|
|
|
26 Mayıs 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Vakit hızla akıyor!.. | Merhabalar,
Daha dün Pazartesi değil miydi? Ne çabuk geçti koca hafta. Kahve Molası sayesinde takvimi öğrendim sayılır. Ondan önce takvim benim için sadece çeki senedi not ettiğim, unutup atladığım yıldönümlerinde zılgıt yeyince bakıp kulağını çektiğim bir vakaydı. Kahve Molası ile hafta başları, hafta sonları, hangi tarihin hangi güne geldiği gibi ayrıntılarla uğraşmaya başladım. Hergün tarihini bizzat değiştirdiğim bir gazete olunca takvimle içiçe yaşamayı öğrendim. Kolumda saat olmayınca kendimi çıplak hissederdim şimdi takvimsiz kalırsam neye benzerim onu düşünüyorum. Sonuç olarak, saya saya gittiğinden olsa gerek, günler daha çabuk geçmeye başladı sanki. Bakın bugünkü 992 sayımız. 1.000 olmaya 8 sayı kaldı. Hey be dile kolay, gelin siz bir de bana sorun. Neyse bu konuyu ballandıracak zaman var önümüzde. Ben birkaç ufak hatırlatma yapıp gitmek istiyorum bugün. Öncelikle unutmayın, yarın akşam birlikte yemek yiyeceğiz. Katılmak için hâlâ şansınız var. Panodaki mail adresine bir mail atmanız yeterli. İkinci olarakta öykü yarışmamız. Katılımlar sona yaklaştıkça hızlandı gibi. Henüz hiçbirini okumadım. Ama eminim hepsi çok güzeller. Ve dikkati çeken de, çoğunlukla Kahve Molası yazarı olmayıp ama dışarıdan takip edenlerin yarışmaya katılıyor olması. Tabi buna en çok ben seviniyorum. Kahve Molası'nın yazar kadrosu gittikçe genişleyip zenginleşecek nasıl sevinmem. Haydi cesaret bakalım. Yazıp bir kenarda sakladığınız öykülerinizi, tozlarını şöyle bir alarak yarışmamıza yollayın. Şu anda sizlere sadece pişman olmayacağınızı söyleyebilirim. Bu da yeter herhalde.
Evet bugünlük yeterince gevezelik yaptık. Pikabımıza bir güzel fıkır fıkır şarkı koyup kenara çekilmenin zamanı geldi. Dalida söylüyor, Besame Mucho. Hepinize pırıl pırıl, dertsiz tasasız bir hafta sonu tatili diliyorum. Pazartesi görüşmek üzere hoşçakalın efendim.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Ekmekçi'ye Özlem |
|
Ölümünün üzerinden tam dokuz yıl geçmiş. Gecen hafta sonu onu mezarının başında andık. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, ona yazdığı ağıtı sessizce mırıldandık.
"Esmiş yıkık evlerle dolu bir yel
Konya bozkırından
Basının başkentini yaşar
Köy adam"
Mustafa Ekmekçiyle hiç karşılaşmadık. ODTÜ'de okuyan Sevgili kızı Özlem'e Hocalığım dışında okur-gazeteci ilişkisinin ötesinde bir yakınlığım olmadı o hayattayken. 'Ankara Notları'nı izleyen; dürüstlüğüne, doğallığına, mesleğine ve halkına düşkünlüğüne hayran bir okuruydum. Üç yıl önce yine böyle Mayıs yaklaşırken, eşi Aldoğan Ekmekçiyi ziyaret etmek, onunla ilgili daha özel şeyler işitmek istemiştim.
Neden? Kendimi daha fazla tanıma sürecinin bir parçasıydı sanırım her şeyden önce. Bunca yılın ardından, yalnızca bir okuru olarak kendimi her gün ona daha yakın hissetmemin, onunla somutlaşan, ondan sonra yokluğu daha da netleşen 'insan güzelliklerini' nin artan biçimde farkına varmanın dışında başka nasıl açıklayabilirim bunu?
Zamanında zorlukla alınan Basın Sitesindeki evinizde karşılamıştı beni Aldoğan Ekmekçi. Amatör gazetecilik merakım tutmuş, kendisinden sözlerini kayıtlamak için izin almıştım. O sıralar bebek bekleyen Özlem'de söyleşimize katılmıştı.
Kimi özel tanımlamaları ve ondan nakledilen anıları anımsıyorum şimdi, bu sohbetin. Hiç bir zaman eskimeyeceğini düşündüğüm bu söyleşinin bazı bölümlerini paylaşmak istiyorum bugün:
"Kimler unutulmuyor ki Aldoğan?"
- Anma törenlerinde ya da değişik zamanlarda Ekmekçi'ye olan bu ilginin, sessiz sedasız sürüyor oluşu, sizde hangi duyguları uyandırıyor? Küllenmeyen "Ekmekçi Özlemi"ni nasıl tanımlamak gerekli?
"Ben bunu okurun içtenligi olarak kabul ediyorum. Nasıl Ekmekçi büyük bir samimiyetle, samimi hislerle bağlanmışsa onlara; aynı sevgi demek ki orada da kendini gösteriyor. Unutulmamak çok güzel bir şey. Ama O, hep ölmeden önce unutulacağını zannerdi, "Kimler unutulmuyor ki Aldoğan, biz de unutulup gideceğiz işte." derdi.. Çok mütevazi bir insandı, çok mütevazi. Sanırım o mütevaziliği, onu hala yaşatıyor. Bir de basında çok değişik bir örnekti Ekmekçi. Hep öyle derdi kendisi de. Halkın içinden bütün gayretiyle gelmişti Ekmekçi. O nedenle de kalıcı olmayı çok istiyordu. Kendisi bir örnek.. İşte onun hala unutulmayışını da, halkın, okuyucunun bir kadirşinaslığı olarak değerlendiriyorum."
Ekmekçi Halkla İlişkiler Ofisi
- Hemen hemen bütün tanıklar gazetedeki odasının orada olduğu dönemlerde "Halkla İlişkiler Bürosu" gibi çalıştığını söyler. Çok uzun telefon fihristlerinden söz edilir. Bu güzel ilişkiyi nasıl açacaksınız?
"Yani çok değişik insanlarla dostluğu vardı. Mesala en zevkli konuşmalarını Kamran İnan'la yapardı. Eğer çok canlı kahkahalar atıyorsa, bilirdim ki, ya Kamran Bey ona fıkra anlatıyor ya da o Kamran Beye.. Günün çok erken saatlerinde bazen onunla sohbet ederlerdi. Çok değişikti. Mesala yoldaki simitçiyle dostluk kurardı. Bursa'ya gittik, bir anma gününde. Bir Milli Piyango Satıcısı çıktı örneğin, Ekmekçi benimle şöyle ilgilenmişti diye.. Bu nedenlede çok değişik doslukları olduğu için, halktan özellikle , odası gerçekten öyleydi. Oda arkadaşları çok rahatsız oluyorlarmış bazen. Çünkü herkes rahatlıkla Ekmekçi'nin odasına girebilir, yoksa oturup bekliyebilirdi. "
'Türk Halkına ödenmeyecek kadar borcu olduğuna inanıyordu.'
- Belki okuyucuların tanık oldukları bu sınırsız duyarlılıkta onun bu yaşayış biçiminden kaynaklanıyordu?
"Belki. Bir de şu var tabii. Çocukluğundan itibaren halk içinde yetişmiş olmasının da etkisi var. Hiç bir zaman halktan kopmamış, halk içinde yetişmiş. Ve daima kendini borçlu hissediyordu. Yani Türk Halkına ödenmeyecek kadar derin bir borcu olduğuna inanıyordu. O halka samimiyetin altında bence bu vardı.
İnsanlar sevdiği işi yapabilse.. Ekmekçi sevdiği işi yapıyordu. Çok fazla seviyordu gazeteciliği ve bütün etik kurallara uyardı. Herhangi bir yazıda yanlış yaptıysa mutlaka düzeltirdi. Tarafsız olmaya çok dikkat ederdi. Ben Ekmekçi'nin bir haberi tek yanlı verdiğini kesinlikle hatırlamıyorum. Muhakkak karşı taraflara da ulaşmaya çalışırdı. Yani tarafsız olmaya özen gösterirdi. Ben de Irak olayında çok şaşırdım. Irak Halkı adına bazı şeylerin yazılması, yalnız gerçeklerin yazılması gerekliydi. Belki bunu çok ender sayıda gazeteci yerine getirdi. Ekmekçi devamlı olarak "Bu sütunlar bize babamızdan miras kalmadı. Halk sutunları ve halk için kullanılmak zorunda" İnancı buydu.. Herşeyde mutlaka halkı ön planda tutardı..
Bir de örneğin Sadun Eren'in konuşmasını gazeteler es geçebiliyorlardı. O zaman derhal o konuşmayı sutunlarına aktararak kamuya duyurmaya çalışırdı. Bunun bir görev olduğuna inanırdı çünkü. Hatta bazı konularda kendi görüşünü çok insanlar bilmezdi. Köy Enstitülerini yazardı, çok insan onu Köy Enstitüsü çıkışlı zannediyordu, oysa hiç Köy Enstitüsünde okumamıştı.
"Ya babam medyanın bugünkü halini görseydi?"
- Cumhuriyet Gazetesi'nin Türkiye'deki misyonu ve onun yaşatılma çabası üzerine Ekmekçi'den neler anlatabilirsiniz?
"Üzülerek söylüyorum, Cumhuriyet Gazetesi'nin de halka fazla geldiğini düşündüğüm olur. Ancak bir gün bakarım bir garsonun elindedir Cumhuriyet, çok heyecanlanırım.. Cumhuriyette çalışan tüm insanlar büyük özveriyle çalışıyorlar.. Bu insanların da çok imkanları olabilirdi ama hiç bir şekilde kalemlerini paraya karşı kullanmadılar.. Bağımsızlıklarına gölge düşürmediler. Bu ancak idealle açıklanabilir. "
"Babam, 'Her zaman en bağımsız çalışabileceğim gazete bu derdi'. Onun ölümünden sonra sık sık şunu düşünüyorum. Eğer yaşamış olsaydı ve bu medyanın halini görseydi.. Hem çok üzülecekti, hem de öylesine duygusal bir insandı ki, yalnızca meslek açısından da bakmayacaktı olaya.. Bir gazete haberinden, bir telefondan sonra oturup, hüngür hüngür ağladığına çok şahit olmuşuzdur. Bir Mayıs'ta hastaneye girdi. Yazısı hazırdı ama sonra yeni yazı yazamadı. Bu ara, hastaneye yatmasaydı, ertesi gün bir toplantıya katılmak üzere İzmir'e gidecekti. Cebinde gazete tarafından alınmış uçak bileti vardı. İlk gün annemi başında tutmadı, 'Git bileti gazeteye geri ver, zarar olmasın' diye gönderdi.
Tatile giderdik babamla. Büfeleri dolaşıp, Cumhuriyet'in gelip gelmediğini, satılıp, satılmadığını kontrol ederdi. Bir eksik görse, derhal gazeteyi arar, "Buraya niçin eksik gazete gönderildi?" diye sorardı. Yalnız kendi yazısı ile değil, her yönüyle gazetesiyle ilgilenirdi."
"Ancak belirtmeliyim ki, Ekmekçi Medya'nın geleceğini hiç iyi görmüyordu. Bunu o kadar iyi hissetmişti ki, iki çocuğunun da kesinlikle gazetecilik okumasını, gazetecilikle ilgilenmesini istemedi. Çocukları için bir tek buna karıştı diyebilirim.
Şimdi baktığımda Ekmekçi'yi haklı buluyorum. Bir kere çocuklarının "Ekmekçi'nin Kızı" olarak kişilik kazanmasını istemedi aslında. Yani, farklı alanlarda, kendi adınızla yürüyün, başarılı olun demişti. "
Son söz yeniden Dağlarca'nın olsun:
"Yayın Saraylarında değil
Tek soğanı eşitçe bölünmüş küçük sofralarda
Toplumun eline sımsıcak değer
Ekmek adam "
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
MuratHoca : Faik Murat Müftüler KARCI TEPE |
|
Ankara - 17 Nisan 2005
"Alo! Hayatım akşama annemler… yatsıdan sonra sevki emrolunuyor. Kalecik mevkiinin garbını ilhak… sekiz gibi ben de gelirim. Burak'ı sen alıver okuldan… sevk ve idaresinden sorumlusunuz. Yarbay Nedim Galip komutasındaki… elimde torbalar olacak. Olur mu bir tanem?"
"Emredersiniz komutanım!"
"Canım, şakanı sırası değil şimdi. Acelem var"
"Ne? Şûle. Ne dedin canım? Anlamadım hiçbir şey"
"Sen beni dinlemiyor muydun?"
"Dinliyordum. Kafam biraz dağınık… Sabahtan beri bir tuhafım. Anlatırım akşam"
"Annemler gelecek dedim. Burak'ı okuld… Allah muvaffak etsin teğmen. Hayırlı haberlerinizi… markete gideceğim dedim"
"Şule! Canım; cebe mesaj yollasana. Vallahi anlayamıyorum seni. Kendimi iyi hissetmiyorum"
"Nen var aşkım ya?"
"Bilmiyorum. Sevk alıp doktora gideyim bari. Ben de sana mesaj yollarım"
"Tamam canım. Beni merakta bırakma"
"Ararım. Hoşça kal"
Haluk ahizeyi yerine bırakıp başını iki elinin arasına aldı. Kafasından, toparlamakta güçlük çektiği binlerce düşünce, yüzlerce isim jet hızıyla geçiyordu. En çok da Teğmen Mustafa Hamdi ismi…
Çalıştığı banka şûbesinin müdürüne, elindeki sevk kâğıdını uzattı. Müdür kâğıdı imzalarken Haluk'u baştan aşağı süzdü.
"Geçmiş olsun Haluk bey. Neyiniz var?"
"Kendimi iyi hissetmiyorum müdürüm. Başım çatlayacakmış gibi ağrıyor"
"Renginiz de solgun. Gerçekten de iyi değilsiniz sanırım"
"Sıhhiyeci bir tetkik etse fena olmaz komutanım"
"Ne?"
"Ne ne? Ah! Af edersiniz"
"Doktor rapor verirse şubeye fakslayıverin. Yeniden geçmiş olsun"
* * *
Aynı gün içinde Malatya'dan bir belediye memuru, Muğla'dan bir öğretmen, Denizli'den bir esnaf ve iki fabrika işçisi, Erzurum'dan bir asker, Gümüşhane'den bir işçi emeklisi, Ankara ve İstanbul'dan ikişer, İzmir ve Manisa'dan birer üniversite öğrencisi, Antakya'dan bir başka banka memuru, Antalya'dan bir yat kaptanı, Adana'dan bir fabrikatör olmak üzere on yedi kişi daha benzer şikâyetlerle işyerlerinden, okullarından, kışlalarından ve evlerinden ayrıldılar.
On dokuzuncu kişi ise Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nin duvarından atlarken hastabakıcılar tarafından görüldü. Şizofreni teşhisiyle iki yıldır hastanede yatmakta olan Galip Özgür Sezgin adlı hasta, güvenlik görevlilerinin elinden kaçmayı başardı. Hastanın tehlikeli olmadığı konusunda tüm doktorların hemfikir olmasına karşın polis alarma geçirildi.
Galip, genelde normal davranışlar sergileyen bir hastaydı. Hastaneye yatırılmadan önce İnegöl'de polis memuruydu. Atakları geldiğinde Yüzbaşı Bedri Naci olduğunu iddia ediyor, asker gibi davranıyor, batı cephesindeki yararlılıklarından bahsediyor, her an yeni bir vazifeye hazır olduğunu, yaralarının artık iyileştiğini söylüyordu.
Galip'ten sorumlu doktor, elinde bir dosyayla başhekimin odasına girdi. Başhekim sıkıntılı bir sessizlikle dosyayı baştan sona inceledi. Bu arada doktor başhekime dosyadaki bilgilerin kısa bir özetini anlatıyordu. Dosyanın en sonundaki zarfa katlanarak konmuş birkaç teksir kâğıdında Arap alfabesiyle yazılmış yazılar vardı.
"Galip arada bir böyle Arapçaya benzer karalamalar yapardı hocam"
"Eli yatkınmış maşallah. Bunları incelettiniz mi?"
"Yazıları mı? Kime?"
"Arapça okuyabilen birine"
"Hayır ama gerek var mı ki hocam? Adam delinin teki"
Başhekim, sekreterini arayarak hastaneye en yakın liseye araç gönderilmesini ve bir edebiyat öğretmeni getirilmesini istedi. Yarım saat içinde edebiyat öğretmeni başhekimin odasındaydı. Teksir kâğıtlarından başını kaldırmadan yazıları okudu.
"Telegraf: Garb cephesi, ikinci kolordu kumandanlığına. Dikili Karcıtepe mevkiinde mevzilenmiş bölüğümüzün düşman ihatasını yarabilmek içün cephane ve mühimmata ihtiyacı hâsıl olmuştur. Asgari yirmi dört sandık fişek, sekiz sandık el bombası, bir çanta sıhhiye malzemesi ve kırk dört kişilik kumanyanın ivedilikle tarafımıza sevk ve tesellümünün gereğini arz ederim. Otuz yedi er, beş erbaş, bir teğmen ve bir yüzbaşı, hak teala'nın muavenetiyle ve metanetle hattımızı müdafaa etmekteyiz. Allah'ın izniyle emir ve görüşlerinize hazırız. Yüzbaşı Bedri Naci"
* * *
İzmir - 18 Nisan 2005
Galip, Alsancak tren garında bir bankın üzerinde oturmuş simit yiyordu. Çay bardağını dudaklarına götürüp başını kaldırdığında üç metre ötesinde durmuş, dalgın dalgın kendisine bakan otuzbeş yaşlarında, iyi giyimli bir adamla göz göze geldi. Adam yerinden hiç kımıldamıyor, şaşkın bir ifadeyle Galip'e bakıyordu.
"Mustafa Hamdi ! Teğmenim!"
Galip, ismi haykırırcasına söyleyip yerinden fırladı. Haluk'a sarılıp sıkıca göğsüne bastırdı. Haluk ise neredeyse hiç kımıldamamıştı. Nedenini anlayamadığı bir kederle -veya sevinçle- gözlerinden sicim gibi yaş döküyordu. Dudaklarından istemsizce çıkan sözcükleri sanki bir başkası söyletiyordu.
"Bizi Allah kavuşturdu komutanım"
"Hoş geldin. Nerelerdeydin?"
"Kimsiniz? Bana neler oluyor? İzmir'e neden geldiğimi bilmiyorum. Sizi ilk kez görüyorum"
"Anlatacağım. Gel otur. Önce biraz hasret giderelim. Ötekiler de neredeyse gelir"
Aynı sıralarda Ankara'da
Haluk'un evi
Haluk'un karısı Şûle telefonda hıçkıra hıçkıra ağlıyor, eşinden 20 saattir haber alamadığını annesine anlatmaya çalışıyordu
"Bilmiyorum anneciğim! Son telefon konuşmamızda çok tuhaf konuşmuştu…… Hayır. Cebi kapalı. Öğle saatinde hastaneye sevk alıp bankadan ayrılmış…… Bilmiyorum. Polis de bir şey diyemedi…… Gelmenize gerek yok. Kayınvalidemler burada…… Nasıl olsunlar? Onlar da perişan…… Tamam anneciğim. Bir gelişme olursa ararım"
Öğleden sonra
Dikili'de bir çay bahçesi
On sekiz adam Galip'in çevresini sarmış güle oynaya çay içiyorlardı. Hayatlarında ilk kez birbirlerini gören 18 - 65 yaş aralığındaki adamlar hasret gideriyorlardı. Galip ise çevresindekilerden soyutlanmış, hararetle bir şeyler yazıyor, bir yandan da parmak hesabı yapıp bir şeyler mırıldanıyordu.
"…..Aksaraylı Vasıf, Konyalı Hüsrev, Antepli Mehmet, Maraşlı Koca Ökkeş, Kayserili Kara Halil…."
Arap alfabesiyle yazdığı liste bitince ayağa kalkıp elinin bir devinimiyle çevresindekileri susturdu ve gür sesiyle;
"Herkes burada beyler. Çaylarınızı bitirin yola revan olalım. Yarım günlük yolumuz var. Vatan bizden vazife bekler!" dedi.
19 Nisan 2005
Dikili Jandarma Karakolu
"Komutanım! İhbar var. Karcıtepe'de bir inşaat şantiyesi silahlı saldırıya uğramış. Saldırganlara karşılık verilmediği halde halen ateş ediyorlarmış"
"Tamam. Bir ekip çıkarın. Merkez komutanlığını haberdar edin"
Yarım saat sonra Jandarma ile Galip'in adamları arasında sıcak çatışma başlamıştı. Civar karakollardan takviye birlikleri istenmişti. Henüz hafriyat aşamasındaki şantiyede sadece dozer operatörü ve yağcı vardı. İkisi de ilk saldırıda ölmüştü.
Çatışma gece geç saatlere kadar devam etti. Galip ve adamlarından oluşan on dokuz kişiden kurtulan olmamıştı. Ertesi sabah ilçe savcısı, polis ve jandarma ekipleri olay yerindeydi.
"Sayın savcım. Bu adamların bölücü terör örgütü üyesi olduklarını sanıyoruz. Asker olanları birliklerine sorduk. Firarları bildirilmiş. Bazıları için de çeşitli şehirlerde emniyete kayıp ihbarında bulunulmuş. Geldikleri yerler çok çeşitli. Meslek ve yaşları da… Şuradaki adamın cebinden de bu çıktı. Kimliği yok."
Jandarma yüzbaşısı elindeki Arapça yazılı kâğıdı savcıya uzattı. Savcı kâğıdı yanındaki kâtibe devrederek incelenmesini istedi. Galip ve adamlarının cesetlerine ve yanlarındaki silahlara dalgın gözlerle bakarak sordu;
"Bu silahları da nereden bulmuşlar? Bunlar eski piyade tüfekleri. Bölücü örgüt bunları kullanmaz"
"Bunu biz de anlayamadık efendim. Araştırıyoruz"
O sırada saha araştırması yapan askerlerden biri uzaktan yüzbaşıya seslendi.
"Komutanım! Burada iskeletler var"
Ertesi gün
Dikili Kaymakamının makamında
Savcı kısık bir öksürükle boğazını temizleyip güçlükle konuşmaya başladı. Ne söyleyeceğini, tuhaf olayı nasıl anlatacağını bilemiyor gibiydi.
"Sayın kaymakamım. Olayı nasıl özetleyeceğimi bilemiyorum. Saldırganların tamamının kimlikleri belirlendi. GBT'leri tertemiz. Hiçbirinin sabıkası yok. İçlerinde sadece birisinin şüpheli bir durumu var. O da Bakırköy Akıl Hastanesi'nden kaçmış bir şizofren. Doktorlar tehlikeli bir hasta olmadığı konusunda ısrarlı. Bu adamın cebinden çıkan Arapça liste bizi şok etti efendim. Şantiye'de hafriyat çalışması varmış. Sathı düzeltiyorlarmış. Bayâ bir kazı yapmışlar. Biz de saha araştırması yaparken bir toplu mezar bulduk. Dozer operatörü fark etmemiş olmalı. İskeletlerin, milli mücadele yıllarında şehit olmuş Türk askerlerine ait olduklarını sanıyoruz. İskeletlerin yanında Arapça yazılı bakır künyeler vardı. İsimleri incelettik. Bahsettiğim şizofrenin cebinden çıkan listede aynı isimler vardı. Bunun nasıl olduğuna inanamıyorum. Müftü beyi de çağırdım. Dışarıda bekliyor. Arzu ederseniz bir fikrini alırız"
Savcı nemli gözlerini silerken, Galip'in listesini ve on dokuz bakır künyeyi kaymakama uzattı. Kaymakam künyelere kederle bakarken;
"Neden peki? Niye şimdi oldu bu?" diye sordu kederle. Savcı güçlükle yutkunarak yanıtladı.
"Karcıtepe denen denize hâkim o mevkide on dönümlük arazi üç gün önce bir Fransız iş adamına satılmış efendim. Adam ev yaptıracakmış"
Kaymakam ağladığı belli olmasın diye masasının arkasındaki pencereye dönerek dışarıyı seyretmeye koyuldu. Odada iki adamın burunlarını çekme seslerinden başka ses kalmamıştı. Bir süre o sessizlikte kederine teslim olduktan sonra savcıya dönerek künyeleri uzattı.
"Bunları yeni sahiplerinin boyunlarına takın. Cenazeleri bayrağa sarılarak memleketlerine sevk edilsin. Ben olayı Vali beye anlatarak fikrini soracağım. Belki gizli tutulması gerekebilir". Kaymakam derin bir nefes aldıktan sonra sözünü sürdürdü. "İnşallah gerekmez"
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah'ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan kimselere de hiçbir korku olmayacağına ve onların üzülmeyeceklerine sevinirler"
Âli İmran Sûresi
170. Ayet
Not: Yukarıdaki öykü tamamen kurgu olup gerçek kişi ve yerlerle hiçbir ilgisi yoktur.
Faik Murat Müftüler murathodja@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Şundan Bundan : Ahmet Altan Hayvanlar Alemi |
|
Sevgili editörüm, gözümün nuru,
Biliyorum, beni kara listeye aldın sen.. e, haksız da sayılmazsın yani. Ama inan bana uzun zamandır ne akıl selamaeti ne de ADSL bağlanıtısı vardı bende.. Bir dağ başında yaşamaktayım, biliyorsundur, nihayet medeniyete 1,5 km kadar yaklaştım ve buraya ADSL denen icat gelmiş. Yani medeniyet denen tek dişi kalmış canavar buralara yetişip artık kıçımı ısırabiliyor.
Efendim, sizin değerli zamanınızı almamdaki sebep, yaz kış uykusundan uyanıp, artık biraz makina başına oturmaya karar vermiş olmamdır. Ancak, bir dönem için edebi ya da felsefi lakırdılar etmek yerine, su ve sabunla ilişkisi olmayan daha fani konulardan bahsetmek istiyorum. İnternette geziniyorum, pek çok konu ilgimi çekiyor, (tabii çiçek böcek işleri en başta) ama bu gezilerden kenara koyup basmış olduğum bazı bilgileri paylaşmaya heveskar oldum. Aşağıda ilk yazımı yolluyorum. Hayırlı olsun.
Sevgiler
Kulunuz
Ahmet Altan.. Marangoz Bahçıvan
Sadece eskilerin bildiği bir yazarcık olaraktan, uzun süren aradan sonra yine karşınızdayım efendim. Bizim KM, her ne olursa olsun katkıda bulunanları uyanık ve üretken tutuyor, varolsun. Son zamanlarda günlük sayılarımıza bakıyorum, görebildiğim kadarıyla edebi ve felsefi çalışmalar bolca var, yazanlara sağlık. Bendeniz cennet kuşu da, biraz farklı bir köşecik yapayım istedim, en azından bir süre sürdürebileceğimi zannettiğim, ilgi çekici konuları paylaşayım istedim sizlerle.
Malumunuz, internet büyük bir deniz gibi, pek çok farklı konuda inanılmaz fazla bilgi var ve kimini görüyor, kimini farketmiyoruz bile. Zaman buldukça girdiğim bazı sitelerden ilgimi çeken konuları derleyip havadan sudan konulardan bahsetmek dileğim.
Bu günki konumuz 'hayvanlar alemi'
Dünya nüfusunun 6 milyar civarında olduğunu biliyoruz. Çok kalabalık olduğunu da düşünüyoruz muhakkak ki. Peki ya hayvanların nüfusu ne kadardır acaba? Toplam hayvan türü sayısı bir milyonun üzerindedir.
6.000 çeşit sürüngen türü
73.000 çeşit örümcek
3.000 çeşit bit vardır.
Dünyada adam başına 200.000.000 böcek düşer. Toplam memeli türü 4,600'dür ve bu da hayvanların %0,3ünü teşkil eder. Dünyadaki en fazla nüfusa sahip olan tür ise, kırmızı gagalı bir Güney Afrika kuşu.. Ve toplam nüfus!!! 100.000.000.000 (Yüz trilyon adet olduğu varsayılmakta)
Şimdi de hayvanlar aleminden bazı gerçekler:
Kulaklarının etrafında 'kepçe' bulunan tek tür memelilerdir
Afrika filinin ağzındaki diş sayısı, evet, toplam 4 tane!
Uzaya gitmiş olan ilk hayvan? Bir köpektir, peki balonla uçmuş olan ilk hayvanlar? Ördek, Horoz ve koyun.
Devekuşu ne kadar hızlı koşabilir? 70 Km/saat
Korkmuş, heyecanlanmış bir deve bir insana tükürebilir.
Doğadaki kuşların %75'i, 6. aylarını görmeden ölürler.
En zeki dördüncü hayvan olarak bilinen hayvan, domuzdur.
Buna karşın İncil'de domuzdan sadece iki kez söz edilir. Koyundan 45 kez, keçiden 88 kez.
Dünyada en yaygın tüketilen et.. Domuz etidir.
Danimarka'da insan nüfusunun iki katı kadar domuz vardır.
Dinazorlar hiç ot yemezdi. Neden? Çünki o zamanlar 'ot' yoktu!
Zürafalar kulaklarını nasıl temizlerler? 50 cm uzunluktaki dilleriyle!
Bir insanın köpek balığından hızlı yüzmesi olanaksızdır. Bir insan en fazla 35 km/saat hızla yüzebilir, oysa bir köpekbalığının hızı 70 km civarındadır.
Sudaki hız rekoru, kılıç balığına benzer bir balığa ait, 109 km/saat!!
Peki en yavaş balık? Deniz atı.. Saate sadece 0,016 km!
Sevgili dostlarımız yunuslar.. 60 km/saat (fena değil)
Mavi balinanın kalbi.. herkese yetecek kadar yer var, küçük bir araba kadar!
Aynı mavi balinanın dili.. ehm.. bir filin uzunluğu kadar!
Timsah'ın dili, damağına yapışıktır ve oynatamaz..
Sümüklüböceğin kafasında dört adet duyarga vardır. İki tanesinde gözler vardır, diğer ikisi ise koklamaya ve çevreyi algılamaya yararlar.
Şimdiye kadar yakalanmış olan en büyük deniz anası 2,3 metre çapındaydı, ve altından sarkan kolları.. sıkı durun.. 36 metre uzunlukta!
Kayıtlara geçmiş en büyük kalamar, 1878 yılında Kuzey Atlantik'te yakalandı. 4 ton ağırlık... Kollar 10 metre uzunluktaydı. (Ne tava olurmuş bundan! Acaba üretilmiş en büyük tavanın çapı kaçtır?)
Tüm hayvanlar içinde, en büyük göz de kalamardadır. 40 cm çap.
Kediler saniyede 26 titreşimlik bir mırıltıya sahiptir, rölantideki bir dizel makinayla aynı frekans.
Bilinen tüm hastalıklara bağışıklığı olan bir hayvan da var, köpek balıkları!
Köpekbalığı derisi de bildiğimiz deriden farklıdır, ince, dikene benzer bir zırhla kaplıdırlar. Bunlar öylesine sivridir ki, uzun zaman köpek balığı derisi zımpara olarak kullanılmıştır.
Hayvanlar da sağlak ya da solak olurlar, mesela kutup ayıları, solaktırlar.
Amerika'da 73 milyon tane köpek vardır, Paris'te insanlardan çok köpek olduğu düşünülüyor.
Bazıo kuş türleri (özellikle uçmayanlar) sadece tek göz kapapağına sahiptirler (altta) oysa mesela kumru ve güvercinlerin hem alt hem de üst göz kapakları vardır.
Balıklar ve böceklerin göz kapakları yoktur, bunun yerine, gözlerinde sertleşmiş bir mercek vardır.
Düz uçuşta ölçülmüş biçimiyle en hızlı uçan kuş kılıç kırlangıcıdır, saatte 170 km.
Dünyadaki milyonlarca ağaç, tohumları sağa sola gömüp, saklamış oldukları yeri unutmuş olan sincaplarca dikilmiştir.
Avustralya toplam nüfusu 17 milyon civarındadır. Avustralya koyun nüfusu ise, 150 milyondur.
Benzer bir orana komşusu Yeni Zelanda da sahiptir, 4 milyon nüfus, 70 milyon koyun.
Ahmet Altan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Gerçek bir üstad - Komet
Gerçek bir üstad… Kommetlerden Komet. Resim ve sanat üzerine az konuşan, ancak çok üreten ustayla, Erkan Doğanay ve met üst keyifli bir sohbet yaptılar.
Neden Komet?
- Aslında Gürkan Çoşkun. Komet takma ismim. İlk başta Comet'ti sonradan Türkçeleştirmek için 'c' harfini 'k' yaptık. Benim için hiç bir anlamı yok. Adım Seyfettin olsaydı belki başka bir şey çıkardı. Komet adı, Kommetler'den geliyor. Akademide öğrenciyken arkadaşlar arasında böyle isimler kullanırdık. Hatta bir ara, bana 'Embriyon' adını takmışlardı. Daha öncesinde, lisede okurken arkadaşlarla saçın iyi yatar, yatmaz diye biribirimize takılırdık. Bir arkadaşla bahse girdik. Saçlarımı geriye yatırırsam yirmi sinema bileti kazanacaktım. Ertesi sabah, annemin düğününden kalma briyantini boşalttım kafaya. Tabii düzeltme işleriyle uğraşırken, mektebe de geç kaldım. Okula geldim, dersimiz İngilizce'ydi. Sınıfa girdim. Bütün sınıf gülmeye başladı. Kafam ayna gibi parlıyordu. İngilizce hocamız gülerek "Edremit farelerine dönmüşsün" diye söylendi. Lisede de bir süreliğine adımız Edremit faresine çıkmıştı. Hikaye de şu: Edremit'te fareler zeytinyağı fıçılarına düşermiş. Çıktıklarında da tüyleri kazık gibi ve parlak olurmuş. Akademiye ilk girdiğimde sanatçı takılıyorum. İlle de bohem bir yaşamı arıyordum. İçkiler, otlar, kavgalar derken işte o aralar arkdaşlar 'Komet' dedi. Bir süre Gürkan Komet diye yazılar çıktı hakkımda. Sonrasında Komet kaldı.
Nasıl bir gençtiniz?
- Aykırı yaşıyorduk. Babam bir kol saati hediye etmişti. Kolumdan saati söküp denize fırlattığımda ardımdan beş arkadaş daha saatlerini fırlattı. Anarşizan bir tarafımız vardı. Her şeye baş kaldırıyorduk ve saati kolumdan çıkardığımdan beri de kolum saat görmedi.
Ya şimdi nasıl bir gençsiniz?
- Cep telefonu, biligisayar gibi şeyleri de yakın bir tarihte aldım. Direniyorsun ama teknoloji bizlere rağmen güçleniyor, gelişiyor. Artık hiç bir şeyi, hiç kimseyi dinlemiyor. İstesek de durduramayız bu çılgınlığı. Eskiden doğal hayatta insanlar köylerinde akşam olunca ocağını yakar, çorbasını içerdi. Yedikleri de gayet sağlıklı yiyeceklerdi. Avrupa'da bile en ünlü restoranlarda doğal yiyecekler bir ton paraya satılıyor. Bizim köydeki bulgur, Avrupa'daki doğal, pahalı yiyecek olarak sunuluyor. Eğer diktatör olursam, ilk önce elektriği yasaklarım. Çünkü elektrik eşittir; kapitalizm. Bir gün Amerikalı bilim adamlarıyla konuşuyoruz: Hani NASA'nın uzaya, üs, şehir kurma gibi çalışmaları var ya... Dedim ki: Yapmayın, bu kadar masrafa gerek yok, artık teknolojiyi isitediğiniz boyuta taşıdınız. İnsanları küçültün, olsun bitsin. Kitap boyutuna getirin insanları, o zaman istediğiniz kadar petrol, istediğiniz kadar arazi sahibi olursunuz. Hayvanlar da büyük kalsın. Onlara da bir alet yerleştirip, uzaktan kumandayla yönetirsiniz. Böylece Dünya'nın sorununu da çözmüş olursunuz.
Yazıp çizmeyi 'cehennem' diye tarif edenler var!
- Evet, geçenlerde bana soruyorlar, 'tatilinizi nerede geçirdiniz' diye. Bir anlam veremedim. Tatil derken neyi kastediyorlar, nasıl bir cevap vermemi bekliyorlardı. Hani hep derler ya; tatildeyiz ya da eğlendik, eğleniyorlar... Nedir bu ya, diğer zamanlarında ne yapar bu insanlar? Eğlenmeyi sadece tatilde mi yaparlar? Tuhaf bir soruydu, bir anlam veremedim.
Serde şairlik de var, tabii!
- Şiirlerim seksen dört-seksen beşli yıllarda çeşitli dergilere gönderiyordum. Bir gün Kaktüs Cafe'nin önünden geçerken, bir grup şairle selamlaştık. Üç beş şiir sattım da, oradan geliyorum dedim. Kıyameti kopardılar. 'Olur mu öyle şey, sen kaç gün oldu ki şiir yazıyorsun, şimdi de satmaya başladın?' dediler. Safça şiir sattığıma inandılar. Şiir deyince aklıma hep rahmetli heykeltraş Gürdal gelir. Gürdal, saçları uzun, romantik, havalı bir adamdı. Bir gün Kadıköy'den vapurla bu tarafa geçerken, vapurun açık tarafında oturuyormuş. Karşısında da vatkalı, şık kıyafetli, yaşlıca iki levanten hanım. Gürdal, ayak ayak üzerine atmış. Sigarasını yakmış, rüzgârda saçları uçuşmaya başlamış. Kadınlardan birisi diğerinin kulağına güya fısıldamış; 'şair galiba'. Bütün vapur duymuş bunu. Biz de takılmaya başladık Gürdal'a. Bir şey olunca, hemen başlardık; 'arkadaş şair galiba'. Eskiden Beyoğlu'nda çocuklar akşamları gazete satarlardı; Akşam, Ekspress gibi. Gürdal da o zamanlar eşinden ayrı yaşayan bir hanımla birlikte yaşıyordu. Hanımın eşi polise ihbar edip bastırmış bunları yatakta. Baktık Gürdal, gazetede manşet; demiş ki; 'aramızda yastık vardı, başka da bir şey yok'.
Resim duygunuz nasıl gelişti?
- Çocukken ağaçların yere, tavanlara vuran gölgelerine bakardık. Ve o gölgeleri bir şeylere benzetmeye çalışırdık. Sanatçı, çevresinden beslenebilen kişidir. Gördüğü her şeyi incelemek zorunda. Mağara resimlerine, yakın sanat tarihine bakın, hep aynı. Çevreyi etrafındaki olayları pek çok kişi eserlerine taşımış. Konu olarak başka neyi anlatabilirsiniz ki? Şimdi bu çağda müzeleri mabet yaptılar, yeni bir mistisizim doğuruyorlar. Sanat, resim, tıpkı hayat gibi; hem hiç bir şey hem de çok şey.
Resim bir nedir?
- Atölyemde kendimi motive etmek için fırçaları temizlerken bir şeyler yazıyorum oraya buraya. Bir keresinde: 'Her şey her şeydir, her şey bir şeydir fakat bir şey, her şey değildir. Her şey bir resimdir fakat bir resim her şey değildir' diye yazmıştım. Bir galerici görüp, aldı o yazıyı. Sonra duydum ki çerçeveletip sergilemiş ve satmış. Resim bir fikir, hoş bir öneri aslında. Biraz da yeni, radikal olması yeterli.
Resmin hayatla arası nasıldır?
- Dedim ya her şey bir şeydir ve her şey bir resimdir. Her şey bir öneridir anlayana. Gençliğimde kafa arkadaşlarım vardı. Akademiden, Ali adında kafa arkadaşlarımdan birisiyle her şeye kahkahalarla gülerdik. Bir gün Ali ile Ankara'da acayip kamburu olan bir adam görmüştük. Başladık adama gülmeye. Adam ceketinin altından kocaman bir bıçak çıkarıp bizi kovalamaya başladı. İkimiz de özünde, insanlarla eğlenecek birileri değildik. O aralar her şeye gülüyorduk. Sonrasında her şey çok acı. Güldüğünüz şeylere, ağladığınıza da tanık oluyorsunuz. Sabah camdan bakıp, insanların işlerine koşturmasına ağlamak geliyor içimizden. Daha sonra birisine kızıyorsunuz, tokatlamak dövmek istiyorsunuz. Sonra hepsi bir arada olmaya başlıyor. Hem kızıyor hem gülüyorsunuz. Kendime anne-çocuk diyordum bir zamanlar. Anne okşayıp sever, baba kızıp döver.
Sanatçı, hayata 'anne-çocuk ruh haliyle' mi bakar?
- 'Hani' kelimesini de sık kullanmaya başladık, tirajikomik bir şey. Aynı zamanda hem tirajik hem de komik olmak acayip bir şey. Üç sene önce, Akmerkez'de mağaza vitrinlerine, resimler, fotoğraflar asalacaklardı, benim de bir çalışmamı istediler. Fikir olarak zıt olduğum bir yere katılmam dedim. Bizim kedinin kıçı, gülen bir surata benziyor. Onun videosunu çekiyordum. Bu oraya yakışır, koymalıyım diye düşündüm. Fakat sonra Almanya'da elinde ekmek olan bir işçinin fotoğragını 4x4 metreye büyütüp verdim. Bienale koyalım dediler, hayır dedim, bu fotoğrafın bienalle alakası yok. İnsanlar görsünler ekmek kazanmanın zorluğunu. Akmerkez tam bir tüketim yeri. Kapitalizmin aynası. Orada zaten benim çalışmalarımın olmasını da istemem. Müzemiz olsun, şuyumuz, buyumuz olsun derken, Amerikan alt kültürünün esiri olmuşuz. Televizyonla, filmlerle müzikleriyle kendilerini o kadar benimsetiyorlar ki, neredeyse Amerika dışındaki bütün ülkelerin sanatları yok olacak. Yalnızca Amerikalı film yıldızları, şarkıcılar, yazarlar var, başkalarına izin vermiyorlar. Yıllar önce Avusturya'da sergi açtığımda ne Mc Donald's vardı ne de Amerika özentisi. Yakın zamanda gittiğimde hayret ettim. Kısa sürede o kadar korkunç bir şekilde değişmiş ki, Avrupa ülkesi değil de, Amerika'nın bir eyaleti sanki. Bugün bütün dünya bilgisayar kullanmayı bir günlüğüne bıraksın, Amerika'nın ekonomisi çöker. Onları bitirmek bu kadar basit. Bombaya silaha gerek yok.
Şairlerle arkadaşlığınız nasıldı?
- Eskiden beri şiir yazdığım için şairlerle çok iyi bir dostluğumuz oldu. Melih Cevdet, Oktay Rifat, Edip Cansever, Turgut Uyar, Ece Ayhan, İlhan Berk... hepsi çok yakın olduğum isimlerdir. Aslında ressamlardan çok, şairlerle ahbaplığım var.
Şiirle resim teyze çocukları mı?
- Bence öyle. Biribirleriyle yakın ilişkileri olan anlatımlar. Biri kâğıt üzerinde harflerle, diğeri farklı yüzeylerde renk ve şekillerle tarif edebiliyor kendisini. Şairlikteki bohem olma gayreti hiç bitmedi. Ressamlıkta da yakın zamana kadar vardı. Ressam adam evlenmez, araba kullanmaz gibi kalıplar şimdi yavaş yavaş değişiyor. Önceden şairlerle birlikte takılırdım hep. Sarhoş olup, masaların üzerine çıkıp şiir okurdum. Beyoğlu'ndaki bütün barlara, meyhanelere takılmışımdır. Sanatçılar bir yere sürekli takılınca yavaş yavaş peşlerinden sanatseverler, sonrasında burjuva sanatçı severler gelmeye başlıyor. Doğal olarak sanatçılar hemen mekân değiştirip topluca başka bir yere taşınıyorlardı. Meyhanelerde masalara çıkıp şiir okuduğumu duyan Fazıl Hüsnü Dağlarca ile İstiklal Caddesi'nde karşılaştığımızda bana; 'şiir yazıyor muşsun, öyle mi' dedi ve bir dize okumamı istedi. Okudum, düşündü ve bana 'git resim yapmaya devam et' dedi.
Karikatürcülerle dostluğunuz nasıldı?
- Çok karikatürist dostum oldu. Oğuz Aral Paris'e geldiğinde orada ahpablığımız olmuştu. Zaten karikatürcülerin pek çoğu akademiden arkadaşımdı.
Sanat dalları arasında ciddi bir kopukluk mu var Komet abi?
- Evet çekirge. Eskiden herkes birbiriyle daha yakındı. Herkes birbirini tanırdı. Sık sık bir yerlerde toplanır, muhabbet ederdik. Doğal olarak birisinden bahsedildiğinde, tanışılır veya adı bilinirdi. Şimdilerde her şeyde olduğu gibi sanatçılar arasında da kopmalar, zıtlaşmalar yaşanıyor.
Paris'e ilk olarak nasıl gittiniz?
- Zengin çocuğu değildim. Babam öğretmendi. Akademiyi bitirdiğimde yurdışına sınavla öğrenci göndereceklerdi. Elli kişi sınava girdik, sonuncu oldum. Bir sene sonra tekrar sınav açıldığında arkadaşlar yeniden denemem için ısrar etti. Sınava girdim ve bu kez birincilikle kazandım. Hiç bir zaman populizmin izinden gitmedim. Bir gün Yüksek kaldırım'dan aşağıya inerken 'Marks'ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı' adlı kitabın ön sözünü okudum ve orada başladı her şey. Kendi kendime dedim ki; 'sıradan olsaydım böyle düşünmeyecektim'. Sonra sınıf meselesi, Zerdüşt, Nietzsche derken, yolum iyice belirginleşmeye başladı. Dev-Gençli'ydim. Paris'e gittiğimde de 68 olayları vardı. Bir müzede anarşistler eylem yapıyordu, ben de vardım aralarında. Polis etrafımızı çevirmiş, dedim ki; 'gelin resimleri esir alalım, öyle çıkalım buradan, o zaman bize bir şey yapamazlar' herkes şaşırdı. Fakat bizim yaşadığımız zorlukları Avrupa'dakiler yaşamadıkları için zor koşulları aşmakta üstümüze yoktur. Orada çeşitli ülkelerden birçok sanatçıyla dost oldum. O zamanın Paris'i, başka bir şeydi.
Paris'te Türk ressamlarla tanışmanız oldu mu?
- İlk Mübin Orhon'un yanına gittim zaten. Türkiye'deyken tanışmıştık. Bir süreliğine Paris'te onun evinde kaldım. Sonra bir hizmetçi odası bularak oraya taşındım. Abidin Dino ve pek çok kişiyle de dostluğumuz oldu.
Fikret Mualla?
- Gittiğimde Mualla'nın cenazesini gönderdik, tanışmaya yetişemedik.
Türkiye'de sanat nasıl. Gelişme var mı?
- Genç kuşak farklı çalışmalara imza atıyor. İyi işler çıkması için tabii ki hayatı adamak lazım. Çok emek vermek ve süreklilik gerekiyor. Eskisi gibi bir akımın peşinden koşulmuyor artık. Dünyadaki her gelişme Türkiye'deki sanatı da etkiliyor. Sanatçı ahlaklı olmalı. Dinden, yukarıdan verilen bir ahlak değil, sadece kendi kendine oluşturduğun bir ahlak. İnsanın yaşı ilerledikçe hep 'ben, ben' demenin saçmalığını daha iyi anlıyor. Geride bir hoşluk bırakmak lazım.
Erkan Doğanay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
ÖNSÖZ : Ömer Akşahan Aforizmalar 12 |
|
130. Ankara Tevfik Fikret Lisesinde diğer birçok okulda olduğu gibi yılsonunda öğrenciler arkadaşlarına hediye alıp verirler. Hayrola, bunda ne gariplik var demeyin. Aklınıza da Konak Kaymakamının kep törenini geleneklerimizde olmadığı gerekçesiyle yasaklaması gelmesin hemen. Hediye alışverişi için okulda bir duyuru hazırlanır. Metnin sonunda yazılana dikkat: "Kitap alınmaması önemle rica olunur!"
Tevfik Fikret'in kemikleri sızlar mı, sızlamaz mı?
Öte yandan, kitapçılıkla meşgul bir arkadaştan başka kısa bir öykü: Öğrenci, Türkçe dersindeki ödevi için Klasiklerden bir eserin özet kitabını ister. Kitapçı elindeki örneği gösterince öğrenci suratını ekşitir. Bu çok kalın der. Onun istediği bir çocuk romanından da küçük olmalıdır, kitabı almaktan vazgeçer.
Öte yandan Amerika ve Çin'de kütüphanelerdeki değerli tüm kitaplar robot eliyle dijital ortama aktarılıyormuş. Yazılana bakılırsa, 2000 sayfalık bir kitabı bir saatte tarayan robot kitabın orijinalliğine zarar vermediği gibi, kısa sürede okumayı (!) becerdiğine göre bence 21. yüzyılın en hızlı okuru seçilmelidir. Kitapçılarda kitap okuyan robotlara rastlarsanız şaşırmayın!
Bir dönemin aydın köy öğretmenlerini yetiştiren Köy Enstitülerinde ise öğrenciler bir yandan bataklık kuruturken bir yandan da Dünya Klasiklerini okuyor, tartışıyordu. Bu ülkede okullarda eğitim yapıldığını söyleyen beri gelsin.
131. "Her cumartesi sabahı 'Günaydın Meydanı' dediğimiz alanda toplanıp okulun sorunlarını tartışıyoruz. Önce bir başkan seçiyoruz. Bizde seçim öyle pusulayla filan olmaz. Çoğu zaman öğrencilerden biri başkan olur ve her öğrenci çekinmeden görüşlerini açıklar. Bu, demokratik bir yöntemdir. Öğrencileri demokrasi kurallarını uygulamaya hazırlıyoruz.
Bak sana bir örnek vereyim. Toplantıda öğrencinin biri kalktı: 'Enstitüye koyun eti alınıyor, yerine bize sığır eti veriliyor.' dedi. Bunu kimin yaptığını açıklamasını istedik. 'Mecbursun, dedik, her bir şeyi açık açık konuşacağız.'
Öğrenciler de 'Açıkla!' diye dayattılar. Bunun üzerine 'Hiç istemezdim ama açıklıyorum.' dedi. 'Habib öğretmen!'
Bütün bakışlar Habib öğretmene çevrildi. O da, 'Evet, dedi, evde konuklarım vardı, bu suçu ben işledim.'
Böyle söyleyince hava yumuşadı. Bu bir demokrasi örneği değil mi?
(Köy Enstitülerindeki günlük yaşamdan bir örnek)
Kaynak: TAVCAN, Savaş Yıllarında Kültür Devrimi, Hıfzı Topuz, s. 108, Remzi Kitabevi, 2. Baskı, İst"
132. Ayrık otu deyip geçeriz çoğu kez. Patates ekimi yaptığımız sıralarda bu ottan az çekmedik. Onu ellerimizle yolarken avuç içimiz yara olurdu. Böylesine zorlu bir otun öyküsü de olur mu demeyin. Bakın anlatayım.
Doğada mevsimi gelince yeşeren ne kadar ağaç, sebze ve çiçek varsa toplanmışlar. Her biri doğa anadan kendisine en geniş toprağın verilmesini istermiş. Ağaç, ben olmadan hiçbirinizin yaşama şansı olmaz dermiş. Buğday, ben olmasam insanlar, kuşlar aç kalır, demiş. Kantaron otu, yaralar ancak benimle iyileşir, der gürlermiş…
Onların yer kavgaları süredursun, kıyıda süklüm püklüm sararmış halde ayrık otu otururmuş. Bir fırsatını bulmuş, doğa ananın huzuruna çıkmış. O da, ey Ana, bana da engin topraklarından kıyısında da olsa ufacık bir yer ver, ben de yeşerip, gülümseyebileyim, demiş.
Onun bu haline diğer otlar, çiçekler, ağaçlar gülmüşler. Sen ayrık otu, ne yaparsın ki insanoğluna, diye alay etmişler. Ayrık da, gülün bakalım ey ahmaklar, bana az bir nem yeter, tanrı vermiş bana yedi yıl can, bakmayın sararıp solduğuma, girdim mi toprağın koynuna hanginiz söküp atacaksınız şaşarım!
Hikâye bu ya, ayrık deyip de geçmeyin, hiçbir varlığı sakın ola küçümsemeyin…
Ömer Akşahan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 6.133 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
KARANLIK KOKULU OTLAR
Ölüm, sizin eve sığınan kimsesiz bir çocuktu
Sen ondan öğrendin kendine ne kadar uzakta olduğunu
Ölüm düşürdü seni ruhunun gurbetine
Ve büyük bir yalandan kurtardı
Bu yüzden hiç aldanmadın
hiç de mutlu olmadın...
Ölüm, ömrünün o yalan yarısını senden aldı
Aşka susamış öbür yarısını yakın uzaklıklara saldı
Ölüm yüzünden ne kimsenin kimsesi oldun
Ne de kimse senin gördüğünü gördü
Yaşayan tek yerin o ölü gözlerindi
Karanlık kokulu otlar bu yüzden
bir tek sana el salladı...
Cezmi Ersöz
Yukarı
|
Çizen: Semih Bulgur Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
Yukarı
|
27 Mayıs Cumartesi Gecesi Buluşuyoruz!..
Beşinci yıla girişimizi bu sene 27 Mayıs'ta Park Mühendishane'de kutluyoruz. Tüm Kahvecileri aramızda görmek istiyoruz.
Limitsiz Yerli içki, doyurucu yemekler ve canlı müzik eşliğinde hem eğlenip hem de hasret gidereceğiz.
Katılmak isteyenlerin asesen@tnn.net adresine mesaj atmaları menfaatleri icabıdır.
Tarih : 27 Mayıs Cumartesi Saat 19:00'dan itibaren
Yer: Park Mühendishane - İTÜ Taşkışla Yanı
Ücret: 40.-YTL
Otopark mevcut olup Kredi Kartı geçmektedir.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bir hayvanat bahçesinin goriller bölümünü istediğiniz gibi keyfinizce seyretmek, hem de internet üzerinde... nasıl olur sizce? Hadi canım diyenleri ve hatta demeyenleri de http://www.aroundcinci.com/icams/gorilla/ web adresine davet ediyorum. Bu web sayfasında detaylı açıklamalar mevcut. Ama ön bilgi vereyim: Kameraların kontrolünü ele almak için "take control" ikonuna basıp sıranızı bekliyorsunuz. ekranda sırada kaç kişi olduğunu ve kaç saniye sonra size sıra geleceğini görebiliyorsunuz. Seçili bölgedeki tüm kameralar sizin kontrolünüzde. isterseniz gorillere, ya da ziyaretçilere bakabilirsiniz. Ama unutmayın seçimleriniz, web sayfasına girenler tarafından takip ediliyor olacak. İyi eğlenceler.
İlginç ve eğlencelik resimler, animasyonlar ve oyunlar için http://www.webnoodle.com/ Espri anlayışı biraz farklı geldi ama yinede görülmeye değer.
Sinek kanatlı uçağım olsa yine de oynarmısın benimle? http://www.mit.edu:8001/people/dinoriki/phliez/work-well-together.html Espri anlayışının bu kadarı biraz fazla.
Görülmeye değer ilginç bir sanat galerisi. http://www.nothingsomething.com/ Ben şahsen sevdim. Hissettiklerimi burada yazmak yerine sizin de ziyaret etmenizi tavsiye ediyorum.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
FREE Hi-Q Recorder Version 1.9 [2.61MB] Windows Free
http://www.free-sound-recorder.com/dlrhm/freehiqrec.exe Mp3 ya da wma olarak direkt kayıt yapabildiğiniz bir program. Alın kurun neyi dilerseniz kolaylıkla kaydedin. Her bilgisayarda bulunması gereken çok kullanışlı bir program.
KM Toolbar v1.0 [643KB] Windows - Ücretsiz
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|