|
|
|
26 Ocak 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Ne Ocak'mış ama!.. |
Merhabalar,
Hayatımın en verimsiz Ocak ayını geçiriyorum. Oysa Ocak ayını hep yeni yılda yeni umutlara yelken açtığımız ay olarak bilirdim. Ama bu sene farklı. Yılbaşı, bayram, kar, soğuk diye diye ayın sonu geldi ama bizim işler kımıldatacak tek bir yaprak bulamadı. Ne iş aldık ne tahsilat yapabildik. Kimi arasan yok, olanlarda da mazeret çok. Kısa mısa ben Şubat'ı özler oldum. Gelsin de şu çile bitsin. Bir de şu ayın memleketime ne kadar zararı oldu onu merak etmekteyim. Yan gelip yatılan koskoca bir ayın faturası ucuz olmasa gerek değil mi?
Kar Kahve Molası'nı da etkiledi haliyle. Dergi hazırlığı aksadı. Benim bile içimden birşeyler yazasım gelmiyor vallahi. Ben iyisimi size güzel bir şarkı çalıp gideyim. Adamo söylüyor, C'est ma vie. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
ÖNSÖZ : Ömer Akşahan NE ARADIĞIMI SORAN BİRİ Mİ VAR? |
|
Ne umarsız olduk; hiçbir şey eskisi gibi değil. Nerede o eski sinema günleri! Bir çoğumuz için bir umut kapısı ve tek eğlence kaynağı olan sinemalarda, Zeki Müren'in başrol oyuncusu olduğu ilk renkli Türk filmi, Bahçıvan, kasabamıza geldiğinde, büyük olay olmuş, yazlık sinema perdesinin önü yani sahne dahi insanlarla dolmuştu. Sinema izleme, kendi içinde özel bir kültür oluşturuyordu. 0 günlerin en özel insanları, başta sinema işletmecileri, makinist ve biletçileriydi. Makinist koca sinemanın tek yönetmeni olarak bir ayrıcahğa sahip olmasma karşın, tekniğin gazabına uğrayıp, zaman zaman ıshkh protestolara uğramaktan da kurtulamıyordu. Sinema, genç aşıklarm, birbirlerini uzaktan da olsa görme olanağı bulduklan yerdi. Sinema şöleni, kasaba ileri gelenlerinin eşlerinin takıları ve en rüküş halleriyle boy gösterdiği, mini bir defile havasında ve kabak, fındık, fıstık ve gazoz bağırışlarıyla sürer giderdi. Yaşlanıyorum galiba...
Ne duyarsız olduk; yaşanan acı gerçekler ve skandallar karşısmda, şapkamızı önümüze koyup, çözüm üreteceğimiz yerde, kişisel hırslarımızın tutsağı oluyoruz. Evet, yaşlı küremizde 790 milyon kişi aç, 1,5 milyar insan da suya hasret! Her yıl beş yaşın altında 12 milyon çocuk ölüyor! Yani, dünyanın yetmiş dörtte biri zengin, kalanı fakir!(*) Yirmi birinci yüzyıla, insanhk bu ayıpla girdi. Daha bunu ne kadar böyle sürdürebiliriz, bilmiyorum. Kıyamet denilen şey, bence, zengin ve fakir arasında oluşan bu derin çukurda kopacak.
Ne şiirsel olduk! Gün olmuyor ki, gazete manşetlerinde; "Cim Bom şiir gibi", "Şiir gibi güzel", "Şiir gibi kadın!" vb. başlıklara rastlamayalım. İçimiz dışımız şiir oldu. Aslında bir de, içimizin şiir röntgeni çekilse, en şiirsel organımız görülse! Çoğumuz 'kalpsiz kadın', 'yürekli çocuk' gibi betimlemelerle bazı göndermeler yapabilsek, pekala burnumuz da en şiirselliğe aday olabilir değil mi? Güzellik, estetik ve başarı denince, nedense ilk akla gelen sözcük, hep şiir oluyor. Ancak şiir yazmaya gelince, bu özelliklerin hiçbiri akla gelmiyor, nedense. Şiir, sen nelere kadirsin!
Ne diyor Can Yücel usta: "Dediğim gibi beni Datça'ya gömün / Şu deniz gören mezarlığın orda, Gömü sanıp deşerlerse karışmam ona" Sövmenin kitabı olsaydı, bunu en iyi o yazardı, kuşkusuz. Ne yazık, onu bedensel olarak kaybettik. 0, şimdi deniz manzaralı odasına Datça güneşini nasıl getirtirimin telaşındadır:. Onu okudukça ve anımsadıkça, sövme isteğim kabarıyor...
Ne tartışılacak, yeni yüzyılda? Şiirimizde hâlâ Garip akımı tartışıldığına göre! Geçen yüzyılın sorunları henüz yeterince irdelenmemiş olduğu anlaşılıyor. Edebiyat medyasına, yeni konu ve konuklar gerek!
Şiir nasıl seçilir? Şiir seçicinin ayrıcalığı nelerdir? Her yıl eskisi kadar olmasa da, bu yıl da, umarım, Adam Sanat'ın 2000 Şiir Yıllığı kimi eleştirmenlerce inceleme konusu yapılacaktır. Bu arada seçilen ürünler kadar, şairlerin kimliği ve seçicinin beğenisi tartışmaya konu olacaktır. Elbet, sanatın gelişimi adına ortaya konan her ürün, eğrileri ve doğrularıyla ele alınmaya değer.
1993'den beri yayımlanmaya devam eden yıllığın en yenisi Adam Sanat'ın Mart 2000 sayısıyla bir poşet içinde okuyucuya ulaştırılmış. Kitaplığımda bulunan diğer iki yıllıkla karşılaştırma yaptığımda, bazı nesnel durumları görme olanağı buldum. Şiir belgeliği niteliğinde olmasına özen gösterildiği savında bulunulan yapıtta, hazırlayan Mehmet H.Doğan'ın da belirttiği gibi, taranan her dergiden şiir alınmamış. Buna, bazı dergilerin 'hatır gönül işleriyle şiir basmalarını' gerekçe göstermiş. Bu durumda, Kıyı dergisinden 2000 için tek bir şiir alınmadığına, diğer iki yıllıkta da ancak birer şiirle yer aldığına göre; bu dergiyi çıkaranlar da hatır için yıllardır edebiyat bayrağını Anadolu'da dalgalandırıyorlar!
Bende mevcut 1994, 1996 ve 2000 yıllıklarına şöyle kabaca göz atmakla bile görülecek bir gerçekse; eleştirmenimizin, bir türlü vazgeçemediği bir şiir çevresi ya da şairler var. Onlar her yıl tek ürün de verseler, mutlaka seçkide mümtaz yerlerini almakta. Öte yandan, Damar dergisi adına şiir seçkisi hazırlayan bir Osman Bolulu ile 70 yıllık sanat yaşamını iki yıl önce kutlayan, edebiyatımızın duayenlerinden, Son Liman adlı yapıtıyla şairliğini geç de olsa, ortaya koyan Prof. Cahit Tanyol ustamız da her nedense yıllıklarda yok. Hoş, onların, Mehmet H. Doğan'ın beğenisine pek ihtiyaçları olduğunu sanmıyorum ya! Üç yıllığın sayfa sayısı ve sayfa boyutları da aynı tutulmuş. Ancak şairlerin sayısı 1994'de 143, 1996'da 146 iken 2000'de bu sayı, her ne hikmetse 122'ye düşüvermiş. Bu durumda, belgelik denen bu yapıt, neyi belgeleme iddiasıyla çıkıyor ki? Olsa olsa Mehmet H.Doğan'ın beğeni belgeliği olabilir! (Çünkü, her geçen yıl, seçki ustamızın beğeni süzgecindeki delikler biraz daha daralmakta ve şair sayımız da, nüfusa ters orantılı olarak azalma eğiliminde!
Şair şairin kurdu, hadi onu anladık da, şimdi bir de buna şunu eklemek gerekir herhalde; eleştirmen de eleştirmenin kurdu! Bazı şairler, açıkça Mehmet H. Doğan'a tepki gösterip, şiirlerimizi yıllığına alma demelerinden, doğrusu, bir okur olarak ben kendime düşen payı çoktan aldım.
En sinir olduğum sözlerden biri de şu; "Yok öyle, burası Türkiye!" Ne kadar itici, yanlışlıklara kılıf hazırlamaya ne kadar yatkın bir ifade. Kime ne söylesem, alacağım yanıtı çoktan öğrendim:"Yok öyle, burası ...." Anlayacağınız, herkes tutturmuş bir yol gidiyor. Çevremize müthiş bir sevgisizlik ağı örülmüş; her şey küçük çıkar ilişkileriyle kotarılmaya çalışılıyor. Mahkemede yalancı şahitliklerin bile bedeli 50 milyondan başladığı bir ülkede, piyasaya şiir diye sürülen düz yazı kasetlerinin peynir ekmek gibi satılmasına da pek şaşmamak gerek. Sonuçta, nasıl kötü para iyi parayı kovarsa, kötü şiir de iyi şiiri kovuyor, bundan bazıları iyi rant sağlamaya devam ediyor, vesselam...
Ne aradığımı soran biri mi var? Şöyle sağıma, soluma ve arkama dönüp baktığımda, kimseyi göremiyorum. Aklıma Don Kişot'la sadık uşağı Gonzales ve Hoca Nasreddin'in filleri geliveriyor. Bizim burada, sevdiğim kalaycı bir arkadaş var. Beni ne zaman görse, selam niyetine, " Aman hoca, kurtar bizi şu fillerden!" tekerlemesini söyler. Gelecek için ne planlar kurduğum, neler beklediğim ve neler başarabileceğim kimsenin umurunda değil. Herkes kendi küçük mutlulukları peşinde; elde ettikleri mevzileri ise yeni gelenlere hiç kaptırmaya niyetleri yok. Mum dibine nasıl ışık vermiyorsa, benim de bir aydın ve şair olarak yaşadığım kente küçük de olsa ışık sızdırma olanağım yok. Bunu ne denli istesem de, nafile...
(*) Düşmanlıkları Unutma Kültürü, Hıfzı Topuz, Adam Sanat, Mart 2000, sayı 172, sayfa 18
Not: Yazı, 2000'de Kıyı dergisinde yayımlanmıştır.
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
KARAKTERİ VE KALBİ OLMAYAN BİR MODERN İNSAN TİPİ
Modern yaşamın kıvrımlarında kıvranan insan tipi çaresizdir. Başarısızdır. Aile, iş ve çevre planında zaaflıdır. İletişimi ve iç düzeni dağınıktır; kopuktur. Beyninde kuyrukları bir birine dolanmış onlarca tilki dolaşmaktadır. Midesiz ve kalpsizdir. Cesaretli pozlar altında alabildiğine bir korkaklık barındırır. Kendinden, kişiliğinden utanan ve sıkılan marazi bir tiptir. Günahkar ve çelişkilidir. Kendi çelişkilerini elinin altındakilere verdiğinin ayrımında değildir. Sorumlu olduğu kişileri kendi dünyasının sınırları dışına çıkarmak ister. Zira dünyası kir ve pas içindedir. Kırışıklıklarını, pürüzlerini makyajla gidermeye çalışan çirkin bir kadın(?) yüzü gibidir dünyası. Cilayla parlattığı yüzün arka ruh planı mat ve pörsüktür. Onun için kendini hep maskeler ve maskelerle oyununu oynar. O kadar çok yüzü vardır ki gerçek yüzünü o bile bulamaz-bilemez. Onlarca yüzü içinde hangisine tutunacağını kestiremez. İlişkileri ve iletişimleri ömürsüz ve maymun iştahı gibidir. Huzursuzdur. Mutlu lahzalar oluşturacak her yeni sebep onun huzursuzluğunu gidermeye kafi gelmez. Ben'leri arasında dalgalı, şiddetli ve yıkıcı gel-gitler yaşar. Böyle bir tip'in yani kendini kaybeden birinin ya da kayıpta olan birinin ailesi başta olmak üzere elinin altındakilere kendisin ki gibi bir an ve gelecek dışında kazandırabileceği ne olabilir?..
İstemediği şeyleri yaptığı için hep pişmandır. Pişmanlığı ve iç düzeni çelişik olan bu modern tip, arkaik ahlak geleneğinin cürufu üstünde yapayalnızdır. Çocuklarının geleceğine duyduğu kaygı aslında çocuğuna giydirdiği kendi kaygılarıdır. Kendi dünyasına değen meteor taşlarının açtığı geniş gediklere gömülen bu modern insan tipi kendi savrulmalarını, kendi tercihlerini ve kendi alışkanlıklarını çocuğu üzerinden kendisine eleştirel bir dille söyler. Hezeyan ve serzenişleri muhatabına görünse de aslında sesli bir içe dönük haykırıştır yaptığı. Evladına "bunu yap şunu yapma. Bunu al şunu alma" derken kendi alıp-alamadıklarını ve yapıp-yapamadıklarını hatırlayarak öfkelenir. Öfkesini evladına boca eder. Oysa her hatırlayış onu düzletmeliyken aksine yeni kayıplara yelken açmasına yol açar. Evlatlarına o beğenmediği ve hep yergiyle eleştirdiği ahlakı-terbiyeyi vermenin kırk bin yolunu ararken "..kendinde olanı değiştirmedikçe bir başkasında olanı değiştiremezsin" Kur'an sözünü-uyarısını anlamazlıktan gelir. Evlatlarına bir taraftan vermeye çabaladığı "erdem"lerin kendi yaşamının raflarında olup olmadığına bakma gereği bile duymaz..
Aydınlıklardan öcü görmüş gibi kaçar. Karanlıklara sığınır. İçindeki o çirkin ve kötü çehreyi saklayabileceği yeni karanlıklar arar durur. Onun hali İncil'deki şu misal gibidir;"..insanlar ışıktansa karanlığı daha çok severler, çünkü yapıp ettikleri şeyler fena şeylerdir. O ki kötülük yapar, ışıktan nefret eder ve yapıp ettikleri için azar işiteceği korkusuyla ışığa gelmez." Adım attığı her yeni durak onun için sırrını ve karanlığını kaybetmiş olduğu için yeni bir durak arayışına girer. Her durak bir sonraki durağa geçmesi dışında bir fonksiyona sahip olmaz. Yaşamı duraklara bölmüştür. İnsanları sınıflara ayırmıştır. Adımını attığı yeni her durak-yaşam ve sınıflara ayırdığı her insan onun parçalanmışlığını ve çok yaşamlılığını artırmaktan öte bir işe yaramaz. Bulunduğu her yeni karanlık aydınlığa dönüşünceye-deşifre oluncaya kadar bir teselli ve oyalanma nedeni olur. Oyalanmak ya da oynamak midesine kramplar şeklinde otursa da o bu alışkanlığını devam ettirir... Kendi karanlığını sever. İnsanları kendi karanlığında kalpsiz bir oyuna çeker. Açıklanmamış isteklerle doludur. Bir çok isteğin ne olduğundan kendisi de emin değildir. Karanlıkta bir sır gibi ser'i içinde tuttuğu hayatı ucube bir ruh tadıyla tek başına bir köşede yaşamak ister. Modern yaşamın bir çok yüzle dekore edildiği sahnesinde mutluluk rolleri buldukça kendi iç rahatsızlığının biraz daha genişlediğini bildiği halde yeni sahte rollere nefes vermeye devam ederken bir misyonu yerine getirmiş gibi arz-ı endam eder... Bu bir buhran halidir. Bu bir yetinmeme halidir. Maymunlaşma ve parçalanma durumudur. Kişiliğin atomize olmasıdır. Atomlara ayrılan kişiliğin her zerresinde ayrı bir kişiliğin doğup ölmesidir. Ve ölen her kişiliğin çürüyen bedeninden yayılan o murdar kokunun içinde yaşamaya devam edebilme halidir…
Nihat Turan nihatturan2@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Böylesine Sevdalar...
Gülümsüyordu kadın, hiç aklında olmayan bir öyküye soyunmuştu yüreği. Ne kadar uzun zaman geçmişti böyle kanatlanıp uçmayalı. Çok uğraştı, sırası mı şimdi bu duyguların diye düşünüyordu. Eve döndüğünde o gece, ilk işi geçmisteki bir mektubu tekrar okumak olmuştu. "canım sevgilim" diye başlıyordu.. o ilk satırlar tüm duygularını harekete geçirmeğe yetmişti. o an karar verdi, izin verecekti kendine.
Yaşamalıydı bunu. Sonbaharındaydı, kimbilir belki bir daha rastlayamazdı böylesine kendini uçuran yürek çırpıntılarına. Tüm utancını bir kenara attı. Ve dimdik yürüyerek aynanın karşısına geçti. Kendisine baktı öyle uzun uzun. Hala gençlik günlerinden kalan bir güzelliği vardi. Bir tek şeyi çok derin gördü, alnındaki o tek çizgi kırışığı. Kendisine çok şey ifade eden ama başkasının birşey anlamayacağı bir çizgiydi bu, anlamı büyüktü kendisi için. Hayatını anlatıyordu, sessiz çizgilerle. Bunları düşünürken gözlerine takıldı gözleri. Hüzünle bakıyordu. Derin bir iç çekiş yaşadı. " Kimbilir dedi, bilinmez..." Ne demek istediğini ona bakan biri anlayamazdı.
"Haydi, hazırlan bakalım" dedi kendine biraz şen birazda şuh olmaya çalışarak. Beğendiği bir erkeğe rastlamıştı. En azından ruhu öyle hissetmişti. Ve kendi de inanmak istemişti. İnandı da gerçekten. İnanmazsa yaşamazdı bu tüm duyguları biliyordu. "hadi bakalım, yarınlarımız bu sefer neler yaşatacak" diye sesli sesli söylenerek ayakkabılarını giydi.
Dışarı çıktığında, hava alacakaranlık olmuştu, önemli değildi. Gittiği yer de uzak değildi allahtan, havanın soğuk oluşu yıldırmadı. Yüreği sımsıcacıkdı. Masaya yaklaşdığında, onu karşılayan erkeğe baktı derin derin uzaktan. Heyecanlanmıştı. Kendini yirmili yılların ortalarında hissetti birden. Bu hissedişle aniden de utandı. Bu olacak şey değildi. Ama oluyordu. Kendini öylesine kaptırmışdı ki, ona bakan, gerçekten o yaşlarda olduğuna inanacaktı. Yakışıyordu üstelik ona bu hal bu eda. Onu karşılayan erkek ise tüm erkeksi tavırlarıyla, biraz da ürkek ama bir o kadarda sevecen uzattı elini. Elleri birbirine değdiğinde sanırım anladılar. Neler yaşanacağını.
Eve dönüş saati yaklaştıkça, içindeki hisleri artık tarif edemiyordu kadın. Hayatında ikinci kez aşık olduğunu anladı. Hava kararmıştı. Çantasındaki anahtarla evin kapisini açtı, evin sessizligi ürkütmemişti onu. Oysa her girişinde eve, o sessizlik delip geçerdi yüreğini. Üzerindekileri acele çıkartıp, koltuğun üzerine bıraktı ve doğru mutfaga gitti. Kendine bir kahve suyu ısıttı, kahvesini aldı ve masaya oturdu. Ne olacaktı? Bu soru ile epey oyalandı. Ama yüreğinin çırpıntısı pek çok şeyin önüne geçmişti bile. Derin bir nefes aldı. "tamam" dedi tekrar, sanırım kendini ikna ediyordu. Kaç haftalardır mehter marşı gibi gidip gelen duygularıyla oyalanmıştı. Genç değildi artık, her ne yaşayacaksa kabulum diye düşündü.
Çok zor bir beraberliğe adım atmak üzereydi. Bunu yaşamak benim hakkım diye düşündü. Karşısındaki erkeği tam tanımıyordu. Her ne kadar iki senedir aynı ortamdaysalar da, insanları tanımanın ne kadar zor olduğunu artık biliyordu. Bunu zamana bıraktı. Acelesi yoktu. Ama o kadarda vakti yoktu biliyordu. Şöyle gençlik yıllarındaki gibi zaman bolca değildi önünde. Yüreğindeki kırık kanatların çırpınışını hissetti. Hala bir o yana bir bu yana çarpıyorlardı. Aslında korkuyordu. Hemde öylesine korkuyordu ki. Kendine gülümsedi. Bunları düşünürken hem kahvesi soğumuş, hemde akşam iyice örtmüştü gökyüzünü. Oracıkta uykuya daldı....
Gözlerini açtığında, boynunun tutulduğunu hissetti, yerinden doğruldu.. Evin içi soğumuştu.. "Of! " dedi. "Unutmuşum şömineye odun atmayı sönmüş işte ateş" diye söylendi. Yerinden gerinerek kalktı, bir adım attı, aklına bir isim düştü. Sonra tekrar koltuğa, o uyuduğu koltuğa yığılırcasına oturdu. Soğuk olan ev değildi. Şöminedeki ateş sönmemişti. aslında odun atmayı da unutmamıştı. Uzun uzun baktı şöminedeki ateşe.. Bir an karlı bir geceye gitti düşüncesi, ve bir elin sıcaklığını hissetti avucunda, başını eğip baktı avucuna..., oradan yazın sıcağına, bir araba dolusu eşya ile yapilan seyahatlere düğümlendi yüreği, elinde olta anlamadığı balık tutma serüvenlerine atladi balıklama düşleri. Kıskançlık yapıp sitemler edişine takıldı aklı, gülümsedi. Hararetli hararetli tartışmalarına gitti aklı. Kim haklı çıktı sonunda diye düşündü tartışmalarının. Pek de önemi yoktu sonuçların zaten. Sevdikleri şeydi insanları konuşmak, irdelemek insan davranışlarını. En çok da balık rakıyı sevdiler birlikte mutfakta yanyana. Kimse anlamadı onların ne yaşadığını.
O neşeli adamın umarsızca hayata başkalıdırışını düşündü sonra. O sevdiği adamın, gözlerindeki hüznü hatırladı, içi eridi. Başını omzuna dayayıp uzun uzun dinledi onu. Arada hatalarını söyledi yüzüne o kadar dosttular ki, kabul etmedi hiç bir seferinde adam hatalarını, hep bir açıklaması vardı kendince. zaten hep kendimize açıklamalarımız yok mudur, doğruluğuna bi kendimizin inandığı. O kadar zıt kutuplardılar ki aslında, tüm bu zıtlığa rağmen birbirlerini anlamaya çalışdılar..Kadın ona haksızlığını anlattı, anlamadı. Erkek içindeki erimeyen buzları anlattı. Eritemedi kadın. Sonra o derin gözyaşlarını akıtışını geldi aklına, niçin ağladığını, ne olduğun artık biliyordu... Onu tanımak için ne kadar uğraşdığını, aslında uğraşmadığını bunu hissettiğini anladı. Onu yaşayarak tanımıştı, anlamıştı. Onun içindeki hüznü hissettikçe her seferinde kendi yüreğinin kavrulduğunu anladı. Onu o kadar çok sevdi ki kadın, kendini unuttu. Oysa kendisi için başlamıştı bu duyguyu yaşamaya. Onu o kadar çok yaşadı ki, kendini yaşamayı unuttu kadın. Bunu sevgi olduğunu ikiside anlamadı.
Birden yüreğinde bir sızı duydu. Gözleri daldı gitti.. Kendisini bu kadar üşüten neydi. Birden gerçeği kavradı. Soğuyan ev değildi. İçindeki ateş sönmüştü. Onu kırdığı zamanları düşündü, bilinçaltı savunmaya geçmişti sanırım, kendi incindiği zamanları düşündü. Herşeye rağmen gülümsedi. Ne olur üşürsem diye düşündü, bir kalın battaniye ile ısınırım diyerek acısını bastırmaya çalışdı. Gözlerindeki hüzün derinleşdi. Son gri halkasını koymuştu gözlerine, her gri yağmur bulutu ile ışıldayacağını bildiği yere.
Gülümseyerek, kalktı yerinden. O köşedeki koltuğa doğru yürüdü. Saate baktı."neye bakıyorsam saate" diye düşündü sesli sesli. Anlamı kalmamıştı zamanın. O koltuğu seviyordu. Sanırım o koltuk kadının unutacağı anılarını barındıracaktı artık. Tüm anıları bir koltukda toplamak fikri cazip geldi kadına. Arada sırada ziyaret eder hatırlarım diye dalga geçti acısıyla.. Aslında kendine değil ona izin vermişti. Sevmişti adam kadını. Kimse anlamadı.
Şimdilerde nerde kimbilir diye düşünecek kadın. Adam ise kendi dünyasında yalnızlığı ile barışmağa çalışacak, sevmeyi ögreninceye kadar tekrar. Başka ortamlarda dolaşacaklar birbirlerine rastlamamayı umarak. Kadın bir benzer öykü duyacak zaman zaman satır aralarında anlatılamayan, gülümseyecek kendi kendine biliyor. "Bile bile lades de bu kadar olurdu ancak" diyecek benzer öykülere. Ve onun, o asil edasıyla... Yeni serüvenlere yelken açışını hissedecek uzaktan, kendi toplarken açtığı yelkenleri. Gülümseyecek... Neden gülümsediğini kimse anlamayacak...
Böyle sevdalar vardır işte. Korkulara esir olup harcanan sevdalar. Bir tebessüme gizlenecek anılar gibi. Gözlerdeki o gri halkaların derin anaforlara sebeb olmasi gibi.
Zerrin Gürdal
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : Neslihan Güzel ORTAK PAYDA |
|
Belki çiftlik evinde doğmuşsun, büyümüşsündür. Bir kedin olmuştur, alacalı, mavi gözlü. Onun yanına da bir iki köpek eklemişsidir hayvan dostuysan eğer. Biri siyah, biri beyaz. Onları da almış arkana dağları çıkmışsındır, koyunları gütmüş, atına “Deh!” demişsindir. Acıkınca küçük çıkını alıp eline, kuru ekmek soğana sıkı sarılmışsındır. Bir taraftansa gözün hayvanlarında. Onlarsa yayılmanın sevinci ile ısırgan otlarına, ayrık otlarına, goncalara sardırmışlardır. Suyunu almışsındır ardından, ama o sıcağın etkisinden kaynama noktasına gelmiştir. Moralin bozulmuştur birden, hayvanları da alarak çoban çeşmesine inmişsindir. Kana kana içmişsindir suyunu, hayvanlarda bayram etmiştir seninle beraber. Köpeğin vardır kara, kapkara, zifiri karanlık. O da kuyruğunu sallayarak eğilmiştir çeşmeye, senin sadık dostun. Havanın sıcaklığı ile terler akmıştır alnından, yüzünü yıkamışsındır, kaç kere. Su vurmuşsundur yüzüne “Şap” diye. Silmişsindir ardından gömleğinin alt ucuna yüzünü, derin bir “Oh!” çekerek.
Akşam olunca hayvanlarda önüne katarak, köpeğin de en arkada, etrafı kolaçan ederek tutmuşsundur evin yolunu. Yemeğin bir bulgur pilavı olmuştur, yanında da ayran, somun ekmeğin vardır, ya da yufkan. Akşam olunca gün bitmiştir, sen mutlusundur, gözlerini kapamış, uyumuşsundur.
Sense İstanbul’da dünyaya gelmişsindir. Dar bir sokakta, pencere-sinde karanfillerin açtığı, şem boyların değil. Sabahları okula gitmişsindir, daha gün doğmadan çıkmışındır yola. Vapura binmişsindir. Elindedir çantan, ya da sırtında. Ne olacağını düşünmeye başlamış-sındır, bir taraftansa nasıl iş bulacağını. Vapura ise insanlar dolmuştur. Onlara bakmışsındır bir taraftan, kimi elinde gazetesi, kimi çayı. Etrafa bakarlar, ya da bakar gibi yakıp bir şeyler düşünürler, kendince. Vapurdan inmiş, okulun yolunu tutmuşsundur. Dersler, teneffüsler derken bir de bakmışsın ki ders bitmiş, akşam olmuş, yorgun evin sokağına varmışsın, çantadan kurtulsam dercesine kapıyı çalmışsındır. Yemeğini yemişsindir, derslerini yaptıktan sonra, sen de uyumuşsundur.
Sen de bugün çalışıyorsun, yorgunsun, saçların da ellerinin arasında, düşünüyorsun ve arayışlar içindesin. Yere, masanın ayağının yanına düşmüş olan toplu iğneyi alıp, bakıyorsun. Ne kadar ince, ne kadar zarif diye, bir de canını yaktığı zamanı düşünüyorsun, ne kadar acımasız olduğunu. Hayat gibi değil miydi? Toplu iğnede, bazen zarif ve ince, bazense can yakıcı.
Sonra, son iş gününü de bitirmenin telaşı ve yorgunluğu ile bürondan dışarıya çıkıyorsun, omuzların düşmüş bir halde. Sekreterine iyi akşamlar diyerek, asansörün gelmesi bekliyorsun, sana bir asır gibi geliyor bu süre.
Arabana atlayıp, evin yolunu tutuyorsun trafikle mücadele ederek. Kapının çıt sesi, seni çok rahatlatmıştır, artık evindesindir. Gri pijamalarını geçiriyorsun ayağına, bir hafta daha bitti diye seviniyorsun için için.
Çayını demliyorsun, bir taraftan da dağılan eşyalarını topluyorsun. Gece oluyor, sen de uyuyorsun.
Çoban mutluydu, gözlerini kapadı uyudu. Çocuk yorgundu ve gelecekle ilgili endişeleri vardı ama o da uyudu. Adam da yorgundu, fakat bir haftayı bitirmenin sevincini de taşıyordu yüreğinde gece oldu, o da uyudu.
Ama bu insanların hepsi de bir ortak payda da birleşmişti: “Yaşam”
Neslihan Güzel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : M.Nihat Malkoç HECENİN YETİM ÇOCUKLARI |
|
Bilindiği gibi şiir hece ölçüsüyle, aruzla ve serbest tarzda yazılır. Hece ölçüsü bin yıldan beri özellikle halk şiiri geleneğiyle günümüze kadar gelmiştir. Bu süreç içerisinde binlerce büyük halk şâiri yetişmiştir. Yunus Emre, Karacaoğlan, Aşık Veysel bunlardan bazılarıdır. Bu ekol çok köklü bir geleneğe sahiptir.
Hece ölçüsüyle şiir yazmak sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Çünkü hece, şiirde bir disiplinin adıdır. Öncelikle dizelerdeki hece sayılarının eşit olması gerekir. Ardından durakların da baştan sona kadar aynı düzende devam etmesi şarttır. Yani meselâ 11'li ölçüyü tutturmak yeterli değildir. Bunun durakları da vardır ve olmalıdır. İlk mısranın durakları 6+5=11 ise ötekilerin de öyle olma mecburiyeti vardır.
Bunun yanında kafiyelerin kusursuz olması gerekir. Beytin veya dörtlüğün aynı kafiye türüne sahip olması lâzım. Dörtlüğün tamamı aynı kafiyelenmelidir. Bir dize başka, öbürü başka olamaz. Bunun yanında bir de kafiye örgüsü vardır. Düz kafiye, çapraz kafiye, sarma kafiye diye…Buna da uymalıyız…Kafiyeyle redifi de birbirine karıştırmamak gerekir. Meselâ iki çekim eki kafiye olmaz;redif olur. Tunç kafiye ve cinaslı kafiye de ayrı bir ustalık gerektirir. Kısacası heceyle şiir yazmak bazılarının sandığı gibi kolay bir iş değildir…. Bunu başarmak hüner ve çaba ister.
Bazılarının heceyle ilgili klasik yakınmaları vardır. Neymiş efendim heceyle yazarken duygular kısıtlanıyor. Çok güzel bir benzetme buluyorsun ama hece ölçüsüne uymayınca terk etmek zorunda kalıyorsun. Şiir yazmayı alelâde bir iş olarak mı görüyorsunuz?Marifet bu kısıtlamalara rağmen güzel eserler vücuda getirmektir. Türk şiirinde bunu başarmış pek çok mümtaz isim mevcuttur.
Hece bir söz disiplinidir. Yok neymiş, hisleri prangalara vurmamalıymışız…Git o zaman deneme yaz…Hikaye yaz…. Kelimeleri leblebi gibi beyaz sayfalara savurmak mıdır şiir?... . Bu mu sizin sanat anlayışınız?Benim soyut hikayelerim var(Bazıları bunlara postmodern hikâye diyormuş…) Alın o hikayeleri; sıralayın cümleleri alt alta…Alın size serbest şiir…Bundan sonra ben de hikâyelerimdeki cümleleri yan yana değil de alt alta mı yazsam?Bunu hiç düşünmemiştim. Hay aklımı seveyim…İyi fikir…Kim tutar beni!!!!!
Bir de aruzla yazılan şiirlerimiz var. Osmanlı devleti zamanında zirveye çıkan aruz şiirinin de kendine mahsus pek çok kuralı vardır. Yok işte aruz kalıplarına uyacaksın;imale, zihaf, med, ulama yapacaksın gibi…Bu şiir altı yüz yıl boyunca yaşamıştır. Çok da mükemmel eserler ortaya konulmuştur. Fuzulî, Bakî, Nef'i, Nâbî, Nedim, Şeyh Galip bu tarzın üstatlarıdır. Dil inkılabıyla beraber bu şiir de tarih olmuştur.
Divan şiirinin son büyük üstadı bir Mevlevi şeyhi de olan Şeyh Galip'tir. Divan şiiri maalesef bugün müzeye kaldırılmıştır;esamesi okunmamaktadır. Bu ayrı bir tartışma konusu…Ben bugün bu şiirin tekrar canlandırılması gerektiğini savunmuyorum. Onu bir kenara bırakalım ama asla yok saymayalım. Onu yok sayarsanız edebiyatımız kuşa döner.
Gelelim serbest şiire…Ben serbest şiirin varlığını inkâr eden bir insan değilim. Şiirde ne kadar çeşitlilik ve alternatif söyleyiş tarzı olursa bu edebiyatımız için o kadar kârlıdır. Fakat serbest şiir derken bazıları bu serbestliği başıboşluk olarak anlıyorlar. Serbest şiir demek, ne söylersen şiir olur demek değildir. Onun da kendine mahsus söyleyiş ilkeleri vardır.
Önüne gelen ne idüğü belirsiz imajlar icat ederse bu yazılanları, o eseri yazandan başkası anlamaz… Biraz daha da ileri giderek şunu söylemek istiyorum. . Serbest şiir yazdığını söyleyen bazı aşırı serbestler(!) ne dediklerini kendileri bile bilmiyorlar. Ben atayım, onlar mânâlandırsınlar. Nasıl olsa şâirlerin hayal dünyası sorgulanamaz.
Hatta ne idüğü belirsiz şiirler bugün daha çok tutuluyor. Vay be…. Adam ne biçim yazmış…Hiçbir şey anlamıyorum bu dizelerden…Ben de ne cahilmişim…Hele bu şiiri bir çözsem kim bilir ne harika mânâlar çıkar altından…Gelsin övgü dolu yorumlar…. "Yüreğine sağlık…" diye başlayan samimiyetten uzak dilekler…Sormalı o kişilere anlamadığın, çözemediğin şiirin güzel olduğuna nasıl karar veriyorsun?Güzelliğin ve mükemmelliğin ölçüsü anlaşılmazlık mıdır?Bu kanaat akılla ve mantıkla bağdaşır mı?Kerameti kendinden menkul diye bir deyimimiz var ya…. Aynen uyuyor bu anlaşılmaz şiirlerin hayranlarına…
Şiir üzerine konuşulsun... Herkes yazıyor ama şiir teorisi konuşulmuyor... Şiir tahlilleri yapılmıyor... Herkes üstât... Ama niçin? ... Güzel şiir nedir? ... Şiir değerlendirmelerinde kıstaslarımız neler olmalıdır? Bunlar konuşulsun... Şiir tabu olmaktan çıkarılsın. Şiir özneldir deyip işin kolayına kaçılmasın... Kimse iyi şiir yazıyorum diye kendini kandırmasın... Bu, şiirin geleceği açısından hayatî öneme sahip bir mevzudur. . Ben biraz da bunun peşindeyim...
Kurumasın söz ağacı... . Gelişsin, serpilsin, yeşersin, gürleşsin... Serbestlik serbestlik de bu kadar mı? ... Bunun bir sınırı olmalı... Pek çok şâir ne yazdığından kendisi bile haberdar değil... Şiirlere methiyeler dizilince kendisi de şaşırıyor... Tabiki, argo tabirle söylemek gerekirse çaktırmıyor da! . . Şiirde anlaşılmamak marifet olarak telâkki edilmemeli….
Başımızı kuma gömmekle hakikatleri görmezlikten gelemeyiz. "Güneş balçıkla sıvanmaz" demiş atalarımız... Herkes bir yol tutturmuş gidiyor. Bu başıboşluk hayra alâmet değil. Ben bir kıvılcıma vesile oldum. Bu ateşi korlaştıracak sizlersiniz... Tartışmaktan zarar gelmez... Fikirler tartışılarak gerçeklere varılır.
Son yıllarda ülkemizde bir serbest şiir furyası esiyor. Bin yıllık heceye kimse itibar etmiyor…Serbest yazmak moda oldu…. Hatta heceyle yazanlar çağa ayak uyduramamakla suçlanıyor…Hatta bir Şâir(!) benim heceyle yazdığım şiirleri eleştirirken "Siz Yahya Kemal'i bile aşamamışsınız…Neyin peşinde koşuyorsunuz?…" diyordu. Yahya Kemal sanki sıradan bir şâir de ben onu bile aşamamışım…Soruyorum şiirle uğraşanlara: "Bugün Yahya Kemal'i aşan bir isim var mı?" O büyük şâiri aşsam sen benim şiirimi eleştirmeye cesaret edebilir misin? Yani sapla saman karışmış bir durumda…
Ben bu hece düşmanlığına bir anlam veremiyorum…Heceyle yazanlar, bazı aşırı serbest şiir üstatları(!) gibi makinalaşarak vatanlarına mı ihanet ettiler?…. Peki niçin hece şâirlerinin karşısına dikiliyorsunuz?Onların da hislerini ifade etme hakları yok mu?Hececiler niçin üvey evlât muamelesi görüyor?
Son yıllarda yapılan şiir yarışmalarını hep takip etmişimdir…Bu müsabakalarda birinci seçilenler hep serbest tarzda yazan şâirlerdir. Madem öyle, bu yarışmalar "serbest ve hece ölçüsüyle yazılanlar" diye ayrı kategorilerde değerlendirilsin…Olmazsa şartnamelere "Bu yarışmaya ölçülü ve kafiyeli şiirler katılamaz" diye bir hüküm konsun!….
Bunlar da olmazsa Kültür Bakanlığı'na bir teklifle giderek heceyle şiir yazılmasını yasaklayın…Konuyla ilgili kanun hükmünde kararnameler çıkarttırın!… Yine de heceyle yazanlar çıkarsa büyük Divan şâiri Nef'î'yi boğdurdukları gibi siz de bu asi herifleri darağacında sallandırın… Hem heceyle şiir yazmak Kopenhag kriterlerine de aykırı!!... Bizi Avrupa Birliği'ne almazlarsa bunun asıl suçlusu hece şâirleridir. Hecenin bu yetim çocuklarının bu ileri çağda yaşamaya ne hakkı var ki!... . .
M.Nihat Malkoç mnihatmalkoc@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
• HAFTANIN ÖZLENEN TEMBELİ •
|
Misafir Odası : Tanju Akdeniz Aşkın Matematiği |
|
'Aşkın da matematiği olur muymuş' demeyin. Siz isterseniz niye olmasın?
Aşağıdaki aşk grafiğine gelin birlikte bakalım: Yatay eksende zaman var. Mavi ile gösterilen fonksiyon bir aşk grafiği. Kesikli kırmızı çizgi ise sevgi ve nefret duygularını ayırıyor. Çoğu kez bu duygular iç içe geçmiş olarak yaşansa da teşbihte hata olmazmış diyerek konu mankenlerimiz Ali ile Ayşe'nin aşkının matematiğine daha bir yakından bakalım.
Başlangıç noktasının görece düşük değere sahip olmasından Ali ve Ayşe'nin daha önce tanışmadıklarını, hatta daha da ileri giderek birbirlerinden ilk görüşte hoşlandıklarını söyleyebiliriz. Zira çok kısa süren bir karşılıklı yoklama ve/veya yakınlaşma dönemini takiben çiftimizin aşkının hızlı bir yükselişe geçtiğini görebiliyoruz. Kalp çarpıntıları, ses titremeleri, uykusuz geceler, ayna karşısında, telefon başında geçirilen dönemleri izleyen daha sık buluşmalar, sabahlara dek süren sohbetler ve büyük olasılıkla birinci dereceden yakınlaşmalar...
Her şey bir masal gibidir. Sonunda doğru insan bulunmuştur işte... Ta ki o meş'um t1 gününe kadar. Zaman ekseninin ölçeği verilmediği için bu sürenin kaç gün ya da kaç yıl sürdüğünü bilemiyoruz ama Ali ve Ayşe'nin aşk eğrisinin ilk kırılma noktasının O gün yaşananlar nedeniyle oluştuğu gün gibi ortada. İlişkiye şu ya da bu şekilde karışan bir üçüncü kişi, unutulan bir yıl dönümü ya da karşı tarafın farkında olmadığı bir beklentinin karşılanmayışı...
Foksiyonumuz hala türevlenebilir olmakla birlikte eğimi değişmiştir artık. Artık hiç bir şey eskisi gibi olamayacaktır. O t1 günü yaşananları unutmak mümkün müdür? Bunu O' na nasıl yapabilmiştir? Bunu O' nun yapmış olduğuna nasıl inanılabilir?.
Yine de ilişki devam eder. Hatalardan ders alınacağı beklentisi durumu kurtarıyor gibi görünmektedir. Ali ve Ayşe'nin aşkları ve bağlılıkları artmaya devam eder ancak yine de tedbir elden bırakılmaz. Nitekim tüm kuşkuları doğrulayan t2 günü gelir çatar. Dememiş miydim ben size bu ilişki adam olmaz diye? İlişkiyi sorgulama dönemi başlamıştır. t2 öncesi ve sonrası vardır artık. Her şey t2 günü yaşananların etrafında örülür. Nefret çizgisi hızla geçilir. Kendi kehanetini ve davranışlarını haklı gösterme çabaları, rasyonalizasyonlar bu dönemde yaşanır. İlişkiye üçüncü kişiler davet edilir. Öpüşün barışın'cılar, sana kız mı yok oğlum'cular ve zaten bu herifi hiç gözüm tutmamıştı'cılarla birlikte oldukça kalabalık bir grup halinde yaşanır Ali ile Ayşe'nin aşkı. Egoların çarpışması aşk kelimesinden eser bırakmamıştır. Ortalık kirli çamaşırlardan geçilmez olmuş, herkes gereken dersleri çıkartmıştır. Ayrılık kaçınılmazdır.
Beklenenin tersine, denetim dışı oluşan bu şeffaflık -ve de özellikle ayrılık- iç hesaplaşmaları kolaylaştırır. Tamamen unutulmuş gibi görünen t1 öncesi günler gelir hep hatıra. Önce özlemle, sonra nefretle, sonra tekrar özlemle dolar göz pınarları. Duygular kırmızı çizginin bir üstüne çıkar, bir altına iner.
Giderek artan özlem, aşkın zaferini müjdeler sonunda. Onsuz yapılamayacağı anlaşılmıştır. Gecenin bir yarısında apansız çalan bir telefon ya da kapı zili ile başlar herşey yeniden. Aşk grafiğinin üst sınırları zorlanır o gece. Her şey bir rüya gibidir. Gece boyunca yanar mumlar...
Sabahın ışıkları uyandırır Ali ile Ayşe'yi gördükleri rüyadan. Yorgun bedenler ve şiş gözlerle yapılan kahvaltı gerçekle yüzleşme gibidir adeta. Egolar bir kez daha kalkar ayağa. t3 gecesi yaşananlar algıları daha bir bozmuştur. Rüya ile gerçek iç içedir. Sevgi ve nefret de. Özlem ve ayrılık da. Keşke'ler iyi ki'lerle örtüşür. 'Roller Coaster'ın tepesinden düşer gibidir kaşığa yansıyan yüzler. Bir yanda heyecan, bir yanda korku. Bir yanda merak, bir yanda tükeniş. Aşkın türevi bir o yana, bir bu yana işaret değiştirir.
Her sahne tanıdık gelmeye başlar sonraları. Her olay kehanetlerinin gerçekliğine yeni bir kanıt sunar. Kırılma noktaları bağışıklığın ötesinde aşk grafiğinin doğal dokusu haline gelir. Kapı eşiğinde, gitmek ile kalmak arasında bir yerde yaşar Ali ve Ayşe bir süre daha. Şu anda bitmemiş de olsa, bir gün bitecektir nasılsa. Sonu başından belli bir ilişki için çaba sarf etmeye ne gerek vardır. Sağ beyin 'minimum enerji' prensibinin bir kanıtını daha bulmanın gururuyla kıvrımlarını sol beyne doğru uzatıp daha bir yerleşir yerine.
Bu limanda aranılan bulunamamıştır. Her iki taraf da yelkenlerini dolduracak güzel havaları bekler açılmak için yeni limanlara...
Var mıdır böyle bir liman?
Ne yazık ki grafiğimiz burada bitiyor. Ali ile Ayşe'nin aşkının matematiğinin de sınırlarına ulaşmış oluyoruz böylece. Bundan sonrası matematik değil; meta-matematik...
Peki ya öncesi?
Tanju Akdeniz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Recep Pehlivanlar Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.084 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Oldu işte
Oldu işte
Biz de geçmiş olduk
Bir aşk'ın daha üstünü örtüp
Gözkapaklarını ellerimizle kapattık
Biz de güzel günleri
Bittikten sonra anladık
Artık,
Yokluğumuzla yaşayıp,
Birbirimizin adını duyduğumuzda
Önümüze bakıp
Vicdanımızı kanatacağız
Artık biz…
Siz'li Biz'li olacağız!
H.Enes Öncel
Yukarı
|
Çizen: Semih Bulgur Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Kara kış hayatı felç edince bir çoğumuz gününü evinde geçirmeye mecbur kaldı, aynı benim gibi :) ... Hava durumunu sadece evinizin camından gördüğünüz veya televizyon kanallarının gösterdiği kadarıyla takip etmek size yetmiyorsa, günlük ve tahmini hava durumu için işte size en yetkili web sayfası http://www.meteor.gov.tr/
İşte bu da bu tipi ve rüzgarda sokağa çıkamam diyenler için, kardan adam yapma sayfası http://www.frontiernet.net/~imaging/build_a_snowman.html . Şapkasından havuç burnuna kadar bir çok ayrıntı düşünülmüş durumda. Size sadece seçim yaparak uygun yere yerleştirmek kalıyor. Aslında karın soğuğunu ve ıslaklığını hissetmeden kardan adam yapmak ne kadar zevkli olur bilmem ama, neyse...
İstanbulda yaşayan veya İstanbul'un sokakları ne alemde diye merak edenlere online trafik kameraları http://www.ibb.gov.tr sitesinden. Trafik kameraların'da, canlı yayın yazısını tıkladığınızda kamera noktalarını ve tıkladığınızda eğer donmamışsa kamera görüntüsünü canlı olarak takip edebilirsiniz.
Son olarak sıkıntıdan patlayanlara "sabır küpü". http://www.goriya.com/flash/rubik.shtml İster örnek çalışmaları inceleyin, ister zamana karşı kendinizi test edin.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
AVG AntiVirus Free Edition 7.1.375 [15.8 MB] Windows (tümü) / Free
http://free.grisoft.com/doc/2/lng/us/tpl/v5
Hala anti-virüs programı olmayanlara, olupta güncelleştiremeyenlere mükemmel bir seçenek. Adının bedava olmasına bakmayın. Fazlası var eksiği yok. Hemen yükleyin ve limitsiz update olanaklı bu programı hemen kullanmaya başlayın. Bilenler biliyordur ama bilmeyenler bana duacı olacaklar eminim.
Yukarı
|
|
|
|
|
|