Günlerdir ortalık "lan, artiz, ananı" gibi veciz sözlerle çalkalanıyor. Yanında olan var olmayan var, onlar konuşuyor yazıyor ama Tayyip Bey'den tık yok. Ne bir özür ne de bir savunma. Meğerse danışmanlar topluluğu bir araya gelmiş, n'apsakta bu işten sıyrılsak diye düşünürlermiş. Akşam haberlerde görünce kahkahalarla güldüm. Danışman tayfası, başbakana özür dileteceklerine, nasıl ettilerse, çiftçi vatandaşa özür diletmişler ve bu işten böylece sıyrılacaklarını ummuşlar. Biliyorum, ne ettiniz de garibe çark ettirdiniz diye sormanın bir anlamı yok. Ama yağma yok sayın Tayyip Bey ve şürekası. Ne sen benden akıllısın ne de ben senin danışmanlarından daha aptalım. Sosyoloji literatüründe bunun adı faşizm. Tehdit ya da rüşvet hiç farketmez, üç günde, bir adamı tepetaklak edecek tek rejim baskı rejimidir. Kim ne derse desin, kim neyi yalayıp yutarsa yutsun, ben memleketimin başında oto kontrolsüz bir küfürbazın olmasından müştekiyim.
"Film bu film." deyip bırakmıştım. Seyircisi olmadığım bir konuda ahkam kesmenin gereksiz olduğunu sanmıştım ancak yanılmışım. Film filmlikten çıkmış sosyal bir olgu haline dönüşmüş. Üstüne birde her akşam yayınlanan eski bölümler olunca bir kaç laf etmek farz oldu. Yeni yetme gençleri devlet adına suç işlemeye özendirmesi yetmezmiş gibi bir de medya pompası ile, kafamıza çuval geçiren Amerikalı'lardan alınan intikam gibi lanse edilmesi tam anlamıyla tüy dikmek oldu. Bunun adına milliyetçi duyguların galeyana gelmesi denmez, düpedüz en insani duyguların sömürülmesi denir. Bir yanda ellerini ovuşturan yapımcılar, oyunculuğun yanından geçmeyen ama belliki kendini oskara aday gören bir sözde kahraman, diğer yanda ise filmi alkışlarla, haykırışlarla izleyen, çıktıklarında hepsi birer Polat olan yeni tip seyirciler. Hani bir iş yapılmış, bırakın neyi dediğini nasıl dediğini izleyin eğlenin demiştim ya, unutun tüm dediklerimi. Bu sömürünün sonu hiç iyi değil. Siyasi alanda verilecek uğraşın yerine bir filmle intikam almayı yeterli görecek kadar acizmiyiz biz Allah aşkına? Dağ dağa küsmüş dağın haberi olmamış. Kimin umurunda vadide aldığın öç sayın seyirci? Bu iş artık endüstri kazansın demenin ötesine geçti. Kazanacağını da 10 günde kazandı zaten. Artık seyredilmese de olur. Hem de ne iyi olur sayın potansiyel seyirci.
Biraz fazla çıkıştım galiba, o zaman kendimi bir harika şarkıyla affettireyim. Stevie Wonder çalıp söylüyor, I just called to say I love you. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Bugüne kadar ne bir aşk öyküsünün kahramanı, ne bir aşk şiiri ağladı kalemimden.
"İçinden tren geçen şehirlerde bırakmıştık çocukluk aşklarımızı" * diyen bir sürgün söylemişti en âşık cümlemi belki de...
Ancak hayata âşık olabilme ihtimallerinden bahsettim.
Aşk arka sokaklarında dolaştı yazdıklarımın.
Çünkü;
Bazı şeyler anlatılamaz, ancak yaşanır, demiştim kendi kendime.
"Mavi ayrılığa mı, aşka mı çağrı..."**
diye başlık attığımda da, kendime ait olmayan bir aşkın uzaktan okunuşu vardı.
Şiirlerden yardım diledim aşk kelimelerini bulamadığımda.
Şu günlerde yine aşkı seyir halindeyim.
Kendime ait olanı ise sadece kendime sakladım. Müsadenizle...
" gecenin en siyahında,
umudun bittiği yerdeyim.
köşeyi dönsem ölüm.
düz gitsem hayat.
gölgeler içindeyim.
sen imkansızsın,
sensizlik imkansız,
aşk imkansız ….. "***
İşte buradan başlamalı. Bir ut ve tok bir erkek sesi ile günden, geceden ve o diziden aşk geçti. Hırsız-Polis
Seyretmemin tek nedeni Uğur Yücel'i gördüğüm o ilk andı.
Aksak adında bir oto hırsızlık çetesinin reisi rolündeydi.
Son dönemlerde iyi ki seyrediyorum dediğim tek dizi.
Bilenler için çok tanıdık ;
Aksak, Dursun Kaptan, Çınar, Mavi, Fulya, Jilet, Arıza, Arsen, Kaporta, Kibar Mecmi….
Bilmeyenler için ise ; Kaderin hırsızlığa mecbur ettiği Mavi ile Asayiş'te görev yapan komiser Çınar'ın sıradışı aşklarının hikâyesi.
Karşımızda birbirleri için yanıp tutuşan, ama biraraya gelemeyen iki kahraman vardır artık ! Aralarında da Mavi'yi kaybetmemek için her şeyi yapacak olan sıradışı bir karakter ! Aksak.****
Aksak, " balıkçı yatağında ölmez baba. "*****
diye dokundu babasının gözlerine gözleri Aksak Nadir'in. Benim için hayatı sinemanın taa içinden geçen adam Uğur Yücel Aksak rolündeydi. Erol Günaydın konuşmadan yapılan oyunculuğu ile ben ustayım diyordu bir kez daha. Felç yüzünden konuşamayan, hareket edemeyen Aksak'ın babası Dursun Kaptan'dı o büyük oyuncu.
Her bölüm Aksak ve Dursun Kaptan'ın birbirine dokunan, sadece oğul monologları ile geçen sahnelerinde baba-oğul ilişkileri yeniden yazılıyordu.
Kırgın, kızgın bir oğul söylenemeyen kelimeler, kalkmaya çabalayan bir el ve kederli bir saç okşamasıyla Karadeniz'in inatçı dalgalarından takasını indiriyordu hayata.
Bu dizi benim için aşktan önce bir babanın oğluna kavuşmasıydı, belki de oğlun hayattan intikam alış şeklinin babasız hali…
İşte ilk bu sahne beni kilitlemişti ekrana.
Önce Uğur Yücel belirdi, ardından Erol Günaydın'ın sessizliği…
Bir dizi bitiminde ilk defa gün saydım. Bir hafta çabucak bitsin dedim.
Onları bir kez daha bir kez daha aynı karede görebilmek için,
Sadece onları mı ?
Koca devrilmemesi gereken bir Çınar'ın Mavi'nin derin gözlerinde fırtınalara kapılışını, Şehir hatları vapurunda beklemeye alışık yitik bir âşık kadın Fulya'yı, aşkını en ümitsiz yaşayan jileti, hayata iki çocuğundan başka bir iyiliği dokunmayan Arızayı, bir oto tamirhanesinde hayatı söküp takan Arsen ve Kaportayı, suçluların yakalanması için her yol mübah diyen bir Selahattin Komiseri, Ayşegülü, Bünyamini, Ümiti ve geldiği bölümlerde nefesimizi tutarak nefretin en kibar halini gösteren Necmiyi mi ?
Hepsini en yalın halleriyle görebilmek için Çarşambaları iple çeker oldum.
çemberin en dışında
en çıkmaz sokaktayım
çığlık atsam sessiz
sussam yine çaresiz
gölgeler içindeyim.. "***
diye devam eden sözleri Neşe Şen'e, yanılmıyorsam bestesi ve yorumu Orient Expressions'dan Cem Yıldız'a ait şarkıyla devam ediyor Türkan Derya Güven yönetimindeki aşkın kanununun olmadığını söyleyen dizi.
Ve Gaye Boralıoğlu, Neşe Şen, Şerif Erol, Gülden Çakır ve Emine Algan'ın ortak kalemiyle hayatın içinden, bir hırsızın, bir âşıkın, bir polisin gözünden yaşanıp gidiyor en siyah geceler…
Bana ise seyretmek ve bu kimi ödünç cümleler kalıyor.
Bir de yüreğimi taa derinden delip geçen görütülerin arkasından gelen o ut sesi ve aşk imkânsız diyen sahneleri…
SunA.K. Grasse
* Kahve Molası'nda 01.07.2004'de yayınlanan " Kar daha başlamamıştı "yazım ** Kahve Molası'nda 11.01.2005'de yayınlanan " Mavi ayrılığa mı,aşka mı çağrı " yazım *** Sözleri Neşe Şen'e , müziği ve yorumu Cem Yıldız'a ait olan şarkının sözleri **** Dizinin www.hirsizpolis.net sayfasından alınmış öyküsü ***** Dizinin bir bölümünde oğul rolündeki Uğur Yücel'in baba rolündeki Erol Günaydın'a söylediği bir cümle…
sevgilim dünya
güller kırmızı, en acımasız ay şubattır.
bir şeyin önemi ona verilen değer ve anlamla doğru orantılı olarak artıyor. sevginin ve aşkın hayatımızdaki önemini kimsenin yadsıyacağını sanmıyorum önemlidir, değerlidir ama bir o kadar da kırılgandır, kırıcıdır, kaotiktir hatta azımsanmayacak bir bozguna uğratma kapasitesi bile barındırır içerisinde. benim için bu konuda yazmak bir gereklilik değil ama malum yaklaşan bir gün var ve daha ayın ilk günü aldığım ciddi edebiyat dergilerinden başlayarak her gün okuduğum gazetelerde dahil olmak üzere, malum gün yaklaştıkça artan bir şekilde bahsedilmeye başlayınca, az buçuk okuyan, düşünen, yazan bir kişi olarak bu konuya bakış açımı yeniden yapılandırıyorum kaçınılmaz olarak.
ilk olarak yaklaşım açısını beğendiğim bir yazarın bu konudaki dikkate değer ifadeleriyle
başlayacağım sonra ben de kendi çıkarımlarımı gerek araya sokuşturarak gerekse sonda ekleyeceğim tabiki.
bir insanın başka bir insana kapılmasını, onun etrafında dönüp durmasını anlamak ve
açıklamaya çalışmak binlerce yıllık mesele. şiirler yazdı olmadı, filozoflar söyledi olmadı,
bilim adamları araştırdı yine olmadı. (kan durmadı. . . bu lafı ben ekliyorum mesela. yazarın
orjinal metninde böyle bişi yok)aşk soyumuzu devam ettirmek için bir tuzak mıdır?
bir yücelme imkanı mıdır? . yoksa insan aşık olunca alçalır mı? aşk karşılıksız olunca mı aşk olur? yoksa karşılıklı ve huzurlu bir aşk var mıdır? para mı, aşk mı? say sayabildiğin kadar. . . (masum ve saf bir amaç için yola çıkılsa da bütün bunlar ilerleyen zamanlarda bir şekilde ilişkiye dahil olur. ''insan idealleriyle sevişir. '')
evrende bütün cisimlerin, kütleleri oranında bir çekim gücüne sahip olduğu fiziksel bir
gerçektir. ''çekim gücü''varlığın temel imkanlarından birini belki de en önceliklisini
oluşturuyor. evrendeki herhangi bir cismin cisim haline gelebilmesi, bir kütle bir ağırlık
edinebilmesi, kısaca vücut bulabilmesi, bana kalırsa''çekim gücü''sayesinde mümkün oluyor. (bu uzuncası. kısacası şöyle;sevişmek yeni bir hayat yaratan tek enerji. naptığınızı bilerek sevişin. hepsi kapı dışarı, cinsel alışverişe ilişkin bütün ayrıntılı betimlemeler de kapı dışarı, fiziksel yaşamlarımızın en yüceltici deneyimini, kriko, pompa, somun, vida, anahtar gibi patlamış bir lastiği değiştirmeyi anlatan sözcüklerle nasıl dile getirebiliriz? bu da biraz uzun oldu ama coştum, napıyim? kusura bakmayın. )
insan ve çekim gücü;uçurumun kıyısında yuvarlanma tehlikesi geçiren bir dağ keçisiyle, aynı uçurumun kıyısındaki bir insan arasında herhangi bir durum farkından söz edemeyiz. sonuçta yer kürenin çekim gücü hepimiz için geçerli. (beni keçi mi daha çok çeker yoksa yerküre mi? sorusunu yerküre olarak cevaplıyorum. bu her bakımdan doğru bir cevaptır şüpheniz olmasın. ) bizi kendine doğru çeken, yönlendiren, araya bir engel girdiğinde rahatsızlık duymamıza neden olan, nice canlı ve cansız varlık. işte evren ve hayat bu noktada ifadesini buluyor;''çekim gücü''. . . gerek fizik, gerek fizik ötesi şekliyle insanı her zaman düşündürmüş, şaşırtmış, ona karşı koyma isteğiyle birlikte merak ve heyecan uyandırmıştır. çekim gücüne karşı koyabilmenin çekiciliği. yaygın bir tutku olarak uçma tasarımı bu konuda herkesçe bilinen bir örnektir. uçmak yerkürenin''çekim gücü''ne karşı koymanın, kendini ondan bağımsız kılmanın hazzı dolayısıyla, çok''çekici''bir tasarımdır. ''çekim gücü''nün maddeden, anti maddeye;fiziki olandan, fizik ötesine geçişi mümkün kılma yetisine en güzel örnek. ''çekim gücü''ne karşı koyabilmenin ''çekiciliği''madde ötesinin çekimine ulaşma çabası. (evren için küçük,
insan için büyük bir şey tabi. bir bedene sürtünerek uçmaktan ötesini hayal bile edemeyenler için daha da büyük bir şey. seviş tabi ama aklın fikrin sadece bunda olmasın, git uçak falan tasarla, ya da en azından nasıl uçtuğunu öğren dimi ama? aşkta gelişmeye açık bir alan görüldüğü gibi. bu konuda da ihtisas yapılabilir. ''o uçak maketiyle ne yapıyorsun? '' diye soranlara ''uçak mühendisi falan olacak değilim, sevgilimin çekim alanından kurtulmamı sağlayacak bir yol arıyorum sadece. aşk akademisi 2. sınıfta okuyorum. ''diye cevap verilebilir pekala)
aşk''çekim gücü''yse bunların hepsi mümkündür. çünkü iki insan arasındaki aşk,
gökcisimlerinin hareketinden ve hareket olasılıklarından farklı bir seyir izlemez.
birbirinin çekim gücüyle karşılıklı olarak çarpışan ve birbirine kaynayarak birleşen
(anlamayı kolaylaştırmak açısından birbirini seven evli çiftleri örnek verebiliriz. )veya
çarpışan ve her ikisi de dağılan dağılan cisimler bir örnektir. birbirinin yörüngesinde
dönen, fakat hep aynı mesafeyi koruyan cisimler bir başka örnek oluştururlar. güzel güzel kendi halinde ve birbirinin yörüngesinde dönerken aniden bir başka cismin''çekim gücü''ne kapılarak savrulan cisimler olabilir. tek taraflı olarak bir cismin''çekim gücü''ne kapılan ve ona çarparak kendisi dağılan veya çarptığı cismi dağıtan cisimler de olabilir. (bu grubun hareketlerini soygaz elektron değerliğine ulaşmaya çalışan elementlerin hareketlerine de benzetebiliriz. güce sahip olmaktır esas amaç. tek başıma beceremiyorum. senin enerjine de ihtiyacım var. her neyse devam edelim. )
görüldüğü gibi aşkı anlayabilmek için müslüm gürses'e, ibrahim tatlıses'e, yıldız tilbe'ye
-işte bu çetrefilli duruma düştüğünüzde hangi damar şarkı ve şarkıcılara başvuruyorsanız artık-kaldıysa işiniz haliniz harap demektir. bu yaptığınız aşkın içinden çıkılmaz bir muammaya dönüşmesine sebep olabilir. bu uyarı fazlaca dikkate alınmayıp aşk hakkındaki sevinç ve acılar, hayal ve tasarımlar tabi olanın dışında bir muamma olarak görüldüğünde, tam akıllanıncaya veya hepten delirinceye kadar aşık olmak kaçınılmazdır.
oktay taftalı'ya beynine ve ağzına sağlık diyorum.
-levent yüksel'in çok meşhur ve güzel bir parçası vardı, onu
yeniden hatırlayıp hep beraber söyleyelim.
yar gidiyor musun?
si. tir git. . .
içimde zerre kadar korku yok. . .
çünkü ben bu sorunu hallettim. sevginin gerçek
manasını az buçuk öğrendim. daha da önemlisi artık bunu kendi hayatıma uygulayabilecek yeterliliğe ve duygusal olgunluğa da ulaştım. çekim gücüne kapılıp çarpışma ve parçalanmaya geri sayımın başladığı saniyeler bitmeden durdurmayı başardım kütlemi. yoğun çekim alanından geçen ve kırmızıya kayan ışığımın rengi seni delip geçen bir hat üzerinden uzaklara bakıyor artık, yeni bir yörünge sabiti edindim etrafında. bana seni seviyorum demenin veya dememenin bir önemi yok. (sen geçerken sahilden sessizce gemiler kalkar yüreğimden sessizce durumlarından anlıyorum ben) çünkü sevgi benim için bir başlangıç değil bir sonuçtur. yine bilimsel yolla açıklamaya çalışalım. bilimsel deneylerde bir hipotez kurarsın ve sonra onu ispatlamaya çalışırsın. benim için sevgide bunun tam tersi söz konusu. önce ispat sonra hipotez. . . tanrım bu yazı nereye gidiyor böyle biri beni durdursun.
hayır en iyisi kendimi ben durdurayım. (bu noktada devreye abs giriyor)
Güneşin doğuşunu izledim. Yalnızlıkların tüm tonlarını biliyorum artık. Ama benim üzerime en çok siyah olanı yakıştı. İnce gösterdi her şeye rağmen acılarımı. Kalınlıklarımın örtülmezlerini bile ortadan kaldırdı. Göz boyadı. Bilmem, beklide ben böyle inandım. Ama onca ton içinde en çok siyah kalanı yaraştırdım kendime.
Biz, nasıl görürsek öyle zannetmeye alıştırıldık acıları. Değiştiremeyecek olduklarımız etrafında dönüp yapılanları yeniden, yeniden büyük bir inatla yapmayı da kahramanlık saymıştık. Hayatımızdaki sanrılar halüsilasyonlar gibi felsefi her boyutta..
Bu sabah doğuşuna baktım güneşin. Perde çiçeklerime muzipçe gelip, nazlıca oturuşunu. Bir şey içmem. Öyle geldim diyen masrafsızlığını da sevdim üstelik. Konuk olmayı kont olmakla karıştırmadı. Beni ikide bir yerimden kaldırmadı. Bu çay koyu biraz açabilir miyiz deyip sinirlendirmedi bünyemi. Zaten içeçek bir şey bile istemedi.
Davetsiz geldiği için bunun bilincindeydi; diğerleri gibi küstah değildi..
Birden aniden hiç olmadık yerde perdemin çiçeğinden kayıp, yüzünde doğdu. Dağıldım…. İçimden bir şeyler mi yanıyordu?yoksa yanan tüm yalnızlıklarımın ton kolajları mıydı bilemedim.
Ben doğuşların cümlesinin can yaktığını bilmiyor değildim. Sancıyla gelirdi hep beklediklerimiz.
Ama, güneşin doğuşunu izledim bu sabah. Konuk oldu perdemdeki kahverengi çiçeğe. Sonra, ne güzel anlaşıyorduk. Beni Bayacak sorular sormuyor, terlik istemiyor, oturduğu yerden tüm evi (tavanlar dahil) gözden geçirmiyordu. Yaptıklarımın tarifini bile istemiyordu. Beni bunaltıcı şirinliklere zorlamıyordu. Konuktu. Tüm doğallığımı görebilecek kadar köylü, acılarımı onunla boyamadan paylaşabileceğim kadar kontesti.
Güneşin doğuşu.. bu sabah perdemin çiçeğindeydi. Öyle doğal ve ilkeldi ki konukluğu o gelince resimlerini saklamayayım istedim.
Birden perdemin çiçeğinden kayıp üzerine tutu ışınlarını. Acıların, tüm odayı yaktı.
Sokaklar kalabalıklaştı. Çılgınca birbirine gül veriyor birileri. Bugün, sevgililerin sevgilerine kapitalist te olsa vakit ayırdıkları bir gün.
Hoşça kal aşkların en güzeli.
….Hoşçakal
acıya alıştırmak tüm doğuşları bundan böylesi.
Yekpare olmayan tonsuz bir yalnızlıksa bundan sonrası, HOŞÇA KAL…
İşin garip tarafı, olup biten her şeyin farkındaydı: Durakta bekleyen insanların, kaçamak ve kuşkulu bakışların, tepesinde uçup duran karasineğin, ağzına kadar çöp dolu kutunun… Sokağa ait tüm detayların, cam kırıklarının bile esiksiz farkındaydı. Asmalı Mescit Pasajı ike Tünel arasındaki koridordan sızan sinsi esinti, ensesinde dolandı. Tünel'in kapısında, her zamanki gibi eli haritalı, bir grup turist vardı. Sokak çocukları da aralarında konuşuyorlardı:
- Adam yolcu oğlum!
- Yok lan, akşamdan kalma.
Biri dayanamayıp durağın demirine sokuldu.
- Amca, iyi misin?
Adam yanındaki kadının çantasına sarıldığını bile gördü. Bir şeyim yok, demek isteyerek elini kaldırdı, kaldırmışken çevresinde dönenen sineği de kovaladı. Derken, hafif bir uyuşukluk bacaklarını, kollarını, dilini esir almaya başladı.
Polis haberi verdiğinde ve Hayriye deli gibi bağırdığı sürece öleceğini sanmıştı. Beyin damarları patladı, patlayacaktı. Bir ton kayayı alıp boğazına koydular sanki. Göğsü kızıştı, cayır cayır yandı. Ne desin, ne yapsın bilemedi. Büyük acı duyuyordu. Acı! Anlatılır gibi değildi. Üzüldü mü? Şaşırdı mı? Gafil mi avlandı? Kızdı mı? Hayal kırıklığına mı uğradı? Utanç mıydı bu? Yoksa korktu mu? Kayıp ya da değişen yaşam mı, umutsuzluk mu, pişmanlık mı kavradı ruhunu? Sözcüklere taşıyamadı. Gözlerinden akan yaşlarla, çömelip kaldı kapının yanında.
Caddenin üst tarafındaki kalabalık Tünel'e varmadan dağılır, geriye salınarak yürüyen turistler ve ekâbirler kalırdı. Adam oğlunu düşündü içi parçalanarak ve de kalabalığı. Çoğu genç, oğlu gibi! Ara sokaklarda, merdiven altlarında gizli karanlık kapılardan çok var. Her zaman bir ihtimal aslında! Ana babaları, çocuklarını sokakta geziyor sana dursun, kimi yavrular şehrin kuytularında kayboluyorlar. Cemil! Kırık dökük suratı ile bir gelir, bir gelmezdi eve. İçine kapalı, kaşlarının altından bakan, asık suratlı bir oğlan... Mutlu gibi değil. Derdinin ne olduğunu da Allah bilir. Bir baltaya sap olmayacağını anladılar çoktan. O gün, bu gündür bekliyordu. Yaşamayı farklı tanımlıyor zamane gençleri. Başka şeyler umup, istiyorlar. Adamın aklı almıyor. Zaten, alsa da bir, almasa da bir! Dert üstüne dert! Her gün yeni bir sorun çıkıyor. Huzur, kapılardan sızıp terk ediyor evi. Evcek, diken üstündeler!
Durağın içinde, iyice geriye çekildi. Morgda, öylece uzatıp, örtmüş olmalılar çocuğu. Florasan ışıklar ve metal soğukluğunda bir ıssızlık. Taze yanaklar, ılık bir gıdı, hafif bir süt kokusu, tüy gibi saçlar, boğum boğum kol ve bacaklar, minnacık, pembe, kıpır kıpır dudaklar… Camın önündeki divana yatırdıkları oğlanın tam üstünde fesleğen saksısı dururdu. İsabetsiz devinimi nasılsa denk geliyor çiçeğe, nemli avuçlarına değiyor yapraklar. Bebek parmaklarının hırçın refleksiyle güm diye düşüyor saksı oğlanın bıngıldakları yumuşacık kafasına. Şöyle boynundan kollayarak, göğsüne bastırdı o an yok mu? Gözyaşıyla ağlıyor yavrusu ama olmamış bir şey. Kollarının arasında capcanlı! Henüz bu kadar başındayken bile dirimin inatçı varlığını hissediyor kollarında. Nasıl bir haz duygusu bu yüreğindeki! Oğlum! Şimdi, bunları anımsamanın ne yeri, ne zamanı! Fakat adama inat, oğlanın bin bir çeşit hali hücum ediyor zihnine; önlüklü, dizini yarmış, asileşmiş, sakalları uç vermiş, sivilceli, suskunlaşmış, dalmış, hatta olduğu yerde yıkılmış kalmış ve nihayet, işveli!
Aldığı soluk yetmiyor ciğerlerine. Ağzı açık, bir sokak köpeği gibi, dili dışarıda… Gözleri yaşlı. Bıraksa kendini, şuracığa yıkılır. Şu süslü karının ayakları altında kalır maazallah. Yeri değil. Yapacak şey var. Bundan böyle düşünmenin ne faydası olacak? Beklemediği bir son değildi bu. Belki benden sonra diyordu. Gerçeğin onu bu kadar erken ve böyle çırılçıplak yakalaması ise tahayyülünün ötesindeydi.
Kulaklarında o uğultu! Seslerin ötesine geçebilmek için silkinmeye çalıştı. Ciğerden kopup gelen, capcanlı feryatlar... Karısı, kapılardan dışarı taşan mahalleli kadınların ortasında, onu büyük bir nefretle suçlaya dururken, ne yapacağını nasıl bilecekti? "E be Allahsız, e be Allahsız..." diye, takılmış bir plak gibi söylenip durabilmişti yalnızca. "Ulan ne ettim ben, ekmeğinizi kazandım. Kötülüğünüzü mü istedim. Kuyunuzu mu kazdım? Oğlan benim de! Bana niye beddua ediyorsun?" Ağrına gitmişti ha! Huysuzluğu vardır, bu yaştan sonra yalan atacak değil ya, ama bir fiske vurmuş değil ailesine. İşten çıkıp eve gelmemiş değil. Onlardan ayrı bir yere gitmiş değil. Kendine bir çorap almış değil. Rahat yaşam olmadı tabi. Ama kadının bu haksız öfkesi, adamın ciğerini yakıyor.
Dün gece, polis kapıya gelip durumu anlatmasa da, eve gelmesini beklemeyeceklerdi. Ne zamandır gelmemişti zaten. Oğlanın usul usul değişen yüzlerini kaygıyla izlerken sarf ettiği sözler; o uyarılar, tembihler, yasaklar, ha bire havaya gitmişti. Usandı sonunda. Kaygı, çaresizlik, öfke… gün geldi tüm duygularını dondurdu. Nerde kalır, kimledir, ne yer içer? En önemlisi neden baba evini bırakıp gitti? Nerde yanlış yaptılar? Hele geçen salı… Uzaktan gördü ya onu; daracık bir tişört, sararmış saçlar, orasından burasından sarkan garip süsler... Şeytan dedi al adam, kendini fırlat köprüden aşağı. Bin parça ol. Kahrol!
Kadınla birbirlerine dalaşmayı adet edinmişlerdi artık. Bu yüzden de verip veriştirmişti. Yemeği de zehir etmişti. Karısı da geri durmadı, canhıraş girişti adama. Çaresizliğin kök saldığı köhne evlerinde, sarı ampulün aydınlatmaya gücünün yetmediği o karanlığın içinde, bir gölge oyunu oynadı karı-koca. Faydasız bir oyun. Asıl oyuncu perdelerin arasından çıkmıyordu hiç.
Kalın perdeleri olan, nem kokan, ıslak ve karanlık hamamlardan birine, ne zaman yolu düştü ki? Gençliğinde, çok daha azgın ve umutlu olduğunda, ara sıra kaçamaklar yapardı adam. Bu yaşlı semtin bin bir yüzüne alışıktı. Yine de kendi ailesini kurarken, bütün bunların dışında kalabileceklerinden emindi. Ne var ki, oğlan on altısına bile girmemişti, hızla değişti her şey. Ne yapsa yetmedi, durduramadı çocuğunu. Anlaşılan o ki, perdelerin arkasındaki ellerin uzandığı çocuklar, gün ışıklarına bir daha zor çıkıyordular. Eh işte, tükürülen her kemikte, her birinin göz hakkı kalıyordur. Bir süre sonra, suçlu, ya da kurban fark etmiyor olmalı. Göbeklerinden kaynıyorlar birbirlerine. Yol bir kez kurdun inine çıkmaya görsün, diye düşündü acılı baba. Ardından gelecek belli. Sahipsiz kalır adam böyle olunca. Günün birinde, kınına sığmayan bir bıçak, falçete, demir bir sopa… Oldu işte! Gazetelerin üçüncü sayfasında, orta sütunda, tüm bunlardan uzak, nefesini tutmuş bekleyen ana ve babasına, korkarak beklediklerini verdi sonunda.
Kuru bir hıçkırık boğazını yırttı. Başı omuzlarının arasından kucağına sarkmıştı. Gömleğinin yakası da ıslak! Ağzında acı mı acı bir pas tadı. Dudakları kupkuru. Dili damağına yapıştı.
- Beyim, bineceksen acele et.
İyi oldu da, uyardı adam. Acele etmezse kalkıp gidecek tramvay. Geldiğini görmedi bile. Kim bilir hangi arada kaybetti sokağa dair farkındalığını.
Elindeki paketi sıkı, sıkı kavradı. Dar omuzlu ve solgun bir çocuk oğlu! Pakete çamaşır hazırladı karısı. Onu giydirecek: Çıplakmış! Kollarına alıp bağrına basar mı? Basmaz. Bassa, aklın şimdi mi başına geldi diye sormazlar mı? O da "Bu karanlık oğlumu yuttu lan, siz nerdeydiniz? " diyerek, cebindeki kör çakıyı soranın karnına, karnına basmaz mı? Basamaz ya…
Güneş tramvayın içine saldırdı. Bir el gırtlağını sıkıyor, ruhunu sıkıyor. Başı daha da çok zonklamaya başladı. Sol kolu fena uyuşuyordu. Dili ağzında büyüdü gibi oldu. Etrafına bakıyordu sözüm ona. Cadde kalabalık. Karmakarışık renklerden oluşmuş bir bulamaçdan başka şey yok gözünde. ... Yüzü boncuk, boncuk ter doldu.
Küçükken, birlikte sinemaya gittikleri bile olurdu. Evlerinin bulunduğu ara sokakta mahalleli, akşamüzerleri, betona masa çıkarırdı. Sinemadan döndüklerinde kadının önlerine koyduğu lokmayı yerlerdi; soğuk soğuk, şerbetli şerbetli. Ne güzel günlerdi onlar. Oğlan yerinde durmazdı; ya topa koştururdu, ya da ayakları havada, sandalye ile, ileri geri… Tam düşecek gibi olduğunda, yakalardı sallanan oğlunu, sırtına atar… Gün sonuna hazırlanan yaşlı sokak, duvardan duvara çocuk kahkahası olurdu.
- Son durak! Beyim, son durak!
Morgda yatan çıplak çocuğunun sonu, hepsinin sonu oldu. Oldu, oldu! Nasıl taşır yürek bu suçluluğu! Koruyamadı onu. Yolunu bulamadı. Kolundan sırtına, sırtından gırtlağına yükselen yangın gücünü tüketiyordu. Kaşlarından tıpır tıpır dökülen terler gözlerine doluyor. Bulanıp gidiyor yaşam gün ışığında. Panikledi bir an. Sonra her yanı dondu. Düştü paket elinden. Birileri paketi topladı, yanına sokulmaya niyetlendi de, fark etmedi. Zembereğin boşalmaya yüz tuttuğu andaki acele dolaştırdı adımlarını. Kaldırımlardaki deliklere gire çıka, sarsak bir koşu tutturdu yola. Kimse kavrayamadı ne olduğunu. Derken, karşıdan karşıya geçmeyi bekleyenler, tok bir ses duydular, çok tok bir ses. Adam oğlunun peşinden gidiyordu.
Eski bir pencereden bakıyorum sana. Bir başka gözüküyor her şey bu gece. Gece ile gündüz birbirini tutmuyor.Gündüzlerin aydınlığından geceye hiçbir şey kalmıyor. Değerini yitiriyor hayat. Her yeni şey bir öncekini değersiz kılıyor. Söylenen onca söz, yaşanan paylaşılan onca şey varken, yeni bir söz hepsini silip unutturuyor. Hayatımız bir başkasının öyküsünde gereksiz bir parantez içinde kalıyor. Yazıldığında sayfaları dolduracak sevgilerimiz, en kifayetsiz şiirde dipnot oluyor. Yeni başladığım bir kitap, okuduğum bütün kitapları küçümsüyor. Gece lambam yetiyor, karanlığa baş kaldırmama. Hayat yenilik midir? Ya da bütün yenilikler eskimeye mahkum mudur? Uydurduğumuz gerçeklere koşmaktan, var olan hayallerimizi yaşayamıyoruz…
Güneş erken batıyor bu şehirde. Sevgiler geceye erteleniyor ve en çok geceleri yalnız kalıyorum. Ve en çok geceleri düşünüyorum, sebebi olduğumuz hayatın sebebini. Sabahı buluyorum böylece, hayatta bizi en çok aynı günlerin içinde kendimize yer edinme çabalarımız yoruyor. Gecemizi ayrı, gündüzümüzü ayrı yaşıyoruz. İki farklı kişiliğiz sanki. Gece düşündüklerimizi günün aydınlığı silip gidiyor. Günlerse çabuk bitiyor. Bir başka yarına ertelenen günler yaşıyoruz hep. Gecenin karanlığında yıldızlar bile sönük kalıyor. Paramparça bir ayın altında kendimizle çelişiyor, hayatla çekişiyoruz.
Sıcak bir düş çöküyor geceme. Beyaz bir örtüyle kaplı dünya. Lapa lapa kar düşüyor camımın önünden. Çayımın dumanı camda buğulanıyor. Adını yazıyorum buğuya, sonra adın akıyor camdan içime. İçim sızlıyor. Adının ağırlığını taşıyamıyor yüreğim. Dışarıdaki karı bastıran bir tipi yağıyor yüreğime ve ismin buz tutuyor içimde. En kaygan zeminlere yazıyorum adını, en yüksek tepelere. Gözüm bir evin çatısına takılıyor. Karla kaplanmış, hiçbir ayak izi yok. Yüzün beliriyor çatıda, göğe yakın olan evlerin çatısı geliyor aklıma. Göğün mavisi gözlerine düşüyor. Gözlerin ekmeğimi bölüyor. Yüzün büyüyor. Göğe yükselip, kar olup çatıya yağıyor. Çatıda yüzünün sureti buz tutuyor. Hava daha da kararıyor. Kararmaya inat kar daha bir beyaz yağıyor. Bütün ömrüm buz tutuyor.
Sonra dağlar geliyor aklıma. Sessizlik düşüyor fikrime. Kar ilk dağlarda tutar. Dağın eteğinden bir türkü yükseliyor. Tereyağlı ekmek kokusu geliyor dağlardan burnuma. Kırık sazını çalıyor dağlarda biri. Yanık sesli türküler söylüyorlar. Bütün dağlar aynı beyazlığa bürünüyor. Yüzün aydınlanıyor dağ başlarında. Bir baskında adını sayıklıyorum. Uykuya dalıyorum sonra. Dağlara yansıyan yüzün kurşuni bir kızla kesiyor. Kar olup yanık sesli türkülere ve tereyağlı ekmek kokularına yağıyor. Böyle böyle şafak söküyor. Bembeyaz karşılıyor dağlar günü ve beyaz bir devrim doğuyor bu sabah….
Bu aralar gündemimde "Ekip çalışması" konusu var. Şirkette yaşadığımız bir takım sorunların aslında ekip çalışmasında başarılı olamadığımız için ortaya çıktığını, danışmanlarımızın çalışmaları sonucunda öğrendik. Hepimiz hatalarımızın farkına varabilmemiz için eğitim almaya hazırız. Öğreneceğiz, uygulayacağız, paylaşacağız, mutlu olacağız. Beceremediğimiz yerde bir uzmandan yine yardım alacağız.
Tüm bu hummalı çalışmalar devam ederken, ben başka bir şey fark ettim. Departman listesi yaptım, bir baktım ki 28 kişilik bir departmanda sadece 2 bayan çalışan var. Her şeyi bırakıp şöyle bir düşündüm. Şirkette çalışan tüm kadınlar bir bir gözümün önüne geldi. Biri fazla dedikodu yapıp, ekibin tümünün huzurunu kaçırmıştı. Biri depresyona girip işe bırakmak zorunda kalmıştı. İkisi birbirleriyle kavga ettiği için işten ayrılmak zorunda kalmışlardır. Hiçbir yönetici onları ikna edememişti. Sonra hepsinin hayallerini ve amaçlarını düşündüm. Yoktu. Biri kafayı sevgilisiyle bozmuştu, biri sevgilisi olmadığından yakınıyordu, diğeri nişanlısını mutlu etmeğe kendini adamıştı. Biri aslında çok zeki ve becerikli olduğu halde, çocuğunun derslerini kontrol edebilmek için işte ayrılma yolunu seçti. Yaşam standartları çok yüksek değildi ve hepsi "Ben bir gün şu olmalıyım, bunu yapmalıyım gibi hedefler edinmemişti. Para için çalışıyorlardı ve bu çalışma da onlara hiçbir fayda sağlamıyordu.
Ardından etrafta duyduklarım, gazete ve dergilerde okuduklarım, arkadaşların anlattıkları aklıma geldi. Kocası tarafından terk edilen kadınlar,kocasını kaybetmiş kadınlar, kocası iflas etmiş ya da işsiz kalmış kadınlara ait hikayeleri bir bir aklımdan geçirdim. Bu hikayeler içinde tanıdıklarımın çoğu eğitimli ama çalışma yolunu seçmemiş kadınlardı. Akıp giden çağda herkesten geri kalmışlardı. İş bulabilirlerdi ama istedikleri yaşam düzeyini sağlayabilecek bir kazancı onlara verecek meslekleri artık yoktu.Kimisi kocası istemediği için çalışmamıştı, kimisi çocuğu olduğu için bırakmıştı,kimisi kocasının evlendikleri gün gibi hep zengin olacağını sanmıştı, kimisi insanın kendisini geliştirebileceğinden haberi bile yoktu, daha e-mai adresi bile yokken, tüm mağazaların indirim tarihlerini ve yeryüzündeki tüm kek tariflerini biliyordu.
Dehşete düştüm!
Kendi hayatlarını kontrol etmekten aciz kalmış ama yine de evlenmiş hem de çocuk sahibi olmuşlardı…
Şimdi yakınıyorlardı, buldukları işleri beğenmiyorlar, 20 yıl evvel üniversite bitirdiklerini ballandıra ballandıra anlatıyorlardı.
Hala kadınların fazla akıllanmadığını düşünüyorum ve departmanların birinde çalışan 21 yaşındaki kızı düşüyorum. Önümüzdeki yaz düğünümüz var. Bugünlerdeki tek hedefi çeyizini tamamlamak, 182 parça yemek takımı olmadan asla evlenilmeyeceğini savunmak.
Bir arkadaşımızın eşi hamile..Bebek büyütmenin saksıda çiçek bakmak olduğunu sananlar hakkında konuşuyorduk.Bebekli yaşamın gerçekten çok zorlu olduğundan bahsederken birden dedi ki, " İyi hoş da, biz ne için dünyaya geliyoruz ki, amacımız üremek"
İşte başka bir dehşet!
Kadınlar üretmeli. Sadece kek,karnıyarık, kabak kalye, dantel örtü ve bebek değil elbet…
Kadınlar hayatlarını yönetmeli ki ailelerine, çocuklarına faydaları olsun. Kendi hayatı hakkında karar veremeyen bir kadının anne olmasına şiddetle karşıyım ben. Kendi hayatı olmayan, hayat veremez. Öğrenmeyen öğretemez.
Bu eğitim telaşı içinde konuştuğumuz uzmanlar biri "Kadınların sezgileri güçlüdür,6. hisleri de kuvvetlidir. Düzenlidirler ve şirketler için çok değerlidirler" dedi. İsteyen kadınlar ticaret hayatında çok başarılı olabilirler… Üstüne basa basa söylüyorum İSTEYEN KADINLAR…
Hanımlar, kendini sevmeyen kimseyi sevemez.
Yeryüzüne geliş sebebimiz vücudumuzda yer alan meme,rahim ve yumurtalıklarla ne yapacağımız değil. Biz insanız. İlk önce kendimize faydalı olmalıyız, ilk önce kendimizi eğitmeli, ilk önce kendimizi çalıştırmalıyız. Hepimiz anne olmak zorunda değiliz, başkalarına sağlayabileceğimiz faydalar, doğması beklenen çocuklarımıza öğreteceklerimizden çok daha fazla olabilir bazen. Birisinin karısı olmak zorunda da değiliz, bu sebepten biz "evde kalamayız" çünkü biz alınan, beğenilen,tercih elden bir paket çikolata değiliz.
Her şeyden önemlisi kocamız olan ya da olması beklenen muhterem beylerle kuracağımız hayat müşterek. Para da, pul da, ev de, yat da, fakirlik de müşterek… Okumayan kadın gelip bizim evlerimizi "gündelikçi" kimliğiyle temizleyip, kapıcı kocasına destek oluyorsa, biz sandıktaki üniversite diplomamızla mutfağa girip patates kızartamayız.
Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz. http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp
Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.163 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Seni sen olduğun için sevendir
Yüreğinin sesini uzaklarda bile dinleyendir
İki eli kanda olsa derdine yetişendir
Varolduğunu hissetiren,kıymet bilendir
Dostdur sözde değil özdedir adı...
Sabun köpüğü değil, darlık anında kaybolmaz
Sözünün eri güvenirliği tartışılmaz
Bilirsin, çıkılan yolda yarenlikden caymaz
Hayatına girdi mi kolay kolay çıkamaz
Dostdur sözde değil özdedir adı...
Yüreğini menfaatsiz sunar
İyiliğin için sözleri acıya bular,
Vakti zamanı gelir söyledikleri bir bir çıkar
Yoktur senle dolan kalbinde ne fitne fucur ne de çıkar
Dostdur sözde değil özdedir adı...
Yangınlardaki yüreğine, varlığı ile ferahlık
Mutluluklarında, üstüne dikilen saf ipekden bayramlık
Bilmez ne rol ne sahtekarlık
En büyük özelliği yaradılışı doğallık
Dostdur sözde değil özdedir adı...
Yalnızlıklar rıhtımından alıp götürür, süt beyaz yelkeniyle
Uçurum kenarından çeker,adı şefkat elleriyle
İyiki varsın dedirttiren, avucunda tuttuğu yüreğiyle
'Sen cansın benim dostumsun ' ağız dolusu kelimeleriyle
Dostdur sözde değil özdedir adı....
Sizin bir hamster'ınız varsa onun için web sayfası yaparmısınız? Hadi canım demeyin. Tabi ki olur yaparım diyenleriniz de vardır biliyorum. Cevabınız ne olursa olsun http://vivi.exworks.jp/soffy.html kısa yolundaki web sayfasını ziyaret edebilirsiniz.
illusion yada bizdeki okunuşuyla ilüzyon severmisiniz? Ben bayılırım. Bu teknik sayesinde cisimler ya da olaylar olduğundan farklı bir bakış açısıyla size sunularak görüntüyü farklı algılamanız sağlanır. Bazıları buna sihirbazlık bile diyebiliyor! http://www.grand-illusions.com/ kısa yolunda çok hoş örnekler bulacaksınız.
Birbirinden muhteşem resimlerin bulunduğu harika bir web sayfası. Hatta aslında bir fotoğrafçını seyahat günlüğü de diyebilirsiniz. http://www.drewnoakes.com/gallery/index.jsp Aslında bu web sayfasına girdiğimde ilk olarak sağ üst taraftaki leke ilgimi çekmişti. Sanki az önce kahvesini bitirmiş ve ardında bıraktığı lekeye aldırmadan işine devam eden, işkolik bir adamın çalışma masası gibi göründü gözüme. Hele bir de işin içinde kahve de varsa...
Gözünü bilgisayarından ayıramayanlara özel, günlük gazetelere ulaşabileceğiniz bir web sayfası http://www.gazeteler.com/ Açık söylemek gerekirse biraz abartıp ulusal, yerel, konulu demeden tüm gazeteleri listelerine dahil etmişler. Editörü tebrik ediyorum.
PTBSync v4.6c [600KB] W9x/2k/XP FREE http://www.netcult.ch/elmue/Update-en.htm
Bilgisayarınızın saatini dünya üzerinde bulunan 65 ayrı zaman sunucusuna göre ayarlayan bir program. Ayrıca içinde bir alarm fonksiyonuda var. Zamanla arası iyi olanlar için.