|
|
|
17 Mayıs 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Belediyeden Başbakanlığa!.. |
Merhabalar,
Dünün iki ilginç, ya da bir başka deyişle sürpriz haberi vardı. Yok hayır, doların yükselmesi, borsanın düşmesi değil haber olan. Birincisi Ecevit'in iktidar alternatifi yaratabilmek üzere önerdiği isim, diğeri ise muhalefet olduğunu en nihayet hatırlayıp kayda değer bir cümle kuran Baykal'ın "Gerekirse sine-i millete döneriz." lafı. Ecevit'in önerdiği isim mükemmel. Aslında herkesin aklında olup dillendiremediği bir isim Dr.Yılmaz Büyükerşen. Eskişehir'i tepeden tırnağa bir Avrupa kenti yapan DSP'li Belediye Başkanı. Ecevit'in söyleminden çok Büyükerşen'in buna sıcak yaklaşması daha da güzel. Parti kurmaylarının önderliğinde ve işbilir ekibinin gayretiyle İstanbul'a hasbelkader başkan olup ardından başbakan olan, bir yıl sonrası için Çankaya hayalleri kuran Tayyip Bey'e en güçlü iktidar alternatifi. Önemli olan şahinlerle koyunların bir araya gelip bu isim etrafında birleşmesi. Birleşebilirlerse şu sıralar yaşamak zorunda kaldığımız kara komedinin sonu gelir.
İkinci haber sanırım birinci haberi alan Baykal'ın "Ben bitmedim, bende daha hayat var." diye haykırması. Nedeni ne olursa olsun yerinde bir çıkış. Demokrasi söylemlerini dillere pelesenk edip bir yıl sonra kendi kafalarına yatkın bir ademi Çankaya'ya çıkarmak için canlarını dişlerine takan Tayyip Bey ve şürekasını dizginleyebilecek en önemli cümle. Tabi arkasında durulduğu takdirde. Baykal ciddiyse Tayyip Bey'in 2 alternatifi var. Ya diretmeyi ve hayallerini bir kenara bırakıp çoğunluğu rencide etmeyecek bir aday etrafında mutabakat sağlayacak ya da resti görüp seçimi kabul edecek ve hayatının kumarını oynayacak. Erken seçim sonucunda ibre hâlâ onu gösteriyorsa 1 yıl sonra "Sayın Cumhurbaşkanım" diye önünde ceket iliklemekten başka çaremiz kalmayacak. Ama ya bir de aklıselim galip gelip adam gibi bir parlemento teşkil edilirse, işte o zaman memleketim için bayram olur. Olur mu olur!..
Tracy Chapman'dan Baby Can I Hold You Tonight'ı dinlemeye ne dersiniz? Haydi o zaman, hem dinleyin hem de aşağıya doğru usulca inip başlayın okumaya. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
YAZAMIYORUM...
Bir karamsarlık ki aldı başını gidiyor. En sevdiğim duygu UMUT adı UMUT-suz'luğa dönüşecek diye korkular, ürpertiler sarıyor ruhumu. Hayat mücadelemdeki silahım, hiç tükenmez dedikleri kalemim, şevkat-i mahrum anne kucaklaşmalarım, deliliğim, imkansız ve imkanı resmileşmekte olan aşklarım beni terk etti sanki birden. YAZAMIYORUM!
Eskiden elime kalemimi alır almaz zırvalamalar olsun dökülürdü ruhumun derinliklerinden kan rengine bulanık da olsa beyaz kağıtlara. ZIRVALAYAMIYORUM!
Bir kopuş var yüreğimde hayata dairlerden ve bir koku; tiksindirici moloz artıklarını andıran. Nerede benim deliliğim? Nerede, sağ ve sol ellerimin kardeşçe dayanışmalarla kalem tutuşları? Nerede en uç noktalara kayışları yaratışlarımın? Bulamıyorum. Mecal-i derman yok aramaya bile. Nerede benim o eski çoğaltılarım. AZALIYORUM!
En ulu güc'e ağladım yalnızlığımı paylaşmak adına. Günden güne Türe'yen dostum, hey! "UYUYUP, UNUTAMIYORUM!!!".
Gül Çakır gulcakir9@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
İSTANBUL'UN EN GÜZEL ŞARKISI
Kâbuslarla geçen bir çalışma haftası sonrası yenilenmek üzere Taksim yolundaydım. Kışın acımasız Cumartesilerinden biriydi; soğuk ve karanlık bir gece. Dolmabahçe'nin keskin dönemeçlerinde karşıdan gelenlere çarpmamak için aşırı çaba harcıyordum. Yol kenarındaki Atatürk resimleri karanlık geceyi benim için daha da hüzünlü hale getiriyordu, bir an önce Taksim'e ulaşmak istediğimden hızımı gittikçe arttırıyordum. İnönü Stadı'ndan yukarı çıkmayı başardım.
....
Taksim'in şişman kollarındaydım yine. İstiklâl Caddesi, nefessiz kalacak şekilde sardı beni. Koltukaltı kokuyordu ve zor nefes alıyordum ama, onsuz da yapamazdım. İstanbul "V" şeklindeydi ve İstiklâl Caddesi bunun en alt noktasındaydı. Ne kadar tepeye çıksam da yorulunca tekrar İstiklâl'e kayıyordum. Zenginler ya yorulmuyorlardı, ya da "V"nin üst taraflarındaki localarda sezonluk biletleri vardı. Buralara pek uğramamalarının sebebi buydu.
....
Kulağımda Mp3çalar'dan gelen King Crimson "One Time"1 melodileri ile İstiklâl'in en şanslı adamlarından biriydim.
"… güneşin doğmasını bekliyorum
sağanağın dinmesini…
ve yapmak istediklerimin gri bulutu içinde
bataklığın içinde duruyorum
açık bir el bulacağım ümidiyle
bir gün..."
Yeni tanıştığım bir kızla buluşmaya gidiyordum ve siyah-beyaz bir klipteymişim gibi, kendimden emin yürüyordum. Solistin sesindeki derinlik, yüzümdeki çizgilerin güzel bir ifade oluşturmasını sağlıyordu -ki buna mutluluk diyorlar- bunu buluşmaya kadar korumalıydım. Şarkı bitip Radiohead'den "No Surprises"2 çalmaya başladığında gözlerimde bir bilgenin bakışları vardı.
"Bir toprak yığını gibi dolmuş, taşmış bir kalp
Seni yavaş yavaş öldüren bir iş
İyileşmeyecek yaralar bereler...
Çok yorgun ve mutsuz görünüyorsun….
Yapmıyorlar, bizim için konuşmuyorlar
Sessiz bir hayatı tercih edeceğim
Karbon monoksitin elimi sıkmasını…"
Kimse beni alt edemezdi... Charles Bukowski'nin cesaretini, Alyoşa Karamazov'un azizliğini, Narziss'in bilgeliğini ve Holden Caulfield'in gözyaşlarını üstümde hissediyordum ve kendime gelmeye hiç niyetim yoktu... Çok mutluydum ve herkese gülümsüyordum.
....
Birdenbire üç saniyelik bir sessizlik oldu. Yeni şarkının geleceğinden emin bir şekilde insanlara sevgiyle gülümsemeye devam ettim. Ama yeni şarkı bir türlü gelmiyordu. Mp3çalarıma baktım. Pil bitmişti. Metanetimi bozmadan yürümeye devam ettim. Bu uzun sürmedi. Dışarıdan gelen seslerin etkisiyle her şey yavaş yavaş değişmeye başladı. İnsanların, binaların ve tramvayın canlı renkleri hızla koyulaştı. Büyük bir meydan savaşında demir başlığını kaybetmiş bir savaşçı gibi korkuyla etrafıma bakındım. Eriyordu sanki her şey… Havada gezinen serseri notalarla aptallaşmıştım. Aldığım oksijen bile gürültüyle değişmişti. Her yerden darbe alıyor gibiydim ama dayanabilirdim, buluşacağımız kafeye çok az kalmıştı. Yolun sağından solundan kanon yaparcasına çalınan şarkıların baskısıyla bakışlarımın kontrolünü kaybetmeye başladım. Yürüyen kadınların önce gözlerine sonra da bacaklarına bakıyordum. Sapıkmışım gibi bakıyorlardı bana. Caddenin bu kadar kalabalık olduğunu fark etmemiştim. İnsanların arasından hızla geçebilme yeteneğimi de kaybetmiştim. Birkaç kişiyle önce çarpıştım, sonra da nefretle beni itmelerini izledim. Sağ tarafımdan saldıran kitap-kaset mağazaları, hoparlörleriyle Loreena McKennitt'in duysa kendi sesinden bıkacağı sıklıkta tekrarlanan "na na na na na ni..." nakaratını çalmaya başladığında bakışlarım tamamen değişti. Biraz ileride, sol tarafımdan "Waltz of the Butterfly"ı3 hiç acımadan 4 ayrı yerden kulağıma yollamaya başladıklarında ani bir refleksle sol kulağımı kapadım. Burası Paris değildi, bu akordiyon ve valsteki ısrar nedendi? Gürültü o kadar çoktu ki, insan suratları bana bulanık görünmeye başlamıştı. Ömer Faruk Tekbilek bölgesine geldiğimde bayağı güçsüz düşmüştüm, ama son 10 metreydi. Bob Dylan'ı "One More Cup of Coffee" ile Türk Pop Listelerine sokan ve listeden çıkmaması için habire çalan yedi kitapçıyı da az hasarla geçtikten sonra duyduğum bir şarkıyla umutlanıp, nefes almak üzere yeni açılan bir kitapçıya girdim. Placebo'dan "The Bitter End"4 çalıyordu ama uzun sürmemişti, hemen ardından Gocce Di Memoria'yı5 çalarak tüm ümitlerimi söndürdüler. Hemen dışarı çıktım ve adımlarımı hızlandırdım.
....
Kız arkadaşımın beni beklediği kafeye ulaştım. Canlı görünmeye çalışıyor, hoparlörden çıkan tek sesli müziğin keyfimi yerine getireceğini düşünüyordum ki birdenbire Iggy Pop'tan "In the Death Car" çalmaya başladı. Zaten heyecanlıydım, bir de ruhumun bir parçasını daha yitirip anlamsız cümleler kurmak istemiyordum. Pil almak zorundaydım, kısa bir süre için izin isteyip dışarı fırladım.
…..
Dışarısı daha da karışmıştı. Gökyüzüne yükselen binlerce bozuk nota çok yükselemeden tekrar aşağı düşüyordu ve bu kimsenin umurunda değildi. Ya herkes sağırdı, ya da buna bağışıklık kazanmışlardı. Birileri musluğu açmış, ama kapatmayı unutmuştu. Aklıma yıllar önce sokakta gitar çalarken zabıta tarafından götürülen Alman turist çocuk gelmişti. Bu sokakta canlı müziğin yeri yoktu. Bazen Galatasaray Lisesi'yle Tünel arasından cılız sesler çıkıyordu ama, gürültüye karışıp yok oluyorlardı. İstiklâl Caddesi'ndeki sesler cansız ve can sıkıcıydı. Aldığım pili hemen Mp3çalarıma yerleştirdim, kulaklığı takıp sesi sonuna kadar açtım. Alan Parsons Project'den "Silence and I"6 başladığında her şey yavaşça eski haline dönmeye başladı:
"Eğer yüksek sesle bağırsaydım
Gördüğüm acılar
Ve öğrendiğim sırlar üzerine
Zihnimi rahatlatırdı
Birinin paylaşması
Ama bir tek kelime fısıldamayacağım
Birbirimize benziyoruz
Sessizlik ve ben
Konuşmak için bir şansa ihtiyacımız var
Birbirimize benziyoruz
Sessizlik ve ben
Bir yolunu bulacağız
Çığlığını duyabiliyorum
Ağaçtaki bir yaprağın
Yere doğru düşerken
Çağrısını duyabiliyorum
Yankılanan bir sesin
Ama etrafta kimse yok"
İstiklâl Caddesi, İstanbul'un en güzel şarkısıydı. Başka bir şarkıya gerek yoktu… İstiklâl'deki en mutlu insan yine bendim… Yeni tanıştığım bir kızla buluşmaya gidiyor, kendimden emin yürüyordum...
"Çocuklar kahkahalar attığında
Hep korkardım
Palyaçonun gülümsemesinden
O yüzden gözlerimi kapıyorum
Işığı artık görmeyene dek…
Ve seslerden kaçıyorum
Birbirimize benziyoruz
Sessizlik ve ben
Bir yolunu bulacağız…"
Doğan Sovuksu www.maratheband.com
1- One Time - KING CRIMSON, Albüm: Thrak 1995, Virgin Records
2- No Surprises - RADIOHEAD, Albüm: OK Computer 1997, Capitol
3- Waltz of the Butterfly: İstiklâl Caddesi'nde 2004 yılı boyunca sürekli çalan, vals altyapılı akordiyon melodileriyle süslü, enstrümantal bir şarkı.
4- The Bitter End - PLACEBO, Albüm: Sleeping with Ghosts 2003, Astralwerks/EMD
5- Gocce Di Memoria: Karşı Pencere (La Finestra Di Fronte 2003) filminin müziklerinden biri
6- Silence and I - ALAN PARSONS PROJECT, Albüm: Eye in the Sky 1982, Arista
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Bir gün…
Yağmur çiselemeye başladı halbuki biraz önce güneş vardı,
geçer dedim bahar yağmuruydu ne de olsa.
Biraz biraz dindi ama havadaki o bulutlar gitmedi.
Geçmesini bekledim ne de olsa bahardı gelecekti beyaz bulutlar.
Kış olsaydı daha mı iyi olurdu diye avuttum kendimi.
Zaman geçti, baktım bulutlar yine ordalar, gitmediler.
Gittikçe fazlalaşıyorlardı,
hava gittikçe kararıyordu.
Evde oturmaktan sıkıldım, biraz yürümek, ıslanmak iyi gelir diye attım kendimi her zaman gezinti yaptığım bulvara. Ağaçların arasındaki o caddede yürüdüm. Hızlanınca yağmur,
beni korusun diye her vakit gölgesinde oturduğum ağacın altına sığındım.
Bekledim, dinmedi.
Şiddetlendi
yapraklar da koruyamaz oldu.
Rüzgar da esiyor
hissettiriyordu soğukluğunu.
Üşümeye başladım.
O çok sevdiğim hırkamı almıştım yanıma
biraz ısıttı beni ama ıslanmıştım bir kere.
Dönme zamanı geldi dedim, veda ettim ağacıma. Bulvarda yürürken insanlar yağmura aldırış etmeden yürüyordu. Üstlerinde sadece bir penye. Daha hızlı yürümeye başladım. Sonra yavaşladım, yorulmuştum. Biraz soluklanmam gerekti, girdim bir kafeye. Hızlı hızlı yürümekten üstüm başım çamur içindeydi. Garson geldi, çay istedim birkaç tane de peçete.
Yağmurun izleri saçımda kalmış
süzülüyordu yüzümden yüreğime.
Çayım geldi ve son sigaramı yaktım. Camdan dışarısını izlemeye koyuldum. Esen bahar yeli değildi sanki kış geri gelmişti. Havaların birkaç gün iyi geçmesi beni yanıltmıştı galiba.
Yine giyecektim o zırh gibi paltomu
kaşkolümle dudaklarım yine mıhlanacaktı birbirine.
Her sabah üşüyerek uyanacaktım diye düşünürken çayımın bittiğini fark ettim. Hesabı ödemek için garsonu çağırdım. Parayı verirken çok hızlı yürüdünüz anlaşılan, bence yağmurun tadını çıkarın, biz buraya tıkalı kalıyoruz yaz kış, dedi. Teşekkür ettim, ayrıldım. Garsonun dedikleri aklıma takıldı.
"Neden hızlı yürüyorum ki usul usul yağmurun tadını çıkararak yürümek varken?"
Rüzgar esmeye devam ediyordu üşüdüm fakat yavaş yavaş yürümeyeliydim. Yeni yeni açan çiçekler oradan oraya savruluyordu, hele bir tanesi direniyordu ama nafile kökü yeryüzüne çıkmış bir kere, koptu topraktan biraz havalandı ve yere düştü.
En nihayetinde eve vardım. Hemen odama geçip üstümü değiştirmek istedim ama bir an durdum o kopan çiçek geldi aklıma.
Acaba çocuklar oyun oynarken mi yoksa bizim gibi koca koca insanlar oyun oynarken mi zarar görmüştü o güzelim çiçek.
Not: Bu yazı hikaye değil zira ne rüzgar gerçek rüzgar, ne de çiçek gerçek çiçek.
Elçin Şensoy
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
GÖZLEME, KEDİ ve SEVGİLİ
Cüzdanımda çürüyen ehliyetin on senelik sahibi, yollarınsa on günlük çömez hakimi ben, arabayla pratik yapmak için sabahın köründe İstanbul'dan yola çıktım.
Sağımda O. Cesur yolcum. Biricik desteğim.
Dört saat sonra sağ salim buradayım; Edirne'de, haşmetli Selimiye Camii manzarasını gururla karşısına almış bir çay bahçesinde. Tamam, yol biraz uzun sürdü ama acemi hızı da bu kadar olur. Nasıl yorgunum! Vücudumda - araba kullanırken gereksin gerekmesin - ne kadar kas, eklem varsa heyecandan gerilmiş vaziyette. Yahu, otomatik vitesli arabada insanın debriyaj yüzü görmeyen sol bacağı bile nasıl, neden bu kadar ağrıyabilir ki?!
Karşımda O. Bendeki bitkinlikten eser yok. Olsa olsa önlem olsun diye arada el frenine uzanan sol kolu, eehhhh belki biraz da ses telleri yorulmuştur. Mütemadiyen basbariton bir tonda "yavaaaaş", "şeridini muhafaza et", "frene sert basmaaa" demek kolay değil tabi! Ben bu kadar sabırlı olamazdım. Fedakar eğitmenim.
Bize buram buram turist muamelesi yapan (eh, zaten burada yerli malı yurdun turistiyiz) garsonumuzdan menüyü dinledikten sonra birer gözleme ve çay sipariş ediyoruz. Of of of, hava nasıl temiz, bulmuşken çekiyorum içime derin derin. Beynime kan gitsin, gerilmiş kaslarım gevşesin. Oooh! Hele bir de gözleme mideye inince keyfim tam olacak.
Karşımda O. Nasıl da pis pis sırıtıyor. "Ben var ya ben, işte böyle korkularını yenmeni sağlarım. Sevdim mi böyle severim. Senin için yollara da düşerim, canımı da tehlikeye atarım." sırıtması bu. Arada klimayı kapatıp açtığı camdan mıdır bilmem, minik yeşil gözlerinin üstündeki Atatürk kaşları yine havalarda uçuşmuş. And ettim, şu sol kaşından firar eden upuzun asi kılı bigün uyuklarken çekivereceğim. Yoksa hayatta aldırmaz. Bu huysuz keçi kaşından da burnundan da kıl aldırmaz! Canım sevdiğim.
Gözleme geldi ve gözümün içine bakıyor. Küçük küçük kesmişler savaşmadan yiyelim diye. Ortaya da güzel bir salata, standart ikrammış. Tam "İşte Edirne farkı" derken: "Mırrr... mırrrr..." Hah işte, yemeğimizin beklenen ortağı; aldı tabi gözlemedeki sucuğun kokusunu!... "Mauuuu!!". Tamam kızma, bakıyorum.
Ama...bu ...sanki O! Hadi canım, sevdiğimin ruh ikizi bir kedi olabilir mi?
Hem sevecen hem öfkeli yeşil gözler,
Sağlam ve güven veren, ama mağrur ve ezici bir duruş,
"İlgine muhtacım" diye fısıldarken "kızdırırsan parçalarım" diye bağırabilen bir ifade,
Ve o gururla şişirdiği göğsünde kimbilir nelerle incinmiş ve belki de incitmeyi öğrenmiş bir kalp...
Dönüş yolculuğu için ayaklanıyoruz. Kedi gözlememin bütün sucuklarına sahip oldu, sonra da çekti gitti. Halbuki ben de bir kerecik olsun başını okşayıp kalbimi sıcaklığıyla ısıtmak istemiştim...
Yanımda O... Arabaya doğru yürüyoruz. Biricik desteğim, fedakar eğitmenim, canım sevdiğim. Seni de incittiler değil mi benim gibi? Birbirimize böylesine benzerken, böylesine muhtaçken, bir gün sen de kızıp, kırıp gidivereceksin. Şu elinden kalbime akan sıcaklığı bir daha duyamayacağım değil mi?
Korkuyorum. Eve dönmeyelim...
Ayşin B.
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
SİYAH, BEYAZ ve GRİ
Giriş: Pathétique
Sarayın mermer duvarları arasından uzun, bordo elbisesini sürüyerek, bir an önce oradan çıkmak istermişçesine, hızlı hızlı yürüyordu. Siyah ve dalgalı saçlara sahip bir Rönesans kadınıydı şimdi aklına gelen.
Bir yandan ellerini, onları yaklaşık yarım saat sonra fazlasıyla değerli kılacak olan bir görev için hazırlanmaya çalışırken, bir yandan da onca heyecanına karşılık benliğinin ücra köşelerinde kalmış o umursamazlığıyla işte böyle hayaller kuruyordu. Uzun zamandır kendisine umursamazlık hakkı tanınmadığı için, ara sıra bu şekilde rahatlayabiliyordu ancak. Konservatuarda geçirdiği sekiz sene boyunca özlemini duyduğu boş vermişlik duygusu da bu zaman dilimi içinde söz konusu olamazdı zaten. Ellerini, sınav için hazırladığı ve içinde parçalarının isimlerinin yazılı olduğu kağıtla, bu kağıdın altında duran sert kapaklı defterin üzerinde çalıştırıyordu. Bir yandan kenarlarında genellikle "Beni ara" yazısının ve bunun altında da bir telefon numarasının bulunduğu, delik deşik minderlerin üstünde sallantıya karşı müthiş bir denge oyunu oynarken, bir yandan da dinlediği Beethoven'in ünlü eserlerinden olan "Pathétique" sonatının notalarıyla denizin üstünde kaydığını hissetmekteydi. Vapurda da onun gibi pek çok insan, belki ondan çok ayrı hayatlar yaşayıp çok daha farklı düşüncelere sahip olmalarına rağmen, o anda aynı şeyi izliyordu. Denizin turuncuya boyanmasını. "Bu renklere bugün ihtiyacım olacak," diye düşündü Selçuk.
Şimdi kulaklarında Pathétique'in üçüncü sayfasındaki melodi vardı. Bu müzikle birlikte hızlı bir yaşam süren ve bu acelede farkında olmadan hayatın içinde kaybolmuş olan insanlar geldi aklına. Bu hayal kurabilme yeteneği, Selçuk'a en olmadık anda gelmişti. Heyecanı ve stresi bu kadar yoğun yaşadığı saatler içinde, tam otuz dakika sonra sınava girip bütün bunlardan kurtulacağını bildiği halde, ilk kez keşfettiği bu hayal gücü ona kaldıramayacağı bir yükmüş gibi geliyordu. Dikkatini dağıtması için gerekli olan tek şey de böylece meşgul etmek istediği beynini tümüyle işgal etmişti. Pathétique Sonatı'nın ilk bölümünün (başlangıç bölümü; mezar) vurucu ve biraz da can yakıcı olması, Selçuk'un o an içinden gelen her türlü hissi, çatışmalarıyla ve en saf gerçekleriyle, kafasındaki kalkanın en zayıf olduğu anda yaşamasına neden oluyordu. Müziğin iliklerine kadar sızmasının, heyecandan acıyan kalbini biraz olsun yumuşatabileceğini düşünmeye başlamıştı. Kaldı ki, bu heyecana erişmek bile büyük bir gurur veriyordu ona. Konservatuvarın lisans sınavına geçişinde sadece o ve heyecanı olacaktı çünkü.
Hayatı da bu sonattaki tırmanışlara benziyordu. Ailesinden konservatuar konusunda pek destek görmemişti; bu yüzden eğer günün sonunda bir zafer olacaksa, bunu sadece kendi gücüyle başarmış olmanın da ayrıca gururunu yaşamış olacaktı. Başarısızlık diye bir şey düşünmek istemiyordu zaten; düşünmemesi daha iyiydi. İşte öyle bir durumda bütün amaçlarına ve tutkularına ailesi tarafından bir perde indirilir ve kendi kendini yok etmenin vicdan azabıyla hayatının geri kalan kısmına yine ailesi tarafından takılan at gözlükleriyle devam etmek zorunda kalırdı. Selçuk gibi birinin bunları düşünmesi ise, kafasındaki kalkanın en zayıf noktada olduğunun bir göstergesiydi. Kafasında düşüncelerini ve hislerini korumaya yarayan bir kalkan taşımasına da yine ailesi neden olmuştu. Henüz dokuz yaşındayken annesinin müzisyen bir arkadaşının Selçuk'un müzik kulağının olup olmadığını denemesi ve onu mükemmel bulması sonucu kendini konservatuarda bulmuştu. Ailesi bunun bir uğraş olarak kalacağını ve onun nasıl olsa konservatuarın zor müfredatından ve sınavlarından bir süre sonra bunalıp orayı bırakacağını düşündüğünden, orada yarı zamanlı olarak okumasına ses çıkarmıyordu. Fakat Selçuk büyüyüp de piyano hocaları tarafından parlak bir yetenek olarak anılmaya başladığı zaman, ailesi sanki o korkunç haberi bekliyormuş gibi durumdan endişeyle söz etmeye başlamıştı. Görüştükleri her hoca Selçuk'un oradan ayrılmasının büyük bir kayıp olacağını dile getirmekle beraber, çok kez karşılaştıkları bu "aile-konservatuvarlı çocukları" arasındaki hazin ikilemi bir kez daha gördüklerine üzülüyordu. Bu tezat malesef iki taraftan birine koca bir yıkım yaşatmadıkça ailenin üstünde kara bir bulut gibi dolaşmayı sürdürüyordu. Sonuçta zarar gören ya çocuklarının hayatını garantiye alamamış olmaktan sürekli kendini suçlayan bir aile, ya da sanatından ayrılarak garantiye alınacak bir hayatı bile kalmamış olan bir çocuk oluyordu.
Bu yıkımı Selçuk'un ailesi yaşamak zorunda kalmıştı. Bundan tam bir sene önce evde kopan büyük tartışmadan sonra Selçuk ilk kez ailesini özlemeyi öğrenmişti. İlgi alanları ve yaşayış tarzları gibi farklılıklardan kaynaklanan kopukluğun yerini yavaş yavaş büyük bir uçurumun almaya başladığı dönemlerde bu sıcağı sıcağına yaşadığı kavgadan sonra birden içinde istemediği bir boşluğun varlığını hissetmişti. İşte o andan itibaren Selçuk, ailesinden göremediği desteğin yarattığı bu boşluğun üstünü kendini kanıtlama isteğiyle kapatmaya karar vermişti. Bütün bu inatlaşmaların sonucunda çaresiz kalan ailesi onunla konuşup ona bir şans vermenin en doğrusu olacağını düşündü.
Eğer Selçuk o sene son sınıfı okuduktan sonra lisans sınavından geçerse, tam zamanlı olarak konservatuvara devam etmesine ses çıkarmayacaklardı. Ama bu zor sınavı veremezse, o zaman Selçuk'un kendi adına seçim yapması tamamen engellenecek, ailesinin istediği gibi bir yaşam sürecekti. Ki Selçuk'un buna "yaşam sürmek" demeye asla dili varmıyordu.
Siyah, beyaz ve grinin mutluluk şarkısı nihayet duyulmaya başlıyordu. Vapurdan inen insanlar telaşlı telaşlı dağılırken, Selçuk kulaklarında hep varolan bu şarkıyı yeniden hatırlamanın ve belki de bir daha duyamayacağı bu melodinin son notalarını dinlemenin hassaslığı içinde kalabalıktan kendini nasıl kurtardığını bile anımsamıyordu. Düzensiz enstrümanlardan çıkan düzensiz notaların belli bir ahengi tutturması onun için yeterince cezbediciydi zaten. Konservatuvar binasını çevreleyen bu şarkı eski günleri siyah beyaz hatırlamasına, içinde bulunduğu gri düşüncelerden biraz olsun uzak tutmaya çalışır gibiydi. Yine binanın çevresinde "konservatuvarın bahçesi" diye adlandırdığı, renkli çiçekler satan insanların çizdiği bir sınır bulunuyordu. Selçuk içeri girdiğinde heyecanını "hatırlama" eylemiyle bastırmaya çalışsa da bunun ona pek fayda sağlamadığı besbelliydi. Yine de konservatuvardan gidebilme olasılığını göz önünde bulundurduğunda, bu küçük "vedalaşma" için daha yirmi dakikası vardı.
Tam sekiz sene boyunca şu duvara asılı ilanlardan akortçu aramış, satılan aletleri -onlarla ilgilenmese bile- sık sık incelemişti. Hemen şuradaki merdivenden derse yetişememe korkusuyla kaç defa düşme tehlikesi atlatmıştı. Karşıdaki tiyatro ve bale bölümünde tanıştığı bale öğrencisi onu kaç defa terk etmişti. Tam zamanlı öğrencilerin, üstünde sprey boyayla yazılmış yazıların olduğu demir dolaplarına kaç kez imrenerek bakmıştı. Kaç kez sırf evdeki komşular kızıyor diye, akşam vakti konservatuvara piyano çalışmak için gelmek zorunda kalmıştı...
Merdivenleri çıkarken kendini bu mutluluk şarkısının bir parçası gibi hissediyordu.
Sınav odasının olduğu kata çıktıktan sonra parçaları için son bir tekrar bile yapmak istemedi. Kapının önündeki oturma yerlerinden birine yığılmak, ona şu anda çok daha cazip geliyordu. Biraz sonra kendisine tamamiyle düşman hissedeceği siyah ve beyaz tuşları gözünün önüne getirdi. Ve onu dinleyecek olan gri hocaları. Elindeki, üzerinde müfredattaki parçaların yazılı olduğu kağıda baktı. Girdiği eski sınavlarda da yanında hep buna benzer bir kağıt bulunuyordu. Aradaki tek fark, yıllar geçtikçe bu kağıdın üzerinde bulunan parça sayısının artması ve zorlaşmasıydı. Bütün parçaları bir sene içine sığdırmak zordu, fakat eğer geçemezse aynı parçalardan bütünlemeye kalmak onun için daha büyük bir işkence olacaktı. Bunun tecrübesini de, geçen sene sınav öncesi hastalandığında sınavı veremediği zaman yaşamıştı. Yine de her halükârda, o odaya girmek için insanın öncelikle sağlam bir kalbe, sonra da çalacağı birbirinden zor parçalara güvenmek gibi bir deli cesaretine ihtiyacı vardı. Selçuk, buna kalbinin dayanacağı konusunda şüpheliydi.
İçeriden gelen piyano seslerinin korkan bir öğrencinin titrek ellerinden çıktığını tahmin edebiliyordu. Bu sesleri duymak bile, Selçuk'un içindeki gerginliği iyice arttırmakla beraber, ona, ideallerine karşı verdiği savaşın sonlarına geldiğini ve beyaz bayrağı siyah bir hayatın üzerine yavaş yavaş çekmeye başladığını hissettiriyordu.
Tam bu sırada piyano sesinin kesilmesiyle kendine gelip toparlanan Selçuk, biraz sonra sıranın kendisine geleceğini düşündükçe bayılacak gibi oldu. Sonunda kapı açıldı; içeriden çıkan öğrencinin yüzü her şeyi inkâr edecek haldeydi. Sadece önüne bakarak merdivenleri bile düşünmeden hızla inmeye başladı. Selçuk açılan kapıdan içeri girmesiyle kendini birden bütün dünyadan soyutlanmış hissetti. Ne turuncu deniz, ne demir dolaplar, ne amacı, ne ailesi, ne de mutluluk şarkısı... Sadece siyah, beyaz ve gri -belki bir de heyecanı- onun bu beyaz bayrağı çekişinde yanında olacaklardı.
Hayatta en nefret ettiği şey, bir insanın onun üzerinde baskı kurmaya çalışmasıydı. Şimdiyse, bu koca odanın ortasına doluşmuş olan on beş öğretmen, sert bakışlarını onun üzerinde gezdirerek böyle bir izlenim yaratırken, ondan bir dolu parçayı hatasız bir şekilde çalmasını bekliyordu. En sevdiği hocaların bile o odanın havasına ya da bir anlık büyüsüne kapılarak soğuk birer maske takmaları Selçuk için alışılmışın dışındaydı. Müziğin önüne soğuk duvarlar örerek, sanki işin disiplin ve sıkı çalışma taraflarını alıp aynı noktada toplamışlardı. Selçuk, bu duvarı ancak bir tezatla kırabileceğini anladı. O odada siyah ve beyaz gibiydiler. Bu zıtlığı sadece devam etme azmi ve sanatın güzelliğini hırsın tatlı bir nefrete dönüşmesiyle yansıtacaktı. Gözünden yaş akıncaya kadar, acı olanın aynı zamanda güzel olduğunu anlatıncaya kadar çalacaktı.
(Do - mi bemol - sol - do)(Allegro) - Mezar bölümü. Pathétique sonatına başlamıştı.
Bu önünde gördüğü tuşlardan ve her bastığı tuşta parmaklarının uçlarının yandığını hissettiği müzikten koparılması söz konusu olamazdı artık. Çalma esnasında tuhaf bir boş vermişlik duygusuna kapıldı. Sekiz senedir özlediği boş vermişlik... Kafasındaki gri düşüncelerden teker teker kurtuluyor gibiydi. O ortamdaki sinir bozucu ve şevk kırıcı havayı biraz olsun unuttuğunu düşünüyordu. Belki de kurduğu bu zıtlıklarla bir şeyin üstüne gitmenin verdiği zafer duygusunu tadarak bu soğuk duvarın etkisini en aza indirmeyi başarmıştı. Tekrar bölümüne gelmişti. Vurucu ve insanın uç noktalarını yaşarken dinlediği anda onun üzerinde yaratacağı büyük etki. Yine acı olanın güzel olduğu gerçeğini kanıtlıyormuş gibiydi. Ya da insana asıl tatlı gelenin amacı değil, ona ulaşırkenki heyecanının olduğunu...
Sonat bitmişti. Heyecanı da uzun süre o ortamdaki havayı solumaktan yenik düşmüştü artık. Diğer müfredat parçalarını da çaldı. Bitirdiğinde yüzünde hiç bir duygunun ifadesi yoktu. Sadece karşıya bakıyor ve bir an önce oradan çıkmayı hedefliyordu. Bitmiş bir şey hakkında yorum yapmak ona göre anlamsızdı. Hiç bir duyguyu yaşamadığı için kendini boşlukta hissediyordu. Sadece dışarı çıktı ve bekledi. Giren son kişi olduğundan değerlendirmeler bir saate yapılıp hemen ilan panosuna asılacaktı. Bu süre içinde kantine gidip bir şeyler yedi. Kantin de konservatuvardaki öğrenciliğinde vazgeçemediği bir yerdi. Her şeyi son kez gördüğünü düşündüğü için olacak, yaşadığı ve gördüğü şeyler ona daha değerli geliyordu. Ama umutsuzluğa düştüğünden değil, her türlü olasılığa karşı kendini hazırlamış olmasındandı bu.
Bir saat sonra ilandan notunu okudu. Her zamanki karmaşık müzik sesleri içinde "konservatuvarın bahçesi"nden kendine bir çiçek aldı. Vapurun gelmesine daha on beş dakika olduğu için deniz kıyısına yerleştirilmiş olan banklardan birine oturdu. Denizin turuncuya boyanmasını izledi. Aldığı çiçeğin renkleri olduğunu gördü.
İşte şimdi kendini bu mutluluk şarkısının bir parçası gibi hissediyordu...
Duygu Ergun
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Gülendam Oğuz Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 6.133 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
İdrak
çiçeği burnunda delikanlıların
ayak izlerine serili an
uyutur benliğini
uyandığında karşılarken aynasında
geri dönülmez zaman
sonra
yollar sürükler gölgeni
hane duvarındaki aynanın içine
renk büyür
su büyür
öz sarsılır içinde
Gülcan Talay
Yukarı
|
MELİH CEVDET ANDAY
İÇERDEKİLER
"içerdekilerle dışardakiler arasında böyle bir ayrım varmış. kuşla balık arasındaki ayrım gibi…onu bugün anladım."
TİYATRO FİREZ
Can Kırmızıtuna
Mehmet Ergün
Özge Önal
tarih:18 mayıs 2006 // 25 mayıs 2006
saat: 20:30
yer: Barış Manço Kültür Merkezi (Kadıköy)
gişe tel: (216) 4189549
e-posta: tiyatrofirez@gmail.com
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
1987 yılında Amerikan Havayolları mali bir kriz içerisindeydi. Masrafları kısmak için denenen yollardan biri; uçuşlarda yolculara sunulan salatadaki iki zeytini bire indirmekti. Pek bir işe yaramayacak gibi görünen bu uygulama sayesinde aynı yıl içinde hava yolu şirketi tam 40 bin dolar kar elde etti. Bu ve benzeri onlarca gereksiz bilgiyi http://www.gereksiz.net kısayolunda bulacaksınız.
Günlerden bir gün, Kırlangıcın bir adama aşık olmuş. Adamın penceresine konup şöyle demiş: "Ben seni çok seviyorum. Lütfen pencereyi açıp beni içeri al da birlikte yaşayalım". Adam cevap vermiş: "Olmaz öyle şey. Sen bir kuşsun. Bir kuş, bir adama aşık olur mu?". Bu duygusal hikayenin devamı için http://www.askmasali.com/hikayeler/30.html
Bilgisayar'a karşı dart oynemek için vereceğim adrese girebilirsiniz. Unutmayın her seferinde sadece üçer atış hakkınız var. Amaç size verilen puanı en az atış sayısı ve en çok puanı toplayıp sıfıra indirmek. http://www.gophergas.com/funstuff/darts.htm kısayoluna bir tık lütfen.
İşte size yeni bir flash oyun daha. Başlarda biraz zor gibi görünmesine rağmen, öğrendikçe hoşunuza gidecek bir bike mania oyunu. 10 - 15 denemeden sonra ciddi anlamda ya devam edecek ya da bırakacaksınız. http://www.flashgames247.com/play/675.html Acele etmeden ve sabırla oynamanızı tavsiye ediyorum.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
FREE Hi-Q Recorder Version 1.9 [2.61MB] Windows Free
http://www.free-sound-recorder.com/dlrhm/freehiqrec.exe Mp3 ya da wma olarak direkt kayıt yapabildiğiniz bir program. Alın kurun neyi dilerseniz kolaylıkla kaydedin. Her bilgisayarda bulunması gereken çok kullanışlı bir program.
KM Toolbar v1.0 [643KB] Windows - Ücretsiz
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|