıltısı oldu sanki. Yıllar önce yüreğimi burkan hastalık yeniden diriliverdi. Ah gitti gidiyor derken, Sakine'sini, hayat arkadaşını yitirdi. İçinde kimbilir kopan neler varken, yine de direndi. Hep kaybettiğimizi düşündüğümüz anda, yüzümüzü güldürüverdi. 1 yıl daha kah isimlerimizi unutarak, kah damadıyla fransızca çene çalarak geçiverdi. Ve onu son gördüğümde anneannemin seneyi devriyesiydi. Hep "yaşlılık maskaralık" derdi de kendisinin bu duruma düşmesi çok ağırına gitti. Gözlerinin dalıp giden, sanki çok şey söyleyecekmiş gibi yüzümü süzen ve inadına tek söz etmeyen ifadesi kaldı aklımda. Direnen zihnine karşın bedeni iflas etti. Şimdi yüreğimi sıkıştıran tek bir düşünce var aklımda. Bir insanın işi, ailesinin yanında olmasını engelleyebilecek kadar önemli olabilir mi? Bizler mi getiriyoruz herşeyi bu hale? İşimize karşı sorumluluklarımız, ailemizden öncelikli mi? Çünkü bugün dedemi kaybedeli tam 1 hafta olmuş ve ben hala ailemin "önemli işin vardı, moralin bozulmasın diye söylemedik" sözlerine haklı gerekçe bulmaya çalışıyorum. Şu anda herşeyi bırakıp, gitmemi engelleyen sorumluluklarımın altında eziliyorum. İşin kötüsü kalmamın değmediğini ve asla değmeyeceğini de biliyorum.

Sabah gün ağarmak üzere. Ürpertici bir serinlik var dışarıda. Su mavisi station Renault'nun egzos dumanı geldi sanki burnuma. Çabuk hazırlanmamız lazım yoksa çok kızar valla. Karga bokunu yedi be dedem kalk hadi...

Damla Erarslan


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


8,388,388,388,388,388,388,388,38
13 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir


BUGÜN DOĞUM DÖNÜMÜMDÜ UMURSAMADIN…

Duman kokuyordu toparlanmış ev. Karşı sehpanın üzeri akşam yenilmiş mandalina kabuklarıyla doluydu. Sarı arka yastıkları kirden mat bir renk almıştı. Halının mavisinde büyük yanık izi hemen göze çarpıyordu. Emekleyen küçük eller sinip, uykunun bilinmez haline devretmişti kendini. Adam gözlüklerini takıp sarı köşe yastığını dayadı sırtına. Usulca uyuyan küçük elli oğlanı öptü. Oğlan uyku kokuyordu. Ve emzik lastiği. Terliklerini çıkartıp önüne sıraladı. Ayaklarını topladı. Birazdan dalıp bu dünyadan çok uzak, ülkeler arası borsa sokaklarına vardıracaktı kendini. Kitabın o kalın sayfaları arasında boğulacaktı yine. Fikir kulaçlarıyla inatlaşırcasına çok uzakları isteyecekti. Gidecekti. Sağırlaşacak, körleşecek, mırıltı halinde canım, bana su verir misin diyecekti yutkunması gerektiğinde. Kadın hissizce bardağı tutuşturacaktı parmakları arasına. Ama adam bakmayacaktı kadına. Göremeyecekti yüzündeki acının yankılanışını. Camı açtı kadın. Küllükleri toparladı. Mandalina kabuklarına dokunmadı. Odada tek canlılık o turuncu şuursuzlukta asılıydı. Kıyamadı. Oğlan ağladı birazdan. Adam duymuyordu. Az önce hazırladığı biberonu ağzına dayadı bebeğin kadın. Önce mızmızlandı sonra garip sesler çıkararak içti biberondakileri oğlan. Bitirince, kadın sehpaya bıraktı biberonu. Mandalina kabuklarının yanına. Öpüp, yan odaya beşiğine yatırdı oğlanı. Beşiğin üzerindeki müzik kutusunu kurdu. Odaya huzurlu bir ayin gibi yayıldı tınılar. Öylece, gece lambasının loş ışığı altından uyuyan güzel yüzü izledi. Uyanmasından korkarak, çok yumuşak hareketlerle saçlarını okşadı. Perdenin arkasından yıldızlara baktı. Kapının kenarından içeride,kulaçlarına yenik düşmüş adama. Duvardaki saate. Kulağındaki huzurlu hüzne. Çıplak ayaklarının üşüdüğünü hissetti. Çekildi betondan. Yatağa girdi. Yorganın üzerine oturdu. Yastığı karnına bastırdı. Bir sigara yaktı. Sadece yarısını içti. Oğlana dokunuyordu. Söndürdü. Sandalyenin üzeri katlanmamış çamaşırlarla doluydu. Oda, deterjan ve yeni içilmiş sigara kokusu içinde devinip duruyordu. Yan çekmeceden büyük defterine uzandı. Şunları karaladı: Sinan, hatırlamadın doğum günümü. Bugün dogum dönümümdü. Umursamadın. Çok yalnızım. Oğlumuz, anneciğim nice senelere diyemeyecek kadar küçük. Şimdi, derin soluklarla huzurlu bir uykuda Ozan yanı başımda. Sense, yan odada çok uzak kulaçlardasın. Neden böyle oldu. Artık önemsemiyorsun. Keşke, sıkıca sarılıp nice yıllara deseydin. Ozanı anneme bırakıp yemeğe çıksaydık. Artık hatırlamasın. Zaten gecenin ikisi oldu. Ben uyuyorum. Sen, yan odadasın. Ama duymayacaksın diye yazıyorum anlatmak istediklerimi. Bu gün benim doğum dönümüm Sinan! Ve yine hatırlamadın. Ben yatıyorum. İyi geceler…..

Sarahatun Demir


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


6,176,176,176,176,176,17
6 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

  Kahveci : Hüseyin Enes Öncel


Ben Bu Yüzden Vazgeçtim Kafiyelerden

tek dileğim gömülmekti avuçlarına
orda ölsem bile ne gam
cehaleti istedim
çünkü en büyük mutluluktur hiçbir şey bilmemek
belki biraz sıcaklık ve güzel kokular istedim
hem kadınlar bilmez ki nasıl güzeldir öpmek bir kadını
bir çocuğu sevmek nedir bilmez bir çocuk
her an kanımda dolaşan ve yaralı kalbime pansuman olan tek allah
ne büyük eksikliktir oysa kendini bilmemek
kışın yazı, yazın kışı dilemek
bitip yeniden başlamak ne zor şeydir
herkes öksüz aslında
hayal kurmayı bilen ve onların peşinden giden herkes öksüz aslında
ben geriye dönmem
sen bana istediklerimi vermeyince
ben başka isteklere meylederim
içim sızlamaz
dökülen yapraklar için şiir yazmam
yaralı kırlangıç için ağlamam
hatta sevinmem bile bilsem ki ömrüm uzayacak
çünkü ölmek kavuşmaktır
ve bu dünya yalnız bir gölgelik mekandır
uzundur yazmadım
onca yazdım da ne değişti alemde
gerçi ne değişir değişse bile her şey alemde
benim başım duman
ya üstüme var benim
ya da git başımdan
ben çok şey söyleyebilirim bir gidenin ardından
ama susmak en kolay anlatıştır çoğu zaman
beni duyamazsın açsan da kulaklarını, zorlama
kendini bulan kimsenin ihtiyacı kalmaz bir dosta
beni anlayamazsın, kendini hırpalama
her istediğin olmayacak, alışmaya bak buna
beni hissedemezsin kalsan bile yanımda
her an başka bir alemdir insan, unutma
ve herkes bir başka dünyadır bu dünyada
bir dünya kadar kıymetlidir her ayrı dünya
çoğu zaman aklına takılacak sorular, gözyaşları birikecek avucunda
o an dur bir bak arkana
arkana baktığın an kadar kısa bu dünya
ve her kısa dünya
allah'ta birleşecek sonunda
ben bu yüzden vazgeçtim kafiyelerden
hepsini sildim, attım, geçtim düşüncelerden
ben bu yüzden
takıldım kaldım o yegane noktaya
hani tam kaybolacağı anda yeniden beliren herhangi bir yerden...

H.Enes Öncel


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
2 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Yücel Haksal


SOKAĞIM

Uzun zaman olmuş çocukluğumun geçtiği sokağımı görmeyeli, baktıkça yirmi yıl önceki hayali gözlerimin önüne geliyordu. Hatırlıyorum da, karşımızdaki Madam Sofia ne kadar da güzel cazibeli bir kadındı. Annesi ve babası beni çok severlerdi, haftada bir gün o zamanın sarı yirmi beş kuruşlarından verirlerdi. Bende evimizin ve Madam Sofia ların evinin önünü sular sonrada süpürürdüm ki akşamları sandalyeleri koyup keyifli çaylarını yudumlasınlar diye hazırlık yapardım.

Madam Sofia ve anne, babası artık yoktu, evlerinde başkaları oturuyordu. Ev eski cumbalı halini koruyor ancak , Madam Sofia nın temizliğinden yoksun kaldığı her halinden belli oluyordu. Eski canlılığı yoktu o yıllara meydan okuyan , içinde oturanları bağrına basan, dimdik ayaktayım diyen o heybetli cumbalı ev artık bende yaşlandım bu yükü kaldıramıyorum dercesine haykırıyordu. Ancak ne duyan vardı ne de gören, ne kadar acı bir durum du aslında. Sokağımızın eski halinde yeller esmiş sanki bir rüzgarla her yer savrulmuş, yerine gelişi güzel binalar oturtulmuştu. Nerede o eski cumbalı evler, işlenmiş dantellerle süslü perdeler, önünde sıralanmış rengarenk çiçekler, nerede o güler yüzlü birbirlerine en zor zamanlarda destek olan Ermeni, Yahudi, Rum, Laz, Türk ve diğer insanlar. Yoktular hepsi zamanin hızla dönen çarkları arasında ezilip gitmişlerdi. Güzel sokağım, sana baktıkça eski arkadaşlarımı, sokak ağabeylerimi, ablalarımı çocukluğumu görüyorum.

At arabalarının tangır tungur sesleri arasında sek sek oynayan sokağımızın güzelleri, diğer tarafta kuka ya da misket oynayan biz mahallenin delikanlıları ne kadar şanslıymışız aslında bu günkü çocuklara göre, onların bu zevki asla olmayacaktı. Her akşam herkes evinin önünü yıkar ve süpürürdü, gece yemeklerden sonra kapı önlerinde büyükler çay ve kahve keyfi yaparlarken biz gençler gece sokakta rahatlıkla sohbet eder ya da oyun oynardık. Tüm bu güzellikler içerisinde zaman zaman sokağımızın belalısı olan Esma teyze ile de köşe kapmaca oynuyorduk tabi ki.. O zamanlar sokağımızın ağabeyleri bizleri uzak yerlere hatta sokağımızdan dışarı çıkarmazlardı.

Bizler de sokak içinde karşılıklı olan evler arasında paralarımızı birleştirip lastik top alarak maç yapardık. Sokağın bir köşesinden başlar kovula kovula sonuna dek giderdik. Sokağımızın belalısı Esma teyze her seferinde bizi sopa ile kovalar ya da başımıza su dökerdi. O zamanlar çok kızardık, şimdi olsa da esma teyze yine kızsa kovalasa bizleri. Sokağımızın bir köşesinde çamlıca bakkalı, diğer köşesinde Albert bakkal, çamlıca bakkalının yanında tüm semtin uğrak yeri olan tuhafiyeci Yaani amca, bakkal remzi, kardeşi içkici muzaffer amca, diğer köşede kahveci nedim, kasap Seyfi ve mahallenin fırını yer almaktaydı. Kadıköy ün en uzun sokağı idi, bir tarafında havra diğer tarafında köprü ile ortasından mahallenin caddesi geçen ayrı bir özelliğe sahipti sokağımız.

Şanslıydık biz şimdiki gençlere göre, Türk, Rum, Ermeni, Yahudi hep bir arada yaşıyorduk. Ne mutlu ki bu ortamda yetişmişiz, o zamanlar komşularımız olan Madam Sofia, Madam Beki, Madam Estelya, Madam Sara , Madam Agavni, arkadaşlarımız Cako, Sabutai, Solika, Salamon, Ara, Aliki, Vivi, Agop, biz türk arkadaşlar ve adını sayamadığım diğer büyüklerimle ayni havayı solumuşum. Şimdi sana bakıyorum güzel sokağım, eski yerinde yeller esiyor. Nerede o güzel cumbalı evler, nerede o temiz sokağımız, nerede o eski komşuluklar, o güzelim sakin sokak artık yok. Sokağın her iki tarafına arabalar park etmiş yolda yürümek bile zor geliyor, insanlar birbirlerini tanımıyor. Sabahları bir günaydın, bir selam bile veren yok. Kapı önlerine camlardan poşetler içinde çöplerini atanlar bir yanda, diğer tarafta iki üç talebenin birleşerek tuttuğu evde içkilerini yudumlayarak çıkardıkları nidalar , sokağa atılan şişeler, kapı önleri pislik içinde, her taraf dükkan olmuş çıkarlar ön planda , insanlarda insanlık adına bir eser kalmamış. Ne acı ki burada yetişen gençler de bu sorumsuzluk, saygısızlık içerisinde büyüdüklerinin farkında değiller.

Nerede o Esma teyzeler, nerede o eski komşularımız, nerede o yıllara meydan okuyan cumbalı evlerimiz, nerede o eski sokağımın güzel insanları, eser kalmamış artık, var ama olmayan sokağımızda.. Seni o eski günlerdeki güzel halin ve canlılığınla hayalimden çıkarmayacağım sokağım. Bunları düşünmem, sokağıma bakarken yarım saatimi almıştı. Oysa ki bana o yılları yaşıyormuşum gibi tekrar etti anılar. İyi ki vardın, iyi ki eskiden yaşamışım her şeyinle seni güzel sokağım.

Gençliğimde sizlerle yasadığım güzel insanlar, bana o güzel günleri, büyüklüğü küçüklüğü, arkadaşlıkları dostlukları yaşattığınız öğrettiğiniz için ve sokağımızı bize sevdirdiğiniz için teşekkür ediyorum. Darısı şimdiki gençliğe...
Şimdiki gençlik mi, yoksa bizler mi şanslıydık. Ne dersiniz?

Yücel Haksal


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


7,207,207,207,207,207,207,20
5 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

HAFTANIN ÖZLENEN TEMBELİ

Tanju Akdeniz

 Misafir Odası : Tanju Akdeniz

   Çamaşırlıktaki Dolap

Çocukluğumun önemli bir bölümü Fethiye'de geçti. İlkokulda üniversiyete girene dek her yaz okulların kapandığının ertesi günü kardeşimle birlikte İzmir'den anneannemlere doğru yola çıkardık. Annemle babam çalıştığı için onlar gelemezdi. Bizi otobüsün -zaten tanıdık olan- şöförüne emanet ederler, annemin pişirdiği kek, poğaça türünden yolluklarla iki çocuk Fethiye'ye yaz tatiline giderdik. Oniki saat kadar süren yorucu bir yolculuktu. Bir tane yol vardı, o da hemen her yere uğrardı. Otobüsler burunlu, benzinli ve sıcaktı. Hararet yaptıkları için sık sık mola verirdik. Bütün koltuklar yol boyunca kükrer biçimde titreşirdi. Sırtlıkları sabitti. İlk yatar koltuklu otobüsle yaptığım yolculuğu teyzeme ballandıra ballandıra anlatışımı hala hatırlarım. Çoğu toprak olan yol iki kez derenin içinden geçerdi. Biri Dalaman çayıydı. Diğerini hatırlayamıyorum ama yol boyunca dereden geçeceğimiz zamanı bekler, otobüsün suları iki yana fışkırtarak adeta yüzer gibi dereyi yarışını ön kapı penceresinden hayranlıkla seyrederdim.

Babam daha önce Fethiye Tütüncüler Bankası müdürlüğü yaptığı için hemen herkes bizi tanırdı. En olmadık yerde hayatımda ilk defa gördüğüm birinin önümü kesip "sen banka müdürünün oğlu değil misin?" demesi hiç de kanıksanacak bir durum değildi. "Evet" yanıtımın arkası aşağı yukarı aynıydı: "Sen şu kadarcıktın. Çalış plajında üstüme işemiştin..." veya buna benzer cümleler...

Hemen her Fethiyeli gibi anneannemlerin evi de 1957 Fethiye depreminden sonra yapılan kalıcı konutlardandı. Diğerleri gibi -o zamanlar bana çok büyük görünen- küçük bir bahçesi ve arka tarafta 'çamaşırlık' adını verdiğimiz bir müstemlekesi vardı. Çamaşırlar evin dışında yakılan odun ateşinin üzerindeki kazanda kaynatılarak yıkandığı için böyle bir binacık ihtiyaç üzerine babam tarafından inşaata eklenmişti.

Çamaşır kazanlarının ve odunların yanı sıra, yazın kullanılmayan soba, kuzine, mangal, halı benzeri eşyaların konduğu bir yüklüktü aslında çamaşırlık. Her meraklı çocuk gibi benim için ise bir 'keşifler diyarı' idi.

Hayatımda gördüğüm ilk 'gerçek' buz dolabına o çamaşırlıkta rastlamıştım. Aşağı yukarı benim boyumda ve tahtadan yapılmıştı. Kalın kapakları ve iç duvarları çinko ile kaplıydı. Rafları ızgara şeklideydi. En altında da yine çinkodan, ek yerleri özenle lehimlenmiş, küçük bir tahliye çeşmesi de bulunan bir haznesi vardı. Belediyenin işlettiği buzhaneden alınan buz kalıpları bu bölmeye konur, yiyecekler de üstteki raflara yerleştirilirdi.

Gerçi evde elektrikli bir 'firijider' vardı ama o zamanlar Fethiye enterkonnekte sisteme dahil olmadığından kasabanın elektriğini sağlayan jeneratör sık sık -arıza ve benzeri nedenlerle- devre dışı kalır, saatler hatta bazen günler boyu çamaşırlıktaki buz dolabı, teknolojiye meydan okumaya devam ederdi. Bugün 'buzdolabı' adını verdiğimiz cihazlara o dönemde neden 'frijider' dendiğini yıllar sonra keşfettim: Müsebbibi anneannemlerin çamaşırlığındaki buz dolabıydı. 'Buzdolabı' sözcüğü o çinko kaplı dolap tarafından 'tahakküm' altındaydı.

Buz dolabının hükümranlığı ne kadar sürdü bilemiyorum. Bir zamanlar büyük bir gururla tel dolapları uğrattığı akibete, üzerinde FRIGIDAIRE yazan başka dolaplar tarafından kendisi uğratılmıştı. Anneannemlere son gittiğimde çamaşırlıktaki buz dolabının yerinde bir katalitik soba duruyordu. Tahtası kurtlandığı ve çürüdüğü için çinkolarının yüzü suyuna iki düzine çamaşır mandalına dönüştürülmüştü bir eskici tarafından...

Burnumun iki yanının sızladığını hissettim anneannemin bir çırpıda sol omuzunun üzerinden kayıtsızca söyleyiverdiği "eskiciye verdim gitti" sözleri kulaklarımda uğuldarken. Hem üzülmüş, hem de kızmıştım. Gözlerim daldı. İşte yine duruyordu karşımda. Yine o dolapla aynı boydaydım. Yine anneannemin dolabın kapağını açık tutmamamı ünleyen sözleri çınladı kulaklarımda...
...
Şimdi düşünüyorum. Hangimiz yeniliğe daha açıktık? Hangimiz yeni ve daha iyi olanı -her türlü nostaljiye karşın- daha kolay kabulleniyorduk? Hangimiz geçmişte yaşıyordu, hangimiz geleceğe bakıyordu? Hangimiz değişimi yaşamın doğal bir parçası olarak görüyordu? Hangimiz daha yaşlı ve tutucu, hangimiz daha genç ve devrimciydik?

Geçmişe özlem ve bağlılık ile değişime inancın körlenmesi arasında bir bağ olabilir miydi? Bu sorunun yanıtını anneannem biliyor muydu acaba?
...
Anneanneme baktım. Ocağın başında, hala sırtı bana dönük, birkaç saat sonra hep birlikte yiyeceğimiz yemeği karıştırmaya devam ediyordu...

Anneanneciğim, seni seviyorum!

Tanju Akdeniz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.084 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Hamsi Palamuda Palamut Kız Kulesi'ne Vurgun...

Kız Kulesiyle başlıyor hikayemiz
Bilirsiniz biraz hırçın biraz da sessiz!
Sıcak bir ilk bahar sabahı
Salacak kıyısının köpüklü sularında
Bir çingene palamudu dünyaya geldi yumurtasını çatır çatır çatırdatarak...
Gözlerin açar açmaz da
Başının üstünde yükselen Kız Kulesi'ne gönül verdi.
Aylar yıllar geçti palamutla birlikte sevdası da büyüyüp serpildi...

Günün birinde Karadeniz'den süzüle süzüle
Sonbaharın asi rüzgarına meydan okuyan
Sürüsünün en sonuna takılmış
Kendi minik gönlü büyük bir hamsi çıka geldi.

Tam sürüsüyle boğazı geçecekken
Kız Kulesi eteklerinde
Akını, kuyruğunu, gönlünü, yüzgecini her bir şeyini palamuda verdi.
Göz süzdü,
Cilve yaptı...
Olmadı
Palamut anlamadı...
Hamsi yaklaştıkça, palamut Kız Kulesi'ne yanaştı...

Geçmek bilmeyen günler nasıl olduysa geçti.
Gece oldu, sabah oldu...
Sonra,
Bir daha, bir daha...

Günü bilinmeyen bir sabah
Küçücük bir su kabarcığı yükseldi Salacak Kıyısı'ndan
Sonrada kocaman bir dalga karaya vurdu ayakkabı ıslatan...
Seni seviyorum diyebilmek için,
Çok yaklaşmış olacak ki
Korkuya kapılıp o gün o saat yutmuş bir çırpıda palamut hamsiyi
Hiç bilememişti ki sevmeyi kendini sevenleri...
Ya da sevilmeyi...

İşte o gün bu gündür hiç bir hamsi sürüsü geçmez Kız Kulesi eteklerinden...
Bir palamutta ne zaman bir hamsiyle göz göze gelse, için için feryat eder bu yazgıya...

Ve her gece
Hamsi palamuda,
Palamut Kız Kulesi'ne vurgun...
Diye fısıldar boğaz sevenlere...
(Gerçek aşkın kıymeti belki bir gün bilinir ümidiyle...)

Laura Avadar

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Semih Bulgur

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar

  Şef Garson : Akın Ceylan
Yamağı : Bora Dandinoğlu

Klavye ile haşır neşir küçüklere sorumluluk duygusunu bir nebze olsun aşılayabilecek bir site.Basit bir üyelik işleminden sonra hayatı sizin ellerinizde olan sanal bir çiçeğiniz oluyor. İyi bakarsanız büyüyor, bakımsız kalırsa boynunu büküyor, bakımda aşırıya kaçarsanız kızıyor. Boy sıralamasına göre üyelerin çiçekleri birbiri ile listelerde yarışıyor. http://www.sibercicek.com/index.php

Ev ve ofisindeki ki mobilyaları sık sık değiştirme merakı olanlar veya yeniden dekore etmek isteyenler için faydalı bir link.Odanızın ölçülerinde ki bir platform üzerinde her türlü ev/ofis mobilyalarını istediğiniz şekle sokabiliyorsunuz.Böylece yaptığınız değişiklikten memnun kalmayıp başa dönme sıkıntısı yaşamıyorsunuz.Sitenin asıl amacı bu değil tabiki. http://www.furniture.com/common/roomplanner/

Hangimizin uçurtma ile ilgili bir anısı yoktur ki?Fakat günler geçtikçe bildiğimiz klasik çıtalı uçurtmalar tarih olmuş ve değişik yapı ve şekillerde olanları göklerde süzülüyor artık.Bu sayfa da 15 ayrı yapı ve şekilde uçurtmanın yapılışı çizimlerle tarif ediliyor ve uçurtma hakkında önemli bilgiler veriliyor.Gerisi size kalmış. http://www.angelfire.com/pokemon/ucurtma/

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


AVG AntiVirus Free Edition 7.1.375 [15.8 MB] Windows (tümü) / Free
http://free.grisoft.com/doc/2/lng/us/tpl/v5
Hala anti-virüs programı olmayanlara, olupta güncelleştiremeyenlere mükemmel bir seçenek. Adının bedava olmasına bakmayın. Fazlası var eksiği yok. Hemen yükleyin ve limitsiz update olanaklı bu programı hemen kullanmaya başlayın. Bilenler biliyordur ama bilmeyenler bana duacı olacaklar eminim.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20060124.asp
ISSN: 1303-8923
24 Ocak 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com