|
|
|
3 Şubat 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Kulaklarım hâlâ çınlamakta!... |
Sağolun varolun. Kulaklarıma gösterdiğiniz ilgiye çok teşekkürler. Belki bilmek istersiniz diye söylüyorum, değişen birşey yok. Çınlamalarım ve ben mesut bir halde yaşantımızı sürdürüyoruz. Artık oyun haline gelen bu durumu fırsat bilip çın çın tonlu besteler yapmakla vakit öldürüyorum. Belki yarın, belki yarından da yakın bir doktora gideceğim merak buyurmayın. Aksi halde kafayı yemekle yememek arası gidip geleceğim. Allah düşmanımın başına vermesin.
Bugün az ama yüklü yazılarımız var. Örneğin sevgili Ömer Akşahan'ın Cahit Tanyol ile yaptığı söyleşi edebiyat dünyasında ilk kez Kahve Molası'nda yayınlanıyor. Değerinizi bilin olur mu? Ayrıca bir hatırlatmayla beni daldığım uykudan uyandıran sevgili Mehmet Sağlam'a da teşekkür ederim. Edit etmeyen ya da az edebilen bir editör olarak çok rahatsız olduğum bir konuyu gündeme getirdi sağolsun. Yazmayı hepimiz seviyoruz sevmesine de acaba dilbilgisi kurallarına ne kadar hakimiz? Dikkatsizliği bir insanlık hali sayarak bir kenara bıraksam bile yanlış ya da eksik bilgiden kaynaklanan hatalara sıkça düştüğümüzü görüyorum. En başta kendimden biliyorum. Elim elverdiğince düzeltmeye gayret ediyorum ama yetmiyor onun da farkındayım. Bir de şu şapkalı harflerimizi tekrar kullanmak konusundaki eksikliğimizi eklersek sorun gitgide büyüyor. İşte tam bu nedenle bugünden tezi yok Kahve Molası'na bir görev daha yüklüyorum. "DERSİMİZ DİLBİLGİSİ" diye bir yeni köşe açtım. Bu köşenin öğrencileri de öğretmenleri de sizler olacaksınız. Dilbilgisi ile ilgili yanlış bilgilerimizi düzeltmek, eksik bilgilerimizi tamamlamak, yayınlanan yazılardaki yanlış kullanımlar için yazarı uyarmak hep bu köşenin vazifesi olacak. İlk dersimize Mehmet Sağlam ile başlıyoruz. Yayın periyodunu sizlerden gelen yazılar belirleyecek. Haydi bakalım şimdi okuyalım ardından uygulayalım.
Bugün, Orta Doğu'da haklı bir ün yapmış, 2000 yılında trajik bir şekilde 42 yaşında bu dünyadan göçmüş bir şarkıcı ve şarkısı var pikapta. Ofra Haza söylüyor, Im Nin Alu. Hepinize bol güneşli bir haftasonu diliyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
ÖNSÖZ : Ömer Akşahan BİR ŞEHR-İ İSTANBUL Kİ… CAHİT TANYOL'LA GECİKMİŞ BİR BULUŞMA... |
|
Kasım ayının bende ayrı bir önemi var. Özellikle bu ayda dünyaya gelmiş iki canım var; birincisi eşim, diğeri de oğlum. Şimdi buna bir de uzun yıllardır görüşmeyi hayal ettiğim Cahit Tanyol eklendi. Eşimin doğum günü olan 9 Kasım günü İstanbul'da harika bir hava vardı. Tam anlamıyla güneşli bir pastırma yazıydı o gün. Kadıköy'ün ağaçlı yollarında buluşmanın heyecanıyla yürüdüm. Kendimi bir an Belgrat ormanlarında sanarak keyif aldım. Öğleden sonra buluşma saati olan 16'ya kadar zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Öyle ya, dile kolay, bir insanın 91 yaşında bir arkadaşı, dostu ve aynı zamanda üstadı olur da, görüşmesi olay olmaz mı?
Doğrusu bu ya, hocam Tanyol'a gitmeden önce hazırlıklarımı yapmış, fotoğraf makinesi, ses alma aygıtı, kitaplar filan. Omzumda çanta, eve varıncaya dek bir hayli yoruldum ama hocamın evinde geçirdiğim o keyifli saatler buna değdi. Kapıyı eşi Fethiye hoca hanım açtı. Belirlenen saatten biraz erken gelmiştim. Yüzümde belli bir tedirginlik vardı. Ancak Fethiye Hanım ve Tanyol hocam bunu güleç yüzleriyle hemen giderdiler. Hocamı o güne dek sadece fotoğraflarından tanıyordum. Fotoğraflarında heybetli bir yüz hattına sahipti. İlk anda biraz hayal ettiğim tarzda görememenin burukluğunu yaşadığımı itiraf etmeliyim. Ancak sohbetin ilerleyen saatleri bilim adamı ağırlığı ile onun gözümde büyümesine yol açtı.
Moda koyuna bakan, harika manzaralı geniş bir salondaydık. Fethiye hanım beş çayı için hazırladığı börek ve çöreklerin yanı sıra çay servisini hemen yapıp, ortamı kolayca ısıttı. Böylesine heyecan verici ilk karşılaşmalarda insan ne denli hazırlıklı olsa da söze nereden gireceğini pek kestiremiyor. Tanyol Hocam onca yılın omuzlarına yüklediği ağır bir sorumlulukla söze, güncel konu olan Fransa'dan Avrupa'nın diğer ülkelerine sıçrayan isyan girişimlerine değinerek girdi. Bu olaylara başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın getirdiği ve sonradan çark ettiği yorumu da kendi tatlı üslubuyla yorumlayarak manzara-i umumiyeyi çizmeye başladı.
Karşımda oturan kişinin yaşamında iki nokta önemliydi: Birincisi edebiyat, diğeri sosyoloji. Her iki alanda da binlerce makaleye imza atmış ve 70 yaşında İstanbul Üniversitesinden emekliye ayrılmıştı. Ben hangi Tanyol'la konuşmalıydım? Oysa her iki yönde de çok önemli görüşleri vardı. Bunları dinlemeli, olayı akışına bırakmalıydım. Sonuçta görüşmemiz düşündüğüm şekilde gelişti. Hatta başlangıçta ses alma aygıtımı açmadan sohbet etmiş ve neden sonra kendisinden izin alarak konuşmasının bazı bölümlerini kaydedebilmiştim.
Bugüne değin Çankaya Dramı, Hoca Kadrinin Parlamentosu, Kürtler ve Türkler gibi güncel sorunlara ışık tutan önemli sosyolojik eserlere imza atan hocamın bu yıl bir aşk romanının yayınlanacak olmasından mutlu oldum. Zekası ve hafızası hâlâ pırıl pırıl işleyen bir beynin ürünü olan aşk romanının adı "O Zaten Yoktu"yu merakla bekliyorum. 2005 yılında altı ayda tamamlanan ve 260 küsur sayfadan oluşan romanının konusu İzmir'de, 1940 yıllarında yaşanan bir aşk öyküsü. Bu romanla ilgili bir küçük noktayı da belirtmeden geçemeyeceğim. Tanyol üstadım;
-- Ömerciğim bilgisayar olmasaydı bu romanı yazamazdım, diye itirafta bulundu. Ömründe dört daktilo eskitmiş bir insanın bu yaşta bilgisayarı daktilo mantığıyla da olsa kullanması, hele yıllarca F klavye kullandıktan sonra Q klavyeyi öğrenmek uğruna günlerce alıştırma yapmasına şapka çıkarmamak mümkün değildi. Bu arada yazı masasında hem PC hem de laptop olması da cabası. Oysa bizim jenerasyon yaşı gereği bilgisayar kullanmaktan kaçarken, Tanyol Hocam gerçekten hepimize güzel bir örnek olmuştu! Umarım bu romanı sizlere tanıtma keyfini yaşarım.
Hocam bana son dönemde Gendaş Yayınlarından üç baskı yapan kitabı "Kürtler ve Türkler (1)"den bir pasaj buldu, sesli olarak okumamı istedi. Bunu sizlere ben de sesli okumak isterdim ama üzerinize afiyet, ses tellerimi üşüttüğüm için ancak yazmayı uygun buldum! Ama lütfen siz siz olun, bu kısa öyküyü dostlarınıza gür sesinizle okuyunuz.
***
"Yolda giderken kendi kendime, önüme Hızır Aleyhisselam çıksa ve bana "dile benden ne dilersin" demiş olsa ne isterdim diye düşündüm. İlkin, aklıma Ağa olmak geldi. Hızır,
- Olmaz, dedi, Ağalık Hırvata köyünde Kerem Ağa'nın oğlu Ahmet Ağa'da…
- O zaman ben de Şeyh olmak isterim.
- O da olmaz, zira Şeyhlik de Norşin köyünde Şeyh Masum'da…
- O halde senin Hızırlığın nerede kaldı?
- Benim ancak boş kadroya gücüm yeter, diye yanıt verince,
- Öyleyse Ağanın köylüsü olmak isterim… Hiç olmazsa beni devletin yüzünü görmekten kurtarır, dedim.
- Bak ona karışmam, Hırvata köyüne git Ahmet Ağa'ya müraacat et.
- Ya o da başım kalabalık, davarları kurt yedi, ekinler dondu, sana azık veremem derse ben ne yaparım?
- Koçkıran köyünde Şeyh Selahaddin'e mürid olursun, iyi adamdır.
- İyi ama eli boş gidemem ki şeyh hazretlerine. Ne bağım var, ne bahçem.
Yüzüme baktı, elinin tersiyle;
- Türk vatandaşı olursun sen de, dedi ve kayboldu."(2)
***
Doğrusu bu öyküde o denli derin mesajlar var ki, bu önsözü okuyan bir kişi derhal kitaba dalış yapar. "Hoca Kadrinin Parlamentosu" kitabını okuyan cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer kitabın başlangıç ve sonuç bölümlerini okur okumaz derhal hocamı telefonla aramış ve "Bizim ancak yukardan görebildiklerimizi siz halkın içinden bilim adamı gözlüğüyle ne kadar güzel gösteriyorsunuz. Okurken o kadar heyecanlandım ki, kitabı bitirmeden sizi tebrik etmek için arama gereği duydum." demiş. Sosyal olayları onun kadar akıcı bir tarzda ve halkın kolayca anlayacağı şekilde aktarabilen bilim adamı ne yazık ki pek az var. Bilimsellikten ayrılmadan halkı uyaran yazılar yazmayı kendine yaşam ilkesi olarak benimseyen Tanyol'u yeni kuşakların da mutlaka tanıması gerektiğine inanıyorum. Çünkü hocamın o sohbetimizde öyle tespitleri oldu ki, büyük Atatürk'ün ölüm 76. yıldönümünde Cumhuriyeti emanet ettiği gençlerin bunları duymasını isterdim. Hocamız, cumhuriyetin geleceğinden pek umutlu değil. Hem yurt içinde hem yurtdışında etkili yerleri ele geçirmiş çevreler her gün rejimi bir yerinden deşerek kendi amaçlarına uydurmaya çalışıyorlar.
Bu noktadan sonra sözü Tanyol üstada bırakıyorum. Banda kaydettiğim görüşlerini hep birlikte okuyalım dilerseniz.
"Atatürk hiçbir zaman şeriat hakkında kötü bir söz etmemiştir. O, dini hiç karşısına almamıştır. Onun döneminde iki şey vardır: Birincisi, terk edilenler, reddedilenler. Terk edilen, şeriat, reddedilense imam hatiplerdi. İmam Hatip okulları kapatıldı. Anayasaya İmam Hatiplerin karşısında laikliği koydular. Bu en büyük tehlikeydi. Esasen bizim Osmanlı devlet yapısında laiklik, yönetimle ilgili sorunlara hiçbir zaman şeriatı karıştırmamıştır. Doğrudan doğruya örfi kanunlarla işi idare etmiştir. Binaenaleyh, bizde şeriat vatandaşların kendi aralarındaki sorunlara cevap veren, düzenleyen, bugünkü anlamıyla medeni kanun olarak hizmet görmüştür. Yani dine dayalı bir medeni hukuk. İslam hukukunun esası Kitap, sünnet ve icma-ı ümmet yani toplumun benimsediği örf ve adetlere dayanır. İslam hukukunun genelini kuşatan husus şudur: Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi genel prensiptir. Toplumu rahatlatan bir durum. Örf ile tayin nas ile tayin gibidir. Yani toplumun tayin ettiği şey, Allah'ın emri gibi bir değer taşır. Mecelle'nin yüz maddesi var. Hiçbirinin dinle imanla alakası yok. Dayandığı dört temel, önce Allah, sonra peygamber, sonra akıl ve sonra toplum. Bu, mükemmel bir sistem. Ama yetersiz. Çağa uymamış. Şimdi hep yazıyorum ama insanlar ne biliyor ne de öğrenmek istiyor. Örneğin, Osmanlı devletini teokratik derler, oysa teokratik değildir. Halifeninse dinle alakası yoktur. Şerî hukukta aile hukuku ve miras hukuku konuları eksik. Atatürk aslında şerî hukuku doğrudan doğruya tasfiye edeyim demedi. Ankara'da Hukuk Fakültesindeki hukukçuları çağırdı. Şu Mecelle'yi elden geçirin, günümüze uyarlayın, dedi. Çünkü biz bir devlet kurduk. Devlet hukuksuz olmaz, diye de işin önemini vurguladı. Ancak bu görevlendirmenin ardından altı ay geçmiş hukukçulardan bir ses çıkmayınca Mahmut Esat Bozkurt'u çağırarak çalışmalar hakkında bilgi ister. M.E. Bozkurt da, çalışıyorlar paşam, diye yanıtlar. Aradan birkaç gün geçmesine karşın gene ulemadan bir ses çıkmayınca, bu kez Mahmut Esat İsviçre'de yetişmiş iki genç hukukçuya İsviçre Medeni Kanunu parça parça halinde verip tercüme ettiriyor. Bu çalışmanın ardından konuyu sürekli izleyen Mustafa Kemal'e, sorduğunda, konu tamamlanmıştır, deyip tercüme metni kendisine sunuyor. Sonra da ulemeya, efendiler siz çalışın, devlet hukuksuz kalmaz, işinizi bitirinceye kadar bununla idare edeceğiz, cevaplandırıyor. Mecelle'nin o günden bu yana güncellemesi henüz bitirilemedi! Ama ben hâlâ Mecelle'yi okurum. Bu konu, Atatürkçüler arasında bir tabu olduğu gibi şeriatçılar arasında da tabu kabul edilmektedir. Aslında günümüzde tehlike olan şey ne şeriat, ne halifeliğin getirilmesidir; şu Recep Tayyip Erdoğan'ın dile getirdiği tarzdaki türban meselesi hepsinden çok daha tehlikelidir. Oysa hiçbir kimse devletin görünümünü dinsel bir kıyafetle temsil edemez. Bunun karşısına duracak birinci kuvvet ordudur, ama onlar da şimdi brövelerinden Atatürk'ü çıkartmakla meşguller! Atatürk'ün mayaladığı cumhuriyeti koruyup kollayacak ışıklı bekçilerini yetiştiren Köy Enstitüleri, Öğretmen Okulları kapatıldıktan sonra geriye şimdi İmam Hatipler kaldı.
İslami yönetim ya da şeriatla yönetim denince günümüzde çoğu kişinin aklına Suudi Arabistan ya da İran'da uygulanan sistem geliyor. Oysa Osmanlı Mecelle kanununun bunlarla hiçbir ilgisi yoktur. Osmanlılarda hırsızlık yaptığı için eli kesilen ya da zina yaptığı için taşlanarak öldürülen tek bir kadın göremezsiniz. Mecellenin en önemli eksikliklerinden biri de avukata yer vermemesidir. Kadınların ve çocukların şahitliğinin kabul görmemesi de bir diğer eksiklik olarak söylenebilir.
Anadolu'da halen günümüzde süren bir gelenek de şu; bir ailede çocuklardan yalnızca biri oğlansa diğer kız kardeşler miras hakkı almazlar."
Asıl hocamla konuşmak istediğim diğer konu ise şiirdi. Çünkü kendisinin şiir üzerine ilginç görüşleri vardı. Bunların bir bölümünü "Son Liman Yorgunu Cahit Tanyol" adlı yazımda dile getirmiştim. Aradan geçen zaman içersinde bu kitabı "Düş Yorgunu" adıyla toplu şiirlerini barındıran yeni kitabı izledi. O günden bu güne şiir adına yeni ne söyleyeceğini merak ediyordum. Size şimdi de şiire dair banda kaydettiklerimi aktarıyorum.
"Hegel, 'Şiir sanatların prensidir.' der. Schopenhaur buna itiraz eder. Ona göre, 'Şiir, düşüncenin prensidir.' Şairler şiirin yanında daima geri plandadır. Birçok Osmanlı padişahı şiirler yazmıştır. Fatih, Kanuni, Yavuz Sultan Selim ve diğerleri. Örneğin Fatih Avni mahlasıyla şiirler yazmıştır. Hatta bizde düşünce şiirin içinde ifade edilir. Şiir her şeyin üstündedir. Bu bakımdan şairler her devirde çok itibar görmüşlerdir. Hemen her devirde sadece padişahlar değil diğer devlet adamları da şiirle meşgul olmuş, divan yazmışlardır. Osmanlı dönemini günümüzle mukayese edersek, şiir ne acıdır ki şarkı sözü düzeyine inmiştir. Şöhret için her şeyi mübah gören bir anlayışın ürünü örneğin Orhan Pamuk'tur. Fransızların ünlü Pardayanlar romanı da dünyanın bir çok ülkesinde yayımlanmıştır ama Fransız edebiyatında adı bile geçmez. Böyle birinin edebiyat tarihinden adının silinmesi gerekir. Bir şarlatanlık almış başını gidiyor. Ama öte yandan Nitzsche'nin "Zerdüşt Böyle Buyurdu" kitabı ilk çıktığında üç tane satmış. Yayınevi sahibi kitapları kimin aldığını merak etmiş, ikisi bulunmuş, üçüncüsü bulunamamış. En sonunda üçüncü kitabı yazarın kendisinin aldığı ortaya çıkmış. Schopenhaur'un muazzam kitapları depolarda çürümeye terkedilmiş. Goethe ilk eserini bastıracak yayınevi bulamamış.
Edebiyatta en önemli şey dildir, lisandır. Ve şairler edipler dili yaratırlar. Orhan Pamuk'un bir kitabını keyif için, eleştirmek için okumak istedim ancak 50 sayfa okuyabildim. Sonra bıraktım. Orhan Pamuk'un cümle yapısı kötü. Batı dillerinin yapısına daha yakın olduğundan mıdır, Batılılar onu tutuyor. Tercümesi rahat yapılıyor galiba! Flaubert'in, örneğin cümleleri o denli özenli yazılmıştır ki, bir tek sözcüğünü dahi değiştiremezsiniz. Bizde Yahya Kemal de öyle. Bak, onun çok bilinen 'Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit artık çok geç' şiiriyle ilgili bir anımı aktarayım. O sıralar Vedat Nedim Tör, Yapı Kredi'nin Ailemiz dergisini çıkarıyor. Yahya Kemal'le ben de o dergide yazıyoruz. Vedat Bey bana telefon etti, ben Yahya Kemal'le buluşacağım. Hadi sen de gel istersen, dedi. Sonra üçümüz buluştuk. O sıra bu şiiri yazmış üstad, ancak bir sıkıntısı vardı, 'Ve arkasında güneş doğmayan demir kapıdan başlayacak' beytindeki 'demir' kulağa hiç hoş gelmiyordu. Ben demir yerine 'büyük' olarak önerince rahatladı ve şiiri o haliyle yayımlandı. Ne zaman bu şiir konu olsa bana, 'Tanyol bu şiir senindir', diye iltifat ederdi. Günümüzde bu anlayış giderek zayıflamış, hatta yok olmuştur.
Oysa şiir İlk çağlardan bu yana yazılmaktadır. O günden günümüze esas olan şey, şiirde lirizmi yakalamaktır. Yani şiirde bir nevi kelimeler onun bedenidir. Lirik bir şiirde kelimeye sinen, eşyaya sinen esasen şairin kendisidir. Bu bakımdan şiirde hayal, imaj, imge bunların hepsi güzel şeyler. Ama lirizm yoksa o şiir bir ölüye giydirilmiş güzel bir elbiseye benzer. Bu bakımdan şiirde en tehlikeli şeyler yukarda sözünü ettiğim hayaller, imajlar ve imgelerdir. Çok iyi kullanmak gerekir."
Bant kaydı burada bitti ama sohbetimiz olanca hızıyla sürdü akşamın alaca karanlığına dek. Ancak bu arada Fethiye hanımdan da kısaca söz etmem gerekiyor. O, tam bir İstanbul hanımefendisi. Çok dolu dolu geçen bir hayatın izlerini güzel yüzünde görmek insana mutluluk veriyor.
Konuğunun nasıl bir zaman avcısı olduğunu bilmeden ikindi çayına almış olması onu sıkıntıya sokmuştu. Bu nazik durumu, beni yeniden bu kez akşam yemeğine davet ederek gidererek kolayca hallediverdi.
Hocam, oğlu tanınmış şair Tuğrul Tanyol'un yapmayı planladığı işlerden söz etti. Evet dedim, kendime her zaman söylediğim şey, hangi yaşta olursak olalım, hayata dair mutlaka yapacağımız bir planımız, hedefimiz olmalı! Bunun en canlı örneği sevgili dostum, hocam ve üstadım Cahit Tanyol'du. Onun Çankaya Dramı adlı kitabının ikinci baskısı için yazdığı önsözünün yazıcıdan çıktılarını almada yaptığım çok küçük yardım sayesinde çalışma odasını, kitaplığı teneffüs etme olanağı buldum. Benim minik çalışma odamı göz önüne getirdim. Ne düşündüğümü tahmin edebilirsiniz. Onunla ayrıca Bodrum Türkbükün'deki yazlığında birkaç gün kalarak belki de sadece Cahit Tanyol'un yaşamını konu alan bir eser için ilk adımı atabilirim diye düşünmeye başladım. Adı da muhtemelen şöyle olabilir: '87.Sanat Yılı Anısına Armağan: Düş Yorgunu CAHİT TANYOL'.
Yazımı Düş Yorgunu (3) adlı kitabında yer alan başına buyruk dizelerden birkaç örnekle noktalamak istedim.
Ne yıllar bıraktı peşimizi
Ne de hatıralar (4)
***
Ne güzel olurdu
Bir ağaçta yaprak
Bir suda ses olarak doğmak (5)
***
Terk edilir gibi değil bu dünya
Her ağaç içimde boy verir çiçeklenir (6)
***
Kurtuluş yok ölüm var biliyorum
Ömrün son kıyısında
Hangi yolu denesem ben diyorum
Bir yığın tortu bir yığın kuşku
Ve bir tutam saç bir avuç toprak
Ölüm denilen o büyük uyku (7)
***
Gün ölü anılar soluk
Yaprak dökümünde uyur gece
Yakında başlayacak yolculuk (8)
Tanrıdan nice sağlıklı uzun, bereketli ömürler dilerim Hocama ve sevgili eşi Fethiye Hanımefendiye…
Kaynakça:
1. Türkler ve Kürtler, Tanyol Cahit, Gendaş Kültür, 2. baskı, 127 sayfa, İstanbul 1999.
2. a.g.y., s.13-14.
3. Düş Yorgunu, Tanyol Cahit, Toplu Şiirler, Gendaş Kültür, 1. baskı, İstanbul Şubat 2001.
4. a.g.y., s.125
5. a.g.y., s.123
6. a.g.y., s.120
7. a.g.y., s.121
8. a.g.y., s.131
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak) BÜYÜMEK Mİ? ÜSTÜ KALSIN... |
|
Son günlerde bütün bir hayatı kısır bir döngüyle aynı biçimde yaşıyormuşuz gibi geliyor.. Bakıyorum da, hep aynı şeyler. Önce büyüme hevesiyle başlıyoruz işe. Bize ne kazandırıp, bizden neleri götüreceğini hesaplamadan.
Büyümek, piyangodan büyük ikramiye çıkmış kadar mutlu edecek sanıyoruz. Halbuki büyük ikramiyeyi kazananlara sormuyoruz "sahi, o kadar parayı eline ilk aldığında sana ne düşündürdü?" Sorsak yanıtını vecebilecekler mi ki? 'Bana çıksaydı...' diye hayâllere dalıyoruz. Evet, o büyük ikramiye bana çıksaydı şayet, işin doğrusu ben uzunca bir süre paraya dokunmaya cesaret edemezdim. Çünkü onunla neler yapabileceğimi düşünmek dahi beni çıldırtırdı. Büyümeyi düşündüğüm çocuk zamanlarım gibi...
Ergenliğin kapıma dayandığı ilk yıllarım. Kendimi nasıl da önemserdim. Artık sözüm dinleniyor. Söylediklerim annem, annemin arkadaşları, babam ve diğer saygıdeğer büyüklerim tarafından dikkate alınıyor. Büyük laflar edebiliyorum büyüklerle beraber. Fakat, iş arkadaşlarla bir yerlere gitmeye gelince yasaklar başlıyor. "Geç kalma. Şu saate evde ol. Sokak kötülük dolu..." E hani büyümüştük? Onların endişelerini gereksiz ve yersiz bulurken öflendiğimi hatırlıyorum. İçimden homurdanarak "görürsünüz siz, ben bir ayaklarım üzerinde durmayı başarayım o zaman karışamıyacaksınız!" Meğer ne kadar hevesliymişim büyümeye... Derdimin büyümek değil de; büyümeyi rahatça gezip tozmak, dilediğini yapabilmek özgürlüğüne sahip olmakla karıştırdığımın ayrımını yapamıyorum elbette.
Sonra âşık oluyorum. Çok büyümüşüm gibi. Anlaşılan aşkla büyümek de arapsaçı vaziyeti. Oysa ilk aşkımı ilkokul ikinci sınıftayken, birlikte folklör oynadığımız çocukla yaşadığımı çabucak unutuyorum. Olsun, o sayılmaz, o çocukça bir şeydi. Şimdi büyükçe bir şey yapıyorum. Kalbimin deli çarpıntısı, onun için döktüğüm gözyaşları, yıldızları sayarak geçirdiğim bahar ve yaz geceleri, yazdığım ilk şiirler... Kokulu, renkli sayfalara kondurduğum rujlu öpücüklü mektuplar. Aman Allah'ım! Ne komik geliyor şimdi.
Kocaman sevdiğim, kocam yürekli adamım o benim. Hayatımı ona adayarak sonsuza dek yaşayabileceğime inanıyorum. Buna gerçekten inanıyorum! Ayakları bir türlü yere basmayı bilmeyen deli manyak bir kızım o zamanlar. Dünyanın iyilik, pamuk şekeri ve rengârenk balonlar üzerine inşa edildiğine dair inancım sonsuz.. hiç azalmayacakmış gibi geliyor.
Çok geçmeden ayrılıyorum ama o kocaman yürekli adamdan. Bırakıveriyorum yolun orta yerinde. Belki de kendi kendime kurduğum pembe pamuk dünyamı bozacak diye korkuyorum. O dünyamı hiçbir aşkın alt üst etmesine izin veremem ki. Aşkı erteleyecek veya bitirecek kadar büyük kararlar alabildiğime göre, büyüdüğüme iyiden iyiye kanaat ediyorum. Yine bir yanılsama. Meğer hâlâ büyümemişim. Çünkü herşey gibi büyümenin de bir bedeli olduğunu çok sonra öğreniyorum. Gerçekten büyüdüğümde.
Her yıl bir yaş daha aldığımda, o pespembe pamuk şekeri dünyamın içine yeni hayâller ilave etmeye başlıyorum. Coğrafya dersimdeki dünya atlasını elimden düşürmüyorum. Gözlerimi kapatıyorum, parmağım haritanın üzerinde hangi ülkenin, şehrin, denizin üzerine denk gelirse bir gün oraları yeniden keşfedebileceğimi hayâl ediyorum. Sokaklarda ve caddelerde, ayağıma bir şey batacak endişesi taşımadan yalınayak dolaşıyorum. Sokakları çok seviyorum ve müthiş hayâlperestim. Hattâ işi abartıyor, sokaklara duyduğum düşkünlüğün, ailemin beni çingenelerden çaldığına kadar vardırıyorum. Yuh yani!
Kocaman kızım artık. Annem düşüp bir yerimi kıracağımı söylese de ağaçlara tırmanmak hâlâ en büyük keyfim. Bir de odama kapanıp müzik setinin 'volume' düğmesini sonuna kadar açıp Modern Talking, Madonna, Prince, U2, Tracy Chapman, Bon Jovi ve o dönemin bütün hit şarkıcılarının, gruplarının sözlerini ezbere bildiğim fakat İngilizcemin yetersizliğinden anlamlarını bilemediğim şarkılarını avaz avaz söylüyor, tek başıma deliler gibi dans ediyorum. Elbette odamın duvarlarında "manyak bayıldığım" boy boy Bon Jovi, George Michael posterleri.
Arkadaşlarla Cumartesi günleri saat 13.00'ten 17.00'ye kadar süren çay partilerine eşlik ediyorum. İstanbul'da o devrin en meşhur diskolarından Airport'ta boy göstermek acayip caka demek. L'evis marka jeanin Türkiye'de markalaşmayı zıvanadan çıkarttığı ve 501 black klasiğinin her gencin kıçında olmazsa olmaz hale geldiği dönemdeyiz. Büyümek çok keyifliymiş! Yürrü be aslanım, kim tutar seni!...
Genç kızlığa çok geç uyum sağladım diyebilirim. Çoğu arkadaşım erkekti. Arada hasbel kader âşık olmamı saymazsak tabii. Sanırım büyümeye -her ne kadar hevesli gözüksem de- biraz geç kaldım. Çocukluktan geç vazgeçmiş, büyümeyi de bu esnada ıskalamışım. Belki de sırf bu yüzden en güzel yıllarım çocuklukla büyüme hevesi arasında sıkışıp kaldığım yıllardı. Yani, terk edemediğim pamuk şekerim...
Bir de o dönem "ne iş olsa yaparım abi" muhabettim vardı. Hayır, zaruretten değil. Çok şükür babamın geliri ailemizi çok rahat geçindirecek düzeydeydi de, benimki biraz şımarıklık biraz da hayatı erken öğrenme telaşı yüzündendi. İş hayatına atılırsam insanları ve yaşamı çok daha çabuk çözebileceğime inanıyordum. Ama gerçekten inanıyordum buna! Annem inadıma ve ısrarıma en sonunda dayanamamış, babama "bırak şu deliyle kafa yormayı, gitsin nerede istiyorsa çalışsın" demişti yaka silkerek. Demek o kadar sabrını zorlamayı başarmıştım.
Her neyse, tezgâhtarlıkla iş hayatına atıldım. Yazları iki ay çalışıyor, kalan bir ayda da bütün kazancımı konserlerde, orda burda yiyip bitiriyordum. İki yıl sonra üniversite önünde sevgilimle gümüş takı satmaya başladım. Ayağımda sandalet, kıçımda yırtık bir jean pantolon, başımda bandana ve gözümde güneş gözlüğü, bir yandan babam oralarda görüp tanıyacak diye tırsıyor (zavallı babam el bebek gül bebek büyüttüğü kızını o halde görmeye eminim dayanamazdı ve beni eve kapatırdı!), diğer yandan zapıta memurlarından tezgâh kaçırıyorduk. On sekiz yaşındaydım ve artık beni hastanede karıştırdıklarına ya da çingeneden aldıklarına kalıbımı basarak inanıyordum!
Ve derken yirmilerimde, büyümeyi henüz kabullenememişken bunu belgelendirdiler. Bana resmen rüştümü ispat ettiler. Çok şaşkındım, çok korkuyordum ve elimde fotoğraflı hüviyetimle ne yapacağımı maalesef bilmiyordum.
Elimdeki pamuk şekerinden her gelen "aaa, pek de güzelmiş" deyip bir çimdik alıyordu. "O benim, almayın!" diyemiyordum. O çok heveslendiğim, yıllarımı hayâller kurarak geçirdiğim 'büyümek' avuçlarımdaydı ve yakıyordu. Bir daha hiç ama hiçbir şeyi çok istememeye karar verdim o zaman. Çünkü bir şeyi çok düşünüp istediğinizde sonunda beklediğiniz gibi bulamayabiliyorsunuz. Hayâlkırığı parçalarınız elinizi ama en fazla yüreğinizi acıtıyor.
Büyüdükçe görüyordum ki insanlar maskelerle dolaşıyor. Ve sen de elindeki pamuk şekerinden sana bırakılan çubuğu bir kenara fırlatıp o maskelerden değişik boy, ebat ve koyu renklerde ediniyorsun. Hiçbirinin rengi güzel değil maskelerinin. Her biri çirkin ve yapay suretler.
Geçmişe uzanıyorsam da tutamadığımı, o yılların benim ulaşamayacağım kadar uzağa atıldığını inceden içim sızlayarak görüyorum. Yeni durumumu kanıksamaya çalışıyorum. İnsanlar bu yüzden mi çocukluklarını ve ilk gençliklerini anımsadıklarında gözlerinde tatlı bir buğuyla gülümserler? Şimdi daha iyi anlıyorum.
Genç bir kadınım artık. Sokak kızı görüntümü değiştirmem gerektiği söyleniyor kulağıma bağıra bağıra. Hayır ya! Hayır! Kabul etmiyorum! Ne ilgisi var bunun kıyafetlerimle, giyim tarzımla? Bana ne elâlemin ne düşüneceğinden? Ben bu toplumda yaşıyorsam da, bu toplum için yaşamıyorum, kendim için yaşıyorum!
Yok ya! Sen öyle san! Bal gibi de toplum için yaşıyorsun işte! Çalıştığın yerde sana verilen terfi ve görevlere uygun giyinmeli, altındaki elemanlara örnek olmalısın. Meselâ bunun için saçının rengini, kesimini modaya uygun biçimde değiştirerek ve sonrasında da sana verilen aylık ücretle mağazalardan şık, modern kıyafetler alarak başlayabilirsin işe. Zaten çok geçmeden alışacak, işve ve cilve yapmayı, kırıtmayı, topuklu pabuç üzerinde yürümeyi de öğreneceksin. Allah'ım ne zor işmiş büyümek yaa! Takım elbise giymekten nefret ediyorum! Ne kadar yüksek şu pabuçların pontları, sanki değnek üzerinde yürüyorum! Neden ofis içi bir meslek edindim ki? Neden daha rahat, renkli, bol seyahatli bi iş tercih etmedim?
Eşin olacak adamla katıldığınız toplantılarda da şıklık zorunluluğu var elbette. Yoksa cillop gibi kocanın yanında, sen davete hamamcı peştamalı tarzında abuk bir şeyle gidersen haftanın rüküşü seçilirsin mazallah! Hem sonra, çıkart bakayım şu on parmağında on gümüş yüzük, ne o öyle? Kızım, unutuyorsun galiba anne oldun sen, anne! Bu ne demek biliyor musun? Büyük sorumluluk! Bir anneye yakışır şekilde ağırbaşlı davranmalı, altın bileziklerini nah dirseğine kadar sıralamalı, kayınvalideni altın günündeki kokoş arkadaşları içinde rezil rüsva etmemelisin değil ama şekerim? Senin gibi iyi aile terbiyesi almış, cici bir hanıma hiç yakışmıyor doğrusu! Cık cık cık...
Saka kuşunu altın kafese kapatmışlar, ille de sokaktaki ağaçlar demiş. Al benden de o kadar.
Sonra ne mi oluyor? Aradan birbirinin tıpatıp aynı, eksiği yok fazlası var, upuzun yıllar geçiyor. Büyüyerek, olgunlaşarak, ağırlaşarak, her geçen gün daha ağlak, bedbin, mutsuz, duyarsız, geçmiş güzel günler upuzak bir mazide unutulmuş, sırtımda tonlarca ağırlık taşıdığımı hissettiren yıllar. Bana bir şey katmak bir yana, sürekli benden bir şeyler alıp götürüyor... Artık ben ne olduğumu, kim olduğumu, neden yaşadığımı, ne için uğraştığımı bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum.
Önce dünyanın balonlardan ve şekerden yapıldığına olan inancımı yitiriyorum. Sonrasında da insanlara duyduğum sevgi ve inancı. İşte en acı tarafı bu. Sevdiğinize ve seveceğine inandığınız kimsenin kalmayışı... O an dünya dediğiniz yerküre kocaman, çorak bir alana dönüşüveriyor ve siz kendinizi o kurumuş ağaçların, çatlamış toprağın, hiçbir yükseltinin, yeşilin, rengin görünmediği kara parçası üzerinde dımdızlak buluveriyorsunuz. Delirmişcesine dönmeye başlıyorsunuz kendi ekseniniz etrafında, avazınız çıktığı kadar bağırıyorsunuz "SESİMİ DUYAN KİMSE YOK MU?"...
"Var!" diyor, içinizde cılız bir ses. Öyle cılız ki, öyle az geliyor ki sesi, duymakta zorlanıyorsunuz. Ama içiniz bir an için dahi olsa pır pır ediveriyor işte. Ee, ne yapmalı peki? "Buradayım, gel, o çok uzağa fırlattığın geçmişinde..." Küçük sokak kızı büzülmüş bir köşede ağlıyor. Başta ürkek, çekingen devamında ise yürekli, gönüllü kendi iç yolculuğunuz başlıyor. Başlıyor ve sizi alıp sürüklüyor. O sese gerçekten inanıyorsunuz! Ama gerçekten!
Ve gün geliyor, bütün ağırlıklarımı, maskelerimi, beni ben olmaktan ayıran ne varsa her birini bir kenara silkeliyorum "Eeh, yettiniz be! Benden bu kadar! İstifa ediyorum!"
Kolay olduğunu söyleyemem. Büyümek için katettiğim yoldan daha zordu, ama başardım! Önce işimden istifa ettim. Sonra da eşimden. Yeni işim sayesinde ülkemi keşfe çıktım. En güzel maceralarım yollarda geçti. En güzel dostlukları uzak şehirlerden edindim. Sonra giyim tarzımı hiç değilse hafta sonları ve izinlerimde geri kazandım.
"Dokunanı yakarım! Ben bir sokak kızıyım! Heh heee!"
Yanıma kâr bir annelik kaldı. İyi ki kaldı. Yoksa bugün kızım sayesinde çocukluğumu ve ergenliğimi yeniden yaşama şansım belki de hiç olamayacaktı.
Şimdi mi? Saçlarım yine o günlerdeki gibi kat kat, sivri sivri ve rengini kendi rengine boyadım. Parmaklarıma istediğim kadar gümüş yüzük takabiliyorum. Ve yazları yollarda yalınayak dolaşıyorum. Odamda yine müziği sonuna kadar açıyor, Jennifer Lopez, Shakira, Britney Spears, The Rasmus, Bob Marley, Mark Anthony, Blue, dinliyor ve kızımla çılgınca dans ediyorum. Kızım biraz cigs ama ne yapalım, idare ediyoruz.
Dünya eski rengine ve döngüsüne kavuştu! Yaşasın! Elimde kocaman pamuk şekerim... İsteyen var mı? Büyümek mi? Yo yoo, ben almıyayım, hattâ üstü kalsın...
Elif Eser elif.eser4@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
MuratHoca : Faik Murat Müftüler www.gorucu.com.tr (2. Bölüm) |
|
"Kız Burcu? Neydi o resim?"
"Anne valla istemeden oldu. İlk başta şaka olsun diye koyduydum, iş ciddiye binince değiştiremedim"
"Sus edepsiz. Kimdi o? Zavallı kızcağızın resmini kullanmış bir de"
"Ay anne yaa! Ne zavallı kızcağızı. Jennifer Lopez o yaa"
"Abovv. Gavur muydu kız o? Ah ben de arkadaşın falan zannettiydim. Başı falan kapalı, pek de hanım bir kıza benziyordu. Ağabeyine düşündüydüm yani. Yalan yok"
"Ay ilahi anne! Dünyaca ünlü artist o. Ağabeyimi ne yapsın?"
"Benim gül gibi oğlumun nesi varmış? Aslan gibi benim oğlum. Hem dünyaca ünlü diyorsun. ÇılgınDamat tanımıyor mu bu gavuru?"
"Ne bileyim? Tanımıyor herhalde. Çok güzelsin falan deyip durdu"
"Kızım. Yarın öbür gün nişana gelecekler. Çıkmayacak mı foyan ortaya?"
"O gün gelsin düşünürüz. Bakarız bir çaresine"
"Bu senin yaptığın düpedüz sahtekârlık. İnfial çıkar maazallah. Ayy! Düşündükçe fena oluyorum. Benim evimde hem de"
"Ya! Anne yaa! Ne yani? Kendi resmimi koysaydım da gül gibi kocayı kaçırsa mıydım elimden? Otuzuma geldim hala bir tane bile görücüm yok. Evde kalmamı mı istiyorsun yani? Bööö! Ühü ühü!"
"Tamam tamam ağlama! Ah başıma gelenler. Yürü. Resmi de al yanına, kuaför Salih'e gidiyoruz"
"Ne olacak orada?"
"Salih pek becerikli maşallah. Belki seni ona benzetebilir. Şu şaşı gözlerini ne yapacaksa. Tövbe tövbe"
"Sahi yapabilir mi anne? Salih abi yani"
"Allah'tan umut kesilmez. Sanatkâr adam. Geçen sene görmedin mi Süheyla'nın kızını? O kadidi bile düğünde Marilyn Monroe'ya benzettiydi. Seni de azıcık şekle sokar belki. Hay olmayan boyu posu devrilesice yer mantarı maymun. Ne işler açtın başımıza"
"Ühü!"
Aynı anda Maslak'ta bir internet cafe'de
"Sağ olun beyler iyi iş çıkardınız"
"Abi o resimdeki Jennifer Lopez değil miydi ya?"
"Ta kendisiydi aslanım"
"İyi de bu senin Burcu neye benziyor?"
"Burcu ? Boş ver Burcu'yu. Esas cillop gibi bir kız kardeşi var. Kardeş olduklarına inanmak olası değil. Birinden birinde mahalle sütçüsünün katkısı olmalı. Aha aha ha!"
"Nasıl yaa? Sen kardeşi nereden biliyorsun?"
"Gördüm"
"Nasıl?"
"Ya. Bu net ortamını benden soracan oğlum. Ben boşu boşuna kendimi Mersin'den yazıyormuş gibi göstermedim"
"Eee?"
"İşin bu kısmı güven duygusu sağlamak içindi. Eğer İstanbul'da olduğumu söyleseydim kendini gizleme ihtiyacı hissederdi. Mersin'de olduğumu söyleyince açıldı hatun. Hangi internet cafe'de olduğuna kadar hepsini öğrendim. Yanında kız kardeşi varmış. Elimde benim laptop, cepten de bağlıyım nete, atladım taksiye hem gittim hem yazıştım. İkisini de direk yerinde gördüm"
"Yuh yani. Korkulur senden. İyi de bu isteme muhabbeti niyeydi?"
"Niye olacak. Ev adreslerini kesin olarak temin edebilmek içindi"
"Yani gidecek misin ciddi ciddi? Burcu'yu istemeye"
"Saçmalama yaa. Ne istemesi. Yarından tezi yok çalışmalarımı kardeş üzerinde yoğunlaştıracağım"
"Haaa. Anladııım. Onun için sen de kendi resmini kullanmadın"
"Ha şunu bileydin. Yani ben eninde sonunda Burcu ile tanışsam da o benim ben olduğumu bilemeyecek. Kız kardeşinin erkek arkadaşı zannedecek beni. O da zavallım ÇılgınDamat'ı bekleyip duracak anlayacağınız"
"Amma acımasızsın haa"
"Bana ne? O da kendi resmi yerine Jennifer Lopez'inkini koymasaydı. Sağ olun beyler. Yoksa size anne ve baba mı deseydim? Ehe he he he!"
İki ay sonra Ortaköy'de
"Aşkım. Ablam çok kötü. Durmadan ağlıyor"
"Nesi var bitanem?"
"Bir ay önce nişanı olacaktı. Sözlüsü gelmedi. Depresyona girdi yazık"
"Yaa. Yazık valla. Enişte neredendi? İş arkadaşı falan mı ablanın?"
"Yoo. Mersin'li bir doktordu. Netten tanışmışlardı. İsteme falan da olduydu. Geçen ayın onikisinde nişan olacaktı ama gelmediler. O günden beri hiçbir haber yok damattan"
"Tövbe tövbeee! Yahu netten koca mı bulunur yaa? Hem Mersin nereeee, İstanbul nere? Olacak iş değil. Zaten bu hıyar heriflerden her şey beklenir. Topunu sallandıracaksın bunların. Aslında kabahat ablanda biraz da. Nasıl güvendi ki netten bulduğu adama? Bak bizim ilişkimize? Ne kadar doğal"
"Sahi ya! Çok doğal. Doğrusu benim sanal ortamlara hiç güvenim yoktur. Eğer senle netten tanışmış olsaydık sana hayatta pas vermezdim"
"Aferin. Öyle de olmalı zaten. Beni ablanla tanıştırsana. Sanal ortamlar hakkında baya tecrübem vardır. Belki teselli edebilirim onu"
"Yarın getireyim onu da istersen"
"Olur tabii. Şişşşt. Kız? Hadi aşk yuvamıza gidelim mi?"
"İhi ihi.. Pis sapık noolcak. Gidelim hadi…"
-Bitti -
Faik Murat Müftüler murathodja@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
DİLDE ANARŞİYE HAYIR!
TÜRKÇE İMLÂ’YA BİRAZ DAHA ÖZEN GÖSTERELİM.
Değerli dostlar,
İnternet ortamında yazdığımız her satır yazı, gönderdiğimiz her e.posta dijital/sanal tarihe geçiyor; ayrıca yeni kuşaklara iyi veya kötü yönde örnek oluyor. Biliniz ki, yazım kuralsız, imlâsı bozuk her cümle bir dil anarşisi yaratır; süt gibi kokan anadile bozuk ve ekşi bir tatsızlık ekler. Uzun erimdeki zararları da cabası...
Aşağıda küçük bir liste hazırladım. Oradaki yanlış ve doğru yazımları dikkatle inceleyin lütfen. Sonra bir “Word” dosyasına kopyalayıp bilgisayarınızın masaüstüne yerleştirin. Yazdığınız her yazıda size az da olsa rehber olacak ve göreceksiniz ki, kısa bir müddet sonra ona ihtiyacınız kalmayacak.
Yazması zor olsa da, ben mümkün olduğunca şapkalı (â, î, û gibi) harfleri kullanıyorum. Çünkü son zamanlarda, lise son sınıfta okuyan yeğenimin ince ve uzun â’lı sözcükleri kalın veya kısa söylediğini fark ettim. Bence bu, şapka (düzeltme) işaretini kullanmamamızdan kaynaklanıyor. O nedenle belki de birkaç kuşak sonra Türkçe’deki tüm ince sesler kalına dönüşecek, güzel Türkçemiz giderek daha kaba sesli bir dil olacak. [Şapka işareti yukarıdaki 3 rakamının üstünde. Önce üst karakter (shift) tuşuna basın, sonra 3 rakamına, ardından a harfine, â yazılacaktır.]
Sorularınız olursa Türk Dil Kurumu’na yazabilir; web sitelerinden veya imlâ kılavuzlarından yararlanabilirsiniz.
Şimdilik bu kadar; ama bu konuda herkesten katkı bekliyorum. Bu yazıyı tüm dostlarınıza ve üyesi olduğunuz gruplara gönderirseniz, bugün bir hayırlı iş daha yapmış olursunuz kanaatindeyim.
DÜZELTMELER
“Yada” değil, “ya da” olmalı.
"Ya gel yada git" değil, "Ya gel ya da git"
"Bende varım" değil, "ben de varım"
"Ne varki" değil, "ne var ki"
"Benim ki" değil, "benimki" (bana ait)
"Gördünmü?" değil, "gördün mü?" (soru eki her zaman ayrıdır)
"Düşürür,kaldırır,atar." değil, "Düşürür, kaldırır, atar."
"Demek öyle......" değil, "Demek öyle..." (3 noktalı, 2 veya 4 değil)
"Aman Tanrım !!!!" değil, "Aman Tanrım!!!" (3 ünlem, aralıksız)
"Demek öyle!.." değil, "Demek öyle!..." (3 noktalı, 2 değil)
"Sebze hâli" değil, "sebze hali"
"Halden hale girdi" değil, “hâlden hâle girdi”
"Pekala..." değil, "pekâlâ..."
"Annem hala gelmedi." değil, "Annem hâlâ gelmedi.”
"Hâlâm hasta" değil, "halam hasta"
”İnsiyatif” değil, “inisiyatif” (İng. initiative)
”Yanlız” değil, “yalnız”
”Sarmısak” değil, “sarımsak”
“Acaip” değil, “acayip”
"Bir takım" değil, "birtakım"
"Farketmez" değil, "fark etmez"
“İmkan” değil, “imkân”
“Fedakar” değil, “fedakâr”
“Hikaye” değil, “hikâye”
“Civa” değil, “cıva”
“Meyva” değil, “meyve”
“Makine” veya “makina” olabilir.
“Rasgeldi” değil, “rast geldi”
“Rastgele” veya “rasgele” olabilir (TDK’nın son kabulü bu)
“Yüzelli” değil, “yüz elli”
“Onbin” değil, “on bin”
“Af etmek“ değil, “affetmek “
“Ret etmek“ değil, “reddetmek“
“Baba yiğit “değil, “babayiğit “
“Yüz göz olduk” değil, “yüzgöz olduk“
“Bülbül yuvası nefisti” değil, “bülbülyuvası nefisti”
“O okur yazardır” değil, “O okuryazardır”
“Bilinç altı” değil, “bilinçaltı”
“baş parmak” değil, “başparmak”
“Beyfendi” değil, “beyefendi”
“Dersane” değil, “dershane”
“Suiistimal, anbean, özbeöz, yüzbeyüz, birkaç, birkaçı, birtakım, birçok, birçoğu, hiçbir, hiçbiri, herhangi” gibi sözcüklerin yazılışları doğrudur.
Okumaya, yazmaya, doğru imlâya ve kendinize sımsıkı sarılın.
Mehmet Sağlam
mehmetttsaglam@gmail.com
Dipnot: Yazım kuralları hakkında daha geniş bilgi Türk Dil Kurumu’nun web sitesinden sağlanabilir. http://tdk.org.tr/
Şapka (Düzeltme) İşareti Nerede Kullanılmalı? (TDK açıklaması)
• Yazılışları aynı, anlamları ve okunuşları farklı olan sözcükleri birbirinden ayırmak için, uzun ünlülerin üstüne şapka işareti konur: adem (yokluk), âdem (insan); adet (sayı), âdet (gelenek); alem (bayrak), âlem (dünya) ; alim (her şeyi bilici), âlim (bilgin), aşık (ayak bileğindeki kemik), âşık (seven, tutkun); hala (babanın kız kardeşi), hâlâ (henüz); şura (şu yer), şûra (danışma kurulu).
• Arapça bi- ile Farsça bî- ön eklerini ayırmak için kullanılır: bîçare (çaresiz), bîtaraf (tarafsız), bîvefa (vefasız); bihakkın (hakkı ile), bizatihi (kendiliğinden), bilumum (bütün, hepsi).
• İçinde ince g,k,l ünsüzleri bulunan alıntı sözcüklerdeki a ve u ünlülerinin üzerine konur: dergâh, ordugâh, tezgâh, yadigâr; dükkân, hikâye, kâfir, kâğıt, kâr, mahkûm, mekân, sükûn, sükût; ahlâk, billûr, evlât, felâket, hilâl, ilâç, ilân, ilâve, iflâs, ihtilâl, istiklâl, kelâm, lâkin, lâle, lâzım, mahlâs, selâm, üslûp, klâsik, lâhana, lâik, lâmba, Lâtin, melânkoli, plâk, plâj, plân, reklâm.
• Aitlik (nispet) î'sini göstermek için de şapka işareti konur: ahlâkî, dâhilî, dünyevî, edebî, fikrî, haricî, insanî, medenî, sıhhî, siyasî.
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Gülendam Oğuz Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.084 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Sevda Ağırlığı
tenimin boy aynasında
gülümseyen suretlerim vardı benim
her kişiye
her zümreye
ayrı ayrı çözünüşlerim.
gündüzü gecesinden bol
aydınlık düşlerim vardı benim
her sabaha
her akşama
tek tek yayılışlarım.
sevdası ruhumdan ağır
üşüyen yangınlarım vardı benim
her sende
her sevgilide
farklı farklı yaralanışlarım.
bir sonu gelmez sanırdım
tüm bu dağılışlarımın
oysa
sen geldiğinde ansızın
ruhumdan değil
yalnız
kendimden ağırdım...
Gülcan Talay
Yukarı
|
Çizen: Semih Bulgur Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=285
...Eskişehir'in Sivrihisar ilçesinin Hortu köyünde 1208 yılında doğdu, 1284 yılında Akşehir'de öldü Babası Hortu köyü imamı Abdullah Efendi, annesi aynı köyden Sıdıka Hatun'dur. Önce Sivrihisar'da medrese öğrenimi gördü, babasının ölümü üzerine Hortu'ya dönerek köy imamı oldu. 1237'de Akşehir'e yerleşerek, Seyyid Mahmud Hayrani ve Seyyid Hacı İbrahim'in derslerini dinledi, İslam diniyle ilgili çalışmalarını sürdürdü. Bir söylentiye göre medresede ders okuttu, kadılık görevinde bulundu. Bu görevlerinden dolayı kendisine Nasuriddin Hâce adı verilmiş...
http://literalsystems.com/
Bazı edebiyat eserlerini mp3 formatında bilgisayarınıza indirip, istediğiniz zaman dinlemek istermisiniz? İngilizce olmasına rağmen zevkle dinleyebileceğinize inandığım eserleri arşivinde bulunduran bu web sayfasını bilgilerinize sunuyorum.
http://www.sehirtiyatrolari.com/
En son ne zaman tiyatroya gittiniz? Hangi oyun, hangi sahnede, hangi tarih ve saatte gösterimde olacak bilmek istermisiniz? Ya oyunlar, oyuncular ve hatta bilet paraları hakkında bilgi almak? Perdeler açılıyor ve sizleri bekliyor. Tiyatroları yakından takip etmek için bu sayfaları inceleyebilirsiniz.
http://www.efsaneler.com/
Hani bazı hikayeler vardır, gerçek olmadığını bildiğiniz halde "hadi ya" nidalarıyla dinlersiniz. Siz yine de inanmayın ama; bu güzel hikayeleri okumadan da geçmeyin derim. Şehir Efsaneleri için buyrun buradan tıklayın.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
PTBSync v4.6c [600KB] W9x/2k/XP FREE
http://www.netcult.ch/elmue/Update-en.htm
Bilgisayarınızın saatini dünya üzerinde bulunan 65 ayrı zaman sunucusuna göre ayarlayan bir program. Ayrıca içinde bir alarm fonksiyonuda var. Zamanla arası iyi olanlar için.
Yukarı
|
|
|
|
|
|