Ekonomik Ticaret



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 5 Sayı: 991

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 25 Mayıs 2006 - Fincanın İçindekiler


 


 Editör'den : Pişmiş pişkinler !..


1. Kahve Molası Öykü Yarışması - Detaylar için tıklayın.
Merhabalar,

Bütün gün Tayyip Bey'in haykırışlarını dinledim durdum. İftira atılmışta ardından olay aydınlanıp suçsuzluğu aydınlanınca kinini kusacak yer arayan mağdurlara benziyordu sesi. Sonra yan gözle televizyonda gördüm, hafif kaşlarını çatmış, sol omuz ileride bir bağırışı vardı ki aman yarabbim. Nedendir bilinmez onu dinlerken hep bir isim geldi aklıma, Halide Pişkin. Halide Pişkin Türkiye Cumhuriyeti'nin yetiştirdiği ilk tiyatro ve sinema yıldızlarından, bilirsiniz. Konuyla hiç alakası yok değil mi? Ama zaten beni de ilgilendiren sadece soyadı, Pişkin. Kelime anlamını ben biliyorum da, biraz süsleyeyim diye TDK ya baktım, şöyle diyor; 1 . Gereğince pişmiş, 2 . Çabuk pişen, pişeğen, pişek, 3 . Saygısızca davranarak işini yürüten, 4 . Girgin, 5 . Deneyimi olan, herhangi bir şeye alışmış olan, olgun.

Konuyla ilgili olarak bende yaptığı çağrışım 1, 3 ve 5'e cuk oturuyor. Tamam bilmeceyi bırakalım. Tayyip Bey en pişkininden bir mebus gibi zeytinyağı misali suyun üzerine çıktı. Yani, Danıştay saldırısını gerçekleştiren katilin derin ilişkileri ortaya çıktıkça suç ondan uzaklaştı, suç uzaklaştıkça o beyazlaşmaya ak kaşık olmaya başladı. Bravo. Milletin neyi, neden protesto ettiğini, hükümeti neden olaydan sorumlu tuttuğunu unuttu gitti. Unutmak işine geldi demek daha doğru tabi. Bir başka şekilde söylersek, protestolar ancak katile silahın bizzat Tayyip Bey tarafından verilmesi durumu varsa haklıydı. Aksi her durum kendisini haklı çıkaracaktı. Vay paşam vay! Bir de ben bu derin ilişkiler çıktıkça göbek atılan havaya takıldım kaldım. Bundan rahatsız olması gereken ilk merci hükümet değil mi yahu? Bu nasıl bir aklanmadır ki, devletin içine kadar sızmış şer odaklarının marifetleri ortaya çıktıkça Tayyip Bey ve şürekası, bizzat 4 yıldır yönettikleri devlete haftasonu kalmaya gelmiş yazlıkçılar tavrıyla yaklaşabiliyorlar. Alın size bir pişkin, kayış politika örneği daha.

Ekonomi tıkırında söylemine başlandığı sırada benzin fiyatının tarihin en yüksek mertebesine çıkması da hoş(!?) bir rastlantıydı doğrusu. Babam sen de az değilsin, Dünya da fiyatlar almış başını gitmiş bizim garip hükümet ne yapsın diyeceksiniz biliyorum. Ama siz öyle derseniz ben de size hop durun orada azıcık derim olur biter. Dünyanın hangi yerinde benzin fiyatının dörtte üçü dolaylı vergi olarak sırta biniyor? Benzin fiyatına yapılan her zam otomatik olarak vergiye de zam oluyor, açılan makaslar bununla kapatılmaya çalışılıyor. Devran dönüyor, kervan yürüyor. Helal olsun derin devlet büyüklerimize!..

...

Cumartesi gecesi birlikte kutlayacağımız doğum günümüzü hatırlatmak isterim. Özellikle İstanbul'lu arkadaşların aramızda olmaları kolay olduğu için bu konuya ilgi göstermeleri bizleri ziyadesiyle mutlu edecektir. Ayrıntılar panomuzda. Gelin hep birlikte memleketi kurtaralım:-))

Pikapta The Temptations çalıp çığırıyor, My Girl. Kendinize dikkat edin, esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

 Kahveci : Çiğdem Gürer


YİTİK GEMİ ya da AH AZİZE

Ünlemlerimi, soru işaretlerimi ve hatta virgüllerimi kaybetmiştim. O geceyi anlatmaya başlamak için en doğru cümle bu galiba. Henüz birkaç gün olmuştu, cümlelerimin artık yalnızca noktayla bittiğini farkedeli. Soru sormayı, şaşkınlıklarımı, heyecanlarımı ifade etmeyi, cümlelerimi birbirine bağlamayı unutmuştum. Basit bir hayat için, her cümlenin sonunda, yalnızca bir tane kullanılsın diye, askeri nizamla sıralanmış, görev emri bekleyen "nokta"larla yetiniyordum ve galiba böylece acıdan kaçıyordum. Ne zamandır ağlamamış olduğumu düşünüp rahatlarken, aynı süre boyunca kahkahamın yerini resmi bir gülümsemenin almış olmasına hayıflanmıyordum. Gerektiği kadar yaşıyordum; ölmeyecek, daha doğrusu formumu bozmayacak kadar yiyor, göz altlarımın morarmaması için, günde en az sekiz saat uyuyor, arkadaşlarımla, "vefasız" demeyecekleri, ama kendilerini dostlarım da sanmayacakları sıklıkta görüşüyor, gerekmedikçe sevmiyor, acımıyor, kimseye şefkat göstermiyordum.

Şimdi yeniden dönüp geriye baktığımda, bu durumun ne zaman başladığını hatırlamakta zorlanıyorum. Bulamıyorum ki, hayatı böyle kapı deliğinden gözetlemekle ne zamandır yetindiğimi... Sayamayacağım kadar çok yıl önce, güneş doğarken çalan telefonla uyanıp, en yakın arkadaşımın ölmek üzere olduğunu haber aldığım gün müydü çocukluğumun bittiği? Ben hastaneye gidene dek soğumaya başlamış ellerini tutup, bağırmamak için dudaklarımı ısırdığımda mı yitirmiştim ünlemlerimi? En son "gerçek" sorumu o gün mü sormuştum; "Çok canı yandı mı?" Doğrusu pek hatırlamıyorum... Bana değil, izlediğim ikinci sınıf bir filmin kahramanının geçmişine aitmiş gibi o günler... Ama galiba o günlere rastlıyor, içimdeki çocuğun ölümü. Evet, o günler olmalı, bizi birbirimize bağlayan virgülleri aramak için sonuçsuz çırpınışlarla, git gide daha derine batışım. Durmadan son olduğunu bilmediğimiz konuşmamızı anımsamaya çalışıyordum. Sonra, çocukluğumuza akıyordu hafızam; içine o maket geminin nasıl sığdığını anlamaya çalışırken kırdığımız şişe, en uçtaki kirazı kim alacak diye yarışırken bizi taşımayan dalla beraber düşüp, aynı yerden kırdığımız ayaklarımızı saran alçılar, okulda bit kaptık diye belime gelen saçlarım kesildiğinde, ben taş gibi kaskatı dururken onun döktüğü gözyaşları, birbirimize yazdığımız mektuplar, son doğumgünümde aldığı yeşim taşı kolye, kötü niyetli hayaletler gibi düşlerime girip korkutuyorlardı beni. Orta okulda, edebiyat öğretmeni "doğduğunuz şehrin sizde bıraktığı izlenimleri anlatın" diye bir ödev vermişti. O, aşık olduğu İstanbul'unu anlatmıştı ve o paragrafta "sabah sisiyle tüm ayıpları örten, güz yağmurlarıyla kirlenmişlikleri arındıran, güneşiyle yaraları iyi eden bir azizdir İstanbul" yazdığı için, "danışman öğretmen"le haftada bir saat görüşmek zorunda bırakılmıştı. Bambaşka bir şey ararken, onun "en yakınımdaki deliye.." diye imzalayıp bana verdiği o yazıyı buluyor ve elim yanmış gibi fırlatıp, sızana kadar ağlıyordum. Ne kadar okusam, o yazıda onun kaçıklığına vehmedilen detayları çözemiyordum. Bizler kaçık değildik, noktalama işaretlerini seven çocuklardık yalnızca, anlatamıyorduk. Ve şimdi ben, onca anlatamamanın ortasında bir başıma kalmıştım. Öyleyse artık sevmeyecektim ünlemleri, soru işaretlerini ve diğerlerini...

Aylar sonraydı, bir sabah uyanıp aynaya baktığımda, artık ağlamayan, acı çekmeyen çelik gibi bir çift gözle karşılaştım. Kendi gözlerim olduklarını anlamam zaman aldı, ama zaten umrumda da değildi.

Yazmak nasıl da iyi geliyor. Yazarken farkediyorum o günlere dair pek çok detayı. Tabi ya, işte o sabah yitirmiştim noktalama işaretlerimi peşine takıp saklanan çocukluğumu. Ve şimdi anlatacağım geceden birkaç gün önce, düşümde o kırık şişe yeniden parçalanıp ayaklarımın dibine düştüğünde karar vermiştim onu geri getirmeye.

Aramaya nereden başlayacağımı biliyordum; sevgili dostumla gitmeyi en çok sevdiğimiz yerden; lunaparktan! Doğrusu ya, tedirgindim giderken. Bir tarafım saçmaladığımı, noktalarla, yalnızca noktalarla yaşamanın o kadar da kötü bir şey olmadığını söylerken, kötü niyetli geçmiş zaman hayaletleriyle çevresi sarılmış çocukluğum, uzak bir yerlerden korkuyla çığlık atıyordu. Hiç değilse içimde benden ayrı bir parça gibi yaşayan, uykularımı kabusa çeviren o korkunç çocuk çığlığını susturmak için gitmeliydim.

Her sabah işe giderken önünden geçtiğim boş bir araziye kurulmuştu lunapark. Arabamı parkederken ilk farkettiğim, gözümü alan yoğun ve rengarenk ışıklardı, bir de neşe dolu çocuk kahkahaları. En sevdiğimiz oyuncak gondoldu. O yüzden galiba, gezmeye, gondola en uzak yerinden başladım lunaparkın. Kağıt helvalar, elma şekerleri, şişede gazozlar arasından fırlayacak bir mucizeyi bekler gibiydim, ama o mucize gerçekleşmiyordu ve ben, çatık kaşlı okul müfettişleri gibi geziniyordum koşturan, anne babalarını istedikleri oyuncağa doğru çekiştiren çocukların arasında. Çarpışan arabaların bağlı olduğu elektikli kabloların cızırtıları, böcekler gibi kulaklarıma doluyordu, balerinin çılgın salınışlarına eşlik eden müzik, hücrelerimi parçalıyordu, dönme dolabın salıncakları midemde dönüyordu ve ben, dişlerimi dudaklarıma geçirmiş dayanıyordum.

Nihayet, daha fazla direnmeyip, ayaklarımın beni sürüklediği gondolun yanına yürüdüm. Tam da o sırada gördüm onu. Gördüm denemez aslında; fosforlu sarı, yırtık pırtık gömleğinin altından belli belirsiz seçilen is karası teni çarptı gözüme önce. Şaşırıp, gözlerimi biraz daha kısarak baktım sonra; geceye karışmasını, yalnızca giysilerinin rengi engelliyor gibiydi, bir de ürkütücü göz akları. Sarı gömleğinin altına, fitilleri seçilmez olmuş bir kadife pantolon giymişti. Pantolonun ona bol gelen beli, bir lastikle sıkılmıştı ve lime lime olmuş paçaları, tabanları ayrılmak üzere olan lastik pabuçlarının üzerine düşüyordu. Daha dikkatli bakınca, kömür karası bir çerçeve gibi yüzünü çevreleyen saçlarını ve çok çile çekmiş kadınlar gibi halkalanmış göz altlarını gördüm. Oysa olsa olsa yedi sekiz yaşındaydı. Varlığı, tanrının varlığını sorgular gibiydi. Bu kadar küçük bir kızı bu hale getiren çile ne kadar karışmış olmalıydı ki, tanrı bile çözememiş olsun... İçimden tekrarladım; "Bizler kaçık değiliz. Noktalama işaretlerini kaybetmiş çocuklarız yalnızca." O ise belli ki, noktalama işaretlerinden fazlasını yitirmişti.

Yavaş yavaş anlıyordum; etrafına küçümseyen, aldırmaz gözlerle bakan bu kirli peri, onu gördüğüm güne dek ne kadar yargı biriktirdimse, hepsini parçalayabilirdi küçük elleriyle ve bu gücünü, dünyama ait olmayışından alıyordu. Sesi var mıydı, konuşsa hangi dilde olurdu sözcükleri, ona dokunsam etin sıcaklığını mı hissederim, yoksa ellerim içine karışıp alev alev yanar mı, bilemedim. Öylece, uzakta, atmosfere karışmak üzere bekleyen, yağmur yüklü bir bulut gibiydi.

Gondolun inip kalkışlarına, o da istemsiz salınımlarıyla eşlik ediyordu. Uçan kayık havada birkaç saniye sabitlendiğinde, kocaman açılmış gözleriyle kalakalıyordu. Biraz daha dikkat etsem, kalp atışlarının ürkek bir yavru kedi gibi hızlandığını görebilecektim sanki. Gondol seferini bitirip, yeni müşterilerini alırken, o ilgilenmiyormuş gibi bakışlarını kaçırıyor, gökyüzünde eğreti duran bu yitik gemi, yeni yolcularıyla yeni bir sefere çıktığında, yeniden eşlik etmeye başlıyordu sefere, uzak salınımlarıyla.

Daha fazla dayanamayıp, iki bilet aldım. Beni nereye götürecekse götürsün, çıkacaktım bu yolculuğa onunla; paramparça olacaksak da, olmalıydık; beraber... Bir sonraki sefer başlarken, yanına yürüyüp, kir içindeki elini tuttum. "Binelim mi?" dedim. Kendi çocuğum, çocukluğummuş gibi rahattı. Yüzüme bile bakmadan "olur" dedi. Onun rahatlığı, beni huzursuz ediyordu. Orta sıralardan birine oturduk. Gondolun ilk hareketleriyle çığlıklar atmaya başlayan diğer çocukları, küçümseyen gözlerle izliyordu, bense onu; hipnotize olmuş gibi... Gondol hızlandıkça, ince bedeni kasıldı, göz bebekleri büyümeye başladı, ama tek bir çığlık duymadım dudaklarından. İçimde, huzursuz karıncalar geziniyordu onu izlerken. Midemin tam ortasında bir ateş topu, döne döne hareket edip göğsümü zorluyordu. Bir kalp sıkışmasına çeyrek kala, sonsuz gibi gelen tur bitti. Gondoldan inip, hayatını adadığı defineyi bulmak için kazdığı her yerden çer çöp çıkan bir define avcısının hayal kırıklığıyla yürümeye başladım. Arabamın yanına gelip kapıları açarken farkettim beni takip eden ayak seslerini. Arkama döndüm, oydu. Gülümseyip önünde diz çöktüm.

"Adın ne senin?"
"Azize." dedi.
"Neden Azize?"
"Annem Türk filmlerini severmiş." Dünyanın en geçerli açıklaması buydu sanki.
"Nerede annen şimdi? Yalnız mısın sen burada?"

Cevap vermedi. Sorularımdan sıkılmış gibi yüzünü buruşturup, arabanın arka koltuğuna oturdu. O sırada, elinde kendisinden bile kirli, titreyen bir yavru kediyi tuttuğunu farkettim. Bir şey söyleyip, şaşkınlığımı gizlemek için sordum;

"Senin kedin mi?"

Gondolda çığlık atan çocuklara baktığı gibi, küçümseyen gözlerle baktı yüzüme;

"Yoo, sokağın.."

Kendimi, dünyanın en aptalca sorusunu sormuş gibi hissedip utandım. Nasıl bilmezdim bu kadar basit bir gerçeği; kediler insanların olmazdı, olsa olsa sokağın olurdu. Ama ben daha önce bir kediye dokunmamıştım bile, bu bir özür olabilir miydi?

Evin önüne geldiğimizde, dayanamayıp tekrar sordum;

"Nereye bırakayım seni? Benimle mi geleceksin yoksa?"

"Kedi aç." dedi. Hep beraber evime girdik. Kediye biraz süt, ona da bisküvi, peynir ve meyve suyu çıkardım.

"Dolapta başka bir şey kalmamış da.." dedim.

Küçümsemeden, ama minnet de duymadan yedi yemeğini. Odada yalnızca bisküvinin çiğnenirken çıkardığı sesler ve kedinin ağız şapırtıları duyuluyordu. Ben, artık ne yapacağımı hepten şaşırmış, efendisinin emirlerine amade bir köle gibi, ayakta, ağzından çıkacak yeni sözcükleri bekliyordum.

"Kedinin uykusu geldi." dedi.

"Peki, yatak yapalım kediye."

O, kedisini kucağına almış, benim boğaz manzarasına bakan sallanan koltuğumun tadını çıkarırken, ben salondaki kanapeye yatak yaptım gece yüzlü Azize ve sokağın kedisi için. Elinden tutup yatağına yatırdım sonra onu, kedi de, kendiliğinden yastığın üstüne yerleşip mutlu mırıltılarla uyumaya başladı.

"Kedine isim koyacak mısın Azize?"
"Vardır zaten onun ismi. Annesi koymuştur."

Son sözcükleri, uyku ülkesinin kapısından geliyordu, daha fazla yormadım onu.

"Peki, iyi geceler o zaman size." dedim. Çoktan uykunun kucağına bırakmıştı kendini, üstünü örtüp odama yürüdüm. Yatağıma girip, başımı yastığıma koyduğumda, yıllar sonra ilk kez, hayaletsiz ve huzurlu bir uyku uyuyacağımı anlamıştım. Gece bir ara, yorganımı aralayıp yanıma yatan bir çocuk teni ve yastığıma yerleşen bir kedinin tüylü yumuşaklığını duyar gibi oldum, ama uyanıp neler olduğuna bakamadım.

Güneş doğarken, yüzüme başını sürtüp, yemek zamanının geldiğini anımsatan sokağın kedisi uyandırdı beni. Ürpererek gözlerimi açtım. Önceki gece yaşadıklarım, şimşek hızıyla geçti zihnimden; hayal miydi, gerçek mi, ayıramadım. Koşarak salona gittim. Azize'ye yaptığım bozulmamış yatak ve kediye süt verdiğim tabaktan başka yabancı bir şey bulamadım. Artık hepten sabırsızlanan kedinin sütünü koyarken, o uğursuz sabahtan bu yana ilk kez, yanaklarımın kendi vücudumdan akan sıcaklıkla ıslandığını hissettim. Aceleyle koşup gelen ilk ünlemim, "Ah Azize!" çığlığımın sonuna yerleşmişti.

Çiğdem Gürer


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,609,609,609,609,609,609,609,609,609,60
5 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Turan Bozkurt

 Vestanca : Turan Bozkurt


  NEYSE.

13 şubat ..

Çok erken kalktım yine..

Bu dağlar taşlar bu ovalar bu kuşlar neee güüüzeeellldiii!!bu kalem bu çay,otlu peyniiiir..
Zemheri soğuğuna en iyi halimdeydim. Akşam o kadar sağanak imge kelebeklerini iğneledim ki,defterim bi orman yetecek renkte.Mevsim !,buz kessen ,hızımı kesemezsiiinn! Vız gelsen de nezle grip diye tırsmam senden!,hohlarım bi, meltem meltem öyleee gidersiin..ona gööree!!

Ninna ninna ninnara...ninna ninna ninnara..bir kiii hoop!..bir kiii hoop!!....paaaa!!!..dış kapıdan çabucak,kaçak ve hin bir kurnazlıkla taa anayola kadar depar.Allahtan merdivenler azdı da,komşular kim o deyip sürgü çekemeden..

Hahaha..kim tutar beniii..

Cebimi yokladım..Sarı sıcak ve turkuaz bütün duygularım depreşti yine..Bu kadar mı bulut kesilirdi insan,bu kadar mı çocuk çarpardı sevinç!!..Kutu yerindeydi;yazgım içinde..

Az kaldı azz!!.

Bir adımlık canı vardı mesafelerin..bi telefon,bi bilet iş tamam..süreyi gazeteye endeksledik mi mesafe mi dayanır?..Üç sıgaraya kıyardım ben bu iki saati, rüşvetle sotelendiğim şöfor yatağında..Yanına da bi az kremalı nes..Cürmü mü kalır bu yolun..hıh.Beş sefere daha yazıldım mı artık beni en hatırlısından anılara yazar!..isterse çatalca -smirna arasından sorsun..destan yazdık biz destaaann!!hem semayolları hem karadaaan!..heeem!..

Neyseee!.

Neenn neenn nenne nen…neenn nenn nenne nen..her nakaratın doyumluk metronom haddi vardı ,ama ben gına sınırına dayanırdım bu hallerde..iki tekrar,hadi..uzatsak, yedi;tıkandık:on! Ama ya bütün gün!?.Eh yani!değildi işte..Sanki o nakarata ara versem,eşliğinde, şahikalarında gezdiğim duygu yitecekti..Bu mırıldandığım,en derinimden,tek arazi olarak dağı bilen Urartu lisanımdandı..sevdamız göz süzüşler ve kına nakışlıydı bizim..nefretlerimiz kurşun konuşurdu bitişleri..insana ve dağa dost,şehir ve metropole yabandı neşemiz..yaban ve o kadar da samimi..Bu yüzden en tril dillenmek için sevdama,hep Urartu konuşurdum;Vestandan derlerdim imdada, en kuyum türküleri..neenn neenn nenne nen..neysee…eh!..tamam..

Yarın..yarın..yarın!!!..

Yarın ,sarı nehirimle ortak harıtalarımızı yazacaklığımızın kavil günüydü..Gerçi arada bi bir dağ ova ve vadilerimizi tespitte ve yönlerimizi tutturmada consensusu aklımızla değil tenimizle sağlamaya çalısıyorduk ama,olsundu o kadar.Babilin lanetiydi karşı durmamız gereken.kaç kez slogan bağırdım yüzüne ama çocuk protestosuyla tebessüm murad ederek..hehe..başardım da..ama en çok o da ne?..soruşundaki gözkısmasına bitiyordum..anlaşamıyalım diye dilleri bölen bi haın rahip kralın ilençli arzusu işte nolucak..bu yüzden anlaşamamazlık terimi sözlüğe yazılmıştı..kimse hemen kaynaşamasın söz bir gönül olmasın diye..herkes birbirine zaten tanışıncaya kadar tanımadığı tanıdıklar değilmiydi..Tam da burada, manifestosu çekince kabul etmez cinsindendi: en kızıl ve kesin..O, yabancısın bana diyordu,bense,sen bana sadece cinsiyet uzaksın diyordum..çok dalgalanmıştık bazı eşikleri aynı yerden inebilir miyiz diye..Haklıydı o, kadındı:korkuları ve duyguları duru ve sıcak;bense erkektim,tutku ve arzularıma körbıçak..neyseee..problem değildi..bir şekilde hallederdik.Atmosferimiz aynı, Milli bayramlarımız aynı ,üstüne turkuazı aynı seviyorduk...neyseee..bizim gibi bi kıyamet insan vardı ve olacak..biz çok mu şeydik ya!

Canım kuyumcum!!..hahaha..

İki tebessüm ve espriyle darmadağın etmiştim suratsızlığını,kara göklerini gözlerinin.haha..evet!.. tabii!!.Bendim yedeğinde sustalı ironi ve yelpaze coşku taşıyan "kafadan yaylı"Vanlı mülteci..sizin oraları az bilirim ,hangi köydensiniz sorusuna;benim bütün köylerim milli eğitime bağlı,merkezimiz Ankara deyince çırağı anca yetişmişti tezgah depremine..Hem okkalı bir indirim koparmıştım ,hem de molama sıcak bi çay..

Neyse..hahaha..neyseee!!!..

On dakikalık yolu anadolu ateşi figürlerinden iki ileri bi geri salınımıyla, anonım gözlere çaktırmadan vestan ezgimle geçtim.. .neen neen nenen..eeh..yeteeer!!..gına bile peste!..eeeeee!be eeeeeee!!

Hahahaha...neysee!!.timam!timam!
İstiklal marşı,sınıf,esas duruş,günaydın ve ders başı..
-Antepli zeynom,ünitemiz..?
Sosyal tabakalaşma hocam..ilk konu köy ve köy öncesi yasam..
-Teşekkür..yedek baskanım Şengül,yoklama hazır mı?
-Daha bir iki servis gelmedi öğretmenim..bir beş dakika daha..
-Peki..
Ben de yedim..kantınde tıkınanları koruyo anaçım..ben de safa yatıyom hep..haha..boşveer!
-Nüfus az ve yiyecek boldu bir vakitler,gani..tabiat anamız ne verdiyse..çok ta eli açık o zamanlar..boğaz az ya..nakıt kredi derdi yok..çek senet hiç ..daha yazı icad edilmedi ki kızım,az bekle,birkaç binyıl sonra geliriz..sonra sonra trampa,takas..bi avuç buğdaya iki çakmak taşı hesabı..çocuklar aynı hep;eşikte,oyunda..erkekler avlanıyorken,kadınlar oçak başı,tezgah..süpürge,bazen çamaşır,çamur bulaşmışsa anca..hayat zor ama basıt ve doğal.ne zaman ki nüf…efendim selime?
-Niye kadınlar hep böyle ikinci sınıf?..,her çağda?..
-Yetiştirme yurdu öksüz sığırcığım feminist ve naiv selimem..Marks atamın diyalektiğiyle konuşursak,erkek aklı anca bul,böl,parçala..pişirmeden,ekinden,çamaşırdan ne anlar..Esası,harisçe mülkiyet ceberrutluğu..pisboğaza zıkkım iktidar ayakoyunları..Esasen kadınlar arkeolojik figür olarak doğurandır;yani yaratandır;üreten ve veziredendir..onlar ki,her zaman başımıza taç ,soframızdaki yeri…
-hooocaaaaam!!!.az yavaş..bazı kelimeleri..
-bi dakka kesmeyin ..kızım ya..onlar,tüm tabiatta dişil, yani genesia…efendim,eeeeliiifff?
-hocaaaamm..hiç ..şey..yani..hehe.lisedeyken.aşık hani..bi ..??
-geçiniz..konumuzla..alakası yok!...ama..hani..sordunuz ya..bak..bi daha...neyse,dur:
-"ne kadınlar sevdik ,zaten yoktular!"..bak bi şimdi,bi sefer aşık oldum der,di'li geçmiş zamana yan gelip yatarsanız,yaban ve otsu giller sınıfına yazılmışsınızdır mahayana çarkında.."bize uymaz bir sevdalık yaşamak.."..çarkınız sadece sizi öğütür,gidişe bi yaşayan cesed kalırsınız kelebekleriiimm!!!..birine aşık olup ,orada kalmak entropik gaye ama,tanrının en acıtan şakası bu:kavuşmalarda bitirir,kaçışlarda aratır..ebeleme sobelemelerle hep kendini aratır,taptukun yunusun yalancısıyım valla..her buldum dediğinizde bi çentik daha kanatır sizi arayışa..meşgalelerimiz yarabantlarımız..bi haddi var nihayet her şakanın,acı tatlı..bi kıvama geldiğinizde artık şakanın ne olduğunu kavrar,aşk kömüşlüğünden,sevgi nazeninliğine incelirsiniz..ustalarımdan çok sonbaharları ..bilmesine bilirimde,henüz o raddeye..kızzz!!.
ünite kaynadı geneee yaaaa..kızlarım neee olasııınız yaaaa!!!!!!
-hoccam iki dak…aha çaldı hoccaammm!!

Vi vil vi vil rak yuuu..vi vil vi vil rak yuuu…nana n ana nana naam!..nana nana nana nana naam!!..vi vil v ivil rak yuuu!!.. Koridordaki hengameye anca böyle katlanabiliyorum..kulağımdaki volkmeni sonuna kadar açıp..,kantinde çay , zıkkım ve natural sigarama sığınıyorum..bunların gürültüsü de,dingonun kapalı mahalinde bahar danası öğürme ve tepinmeleri....nolucak,zekayla gürültü ters orantılı..neyseeeee ,yaza az var..ay hesabı konsantre ölçüyle altı gün..güneşi değil,artık şu erik ağacını vakte ölçü alırız.sideral zamana endeksleriz olmazsa;nebula dönüşlerine..üff..neysee.
İşine bak oğlum işine..
İkinci ders…

-nerede kalmıştık..ha..köyümün kadınları..yok..köylü kadının ..kızım neydi ya..kübra,kim sildi ünite yazısını ya..??
-hiç yazmıyoruz ki hocam..hehehe..aşk konu aşk..
-Kalsın!.hele bi ekmeğe aşa durun da,sefil olmayın filizlerim..şimdi hayatı minyatür oynayacağız;sokakta simülasyon şansımız da yok..ona göreeee!!..hadi..kaç sosyal tabaka vardı.kim..??
dı dııt..dı dııt..dı dııt..
-Elifff,kapa şu meretini..kaç defa dedimdi ..ama..bak..kızı..
-hocaaam,ses sizden çıkıyooo!..pardon cep şeynizden..ayyy..hahahha..valla hocam ya.bi.. --_"lüütfeeen!..lütfen
geeelmeee!!..yapamayııızz!!..beni seviyorsan ..lütfeeen!!"
Kapamayı unuttuğum cep telefonumdaki mesajdı bu..
Sırasımıydı,nereden çıktı,ne oluyoruz ya,ben senin var ya..gibi hiçbir şey diyemedim:
Donup kaldım..
Beni donduran; şaşkınlık ,hayal kırıklığı ilk evresi,titremeden önceki saliselik reflekse hazırlık potans hali,ani algı değişikliğine nöron ayar hızı oranı,her neyseeeee,değildi....
Birden hatırladım..
Çocukken,zaafiyet ve şımarık amcaoğlumla karşı karşıya, yirmi adımda taş dikip devirmece oynarken,oyunun en coşkulu yerinde,sırf geçen gün tüm sakız resimlerini üttüğüme intikam fırsatı niyetine..ceviz büyüklüğündeki taşı..elimden kaçtı hesabına..donk ..sağ şakağıma..hay senin.!!!

Kızıl kesmişti gözlerim ve karaydı dünya..öyle bir dişleme arzusu hiddetlendim ki,yakalasam kesin kemiklerine kadar yamyam kesilecektim..saniyelikti bitişiama yıldırım sıvışmıştı..bilirdi öfkemi..allahım yaaa!!

Yok,bu o değildi..

Bu,daha çok,shao lin ustalarının göğüs kafesine avuç içiyle vurdukları ölümcül kung fu darbesinin yaklaşık eşit aynısıydı.Ezilme hissi ve çatırdama duymamıştım,çünkü zaten duvara yanaşıktım..boşluk olmayınca sesi de duyulmamıştı;ama nefesim hık çıkmamış,bitmiştim.. Kaynama eşiğindeki sürelik kararlılık gibi:ya öfkenin tadıyla züccaciyemi arayacak ya da susup,kara kurum bir melalle kafadan kayacaktım..hııııımmm...hııımmm..hııımmmmm.
Vallahi duyamıyordum sınıfı..
Masaya sığındım..güneşin de allahı var,tam vaktinde hüzmeleri dikine dikine..gözlerimi bir Moğol kısıp,odaklandım ki,kimse göremedi damlayı..pırıltıya yormuşlardı emindim..renkliydi ya gözlerım..yine bir imge kovalıyordum zahır..
--hocaam,,hehe..yine bir hayranı…
Zil çaldı..
Öğretmenler odasındayım..sırt arkadaşlara dönük,bi sağa bi sola dolabı arıyormuşum havalarında..ortadaydı zaten,ama günlük çehremi giymeye çalışıyordum ,vakite ihtiyacım vardı..ancak hazır olunca...
-merhaba..aloooo..in aşağı..alo..bak biz yeryüzü..
-ilhanım,bi si bemol kafiye dellenirim,sina çölünü düz geçerim kaf dağından indirmem!!
-anlaşıldı..yine fm dalga..zagrep,lili marleen türküsü ..di mi?
Lan olum telim koptu..sonra sana …neyseee..ben naş..!!!!..
Ceket cebime davranıp,yüzük kutusunu dolabın içine öyle bir çarptım k,yüzüme geri fırladı..fırlayanın yüzük olduğunu anlamasınlar diye peşinden yerlere bi seğirtmişim evlere şenlik..ben öbür tellerimi gevşetmeye çalışırken,adem hocanın..vay..mübareekk..gıda kuyruğu kapaklanma şampiyonu..vaaayy..benim yeeerimee de bi sıra hanı..vaaayy..
-Ulan adıyla var sıfatıyla hiç kopil!..sıfatına uygun vaziyet al yoksa nüfüs kağıdına vesikalığın kalmaz..bak osmanlı geliyoruuum baaakkk,elimin..İlhaaann beyy!!,al şunu başımdan yaaa!!

...

Evdeyim.

Ortalık öfkemin artıklarıyla dolu..yiyecekler poşetle boğulmuş..şarap şişeleri tekmelik boyuttan daha küçük parçalar halınde..ona ayırdığım türkuaz yastık benden önceki hallacına rahmet okuyor yanı döşü deşik..hele resimler eskizler internetten kopya fotolar konfeti olarak bile kullanışsız..kaçanlar fazla büyük,kaçamayanlar zaten ıskarta konfeti için..pul değil pire yorganı..

...

Yatsı karasıydı vakit.

.Durulmuş ama dilsiz Yusuftum kuyuda.daha..hiç bir ses yoktu ondan..gözüm telefonda,serde erkeklik var,o ararsa ..belki..
Cebimi yokluyordum...tik olmuştu ,bir cigaraya,bi çakmağa,bi ebime..hı.tamam..yoktu..hımm
Takvimi fon olarak kullanırken odak olarak,sicilyan tarafımla muhabbetteydim..kelimeler hep hız güç kesinlik ve eril faaliyet kök ve gövdeliydi..mermer fonu sakınleştiriyordu beni..
Mermer?
Bu kadar olur..hemen bir mermerciye sipariş aynı renkten. Doğumu:8 kasım Ölümü:yarın
Cenazesi aleme ibret belediye çöplüğüne..orada yakılacak.Ölüm sebebi:..........???

...

Çok olmuştu yaşamasına gerekçe teminim..ama kendimi öfkemden ve boğa körlüğümden dolayı öyle bir acıtmıştım ki,göz boşalıp dolmaktan sicim sıcak izleri yakıyordu hala..
o canandı,bir ömür daha can dilemek can için sevdanın şanındandı...tüüh bana..tüüh..
ben ona sarılırken o kadar kadın ve ipek ben o kadar erkek ve çocuktum ki,her noktamızla örtüşürken o bana iç,ben ona zarftım..nasıl kıyardım.nasıllll?
bana çay,hamur,yemek pişirirken pişiren yüreği ,sunduğu çayı çorbası böreği değil aşktı...aşk!!
ulan ben..ben var ya..ben!!
neyse..

...

Sabah,ip farkına az kalmış ak ve karanın..yorgun ama hafifim..
Derin bir nefes alıp verdim:
:::::

-Fe Lam Zed nam,
kulunun adıyla,
ve kulunun hakkı için;
ya mahatma gohanta budhayı ümmetine kat,
ya da bi seferlik izin ver budist olayım,
bir günlüğüne tekrar ya da bir sımülasyon şansı daha
istediğimde,
o benim meselem ..sen karışma demiştin ya,
ey ibrahimoğullarının ortak rabbi
herşeyin yaratıcısı ve herkesin tanrısı,
herkese Allah,
en eşsiz,kimsesız,tek ve yalnız,
dolayısıyla arkadaşım!..
lütfen!..lütfen!..lütfen!
bi şaka daha kaldıramam..
Lütfen..hep son bu diyorsun..ama..yine..
Eğer daha dur,az daha diyorsan,sen bilirsin,
Ben ,
Dayanamam ya,çok kanadım,en sızım buydu da ondan..
Neyse..tamam..neyse..
Neyse tamam!..
Neyse..

Turan Bozkurt (Vestana)
vestana1bozkurt@yahoo.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,679,679,679,679,679,679,679,679,679,67
3 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Neslihan Güzel

 Kahveci : Neslihan Güzel


  HAYVANLAR ÂLEMİNDEN

Geçenlerde hayvanlar âlemi ile ilgili bir yazı okudum, hayvanlar ansiklopedisinden yararlandığını belirtiyordu, yazar.

Kırlangıçların yuvarını yaparken eşleriyle beraber yaptıklarını ve nöbetleşe yavrularının başında beklediklerini anlatıyordu. Ve insanlara ibret olsun ki; Yuvalarını ne kadar bozarsa bozsun kötü eller, onlar ısrarla tekrar yapıyordu. Yılmadan, durmadan.

İnternette okuduğum öykü de bu konuyla alakalı diyerekten sizinle onu da paylaşmak istedim.

Yalnız yaşayan bir kadın, yolda bulduğu gelinciği evine getirmiş, beslemiş. Bu arada kendisinde bir bebeği dünyaya gelmiş. Gelincikle beraber yaşamaya başlamış, üç kişi olmuşlar. Günlerden bir gün kadın iş için dışarı çıkmış, eve dönünce her tarafta kan izleri görmüş, birden korkup gelinciği orada parçalamış. İçeri girdiği zamansa yavrusu hala sağlammış, ama yanında yatan yılan param parça bir haldeymiş. O bile sahibine sadık kalmışken, insanoğlu…

Bir gün hayvanları gözleyen araştırmacı, ilginç bir şeyle karşılaşmış. Karganın birisi ağzında ki yemiyle bir yere doğru uçuyormuş, iyice gözlemlemiş, karganın ne yaptığına bir anlam verememiş. Biraz dikkatli baktığı zaman, yemi başka bir kargaya götürdüğünü görmüş. Ve yardım ettiği bu karganın alt gagası kırıkmış…

Hayvanlar âleminde cezalandırmada meşhurdur, yapılan hatanın mutlaka cezası verilir.
Kırlangıç çifti, yem bulmak için yuvadan bir süreliğine ayrılmış, fakat dönünce o da ne! Yuvalarına başka kırlangıç oturmuş bile, düzgünce rica etmişler, ama o halinden pek memnun kalkmamış bile yerinden, onlar da hiçbir şey olmamış gibi uçmuşlar. Beş dakika sonra grup halinde gelip, bu kırlangıcı bir güzel cezalandırmışlar.

Tilkileri ise hep kurnazlıkları ile tanırız. Oysa onların da nöbet sistemi ve cezalandırma sistemi vardı. Bir gün, uykuda yakalan tilkileri avcı mahvetmiş. Tabiî ki faturası, nöbetçi olan tilkiye çıkmış. Ve bu tilkiyi bir güzel pataklamışlar.

Peki, hayvanlarında duyguları olduğunu, onlarında hüzünlendiğini, ağladığını, ölülerinin ardından yas tutuklarını biliyor muydunuz? Fillerin de aile hayatı yaşadıklarını, ağladıklarını duydum. Bir gün sirkte terbiye edilen bir fil, rolünü yapamayınca kaçmış, cezalandırılacağını biliyormuş çünkü. Ama sirk terbiyecilerinin acımasızlığı malumunuz, kaçış var mı onlardan? Fili yakalayıp bir güzel dövmeye başlamışlar. Daha sonra bakmışlar ki, fil yere yatmış, hıçkıra hıçkıra ağlıyor.

Peki, yaban kazları neden V şeklinde uçar bunu biliyor musunuz?

En öndeki kaz, yol alırken en çok yorulan kazmış, bu yüzden bunu nöbetleşe devam ettirirlermiş. Yorulan kaz arka sıraya geçip, görev zamanını beklermiş. Bir ilginç nokta daha, onlardan her hangi biri yaralandığı zaman, yanında ki birkaç arkadaşı onun yanında kalır, iyileşmesini beklermiş, ya da o öldükten sonra yollarına devam ederlermiş.

Hayvan deyip geçtiğimiz, bazen fark etmeden de olsa zarar verdiğimiz, o canlılar, insanlara göre daha mı vefalı, merhametli ve de dost canlısı acaba?

Neslihan Güzel


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

M.Nihat Malkoç

 Kahveci : M.Nihat Malkoç


  MÜZELERİMİZ VE BİZ

Türkiye bünyesinde farklı kültürleri barındıran bir kültür mozaiğidir. Pek çok medeniyete beşiklik eden bu topraklar tarihin aynasıdırlar. Ülkemizde çok zengin bir tarihî eser birikimi mevcuttur. Bunlar kendi içinde çeşitlilik arz etmektedir. Türkiye deyim yerindeyse adeta bir açıkhava müzesi görünümündedir.

Bilindiği gibi müzeler; sanat, bilim, tarih ve kültürle ilgili eserlerin halka gösterilmek için toplanıp sergilendiği yerlerdir. Halk bu gibi mekânlarda geçmişe yolculuk yapar. Ben müzeleri gezdiğim zamanlarda hep mağrur bir edaya bürünmüşümdür. Hele Topkapı Müzesi, içimdeki gurur çağlayanını coşturmuştur. O ne muhteşem bir medeniyet mirası… O ne harika bir kültürel birikim… Osmanlı Devleti, müzelerdeki heybetiyle sınırlı kalsa da, bu mekânlarda hâlâ yaşıyor. Onların bize bıraktığı eserler göğsümüzü kabartıyor.

Tarihî kaynaklardan öğrendiğimize göre ülkemizde müzecilik, 19. yüzyıl ortalarında başladı. 1846 yılında, Sultan Abdülmecit'in emri ile, bazı eski eserler ve eski silâhlar Aya İrini Kilisesi'nde toplandı. Daha sonra1868 yılında, Ali Paşa'nın sadrazamlığı sırasında, bu kilise ve içerisindeki eserler "Müze-i Hümâyûn" adı altında ilk müze olarak açıldı. Bu dönemde Maarif Nezareti, Osmanlı Devleti sınırları içerisinde bulunan tüm tarihî eserlerin İstanbul'a gönderilmesi konusunda bir emir yayınladı. 1881 yılında, Osman Hamdi Bey müze müdürü olunca, gerçek anlamda müzecilik çalışmaları başladı. Osman Hamdi Bey, 1883 yılında eski eserlerin yurt dışına çıkışını önleyen "Eski Eserler Kanunu"nu hazırladı. Yine bu dönemde, Anadolu'daki kazılar denetim altına alındı. Zaman içerisinde bu konuya daha çok önem verildi. Özellikle Atatürk zamanında bu alanda çok büyük yol alındı. Çünkü Atatürk'ün "Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır. " sözü, müzeciliğin önemini de gösteriyordu aynı zamanda. Ecdadımızı tanımanın bir yolu da müzelere gitmek, oluşturulan maddî ve manevî kültürü yerinde görmektir.

Müzeler kültürümüzün yaşayan tanıklarının sergilendiği ortamlardır. Bilim ve sanat ürünlerimiz orada halkla buluşur. Çok kere de tarihî değerlerimiz bu ortamlarda yaşatılır ve genç nesillere tanıtılır. Tarihi kuru ifadelerle anlatmak tarih şuuru kazandırmaz gençlere. Onları tarihî değerlerimizle bizzat yüz yüze getirmeliyiz. Fakat bugün ülkemizde tarih, maalesef kapalı kapılar ardında kuru bilgilerle öğretilmektedir. Oysa bizim gibi zengin bir medeniyeti olan bir millet, bu birikimden yararlanmalıdır. Bugüne kadar bu zenginliğimizi teşhir edemedik. Çocuklarımıza ancak savaşların hangi tarihlerde yapıldığını öğrettik. Bu da bir yarar sağlamadı onlara. Ezbercilik eğitimimizi kütükleştirdi.

Müzeler zamanın dondurulduğu mekânlardır. Orada tarihin izlerini görebiliriz. Fakat müze demek sadece tarih demek değildir. Bugün pek çok müze çeşidi vardır dünyada ve ülkemizde. Arkeoloji müzeleri, etnografya müzeleri, güzel sanatlar müzeleri, açıkhava müzeleri, bilim müzeleri, tarih müzeleri, askerî müzeler ve özel müzeler bunlar arasında sayılabilir.

Günümüzde özel şahıslar da müze kurabiliyor. Merhum Sakıp Sabancı ve Vehbi Koç'un kurduğu müzeler, özel müzelerin en ciddi olanlarıdır. Koç Grubu'nun İstanbul'da kurduğu Sanayi Müzesi, alanında kurulan müzelerin ilkidir. Ülkemizde bunun benzeri de yoktur. Sabancı Müzesi de pek çok değerli koleksiyonu içinde barındıran bir kültür ve sanat cennetidir. Buradaki eserler para gücüyle alınamayacak kadar önemlidir.

Yine benim en çok beğendiğim müzelerden birisi de İstanbul'daki Harbiye Askerî Müzesi'dir. Askerliğimi İstanbul'da yaptığım için defalarca bu müzeye gitme imkânı bulmuştum. Ayrıca burada verilen mehter konserlerinin tadı da hâlâ belleğimde saklıdır.

Milletimize mal olmuş şair ve yazarların yaşadıkları evler, kendilerinin ölümünden sonra müzeye dönüştürülüyor. Bu türde onlarca müze vardır Türkiye'de. Ünlü Türk Şairi Tevfik Fikret'in 1906-1915 yılları arasında yaşadığı ev olan Aşiyan; 1940 yılında eşi Nazime Hanım'dan İstanbul Belediyesi tarafından satın alınıp, 1945 yılında Edebiyat-ı Cedide Müzesi olarak açılmıştır. Daha önceleri Eyüp Mezarlığında bulunan naaşı, 1961 yılında doğal görünümü ile çok beğendiği bu bahçeye nakledilmiş ve bu tarihten sonra müze "Aşiyan Müzesi" adını almıştır. Tevfik Fikret, evinin projelerini kendisi çizmiş, Farsça "Yuva" anlamına gelen "Aşiyan" kelimesini de buraya isim olarak koymuştur. Bahçe içerisinde ahşap üç katlı olan Aşiyan Müzesi bugün ücretsiz ziyaret edilmektedir. Ülkemizde bunun gibi pek çok meşhur şair ve yazar müzesi vardır.

Ücret dedim de aklıma geldi… Aslında müzeleri ziyaret etmek parasız olmalıdır. Bu mümkün değilse, çok az bir parayla gezme imkânı tanınmalıdır. Müzelerden alınan paralar genellikle buraların giderlerini karşılamak için kullanılıyor. Fakat devlet istese bunu kendisi de karşılayabilir. Bence müzeler parasız olsa herkes buraları gezer. Akşam eve ekmek götüremeyecek durumda olan insandan parasıyla müze gezmesini bekleyemezsiniz. Gerçi durumu iyi olanlar da müzeleri gezmiyor. Fakat ücret alınmazsa buraları ziyaret eden insanların sayısında çok büyük artış olur. Bu da devlete ağır bir yük getirmez. Milletimiz tarihini, maddî ve manevî değerlerini tanımış olur. Bilindiği gibi müzeler haftasında ziyaretçilerden para alınmıyor. O hafta içerisinde müzeler insanlarla dolup taşıyor. Bu gençler için bir aylık eğitimden daha tesirlidir.

Uluslararası Müzeler Konseyi tüm dünyada 18 Mayıs gününü Müzeler Günü ilan etmiştir. Bu çerçevede her yıl 18 Mayıs tarihi Müzeler Haftası olarak kutlanılıyor. Müzeler Haftası'nda amaç müzeleri halka tanıtmaktır. Millet olarak ayağımız müzelere alışkın değildir. Çoğumuz gereksiz görürüz bu güzel mekânlara gitmeyi. Öyle ki yanından geçeriz de içeri girmeyiz bir türlü. Kendimiz gitmediğimiz için çocuklarımızı da mahrum ederiz bu güzel eylemden. Sonra da tarih şuurunun eksikliğinden, millî kültür anlayışının yokluğundan şikâyet ederiz. Nerden baksan tutarsızdır bu davranışımız.

Müzeler bizim tarihî ve kültürel hafızamızdır. Çocuklarımızı buralara götürüp ceddimizi tanıtalım. Onlara geçmiş hakkında hurafeler değil, ilmî bilgiler kazandıralım. Dününü tanıyan bir nesil, geçmişinden hız alarak geleceğe koşar adım gider. Aksi halde Batıya özenip dururuz. Neticede ne Batılı, ne de Doğulu olabiliriz.

M.Nihat Malkoç
mnihatmalkoc@gmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


[Henüz Oylanmamış]
0 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 6.133 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


ÇÖZ ARTIK

Bırak bırak da yankılansın,
Dağların ardından sesim,
Kalmayayım burada,
Girdabın ardında sessiz.
Sürgünlerle, buruklukla,
Yaşatma bana hayatı.
Helezon büyüklüğünde acı var içimde,
Bitmeyen bir sis var yüreğimde.
Ve sislerin ardından gelen susmalar.
Prangalarımı çöz artık ne olur,
Gökyüzüm rengârenk olsun artık,
Yankılansın sesim patlak patlak,
Dağların ardında coşarcasına,
Irmaklar gibi serin.
Düğümler çözülsün boğazımdan,
Lal olmaktan kurtulayım artık.
Çöz şu prangaları ayaklarımdan.
Bozkırlarım yeşillensin artık,
Yitiklikten kurtulayım,
Yarınlarım olsun aydınlık.
Susuz çöllerden kaçayım.
Çöz şu prangalarımı artık.
Gece siyahlarına elveda deyip,
Güneş ışığına "Merhaba!" Diyeyim.
Çöz şu prangaları ayaklarımdan.
Sonsuzluğa koşayım…

Neslihan Güzel

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


27 Mayıs Cumartesi Gecesi Buluşuyoruz!..

Beşinci yıla girişimizi bu sene 27 Mayıs'ta Park Mühendishane'de kutluyoruz.
Tüm Kahvecileri aramızda görmek istiyoruz.

Limitsiz Yerli içki, doyurucu yemekler ve canlı müzik eşliğinde hem eğlenip hem de hasret gidereceğiz.

Katılmak isteyenlerin asesen@tnn.net adresine mesaj atmaları menfaatleri icabıdır.

Tarih : 27 Mayıs Cumartesi Saat 19:00'dan itibaren
Yer: Park Mühendishane - İTÜ Taşkışla Yanı
Ücret: 40.-YTL
Otopark mevcut olup Kredi Kartı geçmektedir.




MELİH CEVDET ANDAY
İÇERDEKİLER

"içerdekilerle dışardakiler arasında böyle bir ayrım varmış.
kuşla balık arasındaki ayrım gibi…onu bugün anladım."

TİYATRO FİREZ
Can Kırmızıtuna
Mehmet Ergün
Özge Önal

tarih:25 mayıs 2006
saat: 20:30
yer: Barış Manço Kültür Merkezi (Kadıköy)
gişe tel: (216) 4189549

e-posta: tiyatrofirez@gmail.com

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

Bir hayvanat bahçesinin goriller bölümünü istediğiniz gibi keyfinizce seyretmek, hem de internet üzerinde... nasıl olur sizce? Hadi canım diyenleri ve hatta demeyenleri de http://www.aroundcinci.com/icams/gorilla/ web adresine davet ediyorum. Bu web sayfasında detaylı açıklamalar mevcut. Ama ön bilgi vereyim: Kameraların kontrolünü ele almak için "take control" ikonuna basıp sıranızı bekliyorsunuz. ekranda sırada kaç kişi olduğunu ve kaç saniye sonra size sıra geleceğini görebiliyorsunuz. Seçili bölgedeki tüm kameralar sizin kontrolünüzde. isterseniz gorillere, ya da ziyaretçilere bakabilirsiniz. Ama unutmayın seçimleriniz, web sayfasına girenler tarafından takip ediliyor olacak. İyi eğlenceler.

İlginç ve eğlencelik resimler, animasyonlar ve oyunlar için http://www.webnoodle.com/ Espri anlayışı biraz farklı geldi ama yinede görülmeye değer.

Sinek kanatlı uçağım olsa yine de oynarmısın benimle? http://www.mit.edu:8001/people/dinoriki/phliez/work-well-together.html Espri anlayışının bu kadarı biraz fazla.

Görülmeye değer ilginç bir sanat galerisi. http://www.nothingsomething.com/ Ben şahsen sevdim. Hissettiklerimi burada yazmak yerine sizin de ziyaret etmenizi tavsiye ediyorum.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


FREE Hi-Q Recorder Version 1.9 [2.61MB] Windows Free
http://www.free-sound-recorder.com/dlrhm/freehiqrec.exe
Mp3 ya da wma olarak direkt kayıt yapabildiğiniz bir program. Alın kurun neyi dilerseniz kolaylıkla kaydedin. Her bilgisayarda bulunması gereken çok kullanışlı bir program.

KM Toolbar v1.0 [643KB] Windows - Ücretsiz



http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20060525.asp
ISSN: 1303-8923
25 Mayıs 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com