Gelin bu projeye destek olun



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 4 Sayı: 923

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 17 Şubat 2006 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Yine vakit kalmadı!...


Merhabalar,

Dünden pek farklı değilim. Üstüne üstlük bir de sabah 6:00 gibi yollara düşmek durumundayım. İzin verirseniz ben gene erkenden kaçayım. Hem aşağıda sizler için hazırlanmış pek güzel yazılar var. Bir de ek bölüm koydum Kahve Molası'na. Son zamanlarda bulmacada bir çılgınlık yaşanıyor biliyorsunuz. Sudoku denilen bu Japon icadı bulmaca tüm Dünya'da almış başını gidiyor. Bizde de ekler kitaplar epeyce çoğaldı. Ben de müptelası olanlardanım. Bilenler bilmeyenlere öğretir mutlaka ama ben bir açıklama koymayı ihmal etmedim pek tabi. Bundan böyle hergün bir tane Sudoku bulmacası olacak Kahve Molasın'nda. Cevabını ertesi günkü sayıda bulabileceksiniz. Bugün kolaydan başlıyoruz, gittikçe zorlaşacağız. Umarım seversiniz. Artık pikaba bir güzel şarkı koyup kaçayım. Mina söylüyor, Senza Flato. Hepimize bol güneşli, ılık bir haftasonu diliyorum. Esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

Seyfullah Çalışkan

 Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


  MECİT ONBAŞI

Durağan yavaş yavaş yeni bir akşamın kucağına sokuluyordu. Karanlık sokaklara ineli daha bir saat bile olmadan kasaba sakinleşmişti. İnsanlar evlerine çekilmiş, otomobillerin gün boyu kasabaya hâkim olan gürültüleri bile susmuştu. Ana caddedeki dükkânlar hala açıktı. Son müşterilerini bekliyordu. Akşamda ne bir telaş vardı, ne de sizi ansızın sarmalamayı bekleyen hüzün... Bir gün önceki, on gün önceki, on yıl önceki akşamlar gibiydi. Ne bir eksik, ne bir fazla… Gökırmak son bir kez esneyip kasabaya baktı. Yumuşak sesiyle kendi ninnisini söylemeye başladı. Kasım sarı yapraklar kadar akşamlara hafif bir ayazı da katmaya başlamıştı. Durağan'a akşam sessizce, ayakuçlarına basarak geliyordu.

Televizyon karşısında üç arkadaş, sosyal içerikli haberleri dinliyorduk. Yine savaş, yine amerikan dolarının engellenemez yükselişi, bol kepçeden kriz haberleri... Aslında televizyon kendisi söylüyor, kendisi dinliyordu. Belki de sadece gürültüsü odayı doldursun istiyoruz. Henüz uyumak için çok erken, kanlı-canlı sohbetler, tartışmalar için ise çok geçti. Akşam masallar istiyordu ya da şarkılar ama biz ikisin de beceremiyorduk.

Türkiye'nin en çok izlenen haber programı işi zerzevatçılığa dökünce gülüşmeler oldu. Neymiş efendim "Ahlaksız memur dul kadınlara musallat olmuş." Olsun bize ne? Böyle söylenmez, çok ayıp. Dul kadınların toplumsal sorunlarına duyarsız kalmak bize yakışmaz. Siz dul bir kadının çektiği sıkıntıları biliyor musunuz? Bilmiyorsanız, adamlığınızdan çok şey kaybettiniz.

Aynı sözleri ve görüntüleri dakikadır tekrarlayarak bizi salak yerine koydular. Kimsenin aklına kanalı değiştirmek gelmedi. "Acaba dul erkeklere musallat olan bayan memur da olacak mı? Adamızı listeye yazdırsak hiç fena olmaz."geyiğine düştük. Ne olur bize musallat olsun. Habere konu olan memur önce yüksek elektrik faturaları düzenliyormuş. Faturaları ödemekte zorlanacak dul kadınları seçerek elbette. Ondan sonra da kendisiyle birlikte olurlarsa bu sıkıntıdan kurtarmayı vaat ediyormuş. Yani faturayı para ile ödemekten başka seçenekler sunuyormuş. Görüntü olarak sunulanlarda bir kadın ve bir erkek saat 03.00 sularında fatura pazarlığı yapıyorlar. Elbette ki kadının evinde... Memurlarımız gece gündüz uyumadan vatandaşın hizmetinde. Tam bu salak haberle neşelenmeye başlamıştık iki misafirimiz geldi. Ayağa kalkıp yer gösterdik, hoş beş ettik.

Gelenlerden biri bizim arkadaşımızdı. Beraberinde gelen yaşlı ve sevimli amcayı Namı-diğer Mecit Onbaşı diye tanıttı. "Bakmayın bu kadar genç göründüğüne bu adam tam seksen yaşında." dedi. Mecit Amca büyük paltosunu çıkarıp koltuğun üzerine koydu. Yaşı seksenmiş. Kendisine sorarsanız seksen diyenlerin matematiği zayıf. Geceli gündüzlü tam yüz altmış. Altı yıl önce hayat arkadaşını kaybetmiş. Mecit Onbaşı matematiğine göre geceli gündüzlü tam on iki senedir yalnız. İnsan sıcaklığına ve sohbetlere aç.

Ayakları sağ olsun. Bizi adam yerine koyup laflamaya gelmiş. Dalgaya almasınlar, makaraya sarmasınlar diye okumuş adamları, oturaklı, tumturaklı, aklı başında adamları seçermiş. Bizi de adamdan saydı ya, ne mutlu bize...

Askerlik hariç bütün yaşamını bu kasabada geçirmiş. Önemli görevlerde bulunmuş. Yıllarca belediye başkan yardımcılığı, il genel meclisi üyeliği yapmış. İlçenin tanınan, bilinen en eskilerinden biri... Yaşına rağmen oldukça dinç, atik ve sağlıklı. Öyle yerinden taksit taksit kalkanlardan, başkasının yardımına muhtaç olanlardan değil. Tam evlendirilecek adam. Bizim de elimiz armut toplamıyor ya. Uygun kısmetler arandı. Tek tek filancanın anası, kaynanası diyerek önerildi. Kız istemeye gitmelere karar verildi. Mecit Onbaşı hiç birine evet demedi.

- Oğlanlarla, gelinlerle rahatım iyi. Ben böyle iyiyim.
- Mecit Onbaşı, sana da bir can şenliği lazım, dedim.
- Doğru, ama gürültü patırtı olur. Düzen bozulur..
- Korkuyor, oğlanlardan, gelinlerden korkuyor..
- Kimseden korkmam. Bana Mecit Onbaşı derler. Kötülük olmasın. .

Mecit Onbaşı her türlü şakaya dayanır, her sözü kaldırır. Ama "seni Kocaburun nasıl dövmüş? Çeltik argında ıslatmış, ıslatmış yine dövmüş. Hele bir anlatsana..."dendi. Mecit Onbaşı yerinden fırladı. Pimi çekili el bombası oldu.
- Senin de matematiğin zayıf, dedi.
- Bizi barıştırdılar, kardeş filan ettiler. Boş ver. Yok öyle dayak, falan.

Mecit onbaşı bu konun açılmasına çok kızdı. Ama lafın üzerine gitmedi.
Yeniden yerine oturdu.
- Misafiri niye dövdün?, diye sordular.
Oturduğu yerden hafif doğrularak yüzlerimize baktı. Dinleyenlerin ilgilerini kendince tarttı. Sigarasını tazeledi. Kül tablasına, sigaranın dumanına baktı. Çakmağını, anahtarını arıyor sandım. Oysa söze nasıl başlayacağını arıyordu.
" İkindiye doğru çiftten geldim. Öküzleri boyunduruktan boşladım. Annem;
- Oğlum senin karnın acıkmıştır. Gel bir iki lokma bir şey ye. Biraz dinlen. dedi.
- Ben kahveye gidiyom. Bir iki çay içer az soluklanırım. Sonra da gelir bir iki lokma yerim, dedim.
Evden çıkıp, kahveye gittim. Kahve dediğime bakmayın. Şimdiki gibi masalar, sandalyeler nerede? Viran bir bina, hasır örme tabureler. Ben çayımı içerken, korucu atın yularını tutmuş, üstünde orman şefi kahvenin önüne geldiler. Orman şefini biraz gözüm ısırıyor ama o zaman çıkaramadım. Tevatür yüksek, dangalak bir atın üstünde, biraz kibirli bir adam. Daha dikkatli bakınca orman şefini tanıdım. Van Muradiye'de askerken bizim dört ay kadar takım komutanlığımızı yapmıştı. Biraz büyük burunlu, kendini beğenmiş… Kimseye yaklaşmayan, samimi olmayan biriydi. Kahveye baktı. Kimse de buyur etmedi. Benim de durumum münasip değil. Ayağımda çarıklar, tarladan yorgun argın gelmişim. Buyur etmek istiyorum ama biraz da çekiniyorum. Yine de:
- Buyur beyim, bir acı kahvemi iç, diyerek şefi kahveye çağırdım.
Atından indi. Korucu atı aldı. Teri soğumasın diye dolaştırmaya götürdü. Şef atından inince ocağa gittim. Ocakçıya:
- Bize iki kahve yap. Fincanlarını iyice yıka, bardak çıkar. Bardağı
tertemiz yuğ, içine su doldur, masanın üzerine fincanın yanına bırak, dedim.
Şefle içeride oturduk. Hal hatır sorduktan sonra:
- Şefim siz askerliğinizi nerde yaptınız? dedim.
- Van, Muradiye, birinci bölük, üçüncü takım.
- Peki ya sen?
- Hani o takım da bir Mecit Onbaşı vardı ya? İşte o benim, dedim.
Birbirini bulmuş iki eski yetim gibi yeniden kucaklaştık. Şef bu tesadüfe şaşırdı, çok sevindi. Dereden tepeden, askerlikten laflarken kahvelerimizi içtik.
- Şefim sen burada otur. Sakın bir yere ayrılma. Ben on dakikaya kalmaz geleceğim, dedim.

Kahveden kalktım. Durak Hanın arkasında İsmail Usta diye bir adam vardı. Kuzuyu sırığa takar, yavaş ateşte çevire çevire kızartırdı. İsmail Usta'nın yanına vardım. Yeni kızarmış kuzuyu göstererek:
- Usta, bu kuzuyu böylece, bütün olarak gazeteye sar. Benim üstüm yağlanmasın. Bizim eve bi zahmet sen götürüver, dedim. Usta ile anlaştıktan sonra bi koşu eve gittim.

Anama:
- Ana hatırlı misafirim var. Gözünü seveyim kaşıkları, siniyi, sahanları iyice yıka. Yeni sofra örtüsü ser. İki küçük sahan yoğurt hazırla. Kaymağı üstünde kalsın. Sahanların kıyılarına falan sürülmesin. Kapların kenarları bulaşık olmasın, dedim
O zaman şimdiki gibi demir kaşıklar, çattalar ne gezer. Şimşir kaşıklar var. İkramda yol yordam bilen kim? Elimizden geldiği kadar ağırlamak maksadındayım. Mahcup olmasak yeter. Kahveye geri döndüm. Orman Şefi orada bekliyor. Atın yularını korucunun elinden aldım.

- Şefim, benim misafirimsiniz. Sizi bırakmam. Buyurun, Allah ne verdiyse, iki lokma yiyelim, dedim.

Şefi kahveden aldım. Evin yolunu tuttuk. Kapıya gelince anama seslendim. Anam bizi içeri buyur etti. Atı merdivenin yanına bağladım. Samanına bir ölçek arpa kattım. Yesin yiyebildiği kadar. Şef ve ben yukarı eve çıktık. Anam bütün hazırlıkları yapmış. Kuzuyu mutfaktan getirdim. Gazeteleri tutan iplerini kestim. Şefim çok memnun oldu. Hem lafladık, hem yedik. Ne yiyeceksiniz? Ben yarım, o yarım kilo. Kuzu olduğu gibi kaldı. Yeniden gazeteye sarıp geri kalanını atın heybesine yerleştirdim. Şefi yolcu ettim. Gel zaman, git zaman çok yardımını gördüm. Birbirimize nazımız geçer oldu.

Günlerden bir gün şef yanında bir orman kâtibi ile kahveye geldi.
- Mecit Onbaşı bu adamı bu akşamlık misafir edeceksin, dedi.
- Emrin olur şefim, dedim.

Katibi alıp bizim eve götürdüm. Anam ocak başında kocaman bir tencere et kaynatıyordu. Katibi misafir odasına alıp, divana buyur ettim. Ortada derme çatma bir masa, iki sandalye vardı. Misafir daha divana geçmeden;
- Bu ne biçim masa ..... koduğum?,dedi.
Duymazdan geldim. Herif misafirliği falan bir yana bırakmış, bana sövüyordu.
- Hani bu a... koduğumun masasının, şişesi, bardağı, demez mi?
Aklım başımdan gitti. Herif bana resmen sövüyordu. Artık duymazlıktan gelinecek gibi değildi. Kendimi kaybettim. Annemin et kaynattığı ocağa koştum. Ucu iğsülü bir meşe odunu kaptım. Ben adamın sırtına vurdukça kilimlere korlar saçılıyordu. Annem:
- Oğlum evi yakıyorsun, yeter artık, diye bağırıyordu.
Bana engel olmak istedi ama gücü yetmedi. Yere yatırıp, pestilini çıkarıncaya kadar, öfkem geçinceye kadar vurdum. Kolundan tutup katibi dışarı attım. Nasıl kaçacağını bilemedi. Ertesi gün şef olan biteni duymuş. Utandım, mahcup oldum ama elden ne gelir.

- Mecit Onbaşı, olmasa iyi idi ama. Bizimki de hak etmiş, dedi.

Misafir dövülür mü? Dövdük anasını satayım... Not: Öykü halen hayatta olan Mecit Onbaşı tarafından anlatılmıştır. Benim kaleme almak dışında hiçbir katkım yoktur.

Seyfullah Çalışkan
seyfullah@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,899,899,899,899,899,899,899,899,899,89
9 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Ömer Akşahan

 ÖNSÖZ : Ömer Akşahan


  k u ş l a r   s e r e n a d ı

kuşlar kuşlar kuşlar…
hangi kuşun adıydı kovalanan
gözcüler tek tek itlaf edilirken

kuşlar kuşlar kuşlar…
göç yolu kapandıysa gök kubbenin
nasıl öter o şarkılar artık söyleyin

kuşlar kuşlar kuşlar…
yoksulun yuvası, ala türküsü özlemin
buluta öykünen, mor çiçekle öpüşen

kuşlar kuşlar kuşlar…
hangi kuşun gagasıyla yapılırdı savaşlar
kime ağıt yakardı sarı yapraklar dinleyin

kuşlar kuşlar kuşlar…
akordsuz sabahçı korosuydular
yeni masal dağlarına
kanat çırptılar…



Ömer Akşahan


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Tuba Çiçek

 Rengarenk: Tuba Çiçek


  ASLINDA HİÇBİR ŞEY GERÇEK DEĞİL!

Geçenlerde, bilgisayarımda adı 'ünlem' olan bir word dosyası buldum. Ne zaman, ne vesileyle, kime ve niye yazdığımı hatırlamıyorum. Muhtemelen sarhoştum.

Dosyayı açar açmaz, bold, arial ve 26 puntoyla yazılmış, "ŞU DANGALAKLARDAN UZAK DUR LAN TUBA!!!" emir cümlesiyle karşılaştım. Notların devamını okuduğumda, her zaman olduğu gibi; "Kahretsin, sarhoşken bile kusursuzum. Ben bir mucizeyim!" diye kendimi takdir ettim. (Huyum kurusun, gerekli-gereksiz kendimi takdir ederim böyle. İnsan harikulade olunca, alışkanlık haline geliyor takdir edilmek. Siz komplekse kapılmayın ve etkim altında kalmayın sakın; gücenirim!)

İşte, uzak durmayı öğütlediğim dangalaklar listesi...

İnsan sarrafı olduğunu sanan hödükler: Daha kendini bile çözememiş iken, daha psikolojiden, sosyolojiden, antropolojiden bihaber iken, daha insanları dinlemeyi bile öğrenememişken; insanlar hakkında isabetsiz ve gereksiz ahkamlar kesen budalalardır bunlar.

Size verebilecekleri zarar, yaptıkları saçma sapan yorumlarla başınızı ağrıtmak ve insanlar hakkında fuzuli, mesnetsiz, sübjektif ön yargılar edinmenizi sağlamaktır.

Kendine vakit ayırmayan hırbolar: Hobileri, fobileri, tutkuları, iç sesleri, hayata karşı bi duruşları, kendilerine karşı bi tavırları, arada sırada yalnız kalacak bi cesaretleri, itiraf edecek bi sırları, yaşatacak özgün bi 'ben'leri olmayan düdük makarnalarıdır bunlar.

Zararsız gibi görünseler de, vakitleri bol olduğu için kıytırık işlere kafa yorup, püsürük şeylerle zamanınızı çalarlar. Hobilerinize, fobilerinize, tutkularınıza, içselliğinize,duruşunuza, hayallerinize, planlarınıza parazitlik yaptıkları gibi, yaşamınıza da bir gram renk katmazlar.

Yaşamı bir şov, kendini de şovmen olarak algılayan alıklar: Gösteri yapmadıkları sürece kimsenin onlara fıstık atmayacağı yanılgısı içindedirler. Her duruma, her söze, herkese, her şeye ama her şeye karşı önceden hazırlanmış mutlaka en az bir replikleri vardır. Girecekleri her ortama ve her diyaloga önceden hazırlanıp gelirler.

Başlarda eğlenceli olsa da, bir süre sonra kendini tekrar etmeye başlar, zuladaki şovları kullanır, can sıkmaya başlarlar. Alkış aldıkça coşar, coştukça kendilerini kaybeder ve sizi şovlarına malzeme, repliklerine figüran etmeye kadar götürürler işi.

Kendi doğrularının mutlak ve eleştirilemez olduğuna inanan mankafalar: Notların bu bölümünde "ZzzzzzzZZZZzzzzzzZZzzzzz"dan başka bir ifade yok. Çaktınız ya; sızdığım an! Şaşırmayın. Hayal kırıklığına uğramayın. Benim de limitlerim var. Üç-beş tane yetmişlik devirdiğimde ben de sızabiliyorum!

Tamam. Üstünüzü başınızı paralamayın. Boynunuzu bükmeyin. Yalvaran gözlerle bakmayın. Telaşa mahal yok. Bu kısmı da şimdi yazarım. Çocuk oyuncağı!

Bana sorarsanız, (ki soracak kaç bilgeniz, kaç üstadınız var şu dünyada?) insan beyni evren ve evrende olup bitenleri anlamak, yorumlamak, çözümlemek konusunda sanıldığından daha acizdir.

Beyin denen mekanizma, duyular vasıtasıyla kendine gelen sinyalleri yorumlayarak çalışır. Modern bilimin de kabul ettiği üzere, insan denen mahluk dünyanın çok dar bir kısmını algılayabiliyor.

Mesela, gözle görünür halde olan ışık, sadece 450-700 nanometre (milimetrenin milyarda biri) dalga boyuna sahip ışınların arasında yer alanlardır. Halbuki dalgalar, teorik olarak sıfırdan, kilometrelerce dalga boyuna sahip radyo dalgalarına kadar değişen bir aralıkta dağılmıştır. Mesela, duyabildiğimiz sesler, 10-10000 Hz arasında yer alırken, bundan çok daha farklı frekanslara sahip sesler bulunmaktadır.

Diyeceğim o ki, her duyu için bu daracık aralıklar geçerliyken, algıladıklarımızın gerçekliğinden ne kadar emin olabiliriz? Algının içinde ne kadar yanılgı var? Gördüğümüz, duyduğumuz, tattığımız, dokunduğumuz, kokladığımız, bildiğimiz ve algıladığımız her şey ne kadar gerçek?

Peki ya bilim ne kadar gerçekçi?
Bilim dediğiniz şey gözlem ve deneye dayanır. Gözlemleri ve deneyleri insanlar yapar. İnsan beyni ve algısı sınırlı olduğuna göre, yapılan gözlemlerin gerçekliği, deneylerin doğruluğu ve yorumların isabetinden kim emin olabilir?

Eeee, mahvolduk di mi! Şimdi ne bok yiyeceğiz? Nedir gerçek? Nerede bulunur?

Kimileri içinden çıkamadığı şeyleri, kafasının basmadığı gerçekleri, bulamadığı cevapları, yenemediği korkuları metafizik varlıklar yaratıp onların tasarrufuna bırakarak rahatlar. "Tanrı bilir!"

Kimileri insan beynine tapar. İnsan beyninin özel oluşu, kendi özel oluşunun da teminatıdır. Kafasına yatan, algısına uyan, işine gelen bulguları mutlak doğru olarak kabul eder. Bilmediklerini ise "henüz çözülmemiş ama bir gün mutlaka çözülecek" tesellisiyle bertaraf eder. "İnsan beyni kusursuz olmalı, çünkü bende de var bir tane!"

Yukarıdaki iki dogmatik ve fanatik yaklaşıma karşın, benim önerilerim şöyle:
Bilmediklerinizden korkmayın. Hem korkunun ecele faydası yok; hem de korkan insan hataya meyilli olur.. İnsan beyninin sınırlılığını ve acizliğini kabul edin. O kadar kusur kadı kızında da olur!

Ya da;
Amaaaan sallayın bilimi, doğruyu, gerçeği, esteği, kösteği; gidin televole izleyin!

Tuba ÇİÇEK
tuba@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
7 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


  Telgrafın Tellerine Kar Suyu mu Kaçar ?

- Edi'ciğim, nasılsın ?
"Oooo ihtiyar, sen buraların yolunu biliyor muydun ?"
- Oğlum durumumu biliyorsun işte, sitem etmesen olmaz. Nabersin ?
"E-Posta'larını da almıyorsun anlaşılan ve herşeyden bihabersin"
- Yok o kadar uzun boylu değil Edi Efendi, alyorum elbette. Biri sizi dikizliyor daima, merak etme sen...
"Yüksek sesle söyle ne diyeceksen !"
- Burası chat oğlum, ne sesi ? ( Büyük harf yazayım bari, kulakları gözlerine mi vurmuş ne ? )
"Ne dediğini duydum ihtiyar, bilirsin kül yutmam.. Nerede bakayım senin yazıların ? Cuma'ya gönder bir tane ...!"
- Emrin olur... Uzat ellerini de biraz kaşı şu başımı !
"Kamerayı mı açtım da gördün çatık kaşımı ?"
- ( Yok kesin tüple müple iyileşmez bu kulak ! ) DİYORUM Kİ :...
"Ne o öyle BÜYÜK BÜYÜK yazıyorsun, kör müyüm ?"
- Bilirsin büyük yazarım ben, KM'nın yetiştirdiği en büyük yazarlardan biri olarak... Öhöö öhöö ..! Sahi ne o lem herkese bir naz, bir caz, haftanın tembeli, ayın en uyuşuk yazarı gibi çeşit çeşit gaz ? Bana gelince Cuma'ya derhal bir yazı yaz ...!
"İyicene bunadın artık, daha kışın göbeğindeyiz ne yazı ?"
- Yağma yok, bana da birşeyler bul, olmadı elimi öp, ihtiyar dediğine değsin bari ( Hazır fırsat bulmuş iken daha mı fazlasını söyleseydim acaba ? )
"Dediğin gibi benim de canıma değdi gari, şu iki yakayı biraraya getiremedim gitti. Senin işler nasıl ?"
- Devam ediyor, Pazartesi gel, Cuma dön...
"Bu kadar emek verdim dönemem"
- Tamam sen dönme, göbeğin dönsün, topaç gibi olan o zaten hehee !
"Bunu hayal meyal duydum, bittin ihtiyar sen, ölümlerden ölüm beğen ..!"
- Şey, kem küm, biraz top oynasan diyordum hani aç aç dolaşıyorsun ya rejim uğruna...
"Uğur felan denedim bana mısın demiyor. Geçen gün sol elimle arabanın kontağını çevireyim dedim mesela uğur olsun diye ama değişen birşey yok !"
- ( Vaaaah vah, iyice sıyırmış bizimkisi ..! ) Edi'ciğim bir kurşun mu döktürsen ne ?
"Haklısın ihtiyar, şöyle kurtlarımı bir dökemedim gitti, ne zamandır..."
- Kurt deme bana, vadi de deme...
"Onu yeme, bunu yeme, e bazen kaçamak yapıyorum elbette"
- Elbette canım elbette, 275 gram vermişindir herhalde senelerdir yaptığın şu diyetle
"Elbette ne niyetle söylediklerine bakarım, aksi halde gözünün yağına bakmam yakarım ulan ..!"
- Hoooop, hop ! Orada dur, ne ben çiftçiyim ne de sen Kasımpaşa'lı, kendine gel ...!
"Hah, güleyim bari sensin lem kel ..! Ne bu saçlar böyle, yine kırpmışlar koyun gibi"
- Kökü bende, asarım da keserim de. Hem asmayıp koynumuzda mı besleyeceğiz ? Sallandıracaksın 3-5 tanesini Taksim Meydanı'nda gör bak bir daha yapıyorlar mı ?
"Ne saçmalıyorsun ihtiyar sen ? Ne meydanı, ne sallandırması ? Cuma yazıları yazacağına resim yapmaya mı başladın netekim ?"
- ( Adam bir gidiyor bir geliyor ) Edi'ciğim, diyorum ki; şöyle benim KM yazılarımdan da bir demet yapsan, üstüne de sekiz sütuna iri puntolarla : Yılların özlenen, yazıları izlenen, ha bu Cuma gelir diye yolları gözlenen... gibilerinden birşeyler karalasan ..?
"Hadeeee, Yeni Cami'ye ihtiyar ...! Bir sürü genç ve yetenekli yazarlarımız var artık, senin buruşuk yazılarına kalmadık çok şükür, kih kih ..!"
- Öyle olduk şimdi değil mi ? Nankör Edi, ne olacak ? O tüpe giren kulaklarına geçmiş olsun bile diyemeyeceğim ama dilim varmaz bilirsin...
"Nankör kedi tarafını anladım da, ne içmiş olsun ne de elim vurmaz kısmını pek çözemedim... Hepsini boşver sadece kulaklarına küpe giren kim onu söyle bari ..."
Kar suyu, kar suyu...
"Kar suyu ...?"
Evet, kar suyu... Kaçmış, kaçmış...
"Kaçmış mı ..? Nereye ..?"
Telgrafın tellerine... Kulağına kaçacak değil ya ..!

asesen@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
8 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Elif Eser

 Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak)


  KAR KOKUSU

Sessizliğimin bir çaresi olmalı. Sustuğum kadar beynimin sesi de sussa. O da hiç konuşmasa. Bana sürekli bir şeyler anlatmasa. Düşünmesem meselâ. Susacaksam adam gibi susmasını bilsem.

Yıldız yıldız kar yağıyor. Hava nasıl da ayaz. Tipi iliklerine işliyor insanın. Bıçak kesiği, kırbaç izi yaralarım sızlıyor. Şiddetle esen poyrazın sesinden başka ses duyulmuyor. Kar, tüm sesleri yutuyor. Bir tek benim sesimi bastıramıyor; çığlık çığlık haykırıyor içim.

Daha önce hiç bilmediğim bir yalnızlık, yaşadığım. Asaf demiş "yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz." Yok yahu, benimki paylaşılmayacak türden değil. Yeter ki doğru zaman ve kelimeleri bulayım. Meraklısına anlatmaya dünden razıyım. İş ki içimden konuştuğum kadarını dışımdan konuşayım. Bir kere sökün etti mi, biliyorum ki gerisi gelir.

Bu öyle bir yalnızlık ki; uzun süredir bir hayâlle beraberim. Ben onu yaşam detaylarımda nesnel gerçeğimin akışına bırakıp kendime dönüştürmeye uğraşırken, o; beni soyut girdabına çekmeye çalışıyor. Onunla çok fazla konuştuğumu söyleyemem. Daha çok, karşıma alıp uzun soluklu; susuyorum.

Canımı yakmasına izin veriyorum. Bir süredir eskiyen yanlarımı, beni ben yapan ayrıntılarımı, çok uzak bir geçmişin kirli gölgesine fırlatıp atıyor. Kızmıyorum. Eksilmişliklerimi merhemlerle onayarak yaralarımı sarıyor ve böylece kendine daha geniş bir alan açıyor. İzliyorum. Beni nasıl bir değişimle bambaşka bir şeye dönüştürdüğünün farkında bile değil. Küçülüyorum, ufalıyorum, çocuk oluyorum. Büyüyorum, olgunlaşıyorum, -hayatın her türlü erdemine ulaşmayı başaran bilge- oluyorum. Acıkmıyorum, susamıyorum. Uyuyorum... Uykuda geçirilen vakitleri kayıp gördüğüm günlere tezat, sürekli uyuyorum. Mutlu muyum, bilmiyorum. Fakat mutsuzum da diyemem. Bir hayâlim var ve ölesiye korkum; onu kaybetmek.

Kar kadar sessiz, kar kadar fütursuz soğuğu ile dağlanıyorum. Yandığımı duyumsuyorum. Fakat yapacak bir şeyim yok. Yanmak bu! Hayâlime "git başımdan, rahat bırak beni" diyemiyorum. Mazoşist bir tutkuyla acı vermesine müsaade ediyorum. Ama öyle tuhaf ki, aynı zamanda hiç acı çekmiyorum. Donarak ölenler acı hissetmezmiş. Tatlı bir uykuya geçermiş. Kar kadar derin, sakin, uyuşmuş... Benden kopmasını, uzaklaşmasını bu yüzden düşünemiyorum. Onu kaybetmemek için elimden ne geliyorsa yapıyorum.

Yalnızım. Yalnızlıktan ölesiye korkan biriydim eskiden. Yalnızlığım, geçici erinciyle bir köşede dururdu ve ben onu canım istediğinde yanıma alıp gezmeye çıkardım. Şimdi ise, yalnızlığın ne demek olduğunu çok daha iyi algılıyorum. Ölümle yüzleşmeyi başarabilenlerin, ölümden korkmayanların hikâyesi bu.

Birçoklarımız sanıyor ki, yaşama sıkı sıkıya tutunanlar, ölümden korkanlardır. Halbuki ne büyük yanılgıdır. Ölüm güdüsü, en güzel haliyle yaşama bağlı, "hayat dolu" dediğimiz türden insanlarda ve delilerde mevcuttur. Yaşam ve ölüm, girift bir bağla birbirlerine sımsıkı sarılmış garip bir sarmaşık gibidir. Ve nedense yaşamdan konuşmak çoğumuzun hoşuna giderken "ölüm" tabulaştırılıp bir kenara itilir ve konuşmak istediğimizde konu sıkıcı bulunup değiştirilir. Oysa düşünmek istemeyiz ki, yaşamak aynı zamanda ölüme koşmaktır... Ölümü ense kökümde hissediyorum ve onu düşünmek beni sıkmıyor! Ölüme de tıpkı hayâlime yaptığım gibi tatlı tatlı gülümsüyorum.

Sevgilisini uzağa gönderenler bilir, özlem nasıl bir şeydir. Özlediğine kavuştuğun anda boğazında bir düğümcükle yutkunursun ve gözlerine yaşlar hücum eder. Önce şöyle uzaktan bakarsın, hasretle... İşte ben de ölüme öyle hasretle bakıyorum; ama bu, ölmek istediğim anlamına gelmiyor. Çünkü ona sarılmaya henüz hazır değilim. Birbirimizi uzun süre böyle uzaktan süzeceğiz. Neler değişiyor, yaşarken göreceğiz. Zamanı geldiğinde kavuşacağız nasılsa, bileceğiz.... Ölüm ve yaşam... Yalnızlığım ve hayâlim... Ve hepsinin ortasında ben. Hepimiz içiçe geçmişiz. Su gibi aziz, su gibi sızmaz ve sarmal...

Dışarıda da içimdekine benzer bir yalnızlık hüküm sürüyor. Kötü kalpli kraliçe edasıyla kar, dondurucu soğuğunu; garez, öfke ve aç gözlü nefretiyle üzerimize salıyor. Salıyor ki güneşli sıcacık yaz günlerimizi anımsayıp iç çekelim.

Bu düşüncelerle boğuşurken, çok uzaklardan; hiç bilmediğim ve hiç gitmediğim kraliçe kar'ın yolları kapattığı, dağdaki aç kurtları hane kapılarına taşıdığı tek göz odalı derme çatma evlerden birinden, bir feryat yükseliyor. Kalbime işliyor ses! Yutkunuyorum. Sıcak kalorifer peteğinin dibinde kedi misali mırıldandığım ve çayımı keyifle yudumlayarak dışarıdaki gözkamaştırıcı aklığı seyrettiğim için kendimden, durumumdan utanıyorum.

Bir adam tahtası çürük evin kapısını gıcırtıyla açıyor ve lanetle haykırıyor! Kaç yaşında olduklarını yüzlerine bakarak anlayamayacağım üç çocuk adamın peşi sıra kapıya geliyor. Belli ki hiçbir şey anlamamış; fakat korkmuşlar. Yaşlarını yüzlerine bakarak bilebilmem imkânsız. Lakin, onlar hiç çocuk olmamış. Sanki birden büyümüş ve ansızın yaşlanmışlar. Gözlerine hayat boyu onulmaz keder çizikleri yerleşmiş.

Adamın elleri kanlı. Telaşla... yaşadığı şokun etkisiyle... yüzündeki ifade değişmeden... gözlerinden yaşlar süzülerek... ellerine bulaşmış kanı karla arıtmaya çalışırken... Başına kara yaşmak sarılı ihtiyar bir kadın çıkıyor evden. Geliyor adamın yanına. Derisi buruşmuş, çatlamış, kemikleri belirgin kavruk elleriyle sırtını sıvazlıyor. Sessiz bir yakı tırmalıyor kadının boğazını, sessiz ve acımsı bir ağıdı beraberinde getirerek.

Beni görmüyorlar. Ama ben onları görebiliyorum. Beni duymuyorlar. Ben onları duyabiliyorum. Sormak istiyorum "içeride neler oluyor?" soramıyorum. Yavaşça kapıdan süzülüp içeri giriyorum. Karşıma çıkan dehşetengiz manzara beni dışarının ayazından daha beter irkiltiyor! Burası evden ziyade ahıra benziyor. Belki de ahırdan bozma bir yer. Genzimi yakan ağır, kesif bir koku hakim.

Bir köşede teneke bir soba, içindeki ateş sönmeye yüz tutmuş. Yer yatağında bir kadın yatıyor. Kolları iki yana açılmış. Elleri kınalı. Başı ter içinde sağ yanına düşmüş. Kömür saçlı, gencecik bir kadın bu. Ama o da tıpkı dışarıdaki çocuklar gibi ihtiyar. Alnındaki boncuk terleri silmek için yüzüne eğiliyorum. Kan kokusu... Odadaki bütün karışmış kokuları bastıran yoğun kan kokusu!...

Gözlerim yavaş yavaş gördüklerini sindirmek istercesine kadının belinden aşağısına iniyor. Elimle ağzımı mı, boğazımı mı tutacağımı şaşırıyorum! Boğuluyorum! Kusmak istiyorum!

Debelenmekten açılmış pazen geceliğinin altından ortaya çıkan süt beyaz bacakları, kınalı ayakları, bacak arası kan içinde.. Yüreğim daralıyor! Tanrım bu gördüklerim gerçek mi?! Algılama zorluğu çekiyorum! Kadının sağında bir sedir. Sedirin üzerinde kanlı minik bir baş. Gelişigüzel bir çaputa kundaklanmış. Gözleri yumuk. Ağzını büzüp duruyor. Kokunun, odadaki ağırlığın, ölümün soğuk yüzünün yarattığı itkiyle dışarı fırlıyorum.

Adam eşikte dizleri üzerine çökmüş, başını elleri arasına almış boş boş bakıyor. İhtiyar kadın üç çocuğu birden kucaklamaya çabalıyor. Çocuklar iniltiye benzer sesler çıkararak ağlıyor. En büyüğünün yaşı olsa olsa altı. Diğer ikisi ondan da küçük. En büyüğü kız, diğerleri biri kız, biri erkek. Oğlanın saçları usturalanmış, dört yaşında var yok. Kızlarınki çıfıt çıfıt, kirden, pasaktan rengi atmış. Nefesleri açlıktan kokmuş beş insan. Bir de içeride yeni doğan var, etti altı. Ne yapacak bunlar şimdi? Halimden utanıyorum.

Bütün bu görüntülerin ardından yüreğimin orta yerinde açılan gedik, kendimi ziyadesinden fazla boşlukta hissetmeme sebep. Öyle bir mutsuzluğa sürüklüyor ki beni, adını bir türlü bulamıyorum. Kendimden, hayatımdan, özgürlüğümden, steril, konformist yaşantımdan, mutluluğumdan, cebimdeki paramdan onlara verebilsem... Ömrümden versem ve o kadın geri gelse... Yerde yatan o gencecik ana sarılsa yavrularına. O çocuklar öyle kalmasa... Yokluk, sefalet, açlıkla terbiyelenmiş yaşamlarına, hasret kaldıkları, bilmedikleri ve tatmadıkları her güzelliği götürebilsem... Bir dirhem et pişirsem, sanırlar ki şölen sofrası. Onlar yaşamın bana sunduğu her nimetinden muaf yaşarken boğazıma diziliyor yudumladığım çayım.

Kardan kapanmış yollarda hiç bir aracın yol alması mümkün değil. İnsan boyu kar... Kadife, sessiz, buyurgan, bembeyaz ölüm kokuyor. Tenini, dokunu hissedemeyecek denli titriyorsun. Bu başka türlü bir soğuk. Ağzından, burnundan çıkan soluk buharlaşmadan buzullaşıp kırılarak parçalanacak sanki. Yumuşak ve genzi yakan bir hükme sahip. Yutkunamıyorsun. Üşüdüğünün ve titrediğinin farkına varman zaman alırken, donma riskiyle karşılaşıyorsun. Küstah kraliçe kar, sinsice seni kollarındaki ölüme çekiyor. Uyumak, sadece sonsuza dek uyumak arzusuyla yanıp tutuşuyorsun.

...

O kadın, eğer kızakla dahi en yakın sağlık merkezine götürülebilseydi belki de yaşayacaktı. Gözleri yumuk bebeği bağrıma basmak, anne şefkatinden yoksun bırakmamak, diğerlerine ise sıcak birer yuva tahsis edebilmek isterdim. Evlât hasretiyle yanıp kavrulan onlarca insanın; bilimin en son nimetlerinden faydalanarak kapılarını arşınladığı son teknoloji laboratuvarlara, kliniklere koşturmalarına ve oluk oluk para dökmelerine bir anlam veremiyorum bu yüzden.

Neden yüzümüzü biraz da Doğu'ya çeviremediğimizi, oradakilerinde insanca yaşamayı hak ettiklerini unuttuğumuzu, açılan yardım kuruluşlarının, derneklerin, sanatçı çabalarının yetebildikleri dar alanları hesaba katamadığımızı ve bu ülkenin bir ferdi olarak; neden holding sahibinden memuruna, müdüründen çalışanına, milletinvekilinden sekreterine, yani yaşamayı bilen sınıfın bilmeyenlere bir adım atmadıklarını merak ediyorum?

Neden yaşadığım ülkede hırsızlığın ve açlık sınırının nüfus çoğunluğunu temsil ettiğini ve ağzı olanın "yetkililere, devletin başındakilere" söylendiğini, neden ben dahil; bilinçli kesimin hiçbir şey yapamadığını anlamak istiyor, anlayamıyorum!

Bu nasıl bir çaresizliktir Allah'ım? O adam, yaşlı kadın, üç çocuk ve hayata henüz "merhaba" derken ölüme terk edilmiş bir bebek... Ve daha onlara benzer kim bilir kaç tanesi? Gücümün yettiğince yetebilmek istiyorum.

Orada insanlar azrail bir illegâl örgütün rehberliğinde katlediliyor. Bebekler, kadınlar, suçsuz ve günahsız insanlar... Yaşama hakkı en çok onlarınken, daha ölümle yüzleşmenin ne demek olduğunu bilmezken, dipçikle tartaklanıp tek göz odaları yağmalanıyor.

Tüyü yeni bitmiş gencecik er kişiler; anlamadan ve bilmeden, metezoruyla ve bölücükle bu örgütün beyinleri kanla yıkanmış, kendi soyuna düşman canlı bombaları oluyor.

Kız kısmısına okuma yazmanın yasak kılındığı; tarihini, geçmişini, bilimi, felsefeyi öğrenmenin faydası dokunmayacağına inandırıldığı, yalnızca çocuk doğurmanın mübâh sayıldığı bir yer orası.

Cehaletin bir insan boyundan katlanarak yükseldiği, coğrafyası ülke sınırları dahilinde belirlenmiş; fakat düşünecede kaderine bırakılmış bir yer... Ben, hayatımdan eksilen her insan için gözyaşı dökerken, toplum olarak koca bir bölgeyi nasıl gözardı edebiliyoruz ve sözümona varmış gibi davranıyoruz, şaşıyorum!

Medeniyetin kurulduğu yüzyıllar öncesini, kendi toprağımızın tarihini unutmayı nasıl başarıyoruz? Ve nasıl sahip çıkamıyoruz? Din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin binbir zorluk ve mücadele ile kurulan Laik Cumhuriyet'in bize bahşettiği mirasa nasıl oluyor da sırtımızı dönebiliyoruz ve kendi içimizde barışçıl yaşamak dururken kıran kırana savaşıyoruz? Gencecik bedenlere al bayrağı kefenlemeyi hangi vicdanla hazmediyoruz?

Yalnızlığımın beni alıp götürdüğü bu dehliz görüntüleri, düşünceleri unutmamak için anlatıyorum bunları... Hayâlime söylüyorum;

".............. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hîyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-û zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahvâl ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!

Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur."(*)

Oturduğum kaloriferin başından kalkıp bahçeye çıkıyorum. Derin derin nefes alıyorum. Havada kar kokusu buram buram, içimde bıçak kesiği kırbaç izi yaralarım. Hayâlimi bulmalıyım. Kaybettiğimiz değerleri, yitirdiğimiz güzellikleri, destanlarımızı, İstiklâl Marşı'mızı, Dumlupınar'ı, Çanakkale'yi, Sivas'ı, Erzurum'u, Şanlıurfa'yı, Kahramanmaraş'ı, devrimlerimizi, inkılâplarımızı, Ata'mızı, Laikliği ve en önemlisi yitirdiğimiz insanlığımızı ona yeniden öğretmeli, yeniden anlatmalıyım. Ki, kaybetmek üzere olduğu değerleri bilsin. Bilsin ve unutmasın. Unutmasın ve zamanı geldiğinde milletiyle birlikte yeniden tek vücut halinde karşı koyabilsin. Hatırlasın ki; orada bir köy var, o köyde aç insanlar, o insanlar sebepsizce ölüyorlar....

(*) Gençliğe Hitabe / Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Esirgemediği yardımları ve desteğinden dolayı Nihat Çapar'a Sevgi, Saygı, Kardeşliğimle...


Elif Eser
elif.eser4@mynet.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
7 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Doğan Sovuksu


İÇİMDEN YAZMAK GELMİYOR

- Kimse yazamıyor. Kimse ilginç bir şey anlatamıyor.
- Sen ne yazıyorsun?
- Ben de yazamıyorum.
- O zaman şikayete hakkın yok.
- Şikayet eden kim? Ben mutluyum.
- Tamam kapat o zaman bu konuyu.

Mutluymuş. Sinirimi bozuyordu. Herşeyden şikayet ediyordu. Trafikten, insanların suratlarının asık olmasından, yüzeyselliklerinden, filmlerin sıkıcılığından, kitapların aynılığından, müzisyenlerden, politikacılardan, yoldaki çukurlardan, kebaplardaki yağlardan, işyerindeki mongollardan, hava durumu sunanlardan, dj'lerden, vj'lerden, anchorman'lerden, gençlik kanallarından... Onu ne zaman görsem içim kararıyordu ama 20 yıllık arkadaşımdı, iyi çocuktu ve esprileri çok iyiydi.

- Abiciğim çevremde kimse kalmadı beni anlayacak. Bari sen şikayet etme. Çok bunalıyorum bugünlerde. Sanki herşey eskisinden daha kötü gibi. Üniversitedeyken hayran olduğumuz o kadar adam vardı hatırla. Şimdi kimi beğeniyorsun diye sorsam cevap verebilir misin?
- Ama büyüdük biz.
- Onunla bir alakası yok. Eskiden saygı duyduğumuz, imrendiğimiz, kıskandığımız insanlar vardı. Şimdi herkes birbirine benziyor. Ne eksileri ne artıları var.
- Öyle deme, Cem Yılmaz var. Çok komik.
- Dalga geç sen, onu sevmediğini biliyorum.
- Niye sevmeyeyim, iyi biri.
- İyi biri iyi biri...Başka da bir bildiğin yok. Bir kez gittin mi izlemeye?
- İlk filmine gittim ya! Bu konuyu da kapatsak? Vallahi sıkıldım.
Kapatamazdı. Açılmıştı bir kere. Offffff ki ne oftu.
- En son ne zaman bir filme gittin?
- Unuttum.
- Konser?
- Unuttum.
- Televizyon izliyor musun?
- Şahan ve Simpsonları kaçırmam.
- Ot gibi yaşıyorsun yani.
- Sayılır.
Sanki kendisi her akşam partilerde sürtüyor, her hafta kız arkadaş değiştiriyordu. Asıl ot oydu.
-Asıl ot sensin. Sen televizyon bile izlemiyorsun.
-Evde senin kadar durmuyorum en azından. Eskiden bir sürü arkadaşın vardı, her akşam çıkardın. Ne oldu sana? Kocasını kaybetmiş 80 yaşında teyzeler gibi yaşıyorsun.
-Abiciğim ne saçmalıyorsun? İyiyim ben, sen kendi haline bak. Durmadan eleştiriyorsun çevrendekileri. Benim keyfim yerinde, sen kendini düşün, bırak beni.
Boş konuşuyordu. O anda 100 milyon insan ağlıyordu bir yerlerde. 1000 kişi o saniyede ölüyordu. Evimin önündeki yolda bir araba bir köpeği ezmişti belki de. Köpek dışında hiçbirşey umurumda değildi. Belki de iyi değildim gerçekten de.
-Sen eskiden daha mutluydun.
-Sen de daha az konuşurdun. Eskiden herşey daha güzeldi, yine de şikayetçi değilim.
-Tabii tabii değilsin. O yüzden manastıra kapanmış rahibeler gibisin.
Tam o sırada yanımızdaki masaya kumral bir kız oturdu. Elinde Tuna Kiremitçi'nin son kitabı vardı. İkimiz de kızı bir süre süzdük, o yüzden konuşmamız kesilmişti.
-Eskiden esprilerin daha kaliteliydi be abi. Şu konuyu kapatsak artık. Vallahi canım sıkkın. İyiyim ben. Bahisler iyi gitmiyor ona üzüldüm.
-Yok yok sen 3-4 aydır böylesin.
Kızın telefonu çaldı, konuşmamız tekrar kesildi.
-Alo, aldım aldım bilet. Bil bakalım kim geliyor filme? Polat'ın sevgilisi var ya dizide. Onun kuzeninin bir arkadaşı da geliyor. Bize Polat ile ilgili bir sürü şey anlatacak...
-...
-İnanma! Gelince görürsün. Hadi görüşürüz.
-...
Telefonu kapatmıştı. Bizimki yine şikayete başladı.
-Oğlum gidişat kötü. Küçücük çocuklar bu herife özenip adam vuruyor. Robot gibi bir herif, neyini seviyorlar? Kıro terminatör! İzle bir akşam allahını seversen. Dijital kameranı al dizi boyunca fotoğraf çek, burun kılı fotoğraf koleksiyonu olur 1 saatte.
-Ya bize ne be oğlum. Bırak bunlarla uğraşmayı ya!
-Sende kesin birşey var. Eskiden sinirin bozulurdu böyle şeylere.
-Değiştim yahu anlamıyor musun? Değiştim. Beni ilgilendirmiyor bunlar.
-Yeni yetmeler gibi konuşuyorsun. Bütün gün evde türkçe müzik kanallarını dinlemekten bezgin düşmüş teenage'ler gibisin. Kafasını birazcık çalıştırmaya hali olmayan, yaşamadan yaşlanmış uyuz gençler gibi.
Gerçekten de öyleydim.
-Öyle deme, ben 20 yaşındayken dünyayı değiştirmek istiyordum. En azından çevremi değiştirmeye çalışıyordum.
-Değişti mi bari dünya?
-Kendi dünyamı değiştirdim ya! Çevrem aynı ama.
-Oğlum yaşın 30 daha. Yapabileceğin bir sürü şey var. Uyuzluğu bırak.
-Halı saha ayarlayayım mı? Veya kapalı bir tenis kortu bulalım, haftada 2 gün oynayalım ne dersin?
-En azından espri yeteneğini kaybetmemişsin. Hala yaşıyorsun hayret.
-Daha ölmeme var merak etme. Halı saha ayarlayayım, canım çekti ciddiyim!
-Kimse güzel yaşayamıyor biliyorsun. Seni adamın Bukoswki'nin bir sözüyle kalbinden vurayım: çalışanlara sadece eve gitmeye, yemek yiyebilmeye ve sabah işe dönebilmeye yetecek kadar para veriyorlar ki iş bağımlılık yapsın, başka bir şey yapamayasın.
-Eeeeeeeee. Benimle ne ilgisi var? Ben de biraz daha fazla para var.
-Senin paran kimin umurunda? Durum cidden vahim. Sen de biliyorsun. Sabahları otobüs duraklarında servis ve otobüs bekleyenlere bak! Yaşamları sıradan ve sıkıcı. İş ev arasında gidip gelen milyonlarca kişi ve boş zamanlarda yapılan şeyler aynı; yemek yemek, TV izlemek ve TV'de gördüklerini ya çok sevmek ya da onlardan nefret etmek...
-Benim sorunum mu bu? Ben Şahan'dan nefret etmiyorum. Simpsonlar Perşembe akşamına alınmış haberin var mı?
-Her gün yüzlerce insan boşu boşuna öldürülüyor bu ülkede.
-Banane? Bize ne ya! Tatlı yiyelim mi?
-Yakında sana da çıkabilir. Sokakta yürürken bir adam yürüyüşünü beğenmiyor diye seni vurabilir.
- Ne var ki yürüyüşümde? Aşure yiyelim mi?
- Yemeyelim!! Gençleri görmüyor musun? Model aldıkları insanlara bir bak. Gittikçe daha da yüzeyselleşiyorlar. Çevrendeki çocuklara bak, ne yapıyorlar? Hayalleri ne? İlerde bu çocuklar bu ülkeyi yönetecekler. Ülkeyi yönetmeyi boş verdik çocuk sahibi olacaklar. Bir kere çok sıkıcılar, sıradanlar. Yanlarında 1 saat takıl sıkıntıdan ölürsün. Televizyon dışında hayal güçlerini besleyen birşey yok. Hayal güçleri dizilerin basit senaryolarına emanet. Kızların olabileceği en iyi şey dizilerdeki gerzek lolitalar. Hayallerindeki erkek dizilerdeki çok zengin ama aynı zamanda maço ve anadolu yürekli, gerçekte var olmayan adamlar. Yoklar böyle tipler. Bir de bu tiz sesli adamlara seslendirme yapıyorlar ki en komiği de o! Sanki zengin ve kültürlü bir adamın ses tonu ince olamazmış gibi. Halk olarak o kadar kompleksliyiz ki senaristler bundan ne de güzel faydalanıyorlar. Bizim memlekette çocuklar bu adamlara nasıl özeniyorlar bilsen. Maço olacaksın ama çok da zengin olacaksın. Üniversite mezunu, kültürlü ve romantik biri olmak da şart tabii. Ya seslerini kim düzeltecek? Toplam 10-15 kelimeyle koca bir hayatı yönetmeye çalışıyorlar. Kitap okumuyorlar, dünyaya kapalılar. Irkçılar. Abazalar. İşsizler. Nefret dolular. Sanatla alakaları yok. İdolleri, komik olmayan komedyenler ve suya sabuna dokunursa rating'inin düşeceğinden korkan iki yüzlü talk show'cular veya mafya döküntüsü dizi kahramanları...Mafyaların seslerine de dikkat. Onlar da birer diksiyon ustası!
-Yahu biraz nefes al birşeyler iç! Köpürdün yine. Çok sıkıldım bu muhabbetten ya! Bize ne be kardeşim! İzlenmiyor mu? İzleniyor. Başarılılar o zaman.
-Sen iyi bir adamsın, biliyorum kalbin başka bir şey söylüyor sen umursamasan da.
Canımı sıkmaya başlamıştı. Sanki o gençler babasının oğluydu. Özgür bir ülkede özgürce yaşamanın onların da hakları olduğunu düşünüyordum. İsterse evden çıkmayıp 24 saat mastürbasyon yapsınlar, kitap okumasınlar, yiyip içip uyusunlar hiç umurumda değildi. Okumadıkları veya düşünmedikleri için kimseyi suçlayamazdım. Okumak belki başka bir ülkede bir insanı mutlu ederdi ama bu ülkede sadece aradaki uçurumu büyütüyordu. Ben de beynimi boşaltmak, bütün gece 5 saat dizi, Kral TV veya bir eve kapanan iki gerizekalının birbirini aşağılamasını izlemek, canımın çektiğini vurmak, sokaklarda kadınları taciz edip, kalabalığın içinde çaktırmadan göğüslerini tutmak, maç çıkışlarında otobüslerin camlarını parçalamak istiyordum. 20 yaşında apolitik veya ırkçı olmak, konsantremi arabaların çelik cantlarına vermek, kızlarla yatmak dışındaki zamanlarda sabah programlarını izlemek istiyordum. Yeni yeni kaybetmeye başladığım saçlarımı jöleyle dikleştirip pis sakal bırakıp, prototip gerzek oğlanlardan biri olup lüks mağazaların olduğu caddelerde kız tavlamak ve cafe'lerde Cem Yılmaz'ın hiç eskimeyen müthiş esprileriyle hava atmak istiyordum. İnsanları, paramla, arabamla, son model cep telefonumla etkilemenin yapabileceğim en iyi şey olmasını istiyordum. Ama yapamıyordum. Geç kalmıştım. Ruhum geç kalmıştı, bedenim hala buna uygun olsa da.

- Belki de kız olsaydık işler kolaylaşırdı.
- Haydaaa. Bu da nereden çıktı. Türkiye'de kadın olmak zordur be!
-Burda kız olmak Rusya'da kız olmaktan daha mı zor? Buraya geliyorlar koca bulmaya. Çünkü orada çoğunluk güzel ve akıllı. Burada işler farklı. Güzel bir kızsan yırttın demektir. Kız olsaydık güzel bir kız olurduk be! Beni yüz kişi isterdi. En zenginiyle evlenir, çalışmaz, evde onu beklerdim. Bu muhabbetlerden de kurtulurduk. Bize ne ülkenin gidişatından? Kocalarımız akşam hararetli hararetli tartışırken, yanlarına gider "canııımmm kesin artık şunu, siz mi değiştireceksiniz bu ülkeyi? Boşuna konuşup kendinizi üzüyorsunuz" derdik sevgililerimizin bize şimdi dediği gibi. Hafta arasını caddedeki kitapçılarda ve güzellik salonlarında geçirirdik. Evin saunasında uzanırken Tuna Kiremitçi ve Ahmet Altan kitaplarını okuyarak cips yer, çıkışta gaz çıkarırdım.

-Hehehe. Onlara ne kızıyorsun? Adamların ne suçu var, çok satmak suç mu?
-Haklısın, bana ne oluyor ya, banane!
Beni biraz daha konuştursa onun sülalesine de sıra gelecekti. Neyse ki oturduğumuz yerden sıkılmıştık. Ordan çıktık, otoparka yöneldik. Arabamız otopark çıkışında buzda kayıp duvara tosladı. Neyse ki hasar küçüktü. Köprüye yaklaşırken arabalar hareket etmiyordu. Sürücülerin hepsi ağlamaklı bakıyordu. Servislerdeki insanların yüzü camdaki buhardan seçilmiyordu. Bizimki hala şikayet ediyordu. Trafikten, insanların pisliğinden, şöförlerin ona yol vermemesinden...Kadınların sürücülüklerinden....
Aynı anda yaşlı bir adam eğildi ve hazırladığı çimentoyu 6 cm yarıçapında, 4 cm yüksekliğindeki çukura döktü. Bisikletlilerden biri işe giderken bu noktada düşüp bir yerini incitebilirdi. Çimento kuruyana kadar kimse üstünden geçmesin diye parlak sarı levhalar astı. İşini bitirince ceketini giydi. Göteborg hiçbir kış kadar soğuk olmamıştı. Belki de yaşlanmıştı...

Türkiye'de ise herkes mutluydu. Sonunda başımıza geçirdikleri çuvalın öcü alınmıştı. Bizimki ise hala şikayet edip duruyordu. Keyfim yerindeydi. Camı açıp köprüden tükürmek istedim, yapamadım...

Doğan Sovuksu


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,899,899,899,899,899,899,899,899,899,89
9 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Gülendam Oğuz

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 5.287 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Aşkı Müebbet....

Adalet tokmağının
Güm güm sesi
Yırtıyor yüreğimi.

Zanlı
Söz hakkı
Dedi.
Şahitler peş peşe
Geldi.

İdam
Özgürlük derken,
Müebbete çevrildi.

Aşka sarılmış
Onur
İdam edilseydi.
Sevda koynunda
Gurur
Özgürlük denseydi.

Müebbete çevrildi.
Ne olacak
Şimdi? ...

Özlem Gökdem

Yukarı

 

 Bulmaca - Sudoku


Sudoku #1



SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.

Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız.

Kolay gelsin.

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Semih Bulgur

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


Alaattin Bender - Sergi

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar

  Şef Garson : Akın Ceylan

Sizin bir hamster'ınız varsa onun için web sayfası yaparmısınız? Hadi canım demeyin. Tabi ki olur yaparım diyenleriniz de vardır biliyorum. Cevabınız ne olursa olsun http://vivi.exworks.jp/soffy.html kısa yolundaki web sayfasını ziyaret edebilirsiniz.

illusion yada bizdeki okunuşuyla ilüzyon severmisiniz? Ben bayılırım. Bu teknik sayesinde cisimler ya da olaylar olduğundan farklı bir bakış açısıyla size sunularak görüntüyü farklı algılamanız sağlanır. Bazıları buna sihirbazlık bile diyebiliyor! http://www.grand-illusions.com/ kısa yolunda çok hoş örnekler bulacaksınız.

Birbirinden muhteşem resimlerin bulunduğu harika bir web sayfası. Hatta aslında bir fotoğrafçını seyahat günlüğü de diyebilirsiniz. http://www.drewnoakes.com/gallery/index.jsp Aslında bu web sayfasına girdiğimde ilk olarak sağ üst taraftaki leke ilgimi çekmişti. Sanki az önce kahvesini bitirmiş ve ardında bıraktığı lekeye aldırmadan işine devam eden, işkolik bir adamın çalışma masası gibi göründü gözüme. Hele bir de işin içinde kahve de varsa...

Gözünü bilgisayarından ayıramayanlara özel, günlük gazetelere ulaşabileceğiniz bir web sayfası http://www.gazeteler.com/ Açık söylemek gerekirse biraz abartıp ulusal, yerel, konulu demeden tüm gazeteleri listelerine dahil etmişler. Editörü tebrik ediyorum.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


avast! 4 Antivirus Home Edition [9,84 MB] W9x/2k/XP FREE
http://www.avast.com/eng/download-avast-home.html
Alın size bir tane daha mükemmel bir antivirüs programı. Hem de bedava. Hala bir antivirüs programı edinemediyseniz ya da eski programınızın süresi dolduysa, bunu mutlaka kullanıp deneyin derim. Türkçe olarak yükleyip ömür boyu güncelleyerek kullanabilirsiniz. Benden söylemesi.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20060217.asp
ISSN: 1303-8923
17 Şubat 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com