|
|
|
8 Şubat 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Geçerken uğradım!... |
Merhabalar,
Matbaayı açmakta epeyce geç kaldım. Daha önce söylemiştim, saati 3 yapınca benim araba kabağa dönüşüyor, o nedenle erken kalkıp gitmek gerekiyor. Bir de sabahın köründe çelik tüple randevum olunca, mecburen sizleri Paco de Lucia'nın o eşşiz gitarıyla başbaşa bırakıp kaçıyorum, Sobrevivire. Yarın daha uygun bir zamanda birlikte olmayı dileyerek hepinize az karlı hiç buzsuz bir gün diliyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Café Azur : Suna Keleşoğlu O Son Anda Sadece Yaşamayı Dilemişti… |
|
Gümüş rengiydi...
Hatırladığım en güzel soba bu renkteydi.
Kahverengi olup da yuvarlak bedeninin içinden koca kovalar çıkarılanları da vardı. Sonra ağır dökümden kapıları ile iki katlı olanları da...
Şimdi buz gibi beyaz peteklere dokunuyorum ısınmak için.
Oysa ilk elimi yaktığım soba mutfağın ortasında parlayan bir ateşti, kızgındım çocuk düşlerimde...
Önünde yığılı odunları görünce üşümem geçerdi.
Cayır cayır ateşin yüzüme vuruşunu seyrederken, büyüklerimin içine attığı kömürün ateşe karışması ve o ses hala kulaklarımda.
Çıra kokusunu ve kapı önlerine yığılan odun kömürlerin tüm mahalleli birlikte taşınışını anımsadım.
Sadece üşüyordum.
Burası buz, orası hani ruhumu bırakıp kalbimin attığı şehir beyaz bir gelin.
Bu kış zor geçiyor.
Üşümem ise hiç geçmiyor.
Bazen soğuktan değil üşümem.
İçimin titremesi, ellerimin buz kesilmesi, değil soğuktan.
Duydukça, okudukça daha çok üşüyorum.
Bir çocuğa resimler yaparak, kitaplar okuyarak, onunla oyunlar oynayarak geçireyim günümü istiyorum.
Üşümeden.
Düşünmeden.
Olmuyor.
İnsanın söyleyeceklerini alt alta yazması lazım bazen.
Unutmamak için, unutturmamak için hep bir yerlerde küçük hatırlatmaları olmalı.
Birileri okuyup, yine mi dese bile yine de yazmalı.
Çünkü yine...
Bir kaç hayat karbonmonoksit gazından zehirlendi.
Dün iki genç öğretmen öldü bu sebepten. Hiç kimsenizin yakını değildi belki, ben ise hiç tanımıyordum.Zaten durduk yere söylenmemiş ateş düştüğü yeri yakar diye.
Bu sefer ateş bir sobadan düştü ve bana yine umudu kırılmış cümleler kaldı.
" Adıyaman'ın Kahta ilçesinde sobadan sızan karbonmonoksit gazından zehirlenen öğretmen çift, hayatını kaybetti...
..Karı-kocanın uykuda olduğu sırada sobadan sızan karbonmonoksit gazından zehirlendiği belirlendi. Kahta Atatürk İlköğretim Okulu'nda görev yapan çiftin 4 ay önce evlendikleri öğrenildi " Sabah gazetesi 05.02.2006 internet baskısı
Ben mi neden yazıyorum.
Yine…
" Tüm ülke gerçekleri, gazetelerimizin simitlerimizi soğutmayalım diye sardığımız o üçüncü sayfalarında gizlidir aslında.
Ya da ben öyle düşünürüm.
Zaten daha gazetenin boyaları kurumadan, yeni bir "Üçüncü Sayfa" insanının ölü adı düşer semt karakollarının telofonuna...
Hayat ihmale etmeye gelmez. "
28.12.2004 tarihli Kahve Molası yazımda da bahsetmiştim.
Ben mi ? Yazıyorum . Çünkü tekrar etmeyi sevmeme rağmen tekrar etmek zorunda olduğum için.
En çok da, hayat bilgisi kitaplarında var olan o kış başlıyor, haydi sobalarımızı kuralım, üzerinde kestane pişirelim resimlerini çok yakın bir zamanda öğrencilerine anlatmış ve onlarla nefes almış gencecik öğretmenlere üzüldüğüm için.
Onların nefesleri böylesine bir nedenle tükendiği için.
Evet gümüş rengiydi…
Misafirliklere gittiğimiz evlerden birindeydi. Bizimkiler ise şu bilindik kahverengi olanlardandı.
Çocukken baca temizlenmesi sırasında soba boruları taşırken, sadece ellerimi ısıtabilmenin ve kestane kokusunun hayalini kurardım.
Ölümün ise sobadan olabileceğini anlamayacak kadar çocuktum.
Şimdi büyüdüm.
Hatırladıgım en güzel soba gümüş rengindeydi.
Ölümün rengi ise yoktu.
SunA.K. Grasse
Not : İnternette karbonmonoksit gazından zehirlenmelerle ilgili haberlere bakarken bulduğum ve faydalı olabileceğime inandığım bilgileri bu linkte gördüm, sizlerle paylaşayım dedim.
http://www.radikal.com.tr/1998/12/05/turkiye/soba.html
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : Neslihan Güzel YAŞAMDAN BİR ÖYKÜ |
|
O günün tarihini tam olarak hatırlamıyorum. Ama lise üçüncü sınıfta idim. Mevsimlerden yazdı sanırım, aylardan haziran mı ne? Elimdeki küçücük valizimle, üzerimdeki pembe tişörtümle hastanenin dar koridorunda yürüyordum. Bir kaç gün burada kalmam lazımdı. İçimde ise ne bir korku, ne bir heyecan vardı. Sadece biraz merak vardı o kadar. Bir o kadar da hüzün ve boşluk. Zaten ne zaman kalabalığın içine düşsem, bir tuhaf oluverirdim. Kaybolurumdum sanki o kalabalıkta, garip gelir bu yüzden kalabalıklar bana. Galiba 314 no'lu odaydı, tam olarak numarayı hatırlamıyorum. İçeri girdim ilaç kokusu vardı odada, oldum olası bu kokudan nefret ederdim.
Camın kenarındaki boş yatağı bana gösterdiler. "Çarşaflar temiz, yeni değiştirdim" dedi, kadının biri yüksek bir sesle. Ben de "Tamam" dedim, ona karşılık hafif aheste bir tonla. Hemen eşyalarımı yerleştirdim. Her zaman ki gibi hızlı hızlı hareket ediyordum. Hep böyleydim zaten oldum olası, aceleci. Eşyalarım iki parça bir şeydi, üstümü de hızla giyindim ardından.
Tam bu sırada benim tam karşımda oturan bir kız bana doğru geldi. Biraz sertti bakışları, korktum. Elindeki kolonyayı bana doğru uzattı. Ben de avucumu ona doğru yavaş ve güvenli bir şekilde uzattım. Böylece ilk dostluğumuz başlamış oldu. Burnunun üstünde hafif çilleri vardı, burnunun sağına ve soluna eşit olarak dağılmışlardı sanki. Yanakları da epey çökmüştü. Saçları kıvırcıktı ve tepesinden yeşil lastikli bir toka ile bağlamıştı. İsmini sordum "Ayşe" dedi. Ankaralıyım diye ekledi ardından. İlk önce akranım zannettim. Sonra öğrendim ki yirmi beş yaşında imiş. Hem de daha bebek olan bir kızı varmış. Sonra yılar geçti bu kızla çok iyi dost olduk, hala da öyleyiz. Şu an tanışalı on yıl olmuş, on koca yıl…
Ardından beyaz gömlekli, esmer toplu bir adam odaya girdi, yanında da sarışın, kendi gibi toplu olan bir hemşiresi ile beraber. Hemşirenin elinde beyaz bir klasör, içinde kâğıtlar vardı, hastaların durumlarını ve tedavisini takip ektiği çizelge ile birlikte. Bir elinde de kalem vardı yazmaya hazır bir şekilde. İçim ürpermeye başladı bir hoş oldum birden. Ayşe de biraz korkulu, biraz da meraklı gözlerle doktora doğru bakıyordu. "Damar yolunu bulun, albümin ekleyin serumuna!" dedi ve odadan çıktı doktor.
Albümin nedir? Diye sordum Ayşe'ye. Bağırsaklarında sorun varmış, kandaki albümin oranı da düşükmüş, o yüzden takviye yapıyorlarmış, öyle dedi bana. Hemşire girdi ardından içeriye bir elinde albümin, bir elinde serum, "Damar yolunu açacağım" dedi. Ayşe de sağ elini uzattı, Allahtan elleri inceydi ve de damarları gözüküyordu ki hemen buldular, morartmadan. "İlk önce serum, o bittince de albümin" dedi hemşire ve koşar adımlarla çıktı, gitti. Ayşe "Sıkıldım!" dedi, dayanamıyorum artık, bu tedaviye bu ilaçlara. Doğru da diyordu, buraya yatalı tam iki ay olmuştu çünkü. Dile kolay Antalya'nın yaz sıcağında iki ay yatakta yat, dört duvar arasında hiçte kolay değil. Neden böyle oldu? Diye sordum. İlk önce ağzını açmak istemedi, sustu bir süre.
"Doğumdan dolayı" dedi, ardından. Yeni doğum yapmıştı, iki ay olmuştu. O an onun evli ve çocuk sahibi olduğunu da anladım. Ama ayağa kalkamamış doğumdan sonra, sürekli de kilo kaybediyormuş, doktorlar da yatış kararı vermişler. Testler, tetkikler derken sadece albümin eksikliği tanısına varmışlar. Onun da anlamadığı nedenlerden dolayı, her gün serum yiyordu akşama kadar ve burada yatıyordu, aylardan beri. Yatağına çentikler atıyordu yattığı her gün için. Evinin kapısını açmak için kullandığı anahtarlık burada bıçak görevi yapıyordu ona. Ha bugün, ha yarın çıkarım diye, bir umut vardı içinde.
Ne kocası ne de kayınvalidesi geliyordu. Gelmeyi bırak telefon bile etmiyordu. Kötü giden bir şeylerin olduğu ortadaydı. Bunu da soracaktım ama uygun bir zaman daha bekliyordum. Bir gün nasıl soracağımı bilemezken, kelimeler dağılıverdi ağzımdan birer birer. Neden kocan gelmiyor? Dedim, ilk önce. O üzerindeki beyaz bol tişörtü ve kısa olan mavi pijaması ile bana doğru geldi. Benim ayakucuma oturdu, sessizce. Gözlerinde ise iki damla yaş vardı, çok gençti aslında ama hayat onu öyle bir yıpratmış ki…
Annesini daha lise son sınıfta kaybetmişti. Kalp hastasıymış annesi, "Her iş bana bakardı evde, o yüzden okulu bıraktım" dedi. "Açık öğretimden devam ettim ama evlenince o da yarıda kaldı." Bir gün annesi kalp ameliyatına gitmiş. Bu da üzüntüden ne yapacağını bilememiş o stresle saçlarının önü, alnının üstünde ki bir tutam saç, beyaz olmuş birden. Ben bunları filmlerde olur zannederdi ama gerçekte de olurmuş demek ki.
Sonra annesinin bu ameliyatta vefat ettiğini söyledi. İki abisi bir de babası ile Ankara'nın bir semtinde kalakalmışlar bir başlarına.
Derken büyük abisi evlenmiş gitmiş. Sonradan bu abisi ve yengesiyle tanıştım, iki de çocukları olmuş. Bazen Antalya'nın her hangi bir sokağında karşılaşıveriyoruz yeniden. Öbür abisini ise hiç görmedim, zaten ondan fazla bahsetmezdi.
Bu olayın yaşandığı sıralarda babası hayatta idi ama onun da ağır bir hastalığı varmış ne olduğunu bilmiyorum "Yola çıkmasına izin vermiyor hastalık" derdi. Babasını çok severdi, onun adını anınca gözleri parlardı, çünkü.
Bu satırları yazarken o kadar hızlı yazıyorum ama bu olayların dilden düşmesi sabahtan akşama kadar olan uzun bir süreçti. Hem duygusal olarak da, o kadar zordu ki anlatamam.
Zorla evlendirmişler. Kayınvalidesi ile de aynı evde kalıyormuş. En son ve en can alıcı noktaya gelmişti sıra kızına. "Onu sadece bir kere gördüm" dedi, ilk doğduğu an. Camdan şöyle bir görmüş, o kadar. "O zamandan beri de bu hastanedeyim, daha eve gitmedim" dedi.
Bu hüzünlü muhabbetimizi hizmetli kadının yemek hazır cümlesi bozdu, saat yedi olmuştu herhalde, gündüzün akşama kavuşmaya başladığı zaman gelmişti artık.
Aradan kaç zaman geçmişti bilemem iki hafta, üç hafta tam bilmiyorum. Benim yolum yine hastaneye düştü. O hala aynı odadaydı, yaptığı çeltiklerin sayısı günden güne artmıştı. Canı sıkkındı doktor hala çıkış vermedi dedi. "Ne zaman çıkacağım ben?" diyor sorusuna cevap arıyordu. Bense sadece dinliyordum, elimden başka ne gelirdi ki…
Sonra bir gün Ankara da ki evini aradım "Çıktım" dedi, iyiymiş.
Ve bir gün 2000 yılının martında bitirme ödevim için Ankara'nın yolunu tuttum. Fazla bir yer bilmiyordum Ankara'da. Arkadaşım beni karşıladı terminalde. Birkaç üniversite kütüphanesine uğradıktan sonra beni Ayşe'nin evine bıraktı, İskitlerdeydi evi. Onu karşımda görünce çok şaşırmıştım. Beş yıl olmuştu onu görmeyeli. Yine eskisi gibi hala zayıftı ve sanki yaşadığı kötü günler onun yakasını bırakmamıştı. Bir kırgınlık vardı insanlara, belki de kaderine karşı. Eşi kendinden epey büyük, iri yarı bir adamdı. Kayınvalidesini de gördüm bu arada. Kızı evet, onun için en önemli şey oydu bu hayatta. O da kadar cıvıl cıvıl, o kadar hareketli idi ki anlatamam doğrusu. Annesinin enerjisini o almıştı sanki yerinde bir saniye bile durmuyordu. Çok da akıllı bir şeydi. O gece onunla sabaha kadar konuştuk eski günlerden bana birçok şey anlattı hayata dair. Belki o zaman tam olarak anlamıştım ama olaylar başıma geldikçe ne demek istediğini çok daha iyi anlıyordum, aslında hayat o kadar zordu ki. Hiç de çocuk oyuncağı falan değildi. Hele evlilik, hayatımızın en önemli kararı idi. Yaşadıkça ve yaşlandıkça her şey birer birer yerine oturuyordu kafamda.
Evet, o şu an Ankara'nın dar bir sokağında kaderiyle olan mücadelesini sürdürüp gidiyor, bense sadece ona telefonla ulaşabiliyorum ve onun iyi olduğunu biliyorum o kadar…
Neslihan Güzel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
BİR DÜŞE UYANMAK
Yalnızca uyuyordu...
Nerede uyumuş olduğundan bile habersiz,saf,berrak apaçık bir uyku ile...
Direnmemiş bırakmıştı kendini gecenin şehvetli kollarına. Aşka dönüşüp dönüşmediğini anlayamadığı bir sevgi ile tutkun olduğu geceye... kimseyle paylaşamayacağı kadar özel duygular beslerdi... Gündüzleri gösterdiklerini sandıkları yüzlerinin aksine, gerçekleri haykıran birer abideye dönüştüğünü çarpardı yüzlerine; sorumsuzluk şahı uykuya satılmış bedenleri...
Hey gidi koca uyku,seni tahtından edebilecek bir yiğit çıkabilirmi ki evrende? Meydan okuyacak; ben varım ve senden korkmuyorum, diyebilecek. Mağlup olma düşüncesinin beyninde hiçbir zaman yer bulamadığı bir yiğit varmıydı? Ne amansız bir dertti, ne biçilmiş kefendi insanoğluna.içinde en rahatını bulacağı o uykudaydı işte,sessiz,ıssız,kimsesiz ve yalnız. Derken gece siyahtan griye;griden maviye akan sabaha bırakıyordurengini. Karanlık; kurdun kuşun diline düşerek, yenik bir ordu edasıyla çekiliyordu düşler ülkesinin sokaklarından. Yağmalanmış haliyle çekilen gecenin boşluğunu dolduran gün geliyordu. Canhıraş soru yağmurlarıyla. Sabah oluyordu...Oldu.
Sabahın tuhaflığı daha gözünü açar açmaz göstermişti kendini. Uzun,ağır bir uykudan uyandığını hissetti... Bir asırdır uyuyormuşçasına bakındı sağa sola ,O sabah... olan her sabaha inat edercesine bir karanlık ve pusluluk girdabına çekiyordu uyananı ,odada gri ve siyahın tüm tonlarının cümbüşü,yaşadığı anı içinden çıkılmaz bir zevk alma, almama arenasında gösteriyordu.
Devasa fırtınalara yakalanmış bir geminin etkin çabalardan sonra batmaktan kurtulup dingin bir sahile ulaşması gibi vücudunun yatıştığını farkediyordu. Anlamdan uzak gözlerle etrafına bakındı. Gözlerinin değdiği her nesne ona birşeyler anlatmak hevesinde görünüyordu.Nesneler bir tiyatro sahnesini paylaşırcasına bölüşmüşlerdi rollerini. Oyunun tüm kahramanları gibi... Duruyorlardı... Aslında kendilerine ait olmayan yerlerde, yüzlerinden sezilen coşku haber veriyordu yaptıkları işin hakkını vermek kaygısı içinde olduklarını.
İlk ve en önemli rolü kolundaki saat almıştı. Baktığı zaman sırıttı. Anlayamadı... Kolundaki saat kendisinin değildi."tuhaf" dedi."Benim saatim yoktu ki.Bu saatte neyin nesi...? kendisine alaycı tavırlarla bakan bu saat çok eskiydi.kordonu yer yer paslanmış camı çizilmişti.Akrep ve yelkovanı ise metale verilebilecek en ince işçilik örneklerini temsil etme gayreti ile süzülüyordu.Akrep bitin endamıyle en ağırbaşlı salınımını gerçekleştirirken, yelkovan ona göre mahcup ve bakandan utanmış bir şaşkınlıkla hareketlerini tamamlamaya çalışıyoru. Onun vakarına aldırmadan... Biraz doğruldu. eklemleri donmuşçasına bir sertlikle sadece acı veriyordu. Yatağa baktı. Kendisinin değildi. Uyurken giyip giymediğini tam olarak hatırlayamadığı kırmızı mor karışımı bir pijama üzerindeydi. Bir çırpıda yataktan fırladı, pencereye yöneldi,odanın perdelerini araladı "Var bu işte bir gariplik"dedi. "yoksa çıldırıyor muyum?". "Hayat çizgisinin bu tek noktası öncesi ve sonrasından farklı olarak bilmediğim ,tanımadığım bir dünyaya yukarıdan atıldım mı?"
Rüya görüp görmediğinden emin olmak için hemen su bulmalıydı. Belli ki soğuk su çarpacağı yüzü ve kafası bu belirsizliklern arınacaktı.odanın kapısını araladı.bu değişikliklere alışır olmuştu. Madem ki herşey farklılaşmış buna yak uydurmalıydı. Dış kapıya bakan koridorda dikkatini çeken ilk şey yerdeki tarihi eser olabileceği muhtemel paha biçilemeyecek değerdeki halıydı. İnce uzun labirent motifli bu tozlu halıya basmasına yalınayaklığı engel oluyodu. Musluk araması gerektiği aklına geldi.evdeki terlikler onu zor duruma düşürmüş kaçıp saklanmışmıydı...? Herkes rolünü nede güzel oynuyordu...
Yalınayak bastı tozlu halıya, adımlarını bir mayın tarlasından geçiyormuşçasına, korkak ve güvensiz atıyordu. Odanın sağ tarafına çıkan ince koridorun sonuna geldiğinde durdu. İnce bir su sesi duyuluyordu. Çocukken bir gece rüyasında gördüğü atlı adam onu düşüp boğulmak üzere olduğu dereden kurtarmıştı. İşte o rüyada atın ayağından çıkan su sesini anımsadı. Su iyiye işaretti. hemen koridora bakan kapıyı araladı,adeta kendisini çağırmak için ince bir çizgi halinde akan su düştüğü yerde dağılıyor ,zaten dağınık kafasını, parçalandığı zerre sayısınca düşüncelere bölüyordu. Musluğu açtı,elleri tanıdıktı,sevindi,avuçlarını birleştirdi, avuçiçi çizgileri gözlerine takıldı, durakladı, iyice baktı, ergenlik çağlarında el falına bakan ihtitarı anımsadı.
"Büyük işler yapacaksın." demişti. "ama sakın düşlerine yatma düşlerine sahip çık... düşlerin seni sen yapacak, onları koru, düşler insanın asla anlayamayacağı hazineleridir. Düşlerine uyan...!"
Avuçlarını hışımla doldurdu yüzüne çarptı... bir daha... bir daha... "hayır" dedi. "Değişen birşey yok. Yalnızca kendimi; beni ben yapan ruhumu ,vücudumu tanıyorum.en küçük ayrıntı bile bana ne kadar yabancı sanki ben uyurken beni alıp başka bir dünyaya götürüp bırakmışlar." musluğu kapattı... aynı koridordan geçip tam odaya varacaktı ki salonun üst köşesinde duran oda kapısına bakan boy aynasına gözü ilişti. Aynaya önce gözucuyla baktı o anda aynanın kendisine dikkatlice bakılmasını istediğini hissetti...
İşte bir korku daha,şimdi de aynaya bakmak ona güç geliyordu.ya kendisini aynada tanıyamazsa! bu korkuyla irkildi, kaçmak istercesine odaya yöneldi ama nereye kaçabilirdi ki?"en zoru bu olsa da hemen aynaya bakmalıyım. "diye düşünüyordu." yüzleşmeliyim bu halimle.kimse gerçeği değiştirebilme iktidarına sahip olmadığına göre bakmalıyım. "bütün cesaretini gözlerinde topladı. Gözbebekleri büyümüştü; ayna,bakılmak istendiğini ona hissettirmiş olmanın mutluluğuyla salınan bir kız gibi bekliyordu.
Bu defa gözucuyla değil kendini tamamen kendini vererek baktı."şükürler olsun herşey yerli yerinde" dün akşam uyurkenki hali karşısındaydı. Ne haber demek ister gibi dudaklarını oynattı...
"Düş mü görüyorum?"
"Bilmem..." yanıtını aldı.
"Bunu ancak sen bilebilirsin." diye fısıldadı aynadaki görüntüsü.
"Deli olmayayımda" dedi"... ayna benim rolüm buraya kadardı der gibi selamladı ve çekildi.Tekrar odaya girdi.odanın penceresine bakan karşı duvardaki askıda kendini bekleyen bir pantolon ve bir gömlek duruyordu. Uçuk mavi bir gömlek, kahverengi bir pantolon. Bunların üzerine giyildiğinde sırıtacağı aşikar olan sarı bir de yelek kendini gösteriyordu.Hemen giyindi,tam kalıp olmuştu üzerine,dışarı çikmak için tekrar odadan ayrıldı, gözleri ayakkabı arıyordu.dış kapıya yöneldi,kendisi için hazırlanmış bir araba edası ile duran bir çift ayakkabıyı farketmesi uzun sürmedi. Bu siyah ayakkabıları giyip evden çıkınca bütün bu seremoninin sona ereceğini düşünüyordu.Giydiği ayakkabılar tam ayağına göreydi,koyu gri metal giriş kapısını fark etti. Kapını anahtarı üzerindeydi. İki dolam çevirdi. Kapını kolunu büyük hassasiyetle heyecanla indirdi. Az sonra tüm dostlarının kapı arkasında "sürpriz!" diye bağıracaklarını duyar gibi oluyordu.
Bu kendisine hazırlanmış bir doğum günü şakası olabilirdi. Kim bilir belki de bugün Nisanın bir`i idi ... Tarihi de karıştırıyordu, doğum gününe daha zaman vardı. Kapıyı aniden, büyük bir hızla açtı. Kendisini bilmediği bir binanın her hangi bir dairesinin önünde buldu. Merdivenlerin bir kısmı aşağı iniyor bir kısmı yukarı çıkıyordu. Dolambaçlı inişe ve çıkışa baktı başı dönüyor düşmemek için vargücü ile direniyordu. Yukarı saklanmışlardır diye üç dört basamak çıktı, kimseler yoktu; aşağıya yöneldi, iki kat indi. Demirden bir kapının önüne geldibu kapıyı açtı ve sokağa çıktı.
Bu sokak bu evler daha hiç görmediği yerlerdi şaşkınlığı azalmıyor gittikçe dahada giriftleşip içinden çıkılmaz bir hale bürünüyordu. Evlerin pencereleri birer göz gibi kendini izliyor, kaldırımlar onu dönüşü olmayacak bir yolun sonuna doğru çekiyordu...
Çok büyük bir gariplik seziyordu. Bu şehrin caddeleri, evleri, kaldırımları sanki birbirinin aynıydı. Yürüdü. Daha güneş doğmamıştı. Sokaklar bomboştu.
Gün, herşeyini bırakıp kaçan karanlığı kahramanlık naralarıyla kovalıyordu. "Tam bir hayal ülkesi." diye mırıldandı."Burada ne düşünürsen düşün ne hayal edersen et... şimdi bu ülkenin bir de padişahı vardır ve padişahın dünyalar güzeli bir de kızı..."
Ruh halinin yapacak durumda asla olmadığı birşey yaptı:Gülümsedi.
-Ey beni bu bilinmezler ülkesine gönderen mercii, buradayım, görevim herneyse bildir. Herşeyi yapmaya razıyım, yeter ki çilemi doldurup kendi ülkeme döneyim.
Sokağın sonuna doğru geldi, tam köşeyi dönecekti ki biri ile çarpışmamak için kendini yan tarafa attı. Yanından geçen adam kendisine ne kadar da benziyordu. Tuhaf... "ikizim gibi" tam bu düşünceyle başını çevirmişti ki... karşısından geçmekte olan iki kişinin de hem birbirlerinin hem de kendisinin kopyası olduğunu fark etti. "galiba deli oluyorum, evet kesinlikle. "kendimdem üç tane gördüm demeye kalmadı ki gördüğü diğer insanlarında kendisi olduğunu ama her birinin gidip gelen günlük işleri ile uğraşan normal davranışlar içinde olduklarını anladı.
"Eğer hala aklım yerindeyse şanslıyım."
Bu şaşkınlık tüm vücudunu sarıyor arada bayılma hislerini tetikliyordu.O anda bütün yaşadıklarından korkmaya başladı.İrkildi,yoldan birini çevirdi.
"Sen de kimsin?" diye sordu. Karşısındaki:
-Benim. dedi.
-Sen kimsin?
-Farketmez ha ben, ha sen, ha biz...
-Burası neresi?
-Buraya -düşler ülkesi- derler.
-Burada yaşayan ve tıpkı birbirinin ve benim kopyem olan insanlar kim?
-Senin, benim gibi insanlar.Burada herkes aynıdır.
-Peki kimse kimseye karışmaz mı? nasıl ayrdedilir insanlar?
-Hayır farklı olan tek şey insanların düşleridir. İnsanlar burada düşleri ile vardırlar ve tanınırlar.
-Nereden bilinir kimin düşünün ne olduğu?
-Düşler insanların ulaşabilecekleri hedefleri gösterir. Her insanın düşü farklı olduğu için ulaşacakları noktalar da farklıdır.
-Ben kendi ülkeme yani gerçekler ülkesine dönmek istiyorum.
-Gerçekler ülkesi dediğin buraya gelmeden önce yaşadığın yer ise yanlış biliyorsun. Gerçekler ülkesi:-Düşlerini gerçekleştirenlerin ülkesidir.- burasıdır.
-Ben dönmek istiyorum,tekrar kendimi bulmak farklı insanlar içinde özel olmak istiyorum.
-Düşlerine yatma,düşlerine uyan!Göreceğin gerçeklik ve özel olmak bu düşlerde saklı, onları gerçekleştir ve farklı ol.
-Peki sen ne yaptın?sizler,düşlerinizi gerçekleştirebildiniz mi? benden farkınız nedir?
-Tabi ki gerçekleştirdim,kendimi insanların düşlerinin farkına varmalarını sağlamaya adadım. Görüyorsun ki kendi işimi yapıyorum.Bu ülkede benden başka bu işle uğraşan kimse yok.
-Bulunmaz Hint kumaşımısın? demek kimsede akıl yok herkese yol gösteren sensin ha! İyi biliyorum senden bir başkasını çevirsem aynı soruları sorsaydımo da senin gibi cevaplardı, artık bundan eminim.
-Sen öyle zannet.Sizin dünyanızdakilerin genel karakterleri bu : Hepiniz dış gerçekliğin esirisiniz. Sizler aslında farklı olduğunuzu kanıksarken asıllarınız aynı... ama bizlerin farklılık iddamız yok realitemiz var... demiyoruz. Öyleyiz...
"Şu karşıdaki cadden çıktı." Diye bağıran birinin sesi kulaklarında patladı.ses devam etti:
-Zaten yalpalıyordu.kim acaba?
-Kim olacak sarhoşun biridir. diyen bir başkası.
-Ceplerini bir yoklayın kimliği falan vardır.
-Ha evet burada sanırım . diyen başka bir ses.
Birbirine karışan onlarca ses curcunası yankılanıyordu başucunda.Sorular yumağı açılmaya devam ediyordu:
-Ne iş yapıyorusun?
-Nerelisin?
-Kimsin?
Başını hafifçe kaldırdı, kolunu yokladı, saate bakacaktı... rahatladı... kolunda zaten hiçbir zaman olmayan saati şimdi de yoktu.
Sokak lambası gözünü kamaştırıyor, etrafındakilerini belli belirsiz farkettiriyordu. Sabah daha aydınlanmamıştı. Gözlerini ovdu, sesi kısıktı; söyledikleri tam olarak anlaşılmıyordu.
Meraklı gözlerle kendisine bakan insan grubuna doğru başını kaldırdı.
-İsmim herhangi bir isim olabilir, herhangi bir adreste oturabilirim, sıradan bir mesleğim de olabilir. Herhangi biriyim işte... O kadar.
-Seni nereye gönderelim kaldığın bir adres yok mu?
-Ben, dedi.
Herkes onun bir bilinç kaybı ile karşı karşıya olduğunu düşünüyordu.
-Düşler ülkesindenim, düşlerimi gerçekleştirebildiğim ölçüde bildiğim, tanıdığım ülkeye, şehire, adrese döneceğim. Oraya dönebilmem için -Düşlerime uyanmalıyım-... Düşlerime...
Ahmet Karacan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Kahveci : Pınar Keşkek Korkmaz |
DENİZ YILDIZI AĞLADI
'Anne?.... Denizin içinde ne var anne?'
'Balıklar var oğlum. Yosunlar, taşlar, kum, deniz minareleri ve deniz yıldızları var.'
'Deniz yıldızları parlar mı anne?'
'Parlamaz oğlum..'
'Parlasa da gözükmez zaten...'
'Deniz yıldızları suyun altında yaşar.. Onlar canlı... Tıpkı balıklar gibi denizde sürdürüyorlar yaşamlarını. Şekli yıldız benzediği için isimleri öyle..'
'Bütün yıldızlar parlar ama...'
Anlamayacağı belliydi küçük oğlumun... İnanmak istediği şekliyle kalmalıydı her şey bence.. Şaşkınbakkal ve Dalyan arasında uzanan sahil yolundaydık. İstanbul'un Anadolu Yakası sakinleri stres atar burada hafta sonu.. Adım atacak yer bulamazsınız güneşli günlerde..Kimse dinlemez, bu kış güneşi mi yoksa yaz güneşi mi demez... Denizle en engelsiz buluşabilecek yer burasıdır artık onlar için...
Deniz kenarına bence insafsızca dikilmiş beton yürüyüş yolunun üzerine oturmuş ayaklarımızı da aşağıya sallandırmıştık oğlumla... Deniz, ayaklarımızın hemen dibinden karşıdaki büyülü adaların kıyılarına uzanıyordu. Açıklardan beyaz bir yelkenli geçiyordu salına salına... Sakin ve güçlü bir görüntüsü vardı.. Flört eder gibiydi denizle... Oğlum elindeki minik taşı denize attı.
'Anne yıldızlar aşağıda parlıyor mudur acaba?'
'Gerçekten parlamalarını mı istiyorsun?'
'Evet ama buradan görmek istiyorum.'
'Yıldızların parlamasını gece görebilirsin, oda sadece gökyüzüne baktığında'
'Hayır!Burada da görebiliriz ama denizin rengi karanlık...göstermiyor bize..'
Deniz... Rengi karanlık deniz... Çok yakınımızda suyun üstünde salınan pet şişeye baktım. İlerideki boş gofret paketine de... Sonra da kırıtarak giden o bembeyaz yelkenliye. Ardındaki puslu perdenin ardından denizden dışarı fırlamış Adalar'a... Hepsi denizde yerlerini almışlardı.
'Anne denizyıldızı belki ağlıyordur aşağıda... Onu görmüyoruz diye ağlıyor mudur?'
'Olabilir. Yalnız olduğu için mi sence?'
'Hayır!Kirlendiği için.. Baksana deniz ne kadar pis!'
Anlamadığım için kızmıştı. Sürekli denize doğru eğiliyor ve denizin o karanlıklarını görmek istiyordu. Ona göre her şey canlıydı. Aslında bana göre de her şey canlıydı. Deniz üzülürdü bize göre.. Denizyıldızları ağlardı. Balıklar konuşurdu. Aslında bana benzediğini düşündüm... Bir yetişkin olsam da her şeye bir kişilik yükleme huyumu kaptığını anladım.
Her şey bizi duyardı, her şey bize sevinir, her şey bize kızardı... Çocukken onun o anda inandığı kadar, tüm bunlara inandığımı hatırladım...
'Burada yüzersek hasta olur muyuz anne?'
'Evet, sanırım hasta olabiliriz...'
Yüzü asılmıştı. Benden beklediği cevap 'Elbette burada yüzebiliriz' di. Bunu ona söyleyemezdim... Çünkü ona burada yüzmesi için izin veremezdim.. Halbuki ben onun yaşındayken Suadiye' den denize girebiliyordum. Hatta ondan biraz büyükken bile Bostancı' dan deniz girmiştim. Haksızlıktı bu! Bir zamanlar bu sularda yüzmüş çocukların beraberce yarattıkları bir haksızlıktı...Ben de aralarındaydım.
'Peki.... deniz hasta olur mu anne?'
Ne cevap verebilirdim ona... Yanımızda kıpır kıpır oynayan deniz hasta mıydı acaba?.. Hastadan ziyade küskündü belki..Küskünlüğü çocuklarına bir türlü küsemeyen bir babaya benziyordu...Elinde son kalanlarla mutlu etmeye çalışıyordu.. Kıymet bilmeyenler kırgındı bence..birazcık da hastaydı.. Onunla birebir yaşayanlarla çok acı çekmişti ne de olsa.. Üstelik acıları ona veren sevdikleri,öğrencileri, karnını doyurduklarıydı... Ne buldularsa, ellerine ne geldiyse fırlatıp kafasına atmışlardı. Başa çıkar sanmışlardı heybetine yanılıp.. Başa çıkamadı ki... Onu terk eden arkadaşları için hiçbir şey yapamadı.
Suyun altında küçük bir denizyıldızı ağlıyordu.Işığını gökyüzüne yollayamadığı içindi tüm gözyaşları... Hemen üstünde yüzen ambalaj kağıdı, kocaman siyah bir şemsiye gibi karanlık gölgeler düşürmüştü üzerine.Güneşi çok zor görüyordu artık. Kanalizasyon atığı dedikleri bir şeyler yaklaşıyordu hep yanına... Güzel denizinin üzerini garip bir tabakayla kaplıyordu ve onun eli kolu bağlıydı. Korkuyordu hep. Yavaş yavaş hasta olduğunu biliyordu. Son çabayla baktı yukarıya. Ne kadar puslu ne kadar ürkütücüydü... Hayal gibi bir görüntü vardı orada. İki minik göz bazen gözüküyor bazen kayboluyordu... Minik bir insandı o.. Nasıl merakla bakıyordu. 'Keşke beni görse' dedi denizyıldızı...Minik hiç göremedi onu.. Gözyaşları döküldü yine..
'Anne bir daha taş atmayacağım denize...'
'Neden?'
'Canı acıyabilir.. Hem denizkızlarının kafasına da gelebilir..'
'Haklısın bebeğim... Canlarının acımasını istemeyiz.'
'Hem taşları yoldan topladım, tozlu hepsi..Deniz kirlenir..'
Kalamış'ta denize girdiğimi hatırladım.Doğanın ne büyük nimetiydi. Yaşadığın yerin hemen yakınında kulaç atabileceğin koca bir deniz olması ne büyük mutluluktu. Bu koca şehirde ulaşabileceğimiz en ucuz, en büyük, en duru, en sonsuz nimeti, hayatımızın ulaşılmazları arasına katmakta geri kalmadık. Bunu nasıl ve ne kadar hızlı yaptığımızı bir türlü anlayamadık. Bir gün eskiden yüzdüğümüz kıyılarda; betonların üstüne çıkıp sanki övünülecek bir şey yapmış gibi 'Bakın çocuklar, biz eskiden buralarda yüzerdik.Suda kaydırmaca oynardık' diyeceğimizi kim bilebilirdi ki?
Kim bilir, belki minik deniz yıldızı çoktan lanetledi bizleri... Düşünmeden yuvalarını, düzenlerini ve kurallarını bozduk. Kirletip, yıktık.
Deniz ne yapar bu durumda.. Bana göre bir ders verir.. Veriyor da aslında... Artık aynı yerlerden yüzmemize izin vermiyor... Her zaman sevimli gözükmüyor.. Üstüne yaptığımız yolları, bazen fırlattığı dalgalarıyla yürünmez hale getiriyor... Dedim ya küskün bir baba gibi bazen... 'Ben size demedim mi?' tavrı yaşatmaz mı bize Adalar'dan her dönüşte... Adalar'dan karşı kıyılara yaklaşırken gürül gürül dalga sesleri kaybolur birden, vıcık vıcık bir şeyin üzerinde gittiğinizi sanırsınız.. Halbuki, en kirlettiğimiz denizin üzerine vardığınızı anlamanız uzun sürmez... İşte kıyıda vuru yüzünüze deniz...Bütün yaptığımız hatalar karşılar bizi yuvaya dönüşte..
Oğlumla kalktık betonun üzerinden. Deniz Otobüsü geçiyordu açıklardan.Deniz yol açtı ona. Suları bize doğru itti. Beyaz yelkenli çoktan gözden kaybolmuştu.
El ele tutuştuk.
'Anne tekneyle giderken yanımıza yunuslar gelir mi?'
'Gelir tabi.. Çok severler teknelerle, gemilerle yarışmayı...'
'Onları geçersek küsmezler değil mi?'
'Küsmezler merak etme...'
'O zaman yunuslarla yarışalım. Üstlerine tutunmak istiyorum.'
'Oğlum ben de şimdi buradan denize atlamak istiyorum.'
'Anneeee! Deniz pislenmiş burada. Hasta olabilirsin...'
Her şeyin olabilirliğine inanan oğlum, orada yüzmenin mantıksızlığını kavramıştı. Benim de payım olan bu görüntünün içine girmeye cesaretim yoktu ki... Minik oğlum da bunu biliyordu.. Tıpkı deniz yıldızı gibi...
Pınar Keşkek Korkmaz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
• HAFTANIN ÖZLENEN TEMBELİ •
|
Gül Ağacı : Gülseren Bağlar 224 SEFER SAYILI... |
|
Kapıyı çekmeden önce, son bir kez daha durdu, düşündü. Yüreğinin sesi daha baskın gelmişti. Ayakları da bu sese uydu. Evden küçük bir el çantasıyla çıktı. O çantanın içine sevinçle beraber endişe, korku, heyecan gibi duyguları da koymayı ihmal etmemişti. Ankara'nın ilk karlı, buzlu günüydü. Okullar bile tatil edilmişti o gün. Deli olmalıydı bu havada böyle birşey yaptığı için. Yollar karlı mıdır, kimbilir kaç saat sürecektir yolculuğu ? Çok da riskli üstelik. Bu düşüncelerle terminale geldi, biletini aldı.
- İsstannpull, yolçisiiii galmasiiiynnnnn ..!
Son anda binebildi otobüse. Yan koltuğa el çantasını koydu. Şansına boştu yanı. Herkes yerine oturmuştu. Görevli gerekli sayımı yaptı ve işte hareket saati... İnsanlara baktı. Herkes endişeli. Birbirlerine sürekli soru soruyorlar : "Yollar açık mı ? Kaç saatte gideceğiz ? Kaza, falan yok değil mi ?" . Bunları duydukça fena oluyordu.
- Nerede ineceksiniz ?
- Kozyatağı'nda.
- Ama orda durak yok beyefendi, Yeni Sahra'da var.
- İyi ya işte. Yeni Sahra. 40 yıllık İstanbul'luya mı öğreteceksiniz. Orası Kozyatağı değil mi ? Allah, Allah !!!
- Nerede ineceksiniz ?
- Harem'de.
- ........
Sorgulamalar tamamlanmıştı artık. Kadın gözlerine hapsettiği karmakarışık duygularla bakıyordu camdan dışarı. Az kalsın gidemiyordu. Bir sürü engel, badireler derken son anda verilen bir kararla çıkmıştı yola. Yine de gidebilecek miydi ? Bilinmez... Yolun kapalı olma ihtimali çok yüksek. Tipi var...
- Sayın yolcular, artık konuğumuzsunuz, yolumuz 445 km tahmini olarak 6.5 saat sürecek olan yolculuğumuz...
Anonsla birlikte biraz olsun sıyrıldı düşüncelerinden. Duasını etti. Koltuğuna iyice yerleşti. Yaklaşık 20 dakika yol almışlardı. Kendini oyalamak için şarkılardan fal tutmaya karar verdi. Ona çok komik geldi bu fikir, güldü...
"Uslan artık deli gönül, bak gelip geçiyor ömür, uslan artık deli, divane gönül !"
Şarkısı çıktı şansına. Deli gönlünün uslanmasına gerek yoktu. Uslanacak birşey yapmamıştı bu güne kadar. Şimdi yeni tanıştığı bir duyguyla çarpan yüreğine de "uslan" diyecek hali yoktu. İkram edilen çayı yudumlarken, O'nun için tuttuğu şarkı çalıyordu :
"Avuçların yanacak, bedenin çırılçıplak, bu gece ateşim, bedeninde yanacak, sıcak, çok sıcak, sıcak daha da sıcak olacak bu gece..."
Şarkıya gülümsedi kadın. Sevgili'ye birkaç saati vardı... Neler olacaktı bu gece ?..
Gişeleri geçeli bir saat olmuştu. Tipi hala devam ediyor, tüm araçlar ağır aksak seyrediyordu. "Nerden çıktım bu yola ? Maceraya atılacak yaşları çoktan geçtim, aklımı kaçırmış olmalıyım !" diye çığlık attı içinden. Birden nefesi daraldı sanki. Ama yüreğinin sesi bir aksilik olmayacağını söylüyordu, onu dinledi. Ona inanmak kendisini daha iyi hissetmesine sebep oluyordu. Çünkü o ses onu hiç yanıltmamıştı şimdiye kadar. Yine öyle olacaktı. Çığlık derhal bastırıldı.
Tam tamına dört ay, bir gün olmuştu birbirlerini görmeyeli.İkisinin de özlemi anlatacak sözcükleri kalmamıştı. Kadın, bir gün bile onunla olabilmek için herşeyi göze aldı. Çok istemişlerdi bu günü. Tek korkusu yolun kapanması. İnşallah açık, inşallah açık, inşallah a... O ne yapıyordu acaba ? Konseri bitmiş, otele dönmüştür herhalde diye düşündü. Dua etmesini istemişti. Dua etmiş midir acaba ? Etmiştir kendince, içkisini koymuştur bardağına, yakmıştır sigarasını ve televizyondan yol durumuna bakıyordur kanal kanal gezerek. ( İstanbul 300 km )
O'na gidiyor olmayı ve yaşanacakları düşünmek en iyisiydi şimdi. Konuşacakları o kadar çok şey birikmişti ki...Yüzüne bir gülücük kondurdu. Artık gülümseyerek yolu izleyecekti. Canı sıcak bir çay ve sigara içmek istedi. Cesaretini böyle kutlayacaktı. Yol yarılanmış sayılırdı. O video kasetlerinden biri zoraki seyredilirken ( ya da dinlenirken ) yazmak istedi bunları. Nasılsa sadece sevgiliye okutulacaktı yazılanlar. Vakit geçerdi işte fena mı ?
- Sayın yolcularımız 30 dakka yemek ve ihtiyaç molası ..... turizmin Gerede tesislerine gelmiş ....... teşekkür ederiz.
Anons imdadına yetişti... Molada çay-sigara ikilisi ona iyi geldi. Birde O'nun sesi... Çok daha yüreklendi. Düşüncelerinde gelgitlere izin yoktu artık. Emindi ne yaptığından. Değerdi buna, gerçekten değerdi. Hem karlı dağlar geçit verirdi yüreklere, esirgemezdi kavuşmaları.... Mola bitmiş, yeniden hareket edilmiş ve henüz 45 dakika olmuştu, herşey yolundaydı çok şükür. Yol hakkındaki konuşmaları da duymak istemiyordu. Kulaklarını tıkadı. Epey bir vakit geçmiş, video filmi de çoktan bitmişti. Otobüsün içindeki sessizlikten mi, sürekli yola bakmaktan mı, yoksa korkulu anların bittiğinden mi nedir bir rehavet çöktü kadına. Yolu takip etmiyordu artık. Göz kapakları ağırlaştı. ( İstanbul 90 km )
"Bu sabah yağmur var İstanbul'da, gözlerim dolu dolu, bilmem niye ?"
Fonda kısık bir sesle çalan bu şarkıya, içinden eşlik ederken başını cama dayadı, gözlerini kapadı. Kendi düşünü görmek istedi. O karşısındaydı. Sevinçle atıldı boynuna.... "Hoşgeldin gülen gözlüm" dedi ona sevgili. Sımsıkı sarıldılar birbirlerine. Kokusunu özlemişti. Beyninin derinliklerine kazıdığı o kokuyu, içine içine çekti yeniden. Sevgili; saçlarını okşadı, yüzünü ellerinin arasına alıp alnına bir buse kondurdu. Ellerini yüzünde gezdirirken "Bu sensin değil mi ? Gerçekten sen misin ?" dedi. İnanamıyordu... Hasret dolu gözlerle nemli nemli baktı sevdiğine. İstanbul'a teşekkür etti, ikisine de böyle bir günde kucak açıp, ev sahipliği yaptığı için....
- Hanfendiii, hanfendi uyanın ! Harem'de inmeyecek miydiniz ? Geldik ..!
Saat 03.30, 224 sefer sayılı ... turizmin 8 numaralı yolcusu indi otobüsten.
Karlı dağlar göstermişti büyüklüğünü, kavuşturmuştu sevgiliye... Sevgili ...! Sahi o nerede ? Muavin'e döndü uyku sersemi :
- Afedersin, benim sevgilim nerede ? Karşılamaya gelmemiş mi ?
Gülseren Bağlar sbaglar@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Gülendam Oğuz Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.084 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Tiryaki
Çok sigara içerdim
Pat diye bırakayım derken
Her sabah düşüncesiyle uyandım
Baktım olmuyor
Yavaş yavaş uzaklaştım
Son içtiğim sigaradan sekiz saat sonra
Nefesim değişti
İkinci sekiz saatte
Ciğerlerim onarıma başladı
Üçüncü sekiz saatte
Yüzümün rengi aynı değildi artık
Sen de öylesin sevgilim
Bak, alıştım olmayışına
Şimdi seni hiç sevmemiş gibiyim
Sigarayı özlüyor muyum diye sorarsan
Sadece içenleri gördüğümde sevgilim..!
H.Enes Öncel
Yukarı
|
Çizen: Semih Bulgur Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
...Eğer aşık isen gözümün nuru, Sakın mecmuamı yarana verme, Hattım kemdir amma sözüm mücevher, Bir kıymet bilmedik hayvana verme, Vezinden düşürür ebyatlarımı, Okuyup seçemez bu hatlarımı, Atar bir köşeye sanatlarımı, Pahıla hasede şeytana verme, Verirsen verdiğin ehli dil olsun, Tanzim eyledikçe hem bülbül olsun, İlmi tarikatte dili bal olsun, Sözünü bilmedik insana verme... http://www.turkudostlari.net
...Basılı sözlüklerde gerçekleştirilmesi neredeyse mümkün olmayan çok geniş bir sorgulama yapısı ile özellikle öğrencilerin sık başvuracağı bir bilgi kaynağı olarak internet ortamında ücretsiz olarak hizmete koyduğumuz veri tabanının önemli bir bilgi kaynağı olacağını ümit ediyoruz. Ayrıca bulmaca meraklıları için bir de sürpriz bölüm hazırlandı: son çare olarak deneyebilirsiniz... http://www.turkcesozluk.org Bulmaca meraklıları kısmını tavsiye ediyorum. Biraz kopya işi ama olsun. :)
Oyun meraklıları için çoğunlukla shareware oyunların bulunduğu, ama hepsi de deneme versiyonları mevcut kapsamlı bir arşiv. http://www.gamezhero.com/ İster bilgisayarınıza indirip, ister online olarak oyun oynayabilirsiniz.
...Çok kalorili olmasına rağmen içerdiği Glutathion süper bir hücre koruyucusudur, çünkü en iyi antioksidanttır. Antioksidantlar hücrelerin yaşlanmasını yavaşlatırlar ve kanseri önlerler. Tüm meyveler arasında protein bakımından en zengin olanıdır. Bol miktarda E vitamini de içerir. Bu vitamin kalp ve deriyi koruyarak dolaşımı düzene sokar. Ayrıca potasyum ve B6 vitamini de içerir. Kadınlar açısından çok gereklidir... nedir bu bitki? Merak ediyorsanız http://aceylan.8m.com/Deva_Bitkiler.htm
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
PTBSync v4.6c [600KB] W9x/2k/XP FREE
http://www.netcult.ch/elmue/Update-en.htm
Bilgisayarınızın saatini dünya üzerinde bulunan 65 ayrı zaman sunucusuna göre ayarlayan bir program. Ayrıca içinde bir alarm fonksiyonuda var. Zamanla arası iyi olanlar için.
Yukarı
|
|
|
|
|
|