|
|
|
31 Mayıs 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Çeçe sineği mi soktu? | Merhabalar,
Baharı yaşamadan yaza girdiğimizden mi, yoksa muşmulayı erken yediğimden midir bilmem acayip bir uyku hali içindeyim. Masa başında kalkmak bilmeyen göz kapaklarıyla boğuşmak nasıldır bilirsiniz. İşte aynen o durumdayım. Şu anda da bir yandan ayrılan çenemi yerine oturtmaya çalışırken bir yandan da esnemekten yaşaran gözlerimi silmekteyim. Siz de aynı durumda mısınız? Hayır bu durum bir beni etkiliyorsa başka bir sorun var demektir. Aman Allahım yoksa gidici miyim? Allah gecimden versin öyle esneye esneye gitmeye niyetim yok. Ben sadece her esnediğimde yatacak bir yer aramaktayım bu aralar, hepsi o. Müsadenizle...
Bu girizgahtan sonra hızla sahneyi terkedeceğimi anladınız sanırım. Haklısınız. Gideceğim ama gitmeden bugünün, öykü yarışmamına eser teslimi için son gün olduğunu hatırlatmama izin verin. Bugün gece yarısı katılımı sonlandıracağım. Ardından tasnif başlıyor. Şimdi sıra pikabın kulağını bükmekte, Jesus Christ Superstar'dan Hosanna. Görüşürüz.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Yansımalar : Nesrin Özyaycı YENİLMİŞLİĞİM |
|
Yazıyorum
Hayallerimi
Sezgilerimi
Hislerimi yazıyorum...
Yalan mı?
Yanlış mı?
Yoksa...
Ayıp mı?
Öylesine
Yazıyorum işte...
Geçmişimin şarkısını mırıldanmakta dudaklarım. Soğuk, tekdüze ve yalnız bir nisan akşamında, toprak ve otun yağmursu kokusunun karıştığı havayla doldurmaktayım içimi. "Toprak ne güzel kokuyor," diyorum kendi kendime, sonra başka bir söz, davetsizce geliyor aklıma; "toprağı ölülere vereceksin." Söyleyeni bilmiyorum, ama aklımda kaldığına göre ilk duyduğumda hoşuma giden bir söz olsa gerek. Belki de, o günkü ruh halimdir bu sözü aklıma kazıyan. Veya her şeyin anlamını kaybettiği, yaşamın pili bitmiş bir saat gibi bir ileri bir geri yaptığı, çalışıyor görünüp de akrebin hiç oynamadığı anlardan 'bir an' olmalı. Çok bilindik bir atasözü gibi aklımda kalması ürküttü beni. Şimdi düşünüyorum da, kesinlikle yanlış bir söz, hiçbir doğruluğu olmayan, baştan sona yanlış ve saçma... Kızıyorum beni üstünde bu kadar düşündüren bu söze.
Ayağımda düz taban keten ayakkabı, üzerimde keten pantolon, savruk savruk yürüyordum baharın körpe yeşilliğinden, sevinç çığlığı atan kuşlarından bile habersiz, sessizce. İçimdeki bütün şarkılar susmuş; dudaklarım kurumuş susuzluktan, sade Afrika menekşeleri gibiydim. Karanlık iyice bastırmış; yapayalnız yürüyordum bu beton kentin arka sokaklarındaki yamalı asfalt yollarda. Yürüyordum, kalabalık ve yapayalnız. O kadar hafiftim ki, uçuyordum sanki. Gözlük camlarım buğulu buğulu... Geceleri uykum kaçıyordu. Birbirine dolanan, iplik yumağı olmuş sorunların karşısında çok bilinmeyenli bir denklem çözmeye çalışan bir ilkokul öğrencisi gibi şaşkın, çaresiz ve sıkıntılıydım. Uykular, odamın duvarlarına gizlenip benden kaçıyordu. Bir kader merhabasıyla uyanıyordum sersem gecelerin sabahına. Kapkara dünyama küçük de olsa yaktığın ışık, beni ölüme iki kala uyandırmayı başarmıştı.
Neydi sahi? Yüzüme fırlatılmış bir bardak soğuk suyla yaz sıcağında kendime gelmenin rehavetini üzerimde taşıyordum. Korkak, ürkek ama safça. Bir kadının yapması gerekenler arasında kendimi kaybederek, bir başımalığımı yaşıyordum.
O kadar yol vardı, önü açık, engelsiz... Ama ben ne kadar kapatmıştım önümü acımasızca kendime? Merhamet yüklü, sürekli vicdanı sızlayan ben, kendime neden o kadar acımasız davranmıştım? Anlamış değilim hâlâ. Güven duygusunu yitirmiştim sosyal sınırlar içinde. Yapayalnızlığıma şaşkın, bakakalmıştım ve sadece, kendimi anlatan klavyemin tuşlarından bilinmez bir umuda dokunuyordum.
O bahar akşamlarından kalan "Ben gamlı hazan, sense bahar..." şarkıları arasında kendimizi yok saydık. Yorulmuştum. Onca ihanet, onca pişmanlık, gelgitli fikirler arasında kaybolan ben, kendimi nasıl bulabilirdim ki? Neden kendimi unutmuş, ortaya atmıştım değersizce? Olanlar oldu, geçti. Asıl suçlu Ben'im, diye yazmaya cesaret istiyorum şimdilerde. Fedakârlıklar, acımalar, vicdan azapları, acabalar, amalar arasında nasıl da kaybolmuştum? Oysa, gülen bir yüzün uzattığı bir dost eli hep vardı yanı başımda. Kendimi yok sayarak unutmuştum çoğu şeyi. Ben yalnızım, diye kafa tutmuştum ve ne ağıtlarla, figanlarla kaçırmıştım onca güzellikleri. Pişmanlık duymamamın ve kendime gelmenin mutluluğunu, geç de olsa yaşıyorum şimdilerde. Yalnız, ama umudumla sarmalayıp başımı yastığa uzanıyorum rahatça.
İçimde gittikçe genişleyen dünyada etrafım sığ insanlarla sarılmıştı. Dünya ne kadar genişmiş meğer? Kendimle buluşup, ağırlığımla adım adım ilerlediğimde, senle karşılaştım bu yaşam basamaklarında. Yağmura hasret topraklar gibi karşılamıştım seni; utangaç, mahcup. Elindeki yükü taşımak istiyorum, diye nasıl da sahip çıkmıştın yalnızlığıma. Bu güne dek taşıdığım ağır yüklerin ucundan hiç kimseler tutmamıştı oysa. Akıllı olduğumu söylediler, çıkarları uğruna hep. Kimselere de taşıtmak istemedim ben bu yükü. Savaşmak mıydı taşımak yoksa taşıyabilmek miydi yaşam? Bilmiyorum.
O geniş hayal dünyana kurduğun salıncaklara oturtmuştun beni. Kandırılmıştım hani. Belki de kandırılmak istiyordum. Kâh New York sokaklarında, kâh Bağdat caddelerinde el ele yürürdün benimle. Tek kişilik kayığınla, sürüklemiştin beni o güzel hayal âlemine. Hayallerinle, hayallerimi çekmiştin derinlerine. Ne çok gülerdim yalnızlığımda yaşadıklarıma, yaşattıklarına. Kapına dayandığımda, açılmayan kapına, tüm öfkemi anahtar deliğine kusardım. Kapılar. Kapılar... O tahta, süngülü kapılardan daralırcasına bakıyorum dünyaya, ama ufuk çizgisinden.
Umutla koşmuştun kucağıma. Yoksa çok mu aramıştın da sokulmuştum kanatlarının altına, kumrular gibi? Saçının tellerine gizlenen bir kuşun tüyüyle yakalamıştın beni yüreğimden. Buz gibi bir havada ılık bir rüzgâr gibi, ruhumu kuşatmıştın sanki. Sevdim seni bir kere, diye yürüyordum adım adım kucağına. Açmıştın kanatlarını, gel gel dercesine; bense aksayarak koşan, yürümeyi öğrenen çocuklar gibi koşuyordum, sana doğru. Sana uzanmak güzeldi.
Neler mi yaşadık? Uzun kış gecelerinde uzun sohbetlerle atıştık, avuç dolusu gülümsemelerle çıtırdayan sobanın karşısında. Uzanırdım şöyle, uzunca geçmişten geleceğe. Rahatça kurulurdum hayallerinin otağına. Karşımda bakar dururdun, hareketsiz zihninde yaşardın güzelliklerinle. Baharlarda papatyalar, gelincikler yağdırırdın saçlarıma. Öyle sevda tutkunu iki yalnızdık ki senle... Yapayalnız. Çokluklar içinde yüreğimize sığınan iki arkadaştık; güven dolu geleceğe doğru temiz iki dosttuk biz senle. Ruhumu taşıran dalgalarınla sarmalardın beni; bakışlarınla, bütün benliğimi çiçeklerle süslerdin. Ruhumun o dalgalı, rengârenk çiçeklerin bahçesinde dolaşman zenginleştirmişti beni. Hâlâ saklı duruyorum bir yerlerde ben, tıpkı yıllar önceki gibi.
İçimize dar gelen bir sevgiydi yaşadığımız. Sen kapı önünde beklerdin işten çıkış saatimde. Akşam üzerileri kuduran deniz dalgaları gibi ulaşırdın üzerime, bakışlarınla. Bense hemencecik sana varayım diye ayaklarımı karşı kaldırıma taşırdım. Bir bakış ısıtırdı yüreğimizi, ruhumuza dolanır dururdu sevdanın esrikliği. Yağmurlu havalarda rüzgârlarla taşınırdı yüreğime sevgin.
Özlemeyi, hasreti öğrettin bana. "Ayrılıklar da sevdaya dahil," diyen Attila İlhan'ı kaç kez okuttun. Doğa ve sevgi insanı şair yaparmış. Şiirlerimle dünyanın yalnızlığı arasında ilk bağlantılarımı yaptım. Bilinmeyen öteki dünyaya merakım arttı gün be gün. Anladım ki ürkek ve çekingen olan ben, yalnızdım bütün aşıklar gibi. Ürkeklik ve çekingenliğimin kapısı yalnızlığımı, şiirlerimle açmıştım sana. O acılarla dolu, umutsuz şiirlerim, duyup hissettiklerimin bildirisiydi oysa, duyabilene, hissedene. Çocukluk günlerimde duyumsayıp tanıdığım suskun, yaralı, eğri büğrü yazgım seninle kucaklaşacaktı. Anladım ki şair barışla, acılara doğarmış ve işte ben de boşlukta asılı duran hayatımı, şiirlerime aktarmaya başladım usulca.
Şiirlere sarılmıştım yokluğunda; şarkılara kol kanat germiştim, senden kelime diye. Öylesine bir sevdaydı bizimki. Farklı, aykırı, güzel ve zorlu. Bir temmuz ateşiyle iyice alevlendi. Yok oldu sandım her şey. Araya giren zaman, ayrılık rüzgârı daha da bağladı sanki bizi. Acılarla yoğruldu bu sevda; inadına, dikenlere direndi durdu. Nasıl da sevmiştik... Ama ayrılık dedik, sonunda ayrıldık. İstemedik, ama mecburi koparıp kendimizi fırlattık bir tarafa. Yalnızlık yüzümü yıkasın diye kalakaldım güzel bir okyanusta yüzer gibi. Ayrılık boğamadı bizi. Aksine, birbirimize nasıl da bağlı olduğumuzu anlattı bize. Hep yüzünün perdelerine bakardım, ışık sızmaz gecelerde daha bir bağlandığım, acılara boyandığım gecelerde hüzünle sarıldığım sana. O hüzün bizi tutardı. Hiç içime sinmezdi sensiz yaşadığım güzellikler. İsterdim en güzeli birlikte yaşayabilmeyi. "Keşke," derdim, "keşke yanımda olsa..." Olmadı, olamadı. Çabalamak boşunaydı. Gittin ve unutmadın. Unutamadın, belli halinden. Sevgini okuyorum yaz gününün ikindi güneşinde. Çocuklar gibi zıp zıp, yalınayak bir sevgi soytarısısın, hilekâr, düzenbaz ama sevimli. Çocuksun halen, hem de çok çocuk. "Bile bile yalan söylüyorum ve bir demet uzatıyorum sana," diyorsun hep haince…
İçinde her şey var, ama ne istersem. Hüzün de, sevgi de, vefa da. Ortaya çıkarma hakkı bana ait, istediğim gibi, zorlamadan. Özgür, sen gibisini görmedim. Bu kadar farklı, bu kadar aykırı sevgi görmedim, anlamadım da. Anladım anlamasına ama... Onu korumak için üzerine titredin durdun hep. Beni sana yaklaştıranı iyi bildin, güzel oynadın rolünü. Belli etmedin, ama besbelli sevgin açık ve hoşlukla devam etmekte tanıklarıyla.
Kimselerin bilmediği, anlamadığı, yalnız, yalınayak dünyamda yitirdiğim sana ulaşmak için koşardım boşuna. Beklerdim boynu bükük. Balkonumda, seni sokakta karşımda bulacağım anları beklerdim. İstemezdim anlamanı. Düşünürdüm ki, anlaşılınca sevgiler ölür gider. Nihayetinde de öyle olmadı mı, Özgür? Anlattıkça sevgim küçüldü, bitti. Her bitiş de yeniden yeşerecek baharla. Kaç bahar geçmedi mi üzerinden? Kaç mevsim? Dikenler içinde açan bir gelincik gibi salınacağım bir gün yanı başında. Sana baharlarla geldim, elimde bir demet papatya, gelincik, dağ menekşesi...
Fısıldayan sesin çınlamakta kulaklarımda.
Nasıl mıyım? Dokunsan kopacak yapraklarım, biliyorum göz bebeklerimden. Ve ellerinde kırmızı ve siyaha çalan tozlar kalacak. İstiyorum ki, kimse dokunmasın ve kalayım bu halimle; böyle yaşamalıyım, yakıştığı gibi, hüzün boyalı rengimle. Dikenler içinde ve kızıl bir gelincik gibi kısa sürede ama doğallığımla. Olduğum gibi hani. Anladığın gibi, anlaşıldığım gibi. Çabam yok öyle, ispata hacet de yok. Ortada olmalı sevgi de, acı da, hüzün de.
Umudumu umulmadık kadere yazdım diye düşünüyorum. Kış geceleri çetin bastıracak. Donlar üstünde ayağım kayacak, ama umudum yine baharlardaki gibi içimde doğacak, kızıl gelinciklerle süslenecek. Bense o paltonun altında saklı, kış gecelerinde sana umutla sokulup ısıtacağım seni, gerçeğe inat. Desteleyip yolladığın hayallerimle düşüp kalkacağım, daha da sevdaya batmak için. Sana saklanıp seni kucaklayacağım. Şemsiyemin altında yürürken, dostça kulağıma fısıldamaya çalıştığın, öğrettiğin küçük yalanlara inanacağım. Sahi, inandığımı mı sandın o beyaz yalanlarına?
Beni ikna etmek için, saçmaladığımı söylerdin ikide bir. Akıllı olduğumu söylerdin. Bu düzmeceler nedense hep kandırmaca gibi gelirdi bana. Ne inanmak isterdim, ne de inanmamak. İşine geldiği gibi söylerdin sanki. Bir kadını kandırmanın kolay yolları değil miydi bu süslü laflar? Ama bu süslemeler yakışmış bana, diye düşünmüyor da değilim hani. Sevmişim çaresiz, yüreğime inmiş sevda tanecikleri, çökmüş iyicene. Seni arıyorum. Yoksun. Başka kimseyle görüşmüyorum. Senin istediğin gibi olsun.
Beni çileden çıkartan ağır sözlerin. Onlarla gücünü gösterirdin, bilirdim. Yanlış mı düşünüyorum? Sanmam. Beni kızdırmayı severdin. Hani bir de o aidiyet duygusu vardı ya... Sonra bekler dururdun sıkıntılı. Bir an ayrılacağımızı düşünür, sonra kaybedip bulmanın mutluluğuyla coşardı o fukara yüreğin. Fukara yüreğim fukara yüreğine sığınmıştı, yağan sonbahar yağmurlarıyla. Karlı ayazlı kışların sıcak çorbasıyla karışmıştık birbirimize. Tertemiz dünyamızda kucak kucağa sevmiştik birbirimizi, kirlenmişliklerin inadına.
Hadi oradan, deme şimdi. İçimde kocaman bir sen anlatıyor doğrularını. Çocuklar bile doğruyu yalanı anlamaz mı? Kanmam artık o senaryolara. Kendimi kandıramam. Sen belki kandıracağını düşünüyorsun, ama zor, çok zor. İnsanın ayağı kaç defa takılır aynı acıya? Bak, şimdi el sallıyorsun camın ardından. Yağmur da kırbaçlıyor camı yorgun bir seyis gibi. Güzel müzikler gelmekte kulağıma. Seni anlatıyorlar. Güzellikler doğuyor yaşamıma, gönül pınarlarıma. Yılbaşı çamları gibi dikenlerimle, susuzluğuma dayanabiliyorum; hasretine, özlemine, ne güzel. İstemediğin şeyleri unuttum, anlamadım. Hayır, deyişlerini anlatıyor biçilmiş bütün çimler. Yuvalarına sığınmış kuşlar, sonbahar yağmurlarıyla yan yana nasıl yürüdüğümüzü düşünmekte bizden habersiz. Her seste nasıl sevindiğimizi yaşamak bağlamakta beni yaşama. Yaşam sende gizlenmiş; bende toplanmış tüm gizemler, korkular, ürkek ve çekingen durmakta yanı başımda. İnsanlar güzele dokunmadıkça, kimselere dokunmak istemiyorum. Gönülden, ruhtan ulaşmak isteğim sadece. Uzaktan uzağa sevgi, hasret, güzel diye zorladın da öğrendim. Biblolar da güzel, değil mi? Ama ya kırılırlarsa diye nasıl dikkat ederiz değil mi? Peki neden birbirimize o kadar acımasız davrandık. Güzel olan buydu sanırım. 'Seni uzaktan sevmek' şarkısı gibi, uzak olan güzel mi yoksa? Doğru, diyorum, bırak uzakta kalsın. Duygular, sevgiler, hasretler öyle uzakta kalsın ki değerlensin. Yıllanmış, el değmemiş mahzenlerdeki soğuk şaraplar gibi olsun dostluklar da, acılar da, sevgiler de. Her şey uzakta, ama olduğu gibi kalsın camın ardında. Gün görmemiş sevdalara, kadınlara inat yaşasın dursun dünya.
Çilelerimle umutlarımı harman yaptım ağustos sıcaklarında. Öyle savurdum ki, dünyanın dört bucağında kucaklandılar. Karşımda, gözlerimdeki sevgiyi oymaya çalışan bir işçi gibiydin hep. Belki de en ağır işçi, hani gecesini gündüzüne katan. Güldürmeyi seven, düşündürmeyi ve bu uğurda savaşan sen. Bir telefon sesi kadar yakın ve uzak olan bir sevdaydı aramızdaki. Entrikaların, çocukların saklambaç oyunları gibi hilesiz ve saftı. Anlardım ne yapmak istediğini. Sıkıntılarımı benden alıp, bendeki boşluğa seni doldurmak için çabalar dururdun. Şüphelendirmeyi nasıl da severdin! Yapmamalıydın, ama başka oyun da bilmezdin. Safça, aptalca, manyakça sevmiştik aslında. Doğru mu? Ama katıksız bir sevgiydi aramızdaki. Senle oynadığımız telefon oyunlarını severdim. Arardın belki ben yokken, aramadın, saklanırdım. Bir kovalamacaydı hatlarla aramızdaki. Bir sesime ne kadar çok zaman yatırmıştın, Elif diye, Birsen diye, Tülin diye arardın. O kadar sevdiğin bayan isimlerinin kadını olabilmek güzeldi sanırım. Zafer diye arardın, Çelik diye arardın. Güçlü kelimelerle yer etmiştin belleğimde. Aferin sana, derdim hep. Aferin. Ben derinden sevdim seni. Öğrencim gibi, arkadaşım gibi, dostum gibi. İstediğin gibi sevdim işte. "Sen miydin arayan?" dediğimde, "Ben değildim," diyen inkârlarını sever, gülerdim, kızardım, ama önemin büyüktü. İnkârlara yatırdığın o yüklü sevdanın borcunu nasıl ödeyebilirim ki? İmkânsız. Aklınca oyun oynardın, ama bilirdim çocukça, safça oyunlarını. Saflık tutkunu iki yapışık ikizdik, yalnızlık budalası. Ne senaryolar çizerdin öyle. Kendin inanmazdın çılgınca yaptıklarına. Çılgınlık tutkunu bir dev olabilmekti umudun. Oldun da. Sert kış gecelerinde ılık bir sesle araman güzeldi. Fabrikada, kuyrukta yemek beklerken, karşılıksız araman hoştu. O günlerde yapayalnız, yalınayak bir sevginin peşindeydik biz. Anlamsızdı belki, ama anlamı zamanla anlaşıldı ve artık ortada işte. Ayrılsak da beraberlik güzeldi. Nasıl yürürdüm yanında... Elimden tutmanı isterdim, bir o kadar da uzak yürümeni. Nasılsa işte, öyle garip, çelişik bir aykırılığın tuzağıydı bizi çeken. Tanrı'nın yazdığı, ama bizim silemediğimiz bir yazgıydı bu, ne kadar silmek istesek de silemediğimiz. Zıt renklerin buluşmasının güzelliğiydi yaşadıklarımız ve yaşıyoruz, yaşayacağız. Öyle diyor sezgilerim. İstemesek de, istesek de böyle olacak gibi. Tutkuydu bu. Gizemdi. Yasaklara isyandı. Belki de başkaldırmaktı yanlışlara. Bir inattı. İnadına sevgiydi, kafa tutan onca günaha, tabuya, yasağa. Onurlu, efsanevi bir tutkuyu yaşamak, kaç kişiye nasip olduysa olmuştu ve işte bize de! Şanslı mıydık? Ya da şansı biz mi yaratmıştık, anlamadım.
Parklarda tedirgin, çarpışan insanlar gibi yürür durduk farklı yollardan. Ellerimizde umut çiçekleri, gözlerimizde korku, sevinç karışımı alaca ışıklarla koştuk durduk batan akşam güneşlerine. Güneşler doğdu, ama biz uyanamadık bu acılardan, üzüntülerden ve sevgilerden. Karmakarışık rüyalarla dolu dizgin kederlerle uyandık isteksizce, günlere soyunduk. Gün oldu o oyuncağa sarıldık, gün oldu şu salıncakta sallandık durduk, vakit doldururcasına bu körfezde. Ama sevdanın hüzünlü kollarıyla sarıldık yaşama, sarmalandık; koparıldık ama yeniden filizlendik daha gür ve koyu yeşil. Yemyeşil bir dünyanın içine, sarı sarmaşıklar gibi dolandık durduk.
Mezardaki anamı ziyaretimin arkasından sana koştuğum günler süzülmekte yanaklarımdan. Bir bayramın arifesinde sana koşup da açtığımız o yer sofrası, zeytin ekmek tadı bitti artık. Sahi, kiminle bölüşmektesin lokmalarını? Kime ukalalık yapmaktasın? Sanmam gülebildiğini, eğlendiğini. Avuçlarındaki geçmişten anılar ayakta tutmakta seni. Hepsi bu değil mi? Onlar geçmişe gömüldü gitti, erken gelen kış geceleri gibi. Gönülden sarılman yok artık kimselere, adım gibi biliyorum. Öyle sevdin ki beni, yerime birilerin koyman imkânsızdan da öte, bilmekteyim. Adımı, sanımı unutman, bir kadını mezara koyman zor, tahmin edebilirim. Bana âşık olduğun ilk günlerin gecelerinde, balkonumun altından derbederler gibi geçtiğin, kendini kaybetmiş gibi yürüdüğün o kavurucu yaz gecelerindeki gibisin gözlerimde. Neydi o halin? Çölde kaybolmuş Mecnun gibi görmüştüm seni. Uykularım savrulmuştu yıldızlara. Unutmak kolay mı? Zor, değil mi? İyisiyle kötüsüyle, sevdanın en güzeli ile yıkanmış geceleri unutabilmek en zoru sanırım. Öyle sevmiştin ki, beni de yakaladın zorla ve imkânsızca sürükledin ardından sürüm sürüm. Kim seni bu kadar sevdi? Yoktur, sanmam. Kim seni karşılıksız sevdi, beklentisiz ve koşulsuz? Cevaplasana! Zor, değil mi?
Kuşkuların arttı insanlara karşı. Neden mi? Pis bir dünya sarmaladı yeryüzünü. Kirlendi her şey. Sevgiler de kirlendi, umutlar da.... Ben? Oldukça değiştim ama safça sevmekteyim yine de. Seni seviyorum. Güzel olan da bu işte, onca pisliğin içinde. Harran'da kavrulmuş bir kadın gibi ben, Asya'da gün görmüş ihtiyar bir âşık gibi sen, yorulup durduk sert esen karayellere karşı. Anadolu'dan yanık bir ezgiyle uyandık hep. Telli turnam selam götür, diye uyandık. Kara yazmalı mavi baskılı sevdaya, mor kırmızı pullar işleyip mor dağların karlı tepelerine rüzgârlara saldık yüklü acılarımızı, sevgilerimizi. Gurbete ağladık. Dayandık onca yüklü acılara. Bir gün güleceğiz umuduyla sarıldık yaşama sımsıkı, birlikte…
Nesrin Özyaycı
http://www.nesrinozyayci.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Söylenebilecek ne varsa : David Ojalvo "Bir fincan kahvenin" kırk yıl hatırı vardı |
|
Bundan 10 sene önce, biri bana "CD koleksiyonum" var dediğinde oldukça etkilenirdim. Kendimi bildim bileli iyi bir dinleyici olmuşumdur ve o zamanlar ben de yıllar içinde biriktireceğim CD'leri, edineceğim koleksiyonu hayal ederdim. Günümüzde ise birçoğumuzun elinde, yüzlerce CD'ye eşdeğer parçalarımız var. Açıklaması son derece basit bilgisayar ve mp3 teknolojisi. Birkaç hafta önce ilk DVD yazarımı satın aldım ve bir düşündüm. Bir parça ortalama 5 mb ise ve bir DVD 4700 mb alıyorsa; sadece tek bir disk rahatlıkla 940 şarkıyı alabilir! Şarkıların dijital olarak karşılığı ne kadar küçük ve de değersiz!
Albüm toparlamak konusunda ben hâlâ 12 yaşımdaki hâlimle kaldım; çünkü imkânım oldukça CD almayı tercih edenlerdenim. Buna karşılık, mp3'lere rağbet çok fazla. Elimizdeki parçaların sayısı arttıkça, onların değeri düşüyor; tükettikçe tüketiyoruz…
İnternet çıktı çıkalı, klasik posta anlayışı önemini yetirdi. Dünya küçüldü, çoğumuzun e-posta adresleri ve e-mesajları oldu. Peki, bu hızlı iletişime karşılık, ilettiklerimizin değeri ne kadar artabildi?
Bilgisayar başında harcanan saatlerden ötürü, bilgisayar ve teknoloji dışı hobilere verdiğimiz önem azaldı gibi… Bir içinde yüzlerce e-postayı iletiyoruz; peki birbirimize kaç roman, kitap tavsiye eder olduk? Türkçe dilinin durumu da uzun zamandan beri tartıştığımız konulardan biri. Bilgisayar ve telefonlar sayesinde, "kısaltma sözlükleri" oluşmaya, "turkenglish" gibi "dil" diyemeyeceğim; ara form bir şey aldı başını gidiyor…
Dijital kameralar bizlere istediğimiz şekilde fotoğraf çekme şansını sunuyor. Beğenmediklerimizi silebiliyor, 24 veya 36'lık filmler yerine, kameranın bataryası yettiğince deklanşöre basabiliyoruz. Makineler çekim konusunda oldukça marifetli; peki samimi olarak yaşadığımızı anlatan karelerin durumu nedir? Güzel anılar yaratabiliyor muyuz?
Aslında kameralar kadar günümüzde artık cep telefonlarının da neler neler yapabildiğini birer bir görüyoruz. Konuşmak ve mesaj göndermek birçoğumuza yetmiyor artık!
Teknoloji, tüketimin can damarlarından biri… Aldıklarımız kısa zaman dilimlerinde "eskiyor", güçlü bir akıma kapılmış gidiyoruz. Kocaman bir dijital dünyanın içinde müzik, kitaplar, sanat küçüldükçe küçülüyor…
Uzun zamandan beri dijital bir kirlenmenin etrafımızı fazlasıyla sardığını gözlemliyorum. Ben teknolojiyi çok seven bir bireyim; ama mutluluğun yolu onu tüketebildiğimiz kadar tüketmekten geçmiyor. O, sadece bir araç. Gerçek değerler özümseyerek dinlediğimiz bestelerde, okuyabildiğimiz kitaplarda, hakkını vererek çektiğimiz karelerde yatıyor. Sohbet programlarındaki gülen yüzler asla içimizdeki gerçek neşenin, coşkunun yerini tutamaz; sanat anlatımını ekranlarda değil; sergilerde, müzelerde, sahnelerde buldu her zaman…
Eğer siz de içinizde kendinizi zaman zaman teknolojinin içinde kaybolmuş veya tüm bu tüketim nehrinin içinde yanlış bir şey var diyorsanız; içinize bir dönün, özlemlerinize kulak verin. En basitinden cep telefonu, internet, bilgisayar erişiminizin bir hafta boyunca yok olduğunu düşünün; hayatınız nasıl etkilenirdi?
Yazım biterken teknolojinin bize sunduğu nimetleri, kolaylıkları asla inkâr etmediğimi de belirtmek istiyorum. Sonuçta hepimiz şunu biliriz: Bilgisayarda sohbet değil de, bir dostla oturup içtiğimiz bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır… Kim bilir belki bu söz de CD koleksiyonlarıyla birlikte eskilerde bir yerde kaldı…
David Ojalvo www.davidojalvo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Kahveci : Şadıman Şenbalkan |
KÜRESEL DÜNYADA BEN DE VARIM
Git gide küresel ısınma oluyor dünyamızda!.. Kimin umurunda?
Madonna günah çıkartma turlarına çıkmış... KÜRESEL DÜNYA ya...
IMF Türkiye’deki cari açığın farkına var(mış). Dünya televizyonlarında reklamlar acayip izlenir olmuşlar.
Köşe yazarlarına; edebiyatçılar, imla kılavuzu hediye etmeye karar ver(miş). Bu fikir, “edebi” bilen edebiyatçılarımızdan.
Dolar fırlamış, altınımız değer kazanmış... Bu vaziyette altın günlerine rağbet yeniden MODA olacak...
Borsa kazandırıyor(muş). Sahi mi? Sahicilik mi moda yoksa?
On yedi yaşındaki bir liseli; kız meselesi yüzünden iki cana kıy(mış).
ADSL hastalığının şempanzeden bulaştığı kesinlik kazan(mış). Çaresi de, gene şempanzede mi gizli yoksa?
Korsan kitap satışları durmuyor(muş), bir türlü... Çünkü KORSAN yasak masak dinlemiyor, kitap okumak isteyen dar gelirli korsan kitabı alıyor... Şarkıcıların MODA şarkılarını da kötü korsan CD'lerden, dinleniyor. Alım gücü meselesi, burada; Küresel olamıyor...
İnternet sitelerindeki kitap indirimleri ne işe yarıyor, o zaman? İşe yaramaz olur mu? İnternet dünyasından haberdar olan internet kullanıcısı, biliyor o siteleri. Ama, ekonomik dümeni bozuk vatandaşın değil internet dünyasına girmesi, gazete alması bile lüks... Bu küresel dünyada...
O zaman ne yapacak(?) okumak isteyen, dünyada olup biteni bilmeye hakkı olan insanlarımız...
Televizyonların haberlerine ve dizilerine yönlenecek tabiatıyla.
Kitap okurları azalacak, küresel ısınmaya; küresel dünyanın en güzel yerine konuşlanmış ülkemizde; günlerimiz iş arayarak, lotoya totoya yönelerek; bize de bir gün “felek güler” diyerek mi hayal âleminde yaşayarak, günlerini gecelerini geçirecek?..
Veyahut da, dar gelirli insanlar, küresel ısınmada "of pof" diye diye mi sıcaklayacak... Üniversite bitirmiş işsizler ordusundaki gençler, orta yaşlılar, kahve köşelerinde “pişti” oynayıp; devingen umutlarına yol mu arayacak, sıcaklaya sıcaklaya...
Ve bizim AZİZ MİLLETİMİZ Küresel Dünyada; “Ben de varım...”deyip, geleceğine ve geçmişine, örfüne adetine ve gitgide KÜRESELLEŞEN DÜNYADA DAHA ÇOK REFAH, DAHA ÇOK YAŞAMA HAKKI İÇİN, LÂNET TERÖR BELASINDA ELELE OLACAKTIR...
Şadıman Şenbalkan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : M.Nihat Malkoç ŞAİR ECEVİT |
|
Şiir duygularımızın söze dönüşerek ebedileşmesidir. Her insan; oranı ve niteliği kişiden kişiye değişse de duygu sahibidir. Sevgi de nefret de bir duygudur. Fakat şaire ve şiire sevgi ve hoşgörü duyguları yaraşır. Bilindiği gibi bazı duygular evrenseldir. Özellikle sevgi insanlığın eskimeyen dilidir. Şairler bu hissi dizelerinde ölümsüzleştirmişlerdir.
Osmanlı Devleti'ni yöneten padişahların çoğu, onca işlerine rağmen şiir yazmışlardır. Şiir yazmak onların devlet adamlığına ve ciddiyetine halel getirmemiştir. 46 yıl Osmanlı'yı idare eden Kanunî Sultan Süleyman "Muhibbî" mahlasıyla, İstanbul'u fethederek çağ açıp çağ kapayan Fatih Sultan Mehmet ise "Avnî" mahlasıyla divanlar dolusu şiirler yazmışlardır. Bunların yanında fetihlere de devam etmişlerdir.
Nedense Cumhuriyetten sonra başa gelen idareciler Osmanlı'nın bu şiir geleneğini devam ettirmemişlerdir. Atatürk'ten bugüne kadar onlarca başbakan ve cumhurbaşkanı yönetim makamına gelmiştir. Fakat bunlardan Ecevit istisna tutulursa, hiçbiri şiir yazmayı denememiştir. Belki şiir yazmayı, yaptıkları işle bağdaştıramamışlardır. Oysa şairlerin hepsinin değişik meslekleri vardır. Ülkemizde şairlik karın doyuran bir iş değildir. Bu işle uğraşanlar genelde bir merakla başlamışlardır şiire. İçlerindeki duygu damlaları belli bir noktadan sonra çağlayana dönüşmüştür. Bunlardan birisi de Bülent Ecevit'tir.
Türk siyasetine damgasını vurmuş şahsiyetlerin başında gelen Bülent Ecevit, sanki Osmanlı'nın şair idareci geleneğini devam ettirmek istemişçesine bu duygu işine soyunmuştur. Onca işine karşın şiir yazmayı da ihmal etmemiştir. Edebiyatımıza kitap hacminde şiirler kazandırmıştır.
Ecevit, politikayla poetikayı(şiir anlayışı) bir arada yürütmeye gayret etmiştir. Fakat onun için politika her zaman daha ağır basmıştır. Bir konuşmasında "İlk şiirimi, çocukken okuma yazma bilmediğim için rahmetli anneme yazdırmıştım" diyen Ecevit, ömrü boyunca hep şiir dostu olarak yaşamış, bu sanat dalını bazen ihmal etse de ona duyduğu sevgi ve hayranlık hiç eksilmemiştir. Şairleri hep dost bellemiştir.
Şiirlerini serbest tarzda yazmayı tercih eden Ecevit, daha çok sevgi, hoşgörü, barış, adalet ve demokrasi gibi kavramları işlemiştir. "Yasa" adlı şiirinde insanoğlunun yasasını şöyle dile getirmişti:
" İnsanoğlu / Madde bir / dünyaya gelmelidir
Madde iki / sevmeli sevilmeli / dünyayı cennetin / kendisi bilmelidir
Madde üç / yaşama sevgisinin / kökleri gönlünde / insanoğlu günün birinde / ölmelidir."
Siyasetin yorucu temposu içerisinde şiire zaman ayıran Ecevit'i ne kadar takdir etsek azdır. Bu onun sanata ve edebiyata saygısının bir göstergesidir aynı zamanda. Bence politikacı Ecevit bir gün ölür ama şair Ecevit ilelebet yaşar. Çünkü siyasette makam ve hırs pek çok değeri alır götürür. Oysa şiir aşk, sevgi ve hoşgörü gibi duyguların sonsuza kadar yaşamasına uygun zemin hazırlar.
O, bir zamanlar(1976) Lao Tsu'dan, T. S. Eliot'tan, E. Pound'dan, R. Kipling'den çok önemli çeviriler yapmıştı. Dünya şiirini iyi bilen bir insandı Ecevit… Gençlik günlerinden bugüne kadar yazdığı şiirler 2005 senesinde "Bir Şeyler Olacak Yarın" adıyla bir araya getirildi. Bu isim bile onun ilerlemiş yaşına rağmen gelecekten umutlu olduğunu, güzel günler beklediğini ortaya koyuyor. Şairlerin hayat kaynağı umuttur zaten. Umudun bittiği yerde şiir de, hayat da biter. O, bu duyguyu yüreğinin derinliklerinde yaşattı hep.
Şair devlet adamı geleneğini Cumhuriyet döneminde de sürdüren yegâne siyasetçi olan Ecevit, şiirlerinde ferdi ve sosyal meselelere değinmiştir. Fakat bir iki tanesini saymazsak, onun şiirlerinde politika yoktur. Bu onun şiire yaklaşımını ve saygısını gösterir. Yani o, şiiri siyasete alet etmemiştir. Şiirlerinde insanın içine yolculuk yapmıştır; ruh dünyamızda yaşadıklarımızı kurcalamıştır.
Ecevit'in en bariz özelliklerinden birisi hiç şüphesiz ki eşi Rahşan Hanım'a olan aşırı düşkünlüğüdür. Bunu her durumda ve ortamda belli eden Ecevit, eşine dair duygularını şiirlerinde de ağırlıklı olarak işlemiştir. Eşine ithaf ettiği "Elele Büyüttük Sevgiyi" adlı şiirinde bu sevginin izlerini bulabiliriz:
"tırtılları tanıdık seninle baharda
tırtılken daha sevmeyi öğrendik
sevgiden üreyen kelebeği
toprağı evimiz gibi sevdik seninle
birlikte sevdik kuru toprakta
ev küren köstebeği
elele büyütüp elele derdik
elele derip insana verdik
verdikçe çoğalan sevgimizi"
Hem siyasetçi yönüyle hem de şair yönüyle Ecevit enteresan bir insan portresi… Bu ilginçliklerinden birisi de şiirlerinde virgül kullanmamasıdır. Bırakın virgülü diğer noktalama işaretlerini de kullanmıyor çok kere. Bu durumu bundan otuz yıl evvelki(1976) bir konuşmasında şöyle dile getirmiştir: "Virgülsüz konuşabiliyoruz da neden virgülsüz yazamayalım; hele Türkçe öyle güzel öyle geniş olanaklı bir dil ki yalnız virgül değil nokta bile kullanmadan insan biraz özen gösterirse meramını rahatça anlatabilir. Sözcüklerin tümcedeki yerlerini değiştirerek vurgulamaları bile belirleyebilir. Halk şiirinde virgül de nokta da satır başlarında büyük harf de yoktur ama her dize kolayca anlaşılır."
Şair Ecevit, şiirlerinde hep evrenseli yakalamanın peşinde koşmuştur. O, duygularını somutlaştırarak anlatma gayreti içerisinde olmuştur. Şiirlerinin tamamına hümanizm(İnsancılık, insanları sevme ülküsü) atmosferi hâkimdir. Yeri gelince bir Yunanlıyı sevecek kadar engin gönüllüdür O… Ecevit, şiirlerinde dünle bugünü sentezleyerek yarına dair çıkarımlarda bulunuyor zaman zaman... Felsefi ifadeleri ve yaklaşımları da kullanmayı ihmal etmiyor. O, şiirlerinde gerçekçidir, dizelerinde uçuk ifadelere yer vermez. Toplumun gözüyle bakar dünyaya; gördüklerini de bir fotoğrafçı gerçekliğiyle sunar okuyucuya. Sadece sıradanlıkları ayıklar.
Vaktiyle Türk siyasetinde çok önemli bir konuma sahip olan ve çok çeşitli badireler atlatan Bülent Ecevit'in şairliğinin bir kenara itilmesi şiirsever bir insan olarak beni üzüyor. Onun renkli kişiliğinin şiiriyle bütünleştirilerek sunulması en doğru olanıdır. Sözlerimin sonunda; ölüm kalım arasında gidip gelen Ecevit'e Allah'tan acil şifalar diliyorum.
M.Nihat Malkoç mnihatmalkoc@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 6.278 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Küllük
Sen geldin... ben gittim...
Geceye ay düştü
Küllüğe kül düştü
Buluttan yağmur
İçimden yaş düştü
Günden güneş düştü,ay düştü
Küllüğe kül,hayatımdan zaman düştü
Ben geldim... sen gittin...
Aklına soru düştü,aşkına virgül düştü
Küllüğe kül düştü
Çatından acı
Teninden kokum düştü
Elimden elin,düşünden yüzüm...
Küllüğe kül düştü...
Gece söndü,gözüm yumdu
Dilim sustu
Gidişine yollar düştü
Sen geldin... ben gittim...
Geceye ay,küllüğe aşk düştü...
Burcu Erman
Yukarı
|
Çizen: Semih Bulgur Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bir hayvanat bahçesinin goriller bölümünü istediğiniz gibi keyfinizce seyretmek, hem de internet üzerinde... nasıl olur sizce? Hadi canım diyenleri ve hatta demeyenleri de http://www.aroundcinci.com/icams/gorilla/ web adresine davet ediyorum. Bu web sayfasında detaylı açıklamalar mevcut. Ama ön bilgi vereyim: Kameraların kontrolünü ele almak için "take control" ikonuna basıp sıranızı bekliyorsunuz. ekranda sırada kaç kişi olduğunu ve kaç saniye sonra size sıra geleceğini görebiliyorsunuz. Seçili bölgedeki tüm kameralar sizin kontrolünüzde. isterseniz gorillere, ya da ziyaretçilere bakabilirsiniz. Ama unutmayın seçimleriniz, web sayfasına girenler tarafından takip ediliyor olacak. İyi eğlenceler.
İlginç ve eğlencelik resimler, animasyonlar ve oyunlar için http://www.webnoodle.com/ Espri anlayışı biraz farklı geldi ama yinede görülmeye değer.
Sinek kanatlı uçağım olsa yine de oynarmısın benimle? http://www.mit.edu:8001/people/dinoriki/phliez/work-well-together.html Espri anlayışının bu kadarı biraz fazla.
Görülmeye değer ilginç bir sanat galerisi. http://www.nothingsomething.com/ Ben şahsen sevdim. Hissettiklerimi burada yazmak yerine sizin de ziyaret etmenizi tavsiye ediyorum.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
FREE Hi-Q Recorder Version 1.9 [2.61MB] Windows Free
http://www.free-sound-recorder.com/dlrhm/freehiqrec.exe Mp3 ya da wma olarak direkt kayıt yapabildiğiniz bir program. Alın kurun neyi dilerseniz kolaylıkla kaydedin. Her bilgisayarda bulunması gereken çok kullanışlı bir program.
KM Toolbar v1.0 [643KB] Windows - Ücretsiz
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|