Eğitim Gönüllüleri



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 912

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 2 Şubat 2006 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Aman kulaklarınız çınlamasın!..


Burada zaman zaman dişimden, gözümden, midemden sitayişle bahsettiğime tanık olmuşsunuzdur. "Yıllar mı geçiyor ardına bakmadan, yoksa bizler mi yaşlanıyoruz?" Tabi ki bu laf böyle değildi ama bana uydu gibi geldi söyleyiverdim affedin. Kabul etmemek için türlü taklalar atsakta maalesef yaşın artmasına mani olamıyoruz. Eee, o da sağolsun kendini hatırlatmak için elinden geleni yapıyor. Bugün sırada yeni bir organım var. Oooo... Lütfen aklınıza garip şeyler gelmesin. Ben soyadımla yakından ilgili bir uzvumun artık beni ısırmaya başlamasından rahatsızım sadece. Efendim bizim soyadı Baturdek sülalesinden gelmekte. Batur Çerkesçe sağır demek. Bendeniz sağırlığı genetik özellik olarak bağrında barındıran bir ailenin mensubuyum. İlerleyen yaşlarda kaçınılmaz olarak kullanacağım işitme hunisinin gitgide kulağıma yaklaştığını hissetmekten tedirgin durumdayım. Beni tanıyanlar şimdi "Ulen biz senin gençliğini de biliriz." diyeceklerdir, haklıdırlar. Ama durum artık "Kardeşim öyle ölü balık gibi konuşma da ne dediğini anlayalım." diyerek kaçak güreşmeyi kaldıramayacak duruma geldi. Bir haftadır iki kulağımda birden peydahlanan çınlamayı da bu duvarlaşmaya ekleyince iş dayanılmaz boyutlara varmaya başladı. Başlangıçta "Oh ne güzel millet beni anıyor." diye seviniyordum ama baktım bitmiyor, yedi düzel ansa bu kadar sürmez diye efkarlanmaya başladım. Kısacası gözlerimdeki bulantı ve sulantıya(ne demekse?) ek olarak artık kulaklarımda da bir çınlama ve duyduğunu anlayamama durumum var. Nurtopu gibi arazımı, bir süre önce dişçiye giderek gösterdiğim kahramanlığa benzer bir anlayışla bertaraf etmenin hayali ve dahi planı ile meşgulüm. Goggle'da yaptığım araştırmada, çınlamanın biriken kirlerden kaynaklanabileceğini öğrendiğim için, başka bir araz olmamasına dua ederek, kulaklarıma ağrısız buşon temizliği yapacak KBB Uzmanları arıyorum, kamuoyuna saygı ile duyururum.

Yeterince pislik yaptığımı düşünerek sizlere güzel bir şarkı çalayım diyorum. Sizleri Mary Hopkins'in söylediği Those Were The Days ile kendimi de çın çın çınlayan iç sesimle başbaşa bırakıyorum. Aman kulağınıza çöp möp sokmayın. Esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

 Kahveci : Nihat Turan


GECE ŞEHRE KÜSÜNCE...



Bir gece ki ne yıldız ne de mehtap vardı. Gök kara giysilerini giymiş güne galebe çalmıştı. Hayat sessizce kabuğuna çekilmiş, tüm dirimler soluklarını tutmuş gibiydi. Canlılık belirtisi ancak bu kadar belirsizleşebilirdi.

Ne bir araba sesi ne de bir insan uğultusu duyulmuyordu. Teskiniyet şehrin melez bedenine azı dişlerini geçirmişti. Şehrin caddelerinde sessizlik bir kabadayı edasıyla caka basıyordu. Baskın haberi alınmış gibi insanlar evlerinin ışıklarını erkenden söndürmüş kapıları kapatmışlardı...

Sahillerin müdavimi martılar deniz kıyısında görünmüyordu. Yakamozlar parıldamıyordu. Deniz berraklığını kaybetmişti. Kıyı şeritlerine kurulan alemci tezgahlar gün batımıyla birlikte yitip gitmişlerdi. Yaprak kımıldamıyordu. Adeta kozmos sus pus olmuştu. Her ayrıntısıyla şehir azim bir haberin gelmesine pozisyon almıştı sanki. Bir şeyler olacakmış gibi tedirgindi şehir. Sokak lambalarının voltajı bir düşüp bir çıkıyordu. Gerilim tünelinin karanlığa giden yolunda şehir yalnız kalmıştı. Zira gece şehre küsmüştü...

Haylaz çocuklar! Hani şu şehrin gayri resmi sahipleri, izbe sokakların mutlak koruyucuları, arkadaş canlısı jilet ustaları. Onlarda etraflarda görünmüyordu. Nedendir bilinmez ama şehrin viraneliklerine sığınan isimsizler ve kedilerde yoktu bu gece. Bu gecenin sindirdiği sadece bunlar mıydı? Hayır! elbette değildi. Kol kola, gönül gönüle ilintilenen genç sevgililerin eksik olmadığı parklar ve romantik öykülü yollarda boştu. Bir boşluk hakimdi şehre. İnce bir urganla karanlığın boşluğuna bırakılmıştı sanki. Bir el şehre ansızın hükmetmişti besbelli...

Şehrin yegane hükümranları heybetini bir gecede yitirmişlerdi. Kızıl denizi ortadan ayırarak kurtuluşun ve yok oluşun dehlizini açan sihirli değnek yoksa bu zifiri gecede şehri bölük pörçük ederek halasa ve hüsrana namzet olanları ortaya çıkarmak için gecenin mahrem eline verilerek geri mi gelmişti? Geldiyse hikmeti neydi acaba? Acaba bir mitos mu canlanıyordu? Yoksa şehir, piramitlerin efendisi Firavun gibilerini mi barındırıyordu içinde? Yoksa fahşaya ram mı olmuştu şehir?..

Sanki keskin ve kesin bir hüküm, helakın ansızın yakaladığı uzak geçmişlerin ürpertici yaşam öykülerini hatırlatan bu gecede döşeğini almış şehrin tam ortasına sermişti...

Şehri tedirginlik kuşatmıştı. Kuşatmayı ilk bu zifiri gece başlatmıştı. Ardından gücünü, reflekslerini ve iradesini yitiren şehre korku musallat olmuştu. Düşenin dostu olmuyordu. Şehir kadar bunu anlayan olamazdı. Zira şehir kadar yalnızlaştırıcı şehir kadar vandal ve şehir kadar ciğersiz hiç şey yoktu.... Şehrin bu tedirginliği şehrin sisi içinde eriyip giden yitmişlerin tutan ahıydı...

İşte şehir, zifiri bir gecede tüm yaldızını, heybetini ve cesametini keybetmişti şimdi. Güçlü, yenilmez ve mağrur şehir, rengini değiştirmiş zayıflığın, mağlubiyetin ve zilletin ta kendisi olmuştu...

Not: Fotoğraf için Gülendam Oğuz'a teşekkürler...

Nihat Turan
nihatturan2@hotmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Solmaz Akça

 Kahveci : Solmaz Akça


  AŞK ve UNUTMAYI BİLMEK...

İçiniz acır bazen, yüreğinizin en karanlık yeriyle yüzleşmek durumunda kalırsınız. Hayat avuçlarınızdan kayıp gider... Her şey sessizliğin içine düşer. Asılı kalır umutlarınız darağacında. Kötümsersin diyenlere inat gülümsersiniz... Gülerken kanattıklarınızı görmezden gelirsiniz... Sonra sorular düşer aklınıza. Kötümserlik nedir? İnsan neden kötümser olur? Aşka düştüğünüz ilk gün aklınıza takılır. O ilk bakış... O grili-yeşilli umutlar, gitme diyen gözleriniz...

Onu düşünürsünüz. Düşündükçe içinden çıkılmaz bir hal alır acınız... Yaralısınızdır... Yaranız hep kopardığınız için kabuk bağlayamaz. Kabuk bağlasa da, izi mutlaka kalacaktır... Bilirsiniz...

Eski şarkılar çınlar kulaklarınızda. Ellerinizde, sıcaklığını hissedersiniz onun... Teninin o esmer tadı bulaşır dudaklarınıza... Bir yürek çarpıntısı, bir heyecan ele geçirir duygularınızı...
Aşk buysa eğer hala aşıksınızdır. İlk günkü gibi her şey yerli yerindedir. Yerle yeksan olan tek şey onun yanınızda olmayışıdır...

Tek taraflı yaşanır bazı aşklar. Adı platoniktir... Tutulursunuz ve nesine tutulduğunuzu bilmezsiniz. Yaşadığınızı söylediğiniz bu aşk aslında bir muammadır... O yanınızda olmasa da hayaliyle yaşarsınız...

Yalnızlıkla, hüzünlü bir dansa başlamışken siz; o yabancı kollarda başka bir aşkın sarhoşluğunu yaşamaktadır. Yüzünde mutlu ve şen kahkahalar yer alır...

Bazen insan sevdiğini uğurlamayı bilmeli, acısını tüketmeyi ve en önemlisi vazgeçmeyi... Ve kendi savaşında bir kurşunla vurulmadan önce, onu içinden atmayı... Yoksa... Başka bir seçenek yok. Yoksa, yok olursun...

Solmaz Akça
solmaz.ca@hotmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


[Henüz Oylanmamış]
0 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Murat Özkan


İZMİR

İnsanlar mı şehirleri kendine benzetir, yoksa şehirler mi insanları şekillendirir. Her iki soruya da evet denebilir. Ama nedense şehirlerin kendine has bir ruhu olduğunu düşünmüşümdür hep. Bazı şehirler vardır ki şehre girdiğinizde hissedersiniz özel havasını. Mesela İstanbul öyledir. Tarihle harmanlanan metropol keşmekeşi bir anda çeker sizi kendine ve bu atmosferde kaybedersiniz kendinizi. Yaşayan insanlar mı yoksa şehir mi anlamakta güçlük çekilir çoğu kere. İzmir'in böyle bir havası yoktur. Yaşadığınızı daha yoğun hissedersiniz. Bunun için olsa gerek, Attila İlhan "Düşünmekten çok yaşamaya müsait şehir" demiş İzmir için.

İzmirli için rahat insan tanımlamasını yaparlar. Bir kıyı şehridir İzmir ve İzmirliler için deniz çok önemlidir. Öyle ki bunu en çok üniversite eğitimi veya askerlik gibi bir sebeple şehir dışına çıktıklarında fark ederler ve yüzme bilmeyenlerin bile en çok özlediği şeylerin başında deniz gelir. İzmir'e bir su ve taş medeniyeti hâkimdir. Şehrin birçok merkezi noktasında yüzeye çıkarılmamış çok sayıda Helenistik ve Roma dönemi eseri olduğu gibi bunların en görkemlilerini de Efes, Bergama ve Agora'da görebilirsiniz. Roma'dan kalma miras mıdır bilinmez ama bu taş ya da şimdi ki haliyle beton işi biraz fazla abartılmıştır. Kadife kale'den baktığınızda mükemmel körfez manzarasının yanında beton binaların dışında görebileceğiniz yeşil alan kültürpark dışında yok gibidir neredeyse.

Anadolu'nun fiziki olarak en batı şehri olduğu gibi vaktiyle sayıları nüfusunun büyük bir kısmını oluşturan ve hala şehrin önemli işletmelerine sahip Levantenlerden midir anlaşılmaz ama kültürel anlamda da en batı şehridir. En yakınları Manisa'daki ledünni havayı yada Aydın'daki atmosferi bulmak güçtür İzmir'de. Hal böyle olunca sanki biraz sırtını Anadolu'ya dönmüş gibi durur.

İstanbul'un hengamesini yada Ankara'nın düzenini de göremezsiniz İzmir'de. Bu nedenle büyük şehrin sıkıntısından yakınan İzmirliler İstanbul yada Ankara'yı gördükten sonra "büyük köy" tanımlamasını yaparlar yaşadıkları şehir için. İzmir'in bir anda tadına varmak zordur. Yavaş yavaş, sindire sindire yaşamanız gerekir. Eşref Paşa Pazaryeri'nin içindeki tarihi ipek yolundan kaldığı söylenen devasa taşlarla döşeli yoldan geçmeden, varyanttan Kemeraltı'na inip Kızlar ağası Hanı'nda boyozla birlikte çay içmeden, Asansör'den körfezi seyredip sahildeki palmiye ve okaliptüslerin yanından Saat Kulesi'ne yürümeden, Kordon'da gün batımında yemek yemeden, sonra da vapurla Karşıyaka'ya geçip şehrin ışıklarını bir de oradan seyretmeden zordur İzmir'in tadına varmanız. İzmir'de yaşasanız bile İzmir'i yaşamış sayılmazsınız.

Murat Özkan


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,509,509,509,509,509,509,509,509,509,50
2 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Neslihan Güzel

 Kahveci : Neslihan Güzel


  SEPET SEPET YUMURTA

Büyük hayalperestlerin düşleri asla gerçekleşmez, onlar her zaman daha fazlasını ister.
Alferd Lord Whitehead

“Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma.”

Trende otururken gözlerim karşıdaki çocuklara ilişti birden. İkizlerdi ikisi de birbirinin aynı olan, iki kız çocuğu. Saçları siyah, gözleri de siyah.
Oynamaya başladılar Onları görünce aklıma birden bu satırları yazmak geldi.
Zaten bütün yazılarımı yolculuklar esnasında yazarım. Çünkü farklı insanlarla tanışma, farklı dünyalara girme fırsatı doğu-yor. Bir de geceler, geceler benim vazgeçilmezim oldu, kaç zamandır.

Küçükken okuldan çıkmak için dört gözle zili beklerdim. Aslında okulu çok severdim ama ben de nihayetinde bir oyun çocuğuydum. Yürürken yollarda, koşar adımlarlarla yürürdüm. Sanki zamana karşı yarışır gibi. Gerçi şimdi de aynı, hala arkadaşlarım beni yavaş yürü diye uyarırlar her zaman.

Bazen de bu koşmalarda düşerdim, otururdum bir kaldırıma, ardından bir iki gözyaşı derken kalkardım, başlardım tekrar yürümeye. Eve gelince önlüğümü çıkarırdım, koşardım oyuna. Bu arada ben tembel bir öğrenci de değildim. Ama serbest kalmayı da, oyun oynamayı da severdim işte. Her şeye zaman ayırırdım mutlaka. Evcilik oynamayı da çok severdim.
Arada bir mızıkçılıklarımız olmaz mıydı? Olurdu tabiî ki. Çocukluk işte, iki dakika sonra her şey biterdi, dönerdik tekrar başa, iyi dost olurduk yeniden.

Öğretmencilik oynardık ardından. Ödevler verirdik birbirimize, konular anlatırdık kendimizce. O zamanlar büyük hayallerim vardı. Bana çok umutsuz, çok zor gibi geliyordu ama ben umudumu hiçbir zaman kaybetmedim ve de çalışmamı hiç bir zaman kesmedim.
Ve şunu çok iyi öğrendim. Amacından asla ama asla vazgeçmeyeceksin.
Mutlaka, mutlaka sorunlar çıkacak karşına, tabi ki bu sorunlar seni çiçekli bahçelerde de karşılamayacak. Ama sen onlarla mü-cadele etmeyi başaracaksın.
Ben şu an bunu başardığımı düşünüyorum. Maddi ve manevi olarak birçok sorunun hakkından geldim. Amacıma ulaştım ama insanın hayallerinin bitmediğini de öğrendim ve umutlarının. İnsanı yaşatan, hayata bağlayanda bu umutlar değil midir zaten? Bunlar bittiği anda, bizde bitmişiz demektir.

Şu an hedeflerime ulaşmak için, büyük çabalar sarf ediyorum. Bunun çok zor bir yol olduğunu biliyorum. Ama zorluklar başarmak için değil midir?

UMUDUNUZU VE DUALARINIZI KAYBETMEYİN. ONLARI SİZİN HER ZAMAN HER YERDE EN KUVVETLİ SİLAHINIZDIR. ETRAFINIZDA KİMSE KALMAYA BİLİR, HERKES SİZE SIRTINI DÖNMÜŞ OLABİLİR. AMA SİZİ ALLAH HİÇ YALNIZ BIRAKMAYACAKTIR. YETER Kİ SİZ ONU HEP HATIRLAYIN.

Neslihan Güzel


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,509,509,509,509,509,509,509,509,509,50
2 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

M.Nihat Malkoç

 Kahveci : M.Nihat Malkoç


  HABABAM SINIFI ÜÇ BUÇUK

Türk sineması son yıllarda büyük bir gelişim ve atılım içerisinde. Yeni kuşak sanatçılarla eski meşhurlar elele vererek güzel yapımlara imza atıyorlar. Fakat Türk sineması hâlâ eski filmlerin gölgesinde kalmaya mahkûm görünüyor. Eski klasik filmler değiştirilerek tekrar beyaz perdeye aktarılıyor.

Bunun sayısız örneğini gördük bugüne kadar. Buna eskinin kerametimi dersiniz, vefa mı dersiniz, yoksa kısır döngü mü? Orasına siz karar verin. Türk sinema klasiklerinin başında gelen Hababam Sınıfı, Rıfat Ilgaz'ın aynı adı taşıyan eserinden sinemaya aktarılan unutulmaz bir şaheserdir.

Son günlerde sinemalarda gösterime giren ve büyük ilgi toplayan Hababam Sınıfı Üçbuçuk'un geniş bir oyuncu kadrosu var. İşte size dev oyuncu kadrosu: Mehmet Ali Erbil, Seda Sayan, Şafak Sezer, Mehmet Ali Alabora, Peker Açıkalın, Cengiz Küçükayvaz, Melih Ekener, Kibariye, Hakan Yılmaz, Dost Elver, Sümer Tilmaç, Zihni Göktay, Hamit Haskabal, Tuncay Akça, Deniz Oral, Seçkin Piriler, Halit Akçatepe.

Kadro geniş de oyuncuların bir kısmı sinema geçmişleri olmayan insanlar. Meselâ Seda Sayan'la Kibariye bu film için neden özellikle seçilmiş. Bildiğim kadarıyla bu medyatik isimlerin sinemayla olan ilgileri basit piyasa dizilerinden öteye gitmiyor. Böyle iddialı bir filmde oynatılmaları ne kadar doğru? Amaç medyatik isimlerle seyirci sayısını artırmak mı? Söz konusu kişiler filmde başarılı olabildi mi? Soruları çoğaltabiliriz şüphesiz. Fakat bu sorular cevapsız kaldıktan sonra uzatmanın da bir anlamı olmasa gerek.

Bu yeni sürüm Hababam Sınıfı Üçbuçuk'ta konu edilen nedir? Unutulmaz Hababam Sınıfı'nda yeni bir devir açacak olan Hababam Sınıfı Üçbuçuk yapımında hem güldürme hem de korkutma amaçlanıyor. Yılların eskitemediği efsane serinin bu bölümünde, okul müdürü Deli Bedri sürpriz bir evlilik kararı alır ve yeni eşi Deli Bedriye ve üvey oğluyla birlikte okula taşınır. Hababam Sınıfı önceleri kendi taraflarında zannettiği Deli Bedriye'nin aslında dişli bir düşman olduğunu kısa zamanda anlayacaktır. Hababam Sınıfı'ndan kurtulmaya ant içen Deli Bedri, karısı ve üvey oğlunun yardımıyla Hababam Sınıfı'na yeni bir savaş açar... Bu film yeni bir ifadeyle söyleyecek olursak korku/komedi tarzında…

Hababam Sınıfı Üçbuçuk filmini Ferdi Eğilmez yönetiyor. Babasının oğlu derler ya, o da öyle… Bilindiği gibi Ferdi Eğilmez sinemayla iç içe olan bir aileden geliyor. Ertem Eğilmez'in oğlu o… Ertem Eğilmez de "Hababam Sınıfı (1974), Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı (1975), Hababam Sınıfı Uyanıyor (1976), Hababam Sınıfı Tatilde (1977), Hababam Sınıfı Güle Güle (1981)" adlı filmlerin unutulmaz yönetmeni olarak hafızalarımızda yer alıyor. Ferdi bu anlamda babasının kültürel mirasını yiyor. Gerçi Hababam Sınıfı serisi filmleri arasında Kartal Tibet'in yönettiği "Hababam Sınıfı Dokuz Doğuruyor" , "Hababam Sınıfı Merhaba" da var. "Hababam Sınıfı Üçbuçuk" Ferdi Eğilmez'in bu seride çektiği ikinci film oluyor. Bilindiği gibi daha önce Hülya Avşar'la Mehmet Ali Erbil'in oynadığı "Hababam Sınıfı Askerde" adlı filmi yönetmişti.

Yeni yapım Hababam Sınıfı serileri eskilerle kıyaslanamaz. Çünkü eski yapımlarda bizi gülmekten kırıp geçiren toplumun içinde sık sık karşılaşabileceğimiz karakteristik tipler vardı. Güdük Necmi, İnek Şaban, Kel Mahmut, Hafize Ana bunlardan bazılarıydı. Bu karakterleri unutmak mümkün mü? Fakat yeni sürüm serilerde uzun süre zihnimizi meşgul edebilecek ve iz bırakacak komik tipler yok. Espriler zorlama. Güldürücü öğeler geçmişle kıyaslanmayacak kadar sıradanlık arz ediyor. Sinemadan çıkınca çabucak unutabiliyorsunuz her şeyi.

Ben özellikle Hababam Sınıfı serilerinin sevimli kahramanlarından olan Halit Akçatepe'nin bu filmde harcandığını, isminden yararlanıldığını, geri plana itildiğini düşünüyorum. Aslında orijinal seride çok beğenilen, sureti hafızalarımıza kazınan Akçatepe'nin bu yeni sürümlerde ticarî kaygılarla boy göstermesini doğru bulmuyorum. Çünkü Hababam'ın bu yeni serileri tamamen ticarî gayeler taşıyor. Bu böylece sürüp gidecek şüphesiz. Bu gibi sıradanlıklara prim vermemek gerekir.

Türk sinemasının önünü açmak için yeni şeyler düşünmek ve üretmek şarttır. Yoksa mazinin artıklarıyla beslenmek acziyetin kabulünden başka bir anlam taşımaz. Yeni şeyler bulma yerine eskileri ısıtıp önümüze koyuyorlar. Bina aynı bina sadece duvarların boyaları değişmiş. Biz temelden çatıya kadar yeni ve orijinal yapım eserler istiyoruz. Sanırım buna da hakkımız var.

Bunun yanında beni ve hemen herkesi fevkalâde rahatsız eden sinemalardaki bilet fiyatlarından da bahsetmek istiyorum. Trabzon'da normal sinema bileti altı, öğrenci bileti ise beş milyon… Türkiye'nin ekonomik şartları içerisinde bu fiyatlar çok yüksek. Bence insanları sinemaya çekmek için normal biletler üç, öğrenci biletleri iki milyon sınırına çekilmelidir. Böylece hem herkes sinemaya gitme imkânı bulur, hem de filmler boş koltuklara gösterilmez. Ticarette esas olan sürümden kazanmaktır. Sinemacılar bunu niçin akıl edip gerekli fiyat ayarlamalarını ve düzenlemeleri yapmazlar?

M.Nihat Malkoç
mnihatmalkoc@gmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,509,509,509,509,509,509,509,509,509,50
2 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

HAFTANIN ÖZLENEN TEMBELİ

Beyhan Duffey

 Arap Latino : Beyhan Duffey


  Olmamış Hüsnü Bey



Efendim neden mi bana "Olmamış Hüsnü Bey" diyorlar ? Açıklayayım. Bendeniz 68 yaşında, Devlet Demir Yolları'ndan emekli Hüsnü KIRIK. Saklamaya çalışmayınız efendim. Dudağınızın kenarına gelip bir anda yerleşen gülümsemeyi farketmediğimi sanmayın. Ben buna alışkınım. Yaradılış itibariyla kibar bir insanım. Sakinim. Bütün hayatım boyunca bir kişiye sesimi yükselttiğimi de hatırlamam. Bu kibarlığım yüzündendir ki şu soyadımdan çok çekmişliğim vardır. Bir firsatını bulursak onunla ilgili anılarımı da bilahere anlatırım...

Eşim Sabahat Kırık. O da benim gibi doğma büyüme Eskişehirli'dir. Birbirimizi ilk mektepten beri tanırız. Aramızda iki yaş vardır. Çok genç yaşta evlendik. Bir kızımız bir de oğlumuz var. Kızımız Izmir'de bir tüccarla evlidir. İki de torunumuz var. Damat biraz geçimsiz. Bu yüzden yılda bir ancak görüşürüz onlarla...

Oğlum Devlet Su İşleri'nde proje mimarı Ahmet KIRIK. Maşaallah akıllı delikanlıdır. Gelinimiz Ayşenur'u kızımız kadar severiz. Saygıda kusur etmez bize. Anadolu Üniversitesi'nde araştırma görevlisidir. İki de bunlardan torunumuz var. Alp 6 yaşında, abisi Orkun 11. Çok başarılılar mektepte.

Çok şükür çocuklarımızı evlendirdik, emekli olduk. Oğlum razı gelmedi ayrı oturmamıza. Gelinimiz de cok ısrar etti. Bu yüzden hükümet konağının arkasındaki Devran 2 apartmanının 3.katında hep birlikte oturmaktayız. Eskişehir'de evleri bilirsiniz, geniş geniştir. Bizim şimdi oturduğumuz bu evde yeterince geniş. Hepimize yetiyor. Oğlum ve gelinim geçen yıl satın aldılar bu daireyi. Dedim ya sakin yaradılışlı insanlarız. Kavgamız gürültümüz olmaz.. Eh, bir çocukların gürültüsü var ki o da hangi çocuklu evde yok efendim ?

Bizim hanım ilk mektepten sonra okumadı. Halkevinin dikiş nakış kurslarına gitti. Arnavut kökenli anasından güzel yemekler yapmasını bilir. Yani anlayacağınız on parmağında on marifet. Bir kötü huyu var ki, batıl inancı çoktur. Fal açar, felaket habercisi gibidir. Kurşun döker. Oğlan da, gelin de ben de kaç kez söyledik, bıraktıramadık. Can çıkarmış da huy çıkmazmış efendim...

Emekli olduktan sonra çok sıkıldım evde efendim. Öyle kahveye gitmeyi falan da sevmem. Apartmanda oturuyoruz öyle bağ bahçe işlerimiz de yok oyalanacak. Sabahat'ın hanım arkadaşları gelir gündüzleri, ben kaçacak delik ararım. Zaman zaman da o ziyarete gider arkadaşlarını. İşte o yalnız zamanlar daha bir sıkıcı geçer benim için. Neyse ki öğleden sonra çocuklar mektepten dönüyor da evde ses oluyor.

Anladım efendim, sıkıldınız. Konuya gireyim. Efendim, Sabahat Hanım bir gün komşumuz Naciye Hanım'in evde kalmış kızının üstündeki nazarı alması için kurşun dökmeye gitti. Oğlan, gelin işte, torunlar okulda. Bakkalın çırağı Ferit'e seslenip uzattığım sepete gazetemi koymasını istedim. Canım şöyle okkalu bir kahve istedi. Mutfak işlerinden de hiç anlamam. Ne kahveyi bulabildim ne de cezveyi. Vazgeçtim. Kuruldum bir güzel koltuğuma, açtım gazetemi. O bunu kesmiş, bu şunu kovalamoş. Enflasyon düşmüş, içisleri bakanı Hong Kong'a gitmiş. Manken kızlarımız Paris'ten gerisin geri gönderilmişler. Fazla etli butluymuşlar... Dünkü bulmacanın cevabı verilmiş. Afrika'da bir ülke. Beş harfli. Çocukların atlaslarını karıştırdım bir türlü bulamamıştım. Neymiş ? Somali. Somali beş harfli mi a benim canım, altı harfli. Her gün bir yanlışlık yapmasalar şu bulmacada kurbağalar kısır kalacak. Neyse efendim lafi uzatmayayım, bulmacanın bir iki sorusuna bakıp, sıkılıp kenara bıraktım. Haber vakti. Televizyonu açtım ama haberler evlere şenlik. Doğru düzgün haber verecek bir tek televizyon kanalı bulamaz olduk. Radyoyu da bizim oğlan yeni aldı. Otuz çeşit düğmesi var. Bilemem ki nereden açılır, nasıl kapanır... Uzatmayayım, haberlerden de vazgeçtim. Kanalları dolaşırken iki hanım kızın kek tarifi verdiğini gördüm. Tariften öte kızların zerafeti dikkatimi çekti. Bu televizyon dilberleri hangi işin ucundan tutarlarsa tutsunlar hep yarı çıplaklar. Valla ben bizim evde ne gelinimden gördüm ne de hanımdan böyle haller. Tövbe... Tövbee... Efendim izlerken izlerken öyle bir tarif etmeye başladılar ki ağzımın suyu akar oldu. Yok.. Yok.. Bu sefer hanım kızlara değil, verdikleri kek tarifine... Biri anlatıyor, öbürü yapıyor, karıştırıyor. Neler yok ki içinde, kuru üzüm mü dersiniz, havuç mu, fındık mı, tarçın mı ?.. Bir de güzel süslediler. Kalıbına da yerleştirdiler... Oh.. fırına vermeye hazır. Caniı da nasıl çekti nasul çekti anlatamam. Baktım içine konacak malzemeleri ve ölçülerini tekrar ediyorlar. Yanımdaki kalemi aldım gazete sayfasının üst boşluğundan, soldan sağa dolaşarak bütün boşluklarına verilen ölçüleri yazdım. Sabahat gelince tarifini veririm yapar. Efendim şu televizyonlarda illet olduğum bir durum daha vardır ki o da şudur, reklamlar. Topu topu yarım saat sürecek bir programı bölüp kırk kere reklam koyup, her seferinde de temcit pilavı gibi aynılarını peşpeşe sıralayıp zıvanadan çıkarıyorlar insanı. Hanımlar tepsiyi fırına vermemişti ki araya reklam girdi. Dayanamayıp kanal değiştirdim. Cırlak sesli çirkince bir kadın avaz avaz şarkı söylüyordu. Bu hilkat garibelerini neden televizyonlara koyup da bizim de göz zevkimizi bozarlar bunu da ayrıca anlamış değilim. Neyse efendim, bir müddet bulmacamın başına döndüm. Bugün karelerde, boşluklarda, sorularda bir yanlışlık yok gibi duruyor ama yarın çıkar altından bir çopanoğlu... Aradan ne kadar zaman geçti bilemedim, birden kek tarifi olan kanalı açmadığım aklıma geldi. Hep şu gudubet suratlı karı yüzünden. Kanalı bulduğumda efendim, hanımlar kesmiş de yiyorlardu bile o güzelim tarçınlı, havuçlu, üzümlü keki... Üstüne de böyle şeffaf şeffaf birşeyler koymuşlar. Yeşilli, kırmızılı. Bir türlü ne olduğunu çıkaramadım. Pek de güzel görünüyordu.

Zaman geçtikce benim de kek krizim arttı efendim. Sabahat'ın komşudan dönmeyeceği tuttu. Zaten tarifi de alırken elimize yüzümüze bulaştırdık, tam alamadık. Sabahat şimdi bunu yapmaya kalksa, bu böyle olmaz, yanlış anlamışsın un o kadar eklenmez diye söylenip duracak. En iyisi kendim yapmak. Söylediğim şeye ben de şaşırdım, "kendim yapmak". Neden olmasın ? Hem onlara da sürpriz olur.

Efendim söylemiştim mutfakta özürlü olduğumu. Az önce cezveyi, kahveyi bile bulamadım ya. Yok, pek hamaratlaştım. Hangi kapağı açsam, istediğim malzeme karşımda duruyor. Yumurtalar buz dolabında sıralanmış beni bekliyor... Pek keyiflendim pek... Keşke daha önce keşfetseydim şu mutfak zevkini. Gazetem yanımda, ölçüler dört köşesinde, ben de karışım kıvamına geldikçe dört köşeyim. Mutfak tezgahının üstü biraz birbirine karıştı ya önemli değil. Hele ben bir keki tutturayım bu kadar karışıklığa gelinim de Sabahat Hanım'da ses çıkarmaz. Bir yandan yere dökülenleri de terliğimin ucuyla halının altına gönderiyorum.

Binbir türlü işkenceden sonra fırını ateşlemeyi becerdim ve kekimi fırına sürdüm efendim. Heyecandan kalbim duracak. İkide bir kapağı açıp kontrol ediyorum. Kokular yükselmeye başladı bile sayılır ama hanım kızlarin keki gibi kabarmadı. Kabarmadı. Eyvah ! ! ! Elbette kabartma tozu koymayı unuttum. Hemen çıkardım fırından kalıbı. Baktım hamur hala cıvık. İki kaşık kabartma tozu koyup ( kaşığın ne kaşığı olduğunu söylememişler ya da ben yazmamışım efendim, yemek kaşığıinı ölçü aldım ) iyice karıştırdıktan sonra tekrar fırına verdim. Bu sefer heyecandan fırının kapağını bile kapatamıyorum. Gözlerim kekin üstünde ne kadar izledim bilmiyorum, kapı ziline ayıktım. Sabahat Hanım'dı gelen.

Sabahat ayakkabılarını çıkarıp, terliklerini ayağına geçiriyorken bir taraftan da söyleniyordu. "Ayol, ne pişiyor evde ? Ne güzel kokuyor. Gelin erken mi geldi yoksa ?". Hanım güzel kokuyor deyince koltuklarım kabardı. Nede olsa hayatımdaki ilk mutfak maceramdı ve başarıya adım adım yaklaşmaktaydım.

Sabahat Hanım mutfağa girince elini ağzına siper edip ufaktan bir çığlık attı ? "Ayol, ne olmuş bu mutfakta ?". Ona olanı biteni anlattım. Hani benim soyadımı ilk kez duyunca sizin de dudağınızın kenarına hınzır bir gülümseme yerleşmişti ya, aynı gülümseme bu sefer Sabahat Hanım'ın dudağının kenarına gelip kondu. Hiç sesini çıkarmadı. Ortalığı toparladı. Bulaşıkları yıkadı. Ben de bir türlü kabarmayı becerememiş ama kokusu nefis kekimi fırından çıkarıp, soğumak üzere tezgahın kenarına iliştirdim.

Akşam ev halkı toplandık. Her zamanki düzenimizle akşam yemeğimizi yedik. Yedik ama benim aklım fikrim az sonra çay servisiyle huzurlarımıza çıkacak muhteşem kekimde. Gelin ve bizim hanım iki de bir mutfagğ kosşyor, aralarında fısıldaşıp fısıldaşıp gülüşüyorlar. Sabah sizin, öğleden sonra da bizim hanımın dudağının kenarına gelmiş konmuş olan hınzır gülümseme oğlumun dudağının kenarına yapışmış bir vaziyette ve sürekli gözlerini benden kaçırıyor. Kimse kimseye birşey söylemiyor ama sanki ben anlamıyorum her birinin gizli gizli benim kekimden konuştuğunu. Az sonra hepsi alacak ağzının payını...

Ayşenur çay tepsisiyle girdi salona. Ben hiç istifimi bozmuyorum, gözüm televizyonda, aklım tepsinin ortasındaki kekte. "Bugün babam kek yapmış Ahmet" diyor. Diyor ama bir kelime daha söylese gülmekten tepsiyi üstümüze devirecek. Oğlum "hımm.." diye geçiştiriyor. Hınzır o da aynı durumda. Sabahat Hanım yüzüme bile bakmıyor, kafasını sürekli o yana bu yana çevirip duruyor. Ayşenur, çok çok olsa dört-beş santimi geçmeyecek kadar kabarmış ( !) kek dilimlerini herbirimize uzatıyor. Ben çevremi kolaçan ediyorum, tepkileri ne olacak bakalım. Alp ve hemen arkasından Orkun kekten bir parça ağzına götürüp, aynı anda "iyy.. bu ne iğrenç olmuş" diye avuçlarına tükürerek banyonun yolunu tuttular. İlk falso. Ahmet ağzına attığı küçük lokmayı yaklaşık üç dakikadır çiğniyor. Ayşenur küçücük bir dilim koymuş tabağına, çatalıyla kırıntılarla oynuyor. Sabahat Hanım çabuk çabuk çiğnemeden yutuyor... Bana kalsa fena olmamış hani. Çay faslımız da kek faslımız da bitti. Hepsi tabağındakini yiyip bitirdi ama kimsenin gıkı çıkmıyor. Sonunda dayanamayıp ben sordum "Eee... Çocuklar nasıl olmuştu kek ?" Hepsi çok beğendiğini söyledi ve konu da böylece kapanmış oldu.

Biliyorum efendim lafı çok uzattım ama detayları anlatmadan da olmaz ki yani. Hemen şimdi bağlıyorum konuyu. Neyse o gece herzamanki gibi aynı vakitte yattık. Hemen uyumuşum. Sabahat Hanım azıcık geç geldi yatağa. Rüyamda, sülaleden de, aileden de, mahalleden de görmediğim zat kalmadı. Hepsi büyük bir meydana toplanmış, ortalarında benim yaptığım kek, "Olmamış Hüsnü Bey, olmamış" diye hep bir ağızdan bağırıyorlar. Kızım bırak yakamı, oğlum çek ellerini pantolonumdan, tepeme tırmanıyor biri, evladım çek dedim ellerini ayaklarımdan.... Kulaklarım uğul uğul... Olmamış Hüsnü Bey olmamış, olmamış Hüsnü Bey, olmamış, olmamış Hüsnü Bey olm...

Sabahat hanımın beni dürtüklemesine uyandım. "Hayrola Hüsnü, ne olmamış ? Ayol bir o yana bir bu yana.. Olmamış, olmamış, olmamış diye de sayıklıya sayıklıya...". Bütün düşümü anattım Sabahat'a. "İlahi Hüsnü Bey, Allah rahatlık versin" deyip arkasını döndü uyudu.

Sabah herkes işine gücüne gitmiş, Sabahat Hanım çocukların odasını topluyordu, telefon çaldı. Açtım. İzmir'deki kızım. İki hoşbeşin ardından, "Baba kek yapmışsın bizsiz yemişsiniz aşkolsun. Afiyet şeker olsun. Biraz tutturamamışsın öyle mi ?" diye kahkahalar atıyor telefonda. Bu Sabahat Hanım'ın işi. Yememiş içmemiş telefon edip İzmirlere de yetiştirmiş. Neyse kazasız belasız kapattık telefonu. Öfkeden kuduruyorum ama suç benim, kim dedi sana ey akıllı, bilmediğin ise burnunu sok da elaleme rezil ol ? Oh olsun işte. Az bile bu sana. Ders olsun. Bugün bakkalın çırağına seslenmeyeceğim, aşağı inip de biraz nefes alayım, evin halime gülen şu havasından kurtulayım... Bakkaldan içeri girer girmez Kerim Efendi hemen yanıma gelip omuzumdan yakaladı beni ( Sivaslıdır kendisi ) "Günaydın Hüsnü Baba, kek yapmışsın da komşuluk hakkı bize vermemişsin ?" Allah allah, sabah sabah nasıl haberi oldu ki bu bakkalın ? Vay Sabahat Hanım vay... Düştük ya artık diline, kurtuluş yok. Ben gazeteyle bakkaldan çıkarken, Kerim Efendi arkamdan sesleniyordu ; "Olmamış Hüsnü Bey, olmamış... "

Şimdi neden anlattın bu hikayeyi demeyin. Kıssadan hisse. Siz siz olun alışkanlıkları, alışkanlıklarınızı bir kenara bırakmayın. İnsanları şaşırtacağım diye türlü donlara girmeyin. Alışmış ve alıştırmışsanız herkesi ve herşeyi bir düzene, o düzeni altüst etmeye kalkmayın. Yoksa böyle benim gibi maskarası olursunuz herkesin... Olmamış Hüsnü Bey demedi demeyin... Sağlıcakla efendim...

Beyhan DUFFEY


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.084 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Serzeniş

sevda yanığında tenim
aşkına tüter..

yaşam eğrisinde asılı boynun
develiğine küser...

aşkım yetimdir gözlerinde
bir de gelmezsen
öksüzlüğe düşer...

eğildim ya sana dün
yüreğimde ağıt
kirpiklerimde daha neler...

susma
öğüt değil dinlediğim
ruhumda inler nağmeler...

gez göz ayrılığında parmağım
şakağımdan teğet geçince
ölüm mü şimdi
kefenime sığmayan...

bilirim ya
senin nankörlüğün gün gelir
hatıramdan da vazgeçer.

"Bedeni ruhuna kefen olanın, ölüm yakışmaz tenine...!"

Gülcan Talay

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Semih Bulgur

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


Alaattin Bender - Sergi

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar

  Şef Garson : Akın Ceylan

http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=285
...Eskişehir'in Sivrihisar ilçesinin Hortu köyünde 1208 yılında doğdu, 1284 yılında Akşehir'de öldü Babası Hortu köyü imamı Abdullah Efendi, annesi aynı köyden Sıdıka Hatun'dur. Önce Sivrihisar'da medrese öğrenimi gördü, babasının ölümü üzerine Hortu'ya dönerek köy imamı oldu. 1237'de Akşehir'e yerleşerek, Seyyid Mahmud Hayrani ve Seyyid Hacı İbrahim'in derslerini dinledi, İslam diniyle ilgili çalışmalarını sürdürdü. Bir söylentiye göre medresede ders okuttu, kadılık görevinde bulundu. Bu görevlerinden dolayı kendisine Nasuriddin Hâce adı verilmiş...

http://literalsystems.com/
Bazı edebiyat eserlerini mp3 formatında bilgisayarınıza indirip, istediğiniz zaman dinlemek istermisiniz? İngilizce olmasına rağmen zevkle dinleyebileceğinize inandığım eserleri arşivinde bulunduran bu web sayfasını bilgilerinize sunuyorum.

http://www.sehirtiyatrolari.com/
En son ne zaman tiyatroya gittiniz? Hangi oyun, hangi sahnede, hangi tarih ve saatte gösterimde olacak bilmek istermisiniz? Ya oyunlar, oyuncular ve hatta bilet paraları hakkında bilgi almak? Perdeler açılıyor ve sizleri bekliyor. Tiyatroları yakından takip etmek için bu sayfaları inceleyebilirsiniz.

http://www.efsaneler.com/
Hani bazı hikayeler vardır, gerçek olmadığını bildiğiniz halde "hadi ya" nidalarıyla dinlersiniz. Siz yine de inanmayın ama; bu güzel hikayeleri okumadan da geçmeyin derim. Şehir Efsaneleri için buyrun buradan tıklayın.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


PTBSync v4.6c [600KB] W9x/2k/XP FREE
http://www.netcult.ch/elmue/Update-en.htm
Bilgisayarınızın saatini dünya üzerinde bulunan 65 ayrı zaman sunucusuna göre ayarlayan bir program. Ayrıca içinde bir alarm fonksiyonuda var. Zamanla arası iyi olanlar için.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20060202.asp
ISSN: 1303-8923
2 Şubat 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com