19 Mayıs Atatürk'ü Anma  Gençlik ve Spor Bayramı



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 5 Sayı: 987

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 18-19 Mayıs 2006 - Fincanın İçindekiler


 

 Editör'den : Gidin de kurtulalım!..


1. Kahve Molası Öykü Yarışması - Detaylar için tıklayın.
Merhabalar,

Lanet olsun! Böyle 2 kelime ile yazıya başlamak hiç istemezdim. Ama lanet olsun işte, lanet olsun. Şeytan rolünü üstlenen bir okumuş lanetli beyin, elinde hayalet silahla toplantı basıp, Allah adına kafa uçuruyor. Kifayetsiz yöneticiler "Her nereden gelirse gelsin.." teranelerine hemen başlıyor. Kabuklarından çıkıp mertçe "Ohh iyi oldu" demiyorlar da, ağızlarının kenarı ile kınıyorlar. Bir yıl sonra bu güzelim memlekete Cumhurbaşkanı olmayı hayal edenler, katile nasıl yırtacağı konusunda tüyo veriyorlar. Sonra gene kafalarına allı benekli türbanlarını geçirip deve kuşu gibi saklanıyorlar.

Efendiler, bu katliam, sizin açtığınız yolda, verdiğiniz gazla palazlanan rejim düşmanlarının eseridir. Bundan kendinizi sıyırıp ak kaşık olma hevesiniz kursağınızda kalacaktır. 1930'daki Kubilay'ın katlinden sonra Laik Cumhuriyet'e yönelik en büyük saldırıdır. Bunu söylemeye cesaret edemeyip, Anayasa'nın değiştirilmesi bile teklif edilemez hükümlerininin tartışılabileceğini daha üç gün önce yumurtlama cüretini gösterenler bunun hesabını bir bir vereceklerdir. Ama silahla, topla tüfekle değil, nalıncı keseri gibi kendilerine yontup dillerine doladıkları gerçek demokrasinin tek silahı olan sandıkla defolup gideceklerdir. Türbanı şemsiye yapıp memleketin çivisini çıkaran, Allah adına infaz yapanlara açık açık destek olan Tayyip Bey ve şürekası Türkiye Cumhuriyeti'nin başından gidene kadar siyah bant ve siyah kurdele ile onları protesto ediyorum. 19 Mayıs gibi anlamlı bir günün arefesinde Danıştay yargıcını katleden zihniyeti, bu zihniyeti ülke sathına yaymaya çalışanları şiddetle ve nefretle kınıyor, lanetliyorum.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

 Atatürk diyor ki!


Posta Kartı olarak yollamak için tıkla
10.Yıl Nutku'nu izlemek için... W.Media
10.Yıl Nutku'nu dinlemek için...

TÜRK GENÇLİĞİNE BIRAKTIĞIM KUTSAL ARMAĞAN

Sayın baylar, sizi, günlerce işlerinizden alıkoyan uzun ve ayrıntılı sözlerim, en sonu tarihe malolmuş bir çağın öyküsüdür. Bunda, ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtebilmiş isem kendimi mutlu sayacağım.

Baylar, bu söylevimle, ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun, bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.

Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır.

Bu sonucu, Türk gençliğine kutsal bir armağan olarak bırakıyorum.

Ey Türk Gençliği!

Birinci ödevin; Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini, sonsuzluğa değin korumak ve savunmaktır.

Varlığının ve geleceğinin biricik temeli budur. Bu temel, senin en değerli güven kaynağındır. Gelecekte de, yurt içinde ve dışında, seni bu kaynaktan yoksun etmek isteyen kötücüller bulunacaktır. Bir gün, bağımsızlığını ve cumhuriyetini savunmak zorunda kalırsan; ödeve atılmak için, içinde bulunacağın durumun olanaklarını ve koşullarını düşünmeyeceksin! Bu olanaklar ve koşullar çok elverişsiz olabilir. Bağımsızlığına ve cumhuriyetine kıymak isteyecek düşmanlar, bütün dünyada benzeri görülmedik bir zafer kazanmış olabilirler. Zorla ve aldatıcı düzenlerle sevgili yurdunun bütün kaleleri alınmış, bütün limanları ele geçirilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve yurdun her köşesine düşman girmiş olabilir. Bütün bu koşullardan daha acıklı ve korkunç olmak üzere, yurdunda, iş başında bulunanlar, aymazlık ve sapkınlık içinde olabilirler. Üstelik, hainlik de yapabilirler. Daha kötüsü, iş başında bulunan kişiler, kendi çıkarlarını, yurduna girmiş olan düşmanların siyasal amaçlarıyla birleştirebilirler. Ulus, yoksulluk ve sıkıntı içinde ezgin ve bitkin düşmüş olabilir.

Ey Türk geleceğinin gençliği!

İşte, bu ortam ve koşullar içinde bile ödevin, Türk bağımsızlığını ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Bunun için gereken güç, damarlarındaki soylu kanda vardır!

          

Ata'ya mesaj Yaz / Oku

Yukarı

 

Faik Murat Müftüler

 MuratHoca : Faik Murat Müftüler


  HAYAL-ET MİLLETİM

28 Ağustos 2006 günü Zürich havalimanında, havalanmak üzere olan uçaktaki iki Türk yurttaşının neşeli ve mağrur duruşları ve diğer Türk yolcuların alkışlarıyla bu iki kişiyi kutlamaları, uçaktaki yabancı uyruklu yolcuların dikkatini çekmişti. Bu dikkatin bir diğer sebebi, basın mensuplarının bu iki kişiye olan yoğun ilgisiydi. Havalimanının bekleme salonunda flaşlar birbiri ardına patlamış, Prof. Dr. Şerif Hisarkaya ve Prof. Dr. Nermin Eftal Yılmaz, yağmur gibi yağan soruları yanıtlamakta zorluk çekmişlerdi.
Son on yıldır üçüncü kez, birden fazla Türk aynı yıl içinde Nobel ödülü kazanıyordu. Bu yıl, Hisarkaya fizik, Yılmaz ise tıp alanlarında Nobel ödülü almışlardı. Dönüş yolculuğu tam anlamıyla bir şölen olacaktı.
Türk Hava Yollarının Ata uçağı pist başı yaptığında birbirine geçen kemer tokalarının şakırtıları Türk yolcularının bir ağızdan okuduğu zafer marşına ritim tutuyordu sanki...

Türk'ün zafer doludur geçmişi
Yarını ise umut dolu
Utku için ölüme koşuyor
Umut içinse yaşam dolu

Anka 330 Model uçağın turbo jet motorları kükrediğinde yolcuların nefesi de marşı da bir an için kesildi. Geçen on iki yıldır bu yeni motor teknolojisi üzerine çalışmış olan Prof. Dr. Şerif Hisarkaya'nın da o sırada uçağın içinde olması esprilere neden oldu. Türk yolculardan biri "Şerif bey bizi koltuklarımıza yapıştırdı" deyince kabinde kahkaha tufanı kopmuştu. Şerif Bey kıvrak zekâsıyla cevabı da yapıştırdı tabii…. "Geçen yıl Nobel Kimya ödülünü alan Sami hoca iyi bir yapıştırıcı icat ederse eminim çok daha iyisini yapacaktır" Bu espri ikinci bir kahkaha fırtınası yarattı.

Uçağın tekerleklerinin yerden kesilmesinden on saniye sonra, pencerelerden bakan yolcuların gözünde tüm kent büyük ölçekli bir haritaya dönüşmüştü. Zürich caddelerinde gezen vasıtaların, hava limanındaki hangarlarda ve park alanlarında bekleşen uçakların, Avrupa'nın dört bir yanında harıl harıl çalışan enerji santrallerinin, fabrikaların ve tüm dünyadaki milyarlarca elin her gün defalarca dokunduğu, gündelik yaşamın vazgeçilmez unsurları olan yüksek teknoloji ürünü bir çok eşyanın, Türk icadı, Türk üretimi veya Türk patentiyle üretilmiş olduğunu bilen Şerif Bey, yarattığı sanat şaheserini gururla izleyen bir ressam gibi baktı altlarında uzayıp giden manzaraya. Bu manzaradan esinlediği milli gurur, aldığı ödülden dolayı duyduğu bireysel gururuna baskın geliyordu.

Uçak Esenboğa havalimanına indiğinde yeni bir kalabalık, coşkulu bir karşılama komitesi oluşturmuştu. Havalimanının bir çift düğüm atılabilecek tüm aksamına yüzlerce Türk bayrağı asılmıştı. İki öğretim üyesinin yerli yabancı tüm öğrencileri havalimanındaydı. Şerif Bey ve Nermin hanım bekleme salonuna girer girmez kutlayan kalabalığı yararak soluğu duvardaki Atatürk portresinin önünde aldılar. Kısa saygı duruşu sırasında Nermin hanımın gözleri dolmuştu. Fısıltısını, çevresini saran kalabalıktan kimse duymamıştı.
"Daha bitmedi Atam… Bekle…"

Artık neredeyse her yıl rutine binmiş olan bu karşılama törenleri üniversite öğrencilerinin en favori eğlencelerinden biri olmuştu. Bu sene fizik ve tıp öğrencilerinin yılıydı. Diğer alanlardaki öğrenciler, geleneğin gereği, törene yeni tez çalışmalarıyla gelmişlerdi ve ellerindeki dokümanları tatlı rakiplerine doğru sallayıp "Gelecek yıl görürsünüz" diyerek, meydan okuyorlardı.

İki bilim insanı havalimanından çıkarak T.C. Başbakanının kendileri için tahsis ettiği özel makam aracına bindiler. Ankara'ya kadarki yirmi dakikalık yolları kırk beş dakika sürdü. Yol boyundaki sağlı sollu fabrikalardan işçiler, mühendisler, stajyer öğrenciler yol kenarına sıralanmış ellerindeki bayrakları sallıyorlardı. Arada bir durup fabrikaların çalışanlarıyla sohbet ediyor, kendileri için hazırlanmış mütevazı armağanları alıyorlardı.

Fabrikalardan birinin önünde iş arkadaşlarının arasından sıyrılarak Nermin Hanım'ın yanına kadar gelen bir torna ustası, Nermin Hanım'ın elini, nasırlı, yağlı ve iri ellerinin içine alarak öpüp alnına koydu. Neredeyse emekliliği gelmiş elli yaşlarındaki işçi, "Hocam bu sene mezun oldum. Bu da benim size armağanımdır" diyerek diğer elinde tuttuğu çerçeveyi kadının eline tutuşturdu. Çerçevenin içinde bir üniversite diplomasının fotokopisi vardı. Torna ustası, Dil Tarih ve Coğrafya fakültesinin İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olmuştu. Kadın boğazında düğümlenen yumruyu yutmaya çalışırken meydana gelen basınç, gözlerinden bir iki damla düşmesine neden oldu. "Bu millet hiç vazgeçmeyecek" diye geçirdi içinden.

Yolculukları Anıtkabir'de son buldu. T.C. Cumhur başkanı, TBMM başkanı ve başbakan nezaretinde, 1950 yılından beri süregelen bir geleneği yerine getireceklerdi. O seneden beri her ulusal başarı, Anıtkabir'e yerleştirilmiş olan "Milli Zaferler" kütüklerine çakılan bir rozetle ölümsüzleştiriliyordu. Yirmi yedinci kütüğün altmış dördüncü ve altmış beşinci rozetleri bu günün kahramanlarına ait olacaktı. Kütüklerin başına geçtiler. Rozetlerin çakılacağı yerlerde Şehit Yüzbaşı Tevfik Sami ve Şehit Onbaşı Hüsrev Mâlik isimlerinin yazılı olduğu gümüş plakalar hazırlanmıştı bile. Şerif bey ve Nermin Hanım, rozetleri çakmalarının ardından, yüzlerini henüz rozet çakılmamış altı yüz elli boş kütüğün olduğu yöne çevirerek bir dakikalık saygı duruşunda bulundular. Saygı duruşunun ardından tüm kalabalık "Bekleyin! Daha bitmez" isimli marşı söylemeye başlamıştı.

Varsa bu dünyadan alınacak bir intikam
Barıştaki zafer tadı bizden size armağan
İnanmalı tüm şehitler; ülküyü unutmadık
Bekleyin daha bitmez bu gül pembe intikam

                             Temmuz 1935

Köşkün balkon tırabzanlarına yaslanmıştı. Masmavi gözleri ufka dalgın, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme, ayaklarının altında uzanıp giden Ankara'yı izliyor gibiydi. Lâkin çok daha uzaklara, yarına bakıyordu. Yüzündeki tebessüm, yaveri Salih Bozok'un omzuna dokunmasıyla, tüm bedenini sarsan bir sıçramaya dönüştü. "Paşam. Geç oldu. Yatmayacak mısınız? Yatağınız hazır" dedi Bozok. Mustafa Kemal yukarıda yazılan sevimli hayalden koparıldığına kızamadı bile. Parmağını kuzey yönüne, şehrin pırıldayan tek tük ışıklarına doğru uzatıp konuştu.
"Işıkları görüyor musun çocuk?"
"Görüyorum paşam"
"Ben orada olanlardan çok daha fazlasını görüyorum Salih. Umarım bir hayalden ibâret değildir"
"Umalım ki hayalden ibaret olmasın paşam"
"Masal olamayacak kadar gerçekti emeklerimiz. Eminim ki umutlarımız da hayal olmayacak"

Yazar, parmaklarını klavyenin üzerinden kaldırıp bu yazıyı yazarken hissettiği hüzünle nemlenen gözlerini ovuşturdu. Belki biraz tembellikten ya da yeterince meramını anlattığını düşündüğünden yazmayı bırakarak, kollarını göğsünde kavuşturdu ve yazıyı baştan okumaya koyuldu. Bir kez okuyup bitirdikten sonra yüzünü pencereden yana çevirdi. Yetmiş bir yıl önce Ata'nın gördüğü ışıkları aradı dışarıda; bulamadı… Kendi kendine mırıldandı:
"Öyle olabilmek varken ve her şey avuçlarımızda, kucağımızda öylece hazırken, biz niye 'böyle' olduk? Sorumluları sorumsuzluklarının hesabını kime verecek? "Buna da şükür" demeli mi? Tanrı affetsin; "Buna da şükür" derken sorumsuz sorumlulara hayır dua etmiş gibi oluyorum diye hiç içimden gelmiyor. Daha ödenecek bir yığın kan borcu varken, bu gün yediklerimizi neyi satarak edindiğimizi bir türlü bulamadım. İnşallah milli onurumuz değildir bozdurup bozdurup harcadığımız"

19 Mayıs 2006 (Anısına)

Faik Murat Müftüler
murathodja@hotmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,509,509,509,509,509,509,509,509,509,50
2 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Mehtap Akdeniz

 Ters Köşe : Mehtap Akdeniz


   Üniversiteli Gençlere Masallar 3

'Dürtü ile tepki arasında bir boşluk vardır..
Bu boşlukta, tepkimizi seçme özgürlüğümüz ve gücümüz bulunmaktadır.
Tepkimizde ise, gelişimimiz ve özgürlüğümüz bulunur.'


Yukarıdaki satırların sahibinin kim olduğunu bilmiyorum. Okumakta olduğum kitabın yazarı Stephen R. Covey de bilmiyor. Covey'i etkileyen, hatta onu 500 sayfalık kitap yazmaya kadar götüren bu sözleri ben de düşündürücü bulduğum için sizlerle paylaşmak istedim.

(Geçtiğimiz Ocak ayında İzmir'deydim. Zaman zaman mezun olduğum okulu ziyarete gider, orada öğretim üyeliği yapan dostlarımı görürüm. Yine böyle bir ziyaret sırasında karşıma ellerinde birinci hamura basılmış tabloid boyda bir dergi ile pırıl pırıl üç beş genç çıktı. 'Biz bu dergiyi çıkarıyoruz, sizin Kahve Molasi'nda kaleme aldığınız yazıları okuduk. Bizim dergimize de yazar mısınız?' dediklerinde hemen Editörümü aradım. 'Kahve Molası yazarı olduğunu belirtir ve bizi de ihmal etmeyeceğine söz verirsen olabilir' dedi. Böylece Şubat ayından bu yana, her ay Ege Üniversitesi'nin dergisinde 'Gençlere Masallar' köşesinin masalcı teyzesi oluverdim. Aşağıda devamını okuyacağınız yazı da Egeli'de yayınlanan yazılarımdan Mart sayısı olanı.

Onu bunu bilmem ben gençleri çok seviyorum ve onlara güveniyorum. Ya da güvenmek istiyorum. Onların içinde bulundukları şartlar ile bizim şartlarımızı karşılaştırınca da onlara olan şevkat duygum katlanıyor. Çok zor şartlarda genç olduklarını düşünüyorum. Ve biz erişkinlere düşenin, bu zor şartlara rağmen hayatı biraz daha yaşanılır kılmak adına, onların umutlarının yeşermesi adına; mümkün olduğunca şevkatli, anlayışlı ve eğitici olmak olduğuna inanıyorum. Ben gençlere dokunabilecek bir mecra yarattım kendime darısı sizin başınıza.)

Geçtiğimiz ay çıkan yazıdan da anlamış olabileceğiniz gibi Egeli'de yazacağım her yazıda elimden geldiğince, aklımın erdiğince okunabilir uzunlukta, güncel dille, anlamlı ve düşündürücü yazmaya özen göstereceğim. Benden akademik, kakademik satırlar sakın beklemeyin. Ne bir konu birliği, ne de bir üslup olacak yazdıklarımda. Sadece ben olacağım, bir de bende iz bırakan başkalarına ait düşünceler. Bugünkü yazıma konu ettiğim düşünceler bana ait değil başta da söylediğim gibi. Yazının içini kendime özgü bir netlikle doldurmaktan ve özetlemekten ibaret olacak benim katkım.

Son günlerde medyada gençliği hedef alan bir bombardıman var farkındaysanız. 'Çok yüzeyseller, içleri boş, sevgisizler, dokunmayı bilmiyorlar, ilgi alanları kısır, duyarsızlar, sığlar, sanallar' vs.vs.
Bu kadar ağır eleştiri bana yapılsa aynen şöyle derdim: 'Evet öyleyim, ne olmuş? Bu benim seçimim. İsteğim gibi olmakta özgürüm'.

Evet herkesin yaşama biçimi ile ilgili -abuk ya da değil- seçim yapma özgürlüğü var ve buna kimsenin diyecek lafı olamaz. Olamaz da...bütün gençlik topluca aynı tavrı seçince toplu eyleme giriyor mesele ve toplumsal sorun halini alıyor. Eleştirilen gençlik yığınının içinden sıyrılıp, saygın ve farklı olmanın yolu da ne vatan kurtaran ekipmanlardan biri olmaktan, ne kütüphane rafı gibi durmadan kitapla dolanmaktan, ne de içini doldurmak, yani içini dışını şişirmekten geçmiyor. Boş işler ile günü doldurmak yerine içini dolduracağınız başka bir boşluktan, 'bir boşluk anı'ndan söz edeceğim bu sayıda sizlere.

Seçme özgürlüğümüzü kullanırken, farkımızı ortaya koyma ve kendimize tanıdığımız mutlu olma şansından; Tamam insan olmaktan geçen etki ve tepki arasındaki boşluk bu, 'Ben' ile 'Benim özgürlüğüm' arasındaki boşluk.

Az evvel sözünü ettiğim kitapta çok güzel anlatılıyor bu konu, kitabı okuyan herkesin cevabını kitabın içinde bulabileceği şu iki soru ister istemez ilk anda aklıma takıldı.

Etki ve tepki arasındaki boşluk bazı insanlarda hoşluk olurken bazı insanlarda niçin an kadar kısa?
Niye bazı insanlar anlayışlı ve yapıcı da, bazı insanlar tepkisel ve saldırgan?

Çünkü; Bazı insanlar eksik. Yanlış, kaba, aptal, düşüncesiz, genç, cahil veya hayvan değil; eksik.
Tam olmak için ne lazımmış derseniz. Çok basit. Aşağıdaki dört maddeden nasibini almak yeterli.
1. Kişisel farkındalık.
2. Bilinç.
3. Yaratıcı hayal Gücü.
4. Bağımsız irade.

Hepsi bu kadarcık işte. Tam genç işi değil mi? Kısa ve öz, hap yap yut...

Hepsi aynı anda doğru, hepsi aynı anda devrede olması gereken bu dört seçenekli testi çözemeyenlere ne deniyor derseniz, kısaca onlara 'eksik insan' diyor kitap. Boşluk anları sıfıra yakın olduğu için bu insanlar etkiye anında tepki verirlermiş meğer.

Soyunu devam ettirme dürtüsü ile sadece hayatta kalmak adına hareket eden hayvanlar gibi;tıpkı bir hav hav gibi kuyruğuna bastığınız anda sizi ısırırmış bu tip insanlar.
(Kitap böyle tanımlamıyor durumu kuşkusuz, bu ve bundan sonrası benim yorumum)

Diyelim ki bir havhavın istemeden kuyruğuna bastınız.
1. Köpek olduklarının farkında bile değillerdir. Sizin de bir insan olduğunuzun farkında olmadıkları gibi. Çünkü;kişisel farkındalıkları sıfırdır.
2. 'O benim biraz canımı acıtmış olabilir, ama ben onu öldürmemeliyim' demezler. Çünkü; bilinç sıfırdır.
3. 'Kuyruğuma bastığının farkında bile olmayabilir. Biraz ağlasam belki beni öper' diyemezler. Çünkü; yaratıcı hayal güçleri sıfırdır.
4.. 'Hayvan olarak şimdi bunu ısırmam lazım ama ben bunu yapmayacağım ona yaptığının yanlış olduğunu anlatmalıyım' diyemezler. Çünkü; bağımsız irade sıfırdır.

Bu kadar eksik olunca bizi ısırmalarından daha doğal ne olabilir öyle değil mi?

'Tamam insan etki ile tepki anı arasında tüm bunları bir süzgeçten geçirir ve kendi insani gelişimine uygun ölçüde vereceği tepki ile kendi farkını ve seçme özgürlüğünü kullanarak mutlu olabilir' deniyor kitapta. Yani, tamam insanı havhavlaradan ayıran şey budur ve kuyruğuna bassanız bile sizi ısırmaz demek istiyor.

Bana sorarsanız bunlara tastamam sahip olmak zeka ön koşullu bir yetenek. Herkesin harcı değil besbelli. İnsan burada bir zeka pırıltısı görmeden edemiyor.
Tamam insanların arasındaki bazı insanlarda rastlanan özel bir yetenekten daha söz ediliyor kitapta ve bu bazı insanlara da 'parlak insanlar' diyor. Yani tam ve cilalı; tastamam insanlar.
Bu özel yeteneğe ise 'gerçek mizah yeteneği' denmiş ve 'Gerçek mizah yeteneği: mizahi bir düşünce yapısı ve hayata bakış' olarak tanımlanmış bu özel durum kitapta. Sululuk ile sakın karıştırmayın.
Parlak insan olmak için dört özelliğin tamamının tam olması ve dahası tamamının cilalanmış olması ise şart.

İşte 'Çok özel insan' olmanın förmülü.
1. Konulardaki İroni ve paradoksları görebilecek bir farkındalık,
2. İçten, moral yükseltici, cesur, aşağılamayan bir bilinç,
3. Gerçekten önemli noktaları belirginleştirebilen, yeni ve eğlenceli bir tarz yaratabilen yaratıcılık,
4. Tepkisel ve saldırgan olmayan güçlü bir irade.

Niçin bazı arkadaşlarımız bambaşka? Niçin bazı hocalarımız süper, anladık degil mi?

Hadi cilasından vazgeçtim, mümkünse yukarıda saydığım dörtlü konusunda kendimizi geliştirelim, hayvandan farkımızı ortaya koyma fırsatını değerlendirelim ve mutlu olalım diyorum. Çünkü bütün bunlara sahip olduğunuzda çok önemli bir şeye daha sahip oluyorsunuz. Sevginizi gösterebilme ayrıcalığına. Ayrıcalığına dedim dikkat edrseniz. Problemin çözümünü iyi kavrarsanız ileride bana çok dua edersiniz gençler.

'Sevgi bir eylemdir' deniyor kitapta. Vallahi kitabı öpesim geldi bu bölümü okurken. Çok uzun zamandır dilimde tüy bittiydi 'Gösterilmeyen sevgiyi yok sayarım' diye diye. Ama bu kadar derli toplu anlatamamıştım meseleyi kimselere. Gerçekten sevgi bir eylemdir.

'Sevgi sevdiğinizi okşamak, onun için fedakarlık yapmak, onu dinlemek, takdir etmek, ve onaylamaktır. Sevgi bir duygu değildir. Öyle durup bakarak, mum ışığında kadeh tokuşturarak, karda yuvarlanarak sevgi duygusu karşınızdakine geçmez. Sadece hoş vakit geçer, hoş saatler bitip, tek başına kaldığınızda, içinizde hala merak, korku, endişe, acaba ve hayal kırıklığı varsa sevgi arabaya atlamış Fizan'a doğru yola çıkmış demektir'.

Aynen böyle yazıyor. Ve ben de aynen katılıyorum.

Mehtap Akdeniz
E.Ü. Felsefe Bölümü/85


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
8 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


  Ondokuz

İnsanoğlu ile sayılar zaman zaman eşleşirler. Bu birbirleriyle özdeşleşen durum hem ilginç hem de tuhaf olabilmektedir. "Hadi canım, daha neler !" dediğimiz sahneler yaşanabilir. "Pes doğrusu, bu kadar da olmaz !" dediğimiz kaç tane tuhaf özdeşleşmeye rastlamışızdır acaba ? Bir tanesi beni, bu anlamlı günlerde beni yeterince etkilemiştir. Sizlerle şiirimsi bir biçimde paylaşmak istedim.

Doğduğunda; ondokuzuncu yüzyılın bitmesine ondokuz yıl kalmış,
Ondokuzuncu yaşına girdiğinde Harp Akademileri onu bağrına almış,
317-8 no'lu sicilini toplayınca yine ondokuz çıktığında bakakalmış,
Bağımsızlık düşünceleri belli ki ondokuzunda filizlenmiş hatta kök salmış,
Bu nedenle; 1904 Aralık'ının ondokuzunda Yıldız Sarayı'ndan çağrı almış,
Çanakkale'de kurduğu ondokuzuncu Fırka'nın ( Tümen ) başında yeralmış,
1915 Mayıs'ının ondokuzunda Albay rütbesi Çanakkale'den nam almış

Tüm bir yaşamı "19" sayısına kilitlenmiş adeta, şaka denilse, değil ..! Devam ediyor...

Bandırma Gemisi ondokuz yolcusuyla Kız Kulesi açıklarından yolalmış,
Mayıs'ın ondokuzunda Samsun'da ondokuz yolcusuyla boşalmış,
Bindokuzyüzondokuz; onun hayatından iki ondokuz yaşını çalmış,
Kasım'ın ondokuzunda Milli Mücadele karara bağlanıp ateş almış,
1920 Mart'ının ondokuzundaki kararla da Osmanlı Devleti tarihe dalmış,
1921 Eylül'ünün ondokuzunda Gazi ünvanıyla birlikte o bir Mareşal'mış,
"Mustafa Kemal Atatürk" adının toplamı ondokuz olunca belki de daralmış

Ondokuzuncu yüzyıla en az bindokuzyüzondokuz kez damgasını vurmuş bu tuhaf eşleşme. Hem de kime ? En büyük Türk'e, varlık nedenimize...

Büyük Nutuk'un sonunda Türk Gençliği'ne Hitabesi ondokuz cümleye mahalmış,
Cenazesi Kasım'ın ondokuzunda Yavuz zırhlısıyla Dolmabahçe'den demir almış,
Ne ondokuz harfden oluşan "İstikbal göklerdedir" deyişi havada kalan bir falmış,
Ne de; "Ne mutlu Türküm diyene" şahaseri ondokuz harfli bir balmış,
Ne geçen ondokuzun katları yıllarda içimizdeki sevgisi zerre kadar ufalmış,
Ne de fikirleri dünyanın bindokuzyüzondokuz düvelinde azalmış,
Tam tersine o; Türkiye'nin kurucusu ve tutunulacak en büyük dalmış...

Şimdi iyice koklamalı etrafı, iyice sindirmeli insan içine kurduğu Türkiye'sine sinsi sinsi kurulan tezgahları. En az ONDOKUZ kez sorgulanmalı "Hadi canım daha neler !" filan demeden, boşvermeden..! BİR değil BİNDOKUZYÜZONDOKUZ kez okunmalı belki de en baştan Nutuk.

Sanma ki; Cumhuriyet düşmanlarınca söylendiği gibi o bir deccal imiş,
Sanma ki; "Yurtta sulh cihanda barış" sözleri sadece bir hayal imiş,
Sanma ki; yaptıkları bugün söylenenler gibi içi boş kuru birer masal imiş,
Bence o ve silah arkadaşları, sevdalısı oldukları bu güzelim ülkeye,
Ben diyeyim ONDOKUZ kez, siz söyleyin BİNDOKUZYÜZONDOKUZ kez,
Analarının ak sütü gibi helal imiş...


asesen@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
2 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Ömer Akşahan

 ÖNSÖZ : Ömer Akşahan


  Yaşadığım Bugüne Yemin Ederim ki…

Yeni bir öykü yazma hazırlığı içindeydi. Her yazarın yaşadığı yazma sıkıntısı onu da sarmıştı. Ne zaman uzun soluklu bir yazı yazmayı düşünse, günlerce hafakanlar basardı. Bu kez de öyle oldu. Önce yazının başlığını yazdı, bilgisayara kaydetti. Gelen bir telefonla asıl işine daldı. Öyle ya, yazmanın dışında kendisine nafaka sağlayacak daha önemli bir işi vardı. Yazarak kim geçimini temin ediyordu ki bu ülkede. Bu konuda bugüne değin birçok yakınmalar duymuş, okumuştu. Çözümü yoktu bu işin.

Geçici yaşadığı kentte tanıştığı adam da kendi kabuğuna çekilmiş bir şarkı sözü yazarı ve bestekârıydı. Bir hayli iddialı olduğunu da laf arasında söyleyip geçtiği ünlü şarkıcı isimleriyle hissettiriyordu. Hatta bir ara, ünü yurtdışına taşmış bir kadın şarkıcının eserini deforme ederek okuduğunu, kendi gerçek bestesinin melodisini mırıldanarak kanıtlamaya çalışıyordu. Demek ki, telif hakları konusunda yalnız değildi. Öfkesini paylaşabileceği birisi karşısında oturuyordu. Üretemeyen, üretmek yerine çalmayı seçen, kısa yoldan şöhret olmak isteyenlere karşı belki bir şeyler yapabilirlerdi. Kendisinin bir şiirini de çok yakın arkadaş bildiği şarkıcı çalmamış mıydı? Hem de o kasetin hit parçası olarak seçilmişti şiiri! Bunu kendisine sorduğunda çeşitli bahaneler uydurmuştu şarkıcı arkadaşı.

Günümüzde telif hakları havariliğine soyunmuş çok ünlü bir şarkıcı da; gerçek adı İMÇ olan ünlü plakçılar çarşısının kabadayısı, telif eserlere ücret ödemeden yıllarca kaset dolduran değil miydi? Duyduklarına inanamıyordu. Nasıl oluyor da bu kadar rahat takiyyeci olunabiliyordu. Taklitçilikte dünya şampiyonu olan bu ülkede, başkasının eserini bozarak kendi eseriymiş gibi lanse etme, asistanının çalışmasını kendi çalışması gibi gösterip doçentlik, profesörlük payesi edinmeler, en çok onuruna dokunanı da internette başkalarının şiirini, öyküsünü kendi eseriymiş gibi sitelere basmalar… saymakla bitmeyecekti. Peki, bu olumsuzluklara karşın, kendisi niye hâlâ yazıyordu? Sorunun yanıtı kendi içinde saklıydı. Yazmasam yaşamın acımasızlığına nasıl dayanabilirdi? Nasıl direnebilirdi bu vefasız yaşama? Gücünü ancak yazarak tazeliyordu.

Şarkı sözü yazarının da yaşamı diğer birçokları gibi ilginçti. Anlattıkça zengin motifler bir bahar çiçeği gibi açıyordu. Kısacık bir söyleşiye sığmayacak denli uzun bir yaşam kesitinden ancak küçük kırıntılar kalmıştı geriye. Anadolu bu, geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer, denecek kadar farklı bir coğrafyaydı. Büyük uygarlıklara beşik olmuş, bağrından nice filozoflar, ozanlar yetişmişti. İşte bu kişi de onlardan biriydi. Anadolu insanının bilinen alçakgönüllülüğü yüzünden okunuyordu. Yazılmaya kalkışılsa bitmeyecek bir öykü gibi oturuyordu karşısındaki adam.

Salih, şarkı sözü işine ne zaman başladığını kesin olarak anımsamıyordu. Doğduğu günü anasının anımsamadığı gibi. 'Oğlum kayısıları toplama zamanıydı, sen dünyaya geldin.' deyip, konuyu geçiştirmişti. Çocukların böyle ayıp şeyleri sorması günah sayılırdı köylerinde. Babası nüfusunu okuldan diploma alınacağı zaman öğretmenin zorlamasıyla çıkartmıştı. Doğum tarihi bölümüne ne yazılacağını en iyi bilense nüfus memuruydu. Hatta bu konuda o kadar ileri gitmişlerdi ki, soyadı kanunu çıktığı günlerde birçok ailenin soyadını da onların belirlediğini yine anasından duymuştu. Anası bu meraklı çocuk yarın büyük bir adam olacak ama görecek miyim, diye söylenir dururdu komşularına. Nüfus memurları ülkenin en yaygın okuryazarlarıydı. Salih, buna da şükür, be dostum. Bak, zor da olsa sağ salim bugünlere gelebildik, deyip tespihini çekmeye devam etti.

Bir babanın çalışmasıyla evde aş, ekmek temini zordu. Sekiz kardeşin aynı çanaktan yediği acılı, zorlu yıllar gelip geçmiş, Salih büyümüş genç bir delikanlı olmuştu. İlkokuldaki yılları tek öğretmenli sınıflarda öne çıkmak için çabaladığı günler geride kalmıştı. O yıllarda okullarında ne doğru dürüst kaynak kitap, ne de araç gereç vardı. Osmanlı döneminde mahalle mektebine gider gibi her gün okula gidip geliyorlardı.

Gençlik çağına girdiği, bıyıklarının terlemeye başladığı günlerde köylerindeki komşu kızına karşı farklı bir gözle bakmaya başladığını hissetti. Ona karşı duygularının değiştiğini, adını bilmediği bir eylemin içine girdiğini görüyordu. Acaba aynı duygulara komşu kızı da sahip miydi, sormaya cesaret edemiyordu. Sonradan adına ilk aşk denildiğini öğrendiği bu duygunun altında ne çok ezildiğini, sevdiği kızın intiharını duyduğu gün anlayacaktı. Köyden İstanbul'a onun gibi iş aramaya gelen yakın köylüsü Süleyman'dan acı haberi almıştı. Onun sıradan bir olaymış gibi anlatmasına ses etmemiş ancak duyduğu an içinde bir yanardağın patladığını duyarak yerinden fırladığını anımsıyordu. Bu, hayattaki ilk yıkılışıydı Salih'in.

Öykü yazarı buraya kadar yazdıklarını geriye dönüp okudu. Okurların ilgiyle okuyacağı ilginç bir öykü olamazdı. Sıradan herkesin yaşayabileceği şeylerdi kaleminden dökülenler. Sıkıldı, klavyeye sertçe vurdu. Winamp programını açtı, listeden seçtiği parçaları ekledi. Yazıya başladığı andan o ana dek müziği neden açmadığına bir anlam veremedi. Oysa o, sevdiği müzikler eşliğinde yazmayı alışkanlık yapmıştı. Bugün kafasından bir türlü atamadığı önemli bir sorun nedeniyle müzik dinleme istemi beyninde alt sıraya inmiş, yazarak hırsını yenme isteği öne çıkmıştı.

Enter'a basıp, ekranda akan müziği dinlemeye başladı. Biraz rahatlamıştı. Aklına "Enter" sözcüğünün Türkçesi neydi acaba diye düşündü. Kendisi de bir önerme de bulunsa fena mı olurdu? Saçını karıştırdı. "Başlat" kullanılıyordu. Olmaz, dedi. Ama her yaptığı işin ardından yaptığı işlemi başlatan ya da bitiren o tuş değil miydi? O zaman "Onayla" dese nasıl olurdu ki? Klavye üreticileri, umarım bu yazıyı okurlar, dedi.

Yine de sıkıntısı tamamen üzerinden gitmemişti. Acaba daha iyi yazabilmek için Rus romancısının yaptığı gibi masanın altına içi soğuk su dolu bir leğen koyarak mı yazmalıydı? Güldü, ama güldüğünü kimse anlamadı. Yalnız bir adamın öyküsü ancak yalnız yazılırdı. 'Çile bülbül' okunuyordu. Yazmak da bir çile değil miydi? Yazar olmak dünyanın en aptalca işi olmalı dedi. Kimi ikna edeceksin, hangi yayıncıya nasıl yalvaracaksın da dosyan kitaplaşa! Ha şarkı sözü yazmış, ha beste yapmışsın, hiç fark etmez, sonuçta bir çile ürünü o dosya tozlu raflara ya da çöpe atılacak, 'Yayımlanmayı Bekleyenler Dosyalar Ansiklopedisi'nde adı unutulmuş bir yazar olacaksın. Bu acı sonu yaşayan ne ilk oydu ne de sonuncusu olacaktı; Goethe, Nietzsche, Arthur Schopenhauer ve daha niceleri aynı yolun yolcuları değil miydi?

Çocukluğunun en değerli ses aygıtları gramofon ve radyoydu. Onlardan şarkılar, türküler dinleyerek yetişmişti Salih. Gramofondan dökülen içli nağmeleri tiz sesiyle tekrar ede ede şarkı söyleme yeteneğini keşfetmişti. Bir gün arkadaşlarının teşvikiyle ev halkına haber vermeksizin genç yaşta evi terk etmiş, soluğu İstanbul'da İMÇ Plakçılar Çarşısında almıştı. Ne kalacak bir yeri, ne akrabası, ne de bir tanıdığı vardı. Üç yıl boyunca, oradan oraya savrulup durmuştu.

Beş kuruşsuz geldiği bu büyük kentte o günün parasıyla 20 bin Lira harcayarak bir taş plak yapmıştı. Bunu anlatırken, unutulanlardan olmadığını gülen yüzünden anlayabilirdiniz. O soğuk kış günlerinde, bir şilte bulamadan kıvrılıp yattığı duvar diplerinden çıkmayı başarmış; şimdiyse, bir zamanlar İstanbul'da yapmayı düşlediği hayal evin inşasına ömrünün on beş yılını vermeyi göze alabilmişti. İstanbul'da geçirdiği o koca üç yılı yaşamının her anında anımsıyordu. Orada bir insanın yalnız kaldığında nasıl da yanlış yollara sapabileceğini görmüş, yaşamıştı. Onu bu zorlu günlerde ayakta tutan tek şey; şarkı sözü ve bestesi kendisine ait bir taş plakla kitlelere ulaşabilmekti. O yıllarda kendisi gibi Anadolu'dan şöhret olmak için gelen kızların ve erkeklerin bugün ne olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Bildiği bir şeyin, birçoğunun İstanbul'un kalın dişlileri arasında öğütülüp gittiğiydi. İstanbul, taşı toprağı altın olan ve insanı, acımasız çarklarıyla kolayca öğüten bir değirmendi.

Taş plağının çıktığı günkü heyecanını unutamıyordu. Plakçısından ilk plağını kendisine uzatacağı günü sabırla beklemişti. Plağı eline aldığı an, yeni doğan bir bebeğe annesi nasıl sarılırsa, o da plağı aynen avuçlarında öyle itinayla evirip çevirmiş; hatta taze asfalt kokusu var mı diye de burnuna götürmüştü. Plakçısı ise bu manzaraları sıkça yaşamanın verdiği bir duyarsızlıkla, onun bu haline gülüp geçmişti. Ne olacak ki, diyordu, Anadolu yetiştirecek, biz de onların sırtından geçinip gideceğiz. Plakçının önemsediği tek şey; bu şöhret budalasının okuduğu ya tutarsa bile diyemeyeceği plaktan kazandığı paraydı. Sonuçta şöhret olmanın bir bedeli vardı. Onu isteyen, bunu mutlaka ödemeliydi. Bu çarşının tek geçerli felsefesi buydu.

Salih, plağının çıkışını izleyen günlerde, büyük bir iş başarmanın verdiği hazla yeni kararlar alması gerektiğine inanıyordu. Amacı sesi ve besteleriyle ülkesinin tanınmış bir ses sanatkârı olacak ve bu sayede çok para kazanacaktı. Anadolu'da yaşadığı yoksul yılların acısını belki boğazı gören bir villa ev dindirebilirdi. Onun bu büyük hayalini bir ay sonra plakçının verdiği satış raporları kâğıt bir kulenin yıkılışı gibi yıkıverdi. Ona göre, Salih'in sesi ve fiziği başarıyı yakalamasına yetmezdi. Eğer kendisini bir abi gibi kabul eder, dinlerse, daha fazla para harcamadan en kısa zamanda memlekete dönmeliydi. Oysa o, tüm yaşamını bu hayal üzerine kurmamış mıydı? Satış rakamlarını duyan Salih dükkânın girişinde yığılmış, kendini bir hasta yatağında bulmuştu. Gözünü açtığında ilk sorduğu, hayallerime ne oldu da ansızın yok olmuştu. İstanbul gözünde küçülmüş, küçülmüş, kuş peşinde koştuğu küçük bir köye dönüşüvermişti.

Dönüş yolu çok kısadır diyenler halt ediyordu. Salih'in ayakları bir türlü Topkapı garajına gitmiyordu. Bindiği dolmuşun oraya varmasını adeta istemiyordu. Sırtı sarı tenekelerle süslü tahta bavulunda İstanbul anısı olarak sadece plakçının verdiği üç beş taş plak vardı. İstanbul'un denizi, onu bir leş gibi kıyıya fırlatıp atmıştı. Dönüş yolculuğunda, gidişinde olduğu gibi uğurlayan bir el yoktu. Onu yalnızca geçirdiği bir dolu serüven uğurluyordu. Martılarsa, Galata, Unkapanı köprülerinde yeni av peşinde koşmaya devam ediyordu. Sabah simitçileri, yaşam kavgasını aralarına her gün yeni katılan istenmeyen rakiplerle; otogara gelen yeni şöhret meraklılarına sıcak, taze gevreği yanında bir dilim peynirle satmaya çalışıyorlardı.

Yıkık bir viraneden sökülmüş, yerine konulması zor bir taşa dönmüştü Salih. Arabada koltuğuna otururken ağlamamak için kendini zor tuttu. İnsanın bir uğurlayanı olmaması ne kadar kötüydü. O, yeni bir hayat okulunun, kaybedenler sınıfına kaydolmuş, farklı olmayı beceremeyenlerin sırasında oturmak zorundaydı. Başladığı yeni hayatta tek tesellisi burada edindiği tecrübeler olacaktı. Ancak o, kendisini dışlayan İstanbul'dan günün birinde intikam alacaktı. Arabanın camını hohlayıp, "Yaşadığım bugüne yemin ederim ki…" diye başlayan yeni bir şarkı sözünün ilk dizesini yazdı.

"Bilet kontrol", diyen muavin onu daldığı derin bir düşten uyandırırken, İstanbul da yavaş yavaş gözden kayboluyordu. Öykü yazarıysa otobüse kaçak binen bir yolcuydu.

Ömer Akşahan


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
2 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Dost Meclisi


Ata'ya hepimiz adına açık telgraf

"Ey Büyük Atatürk STOP Daha yükseklere tırmanmamız için bizlere bıraktığın aletleri, yol haritasını ve pusulayı devlet dairelerinden birinin arşivindeki tozlanmış bir sandıkta kilitli bulduk STOP Yazdıklarını okumayı ve onları başkalarına aktarmayı, seni anlatıp yüceltmeyi, kısacası bu işin edebiyatını artık bir kenara bırakıyor ve senin gibi bir tırmanıcı olabilmek azmiyle derhal yola koyuluyoruz STOP Bizden öncekilerin sebep olduğu gecikmeden dolayı özür dileriz STOP Bu çetin tırmanış için gerekli koşullara ve olanaklara sahip olmayı beklemeden harekete geçiyoruz STOP Muhtaç olduğumuz kudretin damarlarımızda mevcut olduğunu hepbirlikte göreceğiz

NON-NON-NON STOP"



<#><#><#><#><#><#><#>


Fotoğraf: Leyla Ayyıldız

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 6.133 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


HAVZA YOLLARINDA MUSTAFA KEMAL

Mahmur dağının başında bir duman bir duman
Mustafa Kemal'in başında daha bir duman
Dağ düşünür gündüz gece başından duman gitmez
Mustafa Kemal düşünür gündüz gece başından duman gitmez
Dağların başından duman eksik olmaz

Soy yiğidin başından duman eksik olmaz

Mahmur dağının dumanlarına baktı da dedi
Mustafa Kemal, Köroğlu olmak ne güzel şu dağlarda
Tutmak gece gündüz denizlerin yolunu, yol vermemek
Üşümek, ateş yakmak, yola düşmek ne güzel
Bölmek orta yerlerinden gemilerin getirdiği güneşi
Bir sana bir bana sermek ne güzel

Posta Kartı olarak yollamak için tıklaÇakal dağının eteğine vardı ki Mustafa Kemal
Vakit alaca karanlık, dağın eteğinde bir kahve
Kahvede düze inmiş eşkıya, Karadeniz uşakları
Kaynıyor Erzurum işi semaver, çay demleniyor
Uyanmış su gözleri adamların susuz gözleri sıcak
Mustafa Kemal baktı, tanıdı hepsi halk

Oturdular, hep beraber çayı içtiler
Ordan burdan, dereden tepeden konuştular
Sabah güneşi gelip bağdaş kurdu bir yana
Yarı karanlıktı yüzleri birden aydınlandılar
Acı çekmiş, susamış, dağ çizgileri sert
Mustafa Kemal'in gözlerinde tek tek ışıdılar

Çıktı kavak yaylasına oh, dedi Mustafa Kemal
Ölmez be, insan bu vatanı sevince
Halk kokusudur güller çimenlerden gelir
Ovaları sürenler aşağıda, ormanlarda bıçkı sesleri
Dağılmış Mahmur dağının dumanları
Çekip cümle türküleri bir dere ışıltısıyla akar

Havzaya vardım ki, kulağımızı koyalım bir
Bağımsız yaşamak diyelim bir, dinle ne ses verir
Havza pazarına inmiş allı morlu köylüler
Çıkarlar ormanlardan gizli gizli, çağıralım bir
Gelirler toplanırlar ateşimize onlar için yaktık
Özgür yüreklerinin soluğunu üflesinler bir

Sevelim dedi, Mustafa Kemal, sevelim bir
Selam verelim bir, selam alalım bir
Halk olmak ne güzel şeydir arkadaşlar
Şu sabah çayını içelim bir kardeşçe sıcak
Yüzümüzü yunalım şu derede bir
Sonra kursunlar darağacını kavgamıza
Asarlarsa assınlar bizi düşlerimizden!

Ceyhun Atuf Kansu

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Yukarı

 

 Kıraathane Panosu





MELİH CEVDET ANDAY
İÇERDEKİLER

"içerdekilerle dışardakiler arasında böyle bir ayrım varmış.
kuşla balık arasındaki ayrım gibi…onu bugün anladım."

TİYATRO FİREZ
Can Kırmızıtuna
Mehmet Ergün
Özge Önal

tarih:18 mayıs 2006 // 25 mayıs 2006
saat: 20:30
yer: Barış Manço Kültür Merkezi (Kadıköy)
gişe tel: (216) 4189549

e-posta: tiyatrofirez@gmail.com

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar

  Şef Garson : Akın Ceylan

1987 yılında Amerikan Havayolları mali bir kriz içerisindeydi. Masrafları kısmak için denenen yollardan biri; uçuşlarda yolculara sunulan salatadaki iki zeytini bire indirmekti. Pek bir işe yaramayacak gibi görünen bu uygulama sayesinde aynı yıl içinde hava yolu şirketi tam 40 bin dolar kar elde etti. Bu ve benzeri onlarca gereksiz bilgiyi http://www.gereksiz.net kısayolunda bulacaksınız.

Günlerden bir gün, Kırlangıcın bir adama aşık olmuş. Adamın penceresine konup şöyle demiş: "Ben seni çok seviyorum. Lütfen pencereyi açıp beni içeri al da birlikte yaşayalım". Adam cevap vermiş: "Olmaz öyle şey. Sen bir kuşsun. Bir kuş, bir adama aşık olur mu?". Bu duygusal hikayenin devamı için http://www.askmasali.com/hikayeler/30.html

Bilgisayar'a karşı dart oynemek için vereceğim adrese girebilirsiniz. Unutmayın her seferinde sadece üçer atış hakkınız var. Amaç size verilen puanı en az atış sayısı ve en çok puanı toplayıp sıfıra indirmek. http://www.gophergas.com/funstuff/darts.htm kısayoluna bir tık lütfen.

İşte size yeni bir flash oyun daha. Başlarda biraz zor gibi görünmesine rağmen, öğrendikçe hoşunuza gidecek bir bike mania oyunu. 10 - 15 denemeden sonra ciddi anlamda ya devam edecek ya da bırakacaksınız. http://www.flashgames247.com/play/675.html Acele etmeden ve sabırla oynamanızı tavsiye ediyorum.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


FREE Hi-Q Recorder Version 1.9 [2.61MB] Windows Free
http://www.free-sound-recorder.com/dlrhm/freehiqrec.exe
Mp3 ya da wma olarak direkt kayıt yapabildiğiniz bir program. Alın kurun neyi dilerseniz kolaylıkla kaydedin. Her bilgisayarda bulunması gereken çok kullanışlı bir program.

KM Toolbar v1.0 [643KB] Windows - Ücretsiz



http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20060518.asp
ISSN: 1303-8923
18-19 Mayıs 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com