|
|
|
28 Mart 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Tutulmaz olasın emi!.. |
Merhabalar,
Ben bu ileri saat uygulamasına 2 gündür adapte olamadım. Kolumdaki saatten ziyade biyolojik saatim baskın çıkıyor. Alenen herşeyim bir saat ileri gitti. Oniki civarında açtığım matbaayı bir sularında anca açar oldum. Dün gece yattığımda saat beşti. Ama dün gazetede okudum. Bu gelip geçici bir durummuş ve bir hafta sürermiş. Üstüne bir de tam güneş tutulmasını koyarsanız bu bir hafta olur size bir ay. Nereden çıkardın tutulmayı demeyin, sinir katsayımı yükseltmeyin. Benim birşey çıkarmama gerek yok, o kendiliğinden her taşın altından çıkıyor zaten. Hani dile gelse konuşacak. "Yahu gökten taş yağsa benden bileceksiniz." diyecek. Yok deprem olacakmış, olmadı kıyamet kopacakmış. Tam bir asparagas muhabbeti. Deprem olacak tabi, zaten hergün oluyor. Şimdi bir aklı evvel çıkıp "Ben demedim mi..." derse, kafasına tava geçirmek insanlık görevidir. Dinimiz buna cevaz verir, korkup çekinmeyiniz. Bu arada Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi Deprem Araştırma Enstitüsü Astronomi Laboratuvarı tutulma için güzel bir site hazırlamış. Bilgi edinmek isteyenler ellerini kollarını sallaya sallaya gezebilirler. http://www.eclipse2006.boun.edu.tr.
Bugün pikabımızda bir koca sesli tiyatro adamının okuduğu güzel bir şarkı var. Orson Welles söylüyor, I know what it is to be young, but you don't know what it is to be old. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Kardelen Ezgileri : Fatma Toprak Gök SUDA YANAN ATEŞ | |
Hepimiz birer kibrit çöpü parçalarıydık. Kimimiz kırık, kimimiz eğik, binlerce kibrit çöpü... Oysa yola çıkarken hepimiz aynı görünüyorduk. Bazıları yarı yoldan başlasa da görünüşlerimiz aynıydı. Hepimiz aynı boyda, rengimiz açık, kafamız ise kahverengi. Gideceğimiz yol bizi koca bir akarsuya getirdiğinde içimizden bazıları karada kalmayı tercih etmişti. Su ürkütmüştü onları. Ben de dahil olmak üzere yollarına devam etmek isteyenler, hep beraber atladık o koca suya...
Rüzgarın da etkisiyle akıntıya kapılmış gidiyorduk. Kimimiz bir yerlere takılıp kalıyor, kimimiz takılmak için bir yer arıyor, kimimiz o güçlü akıntıya karşı koymak için direniyor kendinden emin, kimimiz karşı koyamayacağından emin, kimimiz ise bırakmış kendini akıntının kollarına, savruluyor bir o yana, bir bu yana...
Suya değmesin diye kaldırıyorduk başlarımızı, ıslanırsa başımız nasıl yanarız bir daha. Kurumamız uzun sürer. O yüzden mümkün olduğu kadar ıslatmamalıyız kafalarımızı. Her an bir aleve ihtiyaç duyulabilir. Malum, bir kibritin alevidir onu nitelikli kılan! Alev ne kadar çok ve parlak olursa, o kadar güzel aydınlatır. Bilindiğinin aksine yanarak yok olmuyor, çoğalıyoruz. Etrafımıza yaydığımız alevden sonra yenileniyoruz, bir sonraki alev daha da güçlü oluyor... Bazıları ise bilerek ve isteyerek ıslatıyorlar kafalarını. Kuru kalmasına gerek yok diyorlar başlarımızın. "Gideceğimiz yere gidelim, orada kurur ve yanmak istediğimiz zaman yanarız" diye düşünüyorlar...
Yolun başlangıcından beri kıyı boyu uzanan bir ağacın dalına sığınmışım. Ben ona tutunuyorum sımsıkı, o beni tutuyor bırakmamacasına. İlk zamanlar akıntıya alışmam kolay olmadı. Bu daldı beni ayakta tutan. O bana kurtarıcı, ben ona can yoldaşı... Bulunduğum yer sığ, etrafım kalabalık. Biraz ileriye gitmem lazım ama iyice gürlüyor su. Beklemeliyim. Doğru zamanı beklemem gerekli. Akıntı buradan alamaz beni diye düşünüyorum. Bakıyorum etrafıma, seyre dalıyorum. O da ne! Kırık bir kibrit çöpü suyun altından sadece kafasının küçük bir bölümü gözüken bir taş bulmuş, ona tutunmuş. Nasıl da direniyor, nasıl da karşı geliyor o koca suya... Üstelik onun bile zor sığdığı yere diğerlerini de çağırıyor. Umursayanlar, o küçük kırık kibrit çöpünü yok saymayanlar geliyorlar ve dinleniyorlar orada bir müddet. Akıntının şiddeti hafifleyince de yollarına devam ediyorlar.
İleride şelale var. Yolumuzun üstünde. Şelaleden sonra yol ayrımları başlıyor. Her kibrit çöpü başka bir yola yönelecek... Yan tarafıma bakıyorum... Şelaleyle karşılaşmak istemeyenler burada kalmak için yer ayarlıyorlar kendilerine, şelaleden sonraki yol ayrımlarının nerelere gittiğini bilmeden, merak etmeden. Merak edenler var elbet aralarında ama onlar da merak etmeyenlerin etkisiyle istemeye istemeye orada kalmaya razı oluyorlar.
Epey oyalanmışım. Akıntının şiddeti azaldı. Yola koyulma vakti geldi demek ki. Aslında rüzgarın hızına bakılacak olursa birazdan tekrar şiddetlenecek gibi. Ama iyice durulmasını bekleyemem. Zaman daralıyor. Akıntı hiçbir zaman en hafif olmayacak, bu yüzden bu riski göze almalıyım. Toparlanıyorum. Ama tereddütlerim de tam olarak geçmiş değil. Yola çıkıyorum yavaş yavaş. Dalı hala bırakmış değilim, temkinliyim. Ama yapamıyorum, hareket edemiyorum. Ben o dalla beraber yola çıkmak istiyorum, dal ise sabit. Kımıldayamıyorum, kımıldatamıyorum... Kımıldatmalı mıyım!!... Yoo, bırakmalıyım (galiba). Bırakıyorum. Tam hareketlenecekken, dalın üst taraflarında birşey fark ediyorum. Kırılacak bu dal! Ne yapmalıyım şimdi! Tutuyorum dalı. Kırılması an meselesi. Ağacın diğer dalları ve ben, hep birlikte tutuyoruz şimdi.. Peki ya nerden çıktı şimdi bu kırık... Neden daha önce bu kadar yakından bakmadık ki ona! Nasıl bu kadar derin olduğunu fark etmedik. Hep birlikte tutarken dalı, elimden kaydığını görüyorum. Tutmak istiyorum tekrar bu kez kurtulmak için değil, kurtarmak için! Yapamıyorum, gücüm yetmiyor. Az ileride bir girdap! Yöneliyorum, tutmak istiyorum tekrar... Nafile... Gidiyor dönülmeze, girdabın içinde bir müddet döndükten sonra kapılıp gidiyor, derinlere, en derinlere. Sendeleniyorum bir an. Girdaba ben de kapılmak istiyorum, gitmek istiyorum ben de... Ağacın diğer dalları tutuyor beni. Bağırıyorum : Bırakın beni ! Bırakın beniii !
..........
Zaman... Ağılı bir ilaç sanki... Ne zaman o girdaptan kurtulmuşum... Ne zaman harap bitap olmuş, sonra ne zaman toparlanmışım... Ne zaman kapılmışım tekrar akıntıya... Ne zaman şelaleye gelmişim... Ne zaman kurtulmuşum o dev, azgın sulardan... Ne zaman tepetaklak olmuş, sonra ne zaman kurtulmuşum... Ne zaman kendimi o azgın sulara bırakmış, sonra ne zaman başlamışım tekrar direnmeye... Ne zaman açılmışım bu engin denize...
Şimdi geriye dönüp baktığımda girdaba kapılan o dalı düşünüyorum hep... Şelaleyi geçip engin denizlere gelmek istemeseydim acaba o olağanüstü dal kırılır mıydı yine... Orada, onun yanındayken yaptığım gelgitler beni sonunda buraya yöneltmişti, fakat orada birazcık daha kalsaydım, dal kırılmadan da bu denize ulaşabilir miydim... Aslında ben geç kalmışken yola çıkmaya, o dal için yola çıkmam henüz erken miydi...
Şimdi mi? Şimdi etrafımda bir sürü kibrit çöpü ile birlikte bu engin denizde yol alıyoruz. Peki şimdi bu denizde mi kalmalıyım, yoksa yola devam edip, okyanusa mı açılmalıyım. Ne zaman açılmalıyım... Doğru zaman ne zaman? Doğru zaman var mı?
Yitirmiştim o dalı bir girdapta, kökü ulu bir çınar,
Bu engin denizde yaşıyorum işte, aklımda ise okyanuslar...
Fatma Toprak Gök
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir |
BEN SENİ SAKLIYORKEN KAYIPSIN SEN…
Ruhunun yalanından büyük tövbeler arıyordun.. günahkarmışsın demek.. iki yarılı ve devre araları her seferinde onar dakika artırılmış acıların var senin.. yollarının kuytuluğunda namlu sesleriyle beraber bir keman senfonisi çalar durur her akşam.. teslim olma sevgili.. kaç kaçabildiğin kadar.. üstelik senin her çamurlu tuzağa battığında postalların ;unutma !kemanını ben harmanlıyor olacağım namlu ve barut kokulu karanlık yollarına…
İçinde çok eski köy kokulu bir ana doluydu hasret. Kaçmayı sana reva görenlerin tamamı kangren oldu sonunda. Beyin bazında..
Gerginleştirilmiş aşkların en ucunda tek kişi tutuyordu askıda kalmayı beceremediğin sevdalarını.. yollarının tamamında sulu bir kar yağıyordu. Karlar sulu yağıyor olduğu için yerde beyaz değil, kara bir çamura bulanırdı postalların da.. tıpkı kalbin gibi….
Hiçbir ezan yoktu ki içinden yeni çıkılmış sıcak bir yorgan kokusuna davet etmiş olsun seni.. sen her kaçtığında bir namlunun ucunda buldun kendini. Bu yüzdendir ki ben de her ezanda bir süre saygımız için tanrıya, ara verirdim kemanımla acılarına kılıf uydurma telaşıma…
Seni kalbimin bir sürgün sonrası boşaltılmış yağma şehrine sakladım sevgili.. namluların ucunda değil ki artık gözlerin. Ve kar yağıyor diye sövmekten vaz geç artık.. korkma! Seni yüreğimin yağmalanmış şehrine gizliyorum. Çamura bulanma şimdi..Üzülme her sulu yağan kara…
Ganimetlerin kehaneti umurumda değil ! Bütün değerli doğurgan filizlerim senin gözlerinde kilitli. Ve yağmalanmış şehrime gözlerinle gel gir sevgili. Daha fazla keman çalmasın ezanlı saatlerde ellerim. Yoksa aralıksız sulu bir kuytu noktada mayın serecekler yollarına. Kör olacaksın…..
Kör olursan en sırça sevdayı da almış olurlar ellerimizden. Ve hiçbir nadas bulunmaz ki o vakit; ardından hasatı bola döke gelecek baharlarımız olsun. Ben seni ruhumun terk edilmiş işgalsiz güçlerine sakladım. En bulanık cesetlerde senin yüzünün gölgesi durur. İşkenceli sabahların hepsinde senin marşın duyulur. Ben seni kalbimin kıyımlarından kısa devreler buluşturmuş en yalan nüshasında bulurum. Hep aslını kaybetmiş olduğum için bu yola başvururum….
Ruhumun seyisi yeni besteler getirir oldu kemanımın yorgunluğuna. Sen hiç bıkkınsız olmadın ki yine kara sövdün ihtimal, postallarını çamurlu bir vıcıklığa buladı diye.. şimdi değilse, hiç bitmeyen geniş zamanlarda saklardım seni ,kalbimin en kuytu köşesine.. artık sokağa çıkabilirsin yeni yağmalanmış şehirler bulmak için. Kör değilsin. Üstelik ben seni saklamış sanıyordum kendime. Şehrimin boşaltılmış her karesinde eksik bir sevdaydı giden.. düşümcem devrimlerini saklıyorken sen kayıpmışsın zaten en mişli tüketilmiş zamanlarda.. yine de teslim olma ve vurulma sevgili.. seni unutturmaya niyetli bütün beyinler kangren oldu beyin bazında. Kemanımdan sana çıkmaz nicedir hiçbir senfoni. Üstelik çok yıllardır gece elime almıyorum ben kemanımı.. teslim olma kayıp kentten seyis saflığına bürünmüş sevgili.. teslim olma.. çamurlara bulanmış postalların çiçekli kırlara da varmamış olsa, varmayacak da olsa teslim olma.. en illegal aşk bile hak etmiyor nasıl olsa tutsaklığı. Kayıp yağmalarda da olsa .bu gün hala seni saklıyorum ben. Üstelik çoktan kayıplara karıştırılmış bir yalanken postalların… kalbimin terk edilmiş kuytu bir liman şehrindesin sen. Kim bilebilir belki bir gün oraya da uğrar tropikal Akdenizden kopmuş karsız bir liman. Teslim olma. En illegal sevda bile mahkum olmamalı tutsaklığa. Teslim olma….
Sarahatun Demir sarahatun@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Gelip geçici kalıcılıklar…
Geceye az kaldı yine, üzerime yeni bir duruş biçimi giydirilmekte. Odada bir başımayım (elimde ki kalemi saymazsak)
Bu gece geçmişi düşündüm, her gece uyuyup uyandığımızda görme garantimiz olmayan güneşi düşündüm…
...
Şimdi uzaklardayım, bir dağda yalnız başındayım, üç tane kuzum, birkaç sözüm ve içimde közüm var. Ufak bir barakada kendi sesimin yankılanışını dinliyorum. Dağlara bağırdıkça, çığlıklarımı hoş bir nağmeye çevirip geri yolluyorlar kulaklarıma, ve bu ses öylesine titreştiriyor ki çekiç, örs ve üzengi kemiklerimi, sanki metabolizmamın işleyişi değişiyor.
Buralar güzel! Su bile bir başka derecede kaynıyor. Sevdalara, dostluklara, yüreklere fazla basınç değmediğinden, henüz maddenin en düzenli halindeler( ama kesinlikle katı değiller).
Her yer kuş bakışı göründüğünden bazen kendimi kuş bile sanıyorum. Özgürlüğüme de diyecek yok. Bir kanatlarım eksik...
Yaşamın karmaşası uzaktan bir tiyatro sahnesini andırıyor, herkes başrol istiyor fakat roller parsellendiğinden, hep ikinci sınıf karakter oyuncusu olmak zorunda kalıyorlar, veya hırpalanan figüran. Başrollerde yer alanlar genelde paralı insanlar, yani anlayacağınız yetenek pek de işe yaramıyor.
Herkes tuhaf bir telaşa bulamış üzerini, az sonra kısık ateşte pişmeye bırakacaklar sanki...
Ben uzaklardayım bir dağda yalnız başımayım!
Güneşi hepinizden önce görüyorum. İlk ışıklarıyla beni selamlarken içimden onu yakalamak geliyor. Aya da sizden daha yakın oluyorum, kurt uğultuları, çakal sesleri (Buradaki kurt ve çakallar gerçek, insan kılığında dolaşanlardan değil) her akşam fasıl geçiyorlar bana... Üstelik masam sahneye en yakın olandan, beni sevdiklerinden tek kuruşta istemiyorlar. Kulaklarım bu seslere aşina olmadığından önce biraz garipsiyorlar. Ama sonra dış, orta ve iç kulak olmak üzere alışıyorlar.
Buralarda düşünmek serbest, özgürlük deniz seviyesinden bir hayli yüksekte, sevdanın ve aşkın tadı en yüksek rakımlarda.
Sabahları güneşin seyrini seyrediyorum. Önce maviyle bütünleşiyor,sonra tüm insanlara yanıt alamayacağını bile bile merhaba! diyor. Ben de ona sesleniyorum. En yüksek sesimle merhaba! Diyorum.
Burada akustik mükemmel, ben bir kere merhaba! Diyorum dağlar dört kere yanıt veriyor. Yani ne söylersen bir karşılık alabiliyorsun.
Doğa harika bir döngü içinde, herkes bir diğerine bir diğeri en diğerine muhtaç.
Seher vakitlerinde ılık bir meltem öpüyor yanaklarımı, hoş bir sedayla uyanıyorum. Gecenin en namahrem vakitlerinde hicaz makamlarda şarkılar besteliyorum.
Kurtlar baykuşlar, bayan kuşlar vokallik ediyorlar bana. Muhteşem bir senkron içindeyiz. Ben bariton okuyorum şarkıları, onlar en tenör sesleriyle vokallik ediyorlar. Hatta bazen üç sesten dahi, bir parçayı dillendirdiğimiz oluyor. Öyle mutluluk kokuyor ki yeşillikler, öyle rahat ki bu tüm varlıklar!..
Derken saatin sesine uyanıyorum. Gözlerimi, yine popüler kültüre, ayrılıklara, acılara, umutlara açıyorum. Meğer rüyaymış! Bütün gördüklerim. Yani yine şehrin tam ortasındayım. Olsun rüyası da güzeldi. Şimdi, acılar, ayrılıklar, yenilmişlikler, belki bir gün deyip, mutluluklar yaşayacağımı bile bile doğruluyorum yataktan. Sanki hiç uyumamış gibiyim.
Merhaba! Diyorum, duvarlar yankı vermiyor. Bırakın yüzümü ılık meltemlerin öpmesini, hafif ve kısık bir sesle adımı çağırıp, beni uyandıran bile yok. Saatin alarmı kendi diliyle uyandırıyor beni.
Olsun güzel geceydi dün gece. Uzun zamandır böylesine bir rüya görmemiştim.
Temirağa Demir
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
MESAJINIZ VAR... GÖNDEREN: HAYAT
Hayat sürekli birşeylerle meşgul edebiliyordu bizi. Tam keyfimiz yerindeyken, neşemizin denizinde yüzerken çekip çıkarıveriyordu "bu kadar yeter" der gibi...
J.Lec tabiriyle yaşam insanın zamanını alan bir tantanaydı. Ertelemek ise hayatı ıskalamaktı! İnsan, bazen herşeyi yaşarım ne olacaksa olsun mantığıyla güçlenip, ertesi gün bir fiske acıya bile katlanamaz oluyor, dünya niye böyle kötü deyip üzüntülere salıveriyordu kendini!..
Zaman bir makastı, kağıttan ibaret ömrümü hergün, her an biraz daha kırpan ucundan ya da gürül gürül nidasıyla yanan bir ateşti lal alevleri korumak istediğim hayatımın her elementini yanıp küle karıştıran.
Hızla koşturduğum kelimelerim, dur diyemiyordu yaşama, yaşamsa sözcüklerime her saniye biçim veriyordu, anlamını değiştiriyordu farkına varamadan!
Daha dün gibi evet dün gibiydi, pastamdaki mum sayısının onsekiz çekiciliği. Mumlar sayı itibariyle daha bir pastayı görünmez hale getirdi, günler günlere dönüştü, ben daha bir bana dönüştüm. Hayallerimin kimi buluştu hakikatle, kimi de hüzünlü adımlarla yollandı gerçekdışı bilincimin çekmecelerine!..
Sanki sürekli iki hayat yaşıyordum. Seninle ve sensiz. Duygu ve düşünce dümenim hangi hayata geçerse o tarafa zıplıyordum. Hayatta bir yandan beni çekiştiriyordu, bugünü yaşayamamaktan endişe eden ruhumla birlik olup, mantar panomdaki yazıya takılı bırakıyordu gözlerimi.. "Carpe Diem"
Bir yelpaze alıp elime dağıtabilir miydim etrafımdaki herkesin kaybolduğu sis perdesini, bir sonbahar kırılganlığında yaprak olup bırakmalı mıydım kendimi yaşamın değişken akan nehrine, öylece..
Değiştiremeyeceğimiz tek şey geçmişimiz. Oysa insan düşündüğünde, değişik kuruyor her seferinde bugünden önceki kareleri, herkesi, herşeyi. Hani ebrudaki gibi suyun renklerini şekillerini değiştirseydik, yansımanın nasıl olacağını merak etmek gibi...
Şimdi hayat beni ne yapsın? Ben hayatla ne yapayım içinde sen olmayınca? Evet buldum!! Hayat beni bir kuşun kanadında tüy yapsın, güneşin nazlandığı bir bahar gününde gökyüzünden düşeyim usulca sevgilinin yumuşacık omuzuna!..
Yaşam bana seni sürekli düşündürsün. Düşünmekten vazgeçtiğim gün, herşeyin bittiği gündür. Bu mesajı hiç silme sevgili hayat!
Gökçe Gerçek
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı EN GÜZEL ÇİÇEK HANGİSİDİR? |
|
Sizce en güzel çiçek hangisidir; gül mü, karanfil mi, papatya mı, manolya, lale ya da akasya, menekşe mi?
Şarkılarda, şiirlerde en çok gül geçer. Sevgili güle benzetilir. Belki de dikenli oluşundandır bu...Ne olursa olsun, gülü seven dikenine katlanır, gülün kokusuyla kendinden geçer, kanatlanır, sanki canına can eklenir. Özel günlerde daha çok gül beklenir. Gülün de kırmızısı istenir. Karanfil de güzel bir çiçektir. Yanık bir kokusu vardır. Ahmet Haşim'in dediği gibi, "Yârin dudağından getirilmiş/ Bir katre alevdir bu karanfil."
Lale de bir devre adını vermiş bir çiçektir. Kıpkırmızı olanı aşk ateşiyle yanan aşığa benzetilir. Politik bir simgedir aynı zamanda. Papatya bir kır çiçeğidir: "Papatya gibisin beyaz ve ince/ Bir hoş oluyorum seni görünce" denilir bir tangoda.
Zeki Müren'in manolyası vardır: "Koklamaya kıyamam/ Benim güzel manolyam..."
Akasya baygın kokusuyla koklayanları mesteder: "Yârimle biz biz bize/Otururduk diz dize/ Sevişirdik göz göze/ Akasyalar açarken" diye şarkı söyletir. Menekşe gökkuşağını andıran renkleriyle gönül tellerimizi titretir. Sümbülün morluğu ve boynu bükük duruşu ozanlarımıza yas tutanları anımsatmıştır. Zambağın çeşitli renkleri vardır ama daha çok beyazı olanı yeğ tutulmuş, masumiyet simgesi sayılmıştır. Orkide, krizantem gibi çiçekler daha çok sosyetik çevrelerde görülür, hediye edilir.
Görüldüğü gibi, her çiçeğin kendine özgü bir özelliği, değişik bir güzelliği vardır. Herkes kendi zevkine, kişiliğine göre bir çiçeği sever, onu diğer çiçeklerden daha güzel sayar, üstün tutar. Zevkler ve renkler münakaşa edilemez, niye bunu seviyorsun diye sorulamaz.
Ama bana soracak olursanız, en iyi, en güzel çiçek dürüstlük çiçeğidir. Ne o, böyle bir çiçek adı duymadınız mı? Eğer öyleyse aşağıdaki öykücüğü okuyun da bir düşünün.
Bir Çin prensi tahta çıkacaktı ama yasalara göre, daha önce evlenmesi gerekiyordu. Uygun bir aday bulmak için bölgedeki genç kızları huzuruna çağırdı.
Saraydaki hizmetçilerden birinin kızı prensi çok seviyordu. O da prensin huzuruna çıkmak istedi. Annesinin uyarılarını dinlemedi, çünkü sevdiği adamı bir kere bile görmek onu mutlu edecekti.
Beklenen gece geldi. Genç ve güzel kızlar en güzel giysilerini giymişler, süslenmişler, kendilerini beğendirmek için her çareye başvurmuşlardı. Prens kızlara birer tohum verdi. Bunu saksılarına dikmelerini, altı ay sonra gelmelerini söyledi. En güzel çiçeği yetiştiren kızı kendine eş olarak seçecekti. Herkes tohumu alıp heyecanla evlerine geri döndü.
Genç kız da kendisine verilen tohumu alıp saksıya ekti. O kadar bakmasına, özenmesine karşılık toprakta tek bir filiz bile görünmedi. Her şeyi denedi, uzmanlara danıştı ama bir fayda göremedi. Altı ay dolmuştu ama saksı hâlâ bomboştu. Prens sunacağı bir çiçek olmadığı halde gene de belirtilen gün ve saatte boş saksıyla saraya gitti. Oysa diğer kızlar güzel çiçekli saksılarla gelmişlerdi...
Sonunda beklenen an geldi. Prens salona girdi, kızların arasında dolaştı, saksıları birer birer inceledi. Hizmetçinin kızını kendine eş olarak seçtiğini duyurdu. Herkes şaşırmıştı. Diğer kızlar bu karara tepki gösterdiler, itiraz ettiler. Boş saksıyla gelen kız nasıl eş olarak seçilirdi? Prens durumu şöyle açıkladı:
"Bu genç hanım en değerli çiçeği yetiştirip bana sundu. O çiçeğin adı dürüstlük çiçeğidir. Çünkü sizlere dağıttığım tohumların hepsi sahteydi ve çiçek açmaları olanaksızdı."
****
Nasıl, haklı değil miyim?
Hepimiz böyle çiçekler yetiştirelim ve çiçeklerimizi hiç soldurmayalım.
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 5.523 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
HÜZÜNLÜ ŞİİR
Dağlarda ki nazlı kızım ağladı,
Ihlamurlarım çiçek açamadı,
Tılsımlarım çözüldü,
Yayımda ki ok kırıldı,
Menekşem güneşi göremedi,
Sabahlarım esmer oldu.
Özlemeyi bile özler oldum.
Sel karanlığın da kaldı yüreğim,
Avuçlarımda ki yıldızlar kaydı,
Denizlerim, ırmaklarım ağladı.
Yediveren güllerim soldu,
Bulutlardan yağmurlar taştı,
Ümitlerim zifiri karanlıkta yandı,
Hayallerim sonsuz sefere çıktı,
Sıralar yandı, çıralar yandı.
Yetim kaldı düşlerim,
Yıldızlar sırlarımı çaldı,
Tırtıllaşmış yaşamı,
Kelebek misali yaşadım.
Zalim örümcek ördü ağını,
Yemyeşil yosunlarım yok oldu,
Dört odalı, sarı bir evde
Tutsak kaldı hayallerim.
Masamda ki fanus kırıldı,
Penceremde ki gün ışığı yandı,
Çığlıklarım yitik,
Bakışlarım kayık,
Duygularım kelepçeli,
Martılarım küskün.
Aynada kaldı güzel yüzüm,
Güllerim kurumuş,
Kuşlarım ise göç etmiş,
Şehirlerim yağmalanmış.
Mutluluk kirpiklerimden aşağı akmış,
Elinden sıktığım zaman,
Kum gibi akmış gitmiş eteklerimden,
Senelerim göçmüş,
Işığımın rengi sönmüş.
Cümlelerimi ise yel götürmüş.
Tespihin taneleri gibi dağılan,
Hülyalı düşlerim ağlamış.
Bir roman gibi yazılan hayatı,
Mavi gözlü, dalgalı saçlı,
Hırçın bir çocuğun,
Hüznü gibi yaşadım.
Neslihan Güzel
Yukarı
|
Sudoku #28
Çözüm: Sudoku #27 SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.
Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız.
Kolay gelsin.
Yukarı
|
Çizen: Semih Bulgur Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bir web sayfası ki zaman karşı yarışıp bilginizi ölçebilirsiniz. Detaylar için http://www.birmilyon.com/ ...Birmilyon.com sitesinin kuruluş amacı, her türlü paylaşımı ön plana çıkartmak ve internette kaliteye önem veren insanların kaliteli bir ortamda paylaşmasını ve eğlenmesini sağlamaktır. Bu amaç doğrultusunda her geçen gün sizlerin de desteği ile kaliteden ödün vermeksizin birmilyon.com sitesini sahip olduğumuz profesyonel ekip ile geliştirmekteyiz...
İnternet ne güzel bir şey değil mi? Onun sayesinde istediğiniz yemek kapınıza kadar geliyor. "Homini gırtlak, pufidi kandil, tumba yatak" ...Merhaba, Türkiye'nin ilk ve tek online paket servis portalı www.yemeksepeti.com 'a hoşgeldiniz. Siparişlerinizi en doğru, en hızlı ve en kolay şekilde alıyor, ilgili restorana eksiksiz ve anında iletiyoruz. Kredi kartı, güvenlik sorunu yok. Siparişinizi hiçbir ekstra ücret ödemeden verin, 10-45 dakika içerisinde yemeğiniz elinizde olsun. Afiyet olsun...
İşte bu da yasal mp3 platformu. http://www.powerclub.com.tr Bastır parayı al mp3'ünü. Nasıl oluyormuş bu paralı mp3 diye merak edenlere duyurulur. Seyyar satıcıdan 2 YTL verip 80 - 100 şarkılık mp3 CD almaya benzemez.
...Ben uzaklardan beklerdim, Sayarak günlerimi. Bu gece penceremden düsenay isiginda, Birden yanibasimda buldum Bir agaç gibi çiçeklenmis Anladim almis yürümüs Sarmis bu sevda içimi ... Necati Cumalı şiirlerini severmisiniz. ...Akan suyu severim ben Işıldayan karı severim... http://www.cs.rpi.edu/~sibel/poetry/necati_cumali.html
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Ajanda Xp 1.1.3 [2.8 MB] Windows (tümü) / bedava
http://www.codeducks.com/ajandaxp/ajanda113.exe
Günlük işlerinizi planlayabileceğiniz, önemli günlerinizi kaydedip günü ve saati geldiğinde sizi uyarmasını sağlayabileceğiniz oldukça yararlı bir program. Gerçek ajanda bilgilerinin çoğunu da içeriyor. Özellikle farklı kullanıcı hesapları yaratarak özelleştirmenize olanak tanıyan(böylece veri güvenliğiniz maksimuma çıkıyor) basit ve kullanışlı bir arayüze sahip, her bilgisayarda kurulu olması gereken windows'un olmazsa olmazlarından biri.
Yukarı
|
|
|
|
|
|