Ekonomik Ticaret



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 5 Sayı: 997

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 2 Haziran 2006 - Fincanın İçindekiler


 


 Editör'den : Geciktim!..

Merhabalar,

Gecikme nedeniyle sizlerden erken ayrılmak zorundayım. Pikabımıza son yıllarda memleketimizde yetişen ender güzel seslerden birinin şarkısını koyuyor ve kaçıyorum. Funda Arar'dan Camdan Kalp. Hepinize güzel bir hafta sonu diliyorum. Esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

Cumhur Aydın

 Önce İnsan : Cumhur Aydın


  Türkiye'ye Hoşgeldiniz!

Sekiz günlük bir İtalya seyahatinin ertesi; gezdiklerim, gördüklerimden geriye kalanlar bir başka yazının konusu olsun. Dönüşte merakla göz gezdirdiğim gazetelerimizden dikkatimi çekenlerle -yani kaldığım yerden- başlamalıyım.

Önce ayrılırken gündemin en önemli maddesi olarak bıraktığım 'Danıştay'a Saldırı'dan söz etmeli. 22 Mayıs Pazartesi NTV'in Basın Odası'nda Oğuz Birsel; "büyük siyaset ve politika uzmanları" Sabah'tan Ömer Lütfi Mete ve Yeni Şafak'tan Fehmi Koru'yu karşısına almış, sohbeti koyulaştırmışlardı. Üstatlar; saldırının derin devlet ve bir türlü ortadan kaldırılamayan Türk Gladyosu tarafından gerçekleştirilmiş olduğunu ballandıra ballandıra anlatıyorlardı.

30 Mayıs 2006'da ise; Sabah ve Hürriyet'ten iki "özel gazetecinin" köşe yazılarından bıraktığım izleri sürdüm. Sabah'ta Umur Talu, "Katilinizin kim olmasını isterdiniz?" diye sorarak, bunca patırtı ve gürültüde bütünüyle ıskalanan bir boyutu öne çıkarıyordu. Değişik çevrelerce savlandığı gibi; Başbakan ve Meclis Başkanının tutum ve söylevlerinden etkilenerek işlenmiş ya da iktidarı sarsaracak dış ya da iç mihraklı bir komplonun parçası da olsa, ortada bir cinayet vardı. Değerli bir hukuk adamı ve onun temsil ettiği Cumhuriyet Kurumunun aldığı darbe, aynı zamanda geride onulmayacak acılarla yalnız kalacak iki çocuk ve eşin dramını da görmemizi engellememeliydi.

Talu'ya katılıyorum. Bu ülkede düşünmenin, adam gibi işini yapmanın karşılığı niçin ölüm oluyor; tartışmanın başına "Bu cinayetten kimler yararlanıyor?" çekişmesini değil, "Bu ülkede niçin siyasi cinayetler işleniyor?" sorusunu oturtmalıyız. Sonra da başka soruları sormalıyız belki? "Bu cinayetin işlenmesini hangi siyasi ortam hazırladı?" diye sormalıyız örneğin. Ya da "Cinayetler son yirmi yılda neden yalnız bir kesimin bir elin parmakları kadar kalan simge isimlerini, kurumlarını hedef alıyor, merak etmiyor musunuz?" diye sormalıyız.

Susurluk Dosyası konusunda en kapsamlı ve doyurucu kitabın yazarı Hürriyet'ten Enis Berberoğlu ise konuya başka bir yönden yaklaşıyordu. Katilin, üç-dört dakikada inilip kaçılacak yerden, duvarlara da ateş açarak salına salına üstelikte dışarda bekleyen araç ve içindekiler gibi sayısız iz bırakıp uzaklaşmaya çalışması çok mu profesyonelce ya da çok mu kör gözün parmağına hazırlanmış planın, komplonun parçalarıydı? Berberoğlu sağlam bir soruyla yazısını bitirmişti. "Birileri bizi işletiyor ama, kim?"

Başbakan'ın Türkiye'nin Almanya Büyükelçisini azarlamasının -bence- haber değeri yok, onun için ilgilenmedim. Çünkü kendisi 'seçilmiş biri'. 'Seçilmiş', 'atanmışı' ister azarlar, ister onore eder; o, onun bileceği iş! Başbakanın yine Almanya gezisinden; Milli Görüşçülerin camilerde toplandıkları paralarının uçup gitmesinin üstüne su içmek istemeyenleri azarlamasının da-yine bence- haber değeri yok. Yok, birincisi bu ilk kez olmuyor, ikincisi; 'seçilmiş' 'seçene' de ister hakaret eder, ister kucaklar, dediğim gibi bunlar yalnızca ve yalnızca kendilerinin bileceği iş!

Gelelim dönüş gazetelerinde benim en çok ilgimi çeken iki habere. Birincisi; Milli Eğitim Vakfı (MEV)'ın yeni Yönetim Kurulu seçiminde Bakan Hüseyin Çelik'in ağırlığını koyarak dengeleri değiştirdiği ile ilgili. Şimdi diyeceksiniz "Ee bunda ne var, Türkiye'de Fedarasyon Seçimlerinden bilmem nereye kadar özerk olması gereken her yere politika ve politikacılar bulaşmamışlar mıdır, yıllar yılı?" Doğru. Ancak haberin devamını okuyalım. Çok büyük bütçelerle çalışan Vakfın Yönetime bir süredir İhsan Doğramacı'nın arkasında olduğu Uygur Tazebay ve ekibi gelirken, Sayın Doğramacı bu kez tercihini -anladığım kadarıyla- Bakanlık yönünde değiştirmiş. Uygur Bey ise uzun süre YÖK'te de görev almış, görev aldıkça yeni görevler almış hani deyim yerindeyse "yüz büyük eğitimciden biri" sanki! Nihayet…Değiştirilen vakıf yöneticileri ise "Bu Atatürkçü düşünceye indirilen darbe" gibisinden bir şeyler söylemişler. Gazetenin bir başka sayfasında ise Bilkent Üniversitesinin Doğu'da ve Güneydoğu'da yeni vakıf üniversiteleri açılmasına yönelik girişimleri olduğu haberleri yer alıyor.

Atatürkçülük ve Eğitim Kavgasına bakar mısınız!

Benim ilgimi çeken ikinci ve son haber. Roche Şirketi ve bazı üst düzey Sağlık ve Çalışma Bakanlığı Yöneticilerinin de karıştığı savlanan ilaç yolsuzluğu davasının iddianamesini hazırlayan Savcı; Başbakanlığa yazı yazarak, ilgili Bakanlıkların hazırladıkları Raporlarda firmanın kasıtlı davranmadığına ilişkin değerlendirmeler yapıldığını, hukuki kavuşturmanın değişik safhalarında ise Bakanlıklardan beklenen ilgi ve desteği yeterince göremediğini ve konunun zaman aşımına uğramasından çekindiğini belirtmiş.

Allah allah. Sayın Savcım, Bakanlık Yetkilileri neden soruşturmayı savsaklasınlar ki?

Türkiye'ye hoşgeldim...

Cumhur


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


8,258,258,258,258,258,258,258,25
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Seyfullah Çalışkan

 Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


  YAVAN MUHABBETLER

Yavaş yavaş yaşlandığımı biliyorum ama bende herkes kadar sakız çiğneyebilirim örneğin… Denizde taş sektirebilirim yada ne bileyim çimenlere uzanıp bulutları kuzulara, atlara benzetebilirim. Belki blodimeri içemem ama taze bir bahar akşamının sakinliğinde tenha sokaklarda keyifle ıslık çalarak yürüyebilirim. Yamaç paraşütü ile uçmayı, bangi camping yapmayı aklımın ucundan bile geçirmem. Böyle akıllar ziyan şeyler gençlere kalsın, tamam… Elmayı kabuğunu soymadan kırmızı teninden dişleyebilir, yeşil erik çekirdeğini dişlerimin arasında gezdirirken mayhoşluğunun tadını çıkarabilirim.

Hacı Ragıp'ın bahçe duvarından kocaman ağacın dallarının yarısı sokağa sarkardı. O her zaman evin alt katındaki küçücük odada yaşar, pencerenin demir parmaklığı arasından sürekli sokağı gözetlerdi. Dünya ile fazla derdi yoktu. Ama çocuklar eriğin dallarına uzanmayacaktı. Onun tabiriyle " sokağın piçleri." Hiç rahat durmazlar dı ki…

Duvara yaklaşan, eriğe uzanan çocuklara ağız dolusu küfür edip sokağa fırlar bastonunun çocukların arkasından savururdu. "Hacı niye sövüyorsun el kadar çocuklara. Bak yine abdest namaz uçtu gitti."derdi komşuları ama Hacı Ragıp hiç tınlamazdı. İnat ya çocuklar, Hacı Ragıp camiye gittiğinde mutlaka ağacın dallarına yapışıp, uzandıkları yere kadar bütün erikleri yolarlardı. Camiden dönen Hacı, ağacın yere dökülmüş yapraklarına bakar, ağlamaklı bir yüzle eriği yolan çocuklara en ağzı açılmamış küfürlerle söverdi. Çocukların bazılarını erikleri yolarken gördüğünde köyün en uzak mahallesinde bile olsa anne ve babalarına şikâyet ederdi. Hiç erinmez, bağıra çağıra kapılarına kadar gidip onların ne biçim anneler, babalar olduğunu bütün komşular duyacak şekilde yüzlerine haykırırdı.

-Vallahi ben koparmadım baba. Sokaktaki diğer çocuklar erikleri yolup kaçtılar. Ne olursun vurma babacığım. Onlar kaçtılar Hacı suçu benim üzerime atıyor. Elini ayağını öpeyim baba, ne olursun vurma… Vallahi ben evin yanına bile yaklaşmadım. İnanmazsan. git Şerafettin'e sor."

-İki erik için çocuğumu öldüreceksin. Uyma şu çatlak Hacı'ya Osman Dayı… Bırak sabiyi…

Eski balık pazarı şimdi önemli bir alış veriş merkezi olmuş. İçinde dükkânlar, kafeler, kitapçılar bile var. Kış ortasında İzmir'i güzel bir güneş okşuyor. O gün Sıdıka ile ben Konak iskelesi manzaralı bir yer seçip oturmuş, çaylarımızı içerek laflıyoruz. Günlerden Pazar olduğu sokakların halinden belli. Her taraf çarşı iznine çıkmış asker kaynıyor. Sıdıka, eski günlerin sayfalarını aralamış, benim olmadığım zamanları anlatıyor. Cihanla Çeşme Altında bir bara gitmişler. Orada birlikte blodiymeri içmişler. İçin be anam, için be cancazım. Afiyet şeker olsun da bana niye anlattığını bir türlü anlayamıyorum. Sırf ilgileniyormuş gibi görünmek için "Neymiş ki blodiymeri, nasıl bir şey yani?"diyorum. Kanlı meri demekmiş. Domates suyu ve votka yada cini karıştırıyorlarmış. Böyle şeyleri imkânı yok aklımda tutamam. Ben öyle abudik gubudik şeyler içer miyim? Benzin içerim daha iyi. En azından ne mok olduğunu biliyorum. Arkadaşın deposundan benimkine sifon yapayım derken istemeden de olsa tadına bakmıştım çünkü.

Bu kız her yediği haltı böyle yağlandıra ballandıra anlatmayı sever. Ben de sadece makara olsun diye ona sorular sorup konuyu iyice deşerimdim. Bizimki gönül ilişkisi değil can sıkıntı… Saçma sapan ve birbiriyle ilgisiz birkaç yüz cümleyi sabırla dinlemek sonuçta insanı öldürmezdi. Sonuçta elimin altında ondan daha iyisi de yoktu. Eve gidip televizyon karşısında pineklemektense onunla Kuşadası'na doğru uzanmak daha iyiydi.

Sıdıka'nın kardeşi yamaç paraşütüne merak sarmış. Geçen yaz Fethiye 'de uçmuş. "Kızlara hava basmak, ilgi çekmek içindir." falan dedim. "Uçmayı çok sever." deyip işin içinden çıktı. Sanki daha önce hiç uçmuş mu? Ne gezer? Dün bir bu gün iki… Abartmamayı nasıl da seviyoruz. Gençler zaten pul koleksiyonu yapmayı pek hobi olarak seçmezler. Ya suyun dibine inecekler yada havada kuş gibi uçacaklar. Her zaman biraz risk, biraz heyecan gereklidir. Bunun adına da adrenalin tutkusu diyorlar. İsteyen uçsun, dileyen dalsın. Ben ayağım yerden kesilmesin isterim. Ömür dediğin su gibi akıp gidiyor. Birkaç yıl fazla yaşamak, biraz daha tadını çıkarmak isterim.

Sıdıka matematik olimpiyatları takımının bir üyesi değildir ama iyi kızdır. Fazla nazlı, kaprisli de değildir. Sadece abartılı ve gereksizdir. Bütün erkekler ona aşık olduğu halde neden hiç birinin kendisiyle evlenmek istemediği onun en büyük muammasıdır. Bu sorunun yanıtını bulduğu gün onun için yaşam çok daha anlaşılır bir hale gelecektir. Sıdıka ile o Pazar günün nasıl bittiğini elbette sizlere anlatmayacağım.. Fazla merak sadece kediyi değil okuyucuyu da öldürebilir.

Blody Mary http://www.gecekusu.com/Icki/displayDrink.asp?id=155

Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
3 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Faik Murat Müftüler

 MuratHoca : Faik Murat Müftüler


  CİLVELİ KADER

Öykümüzün kahramanı Tarık, yirmi dokuz yaşında, yakışıklı, kültürlü, görgülü, iş güç sahibi, aklı başı yerinde, lafı sözü dinlenir… Neyse; kısacası adam gibi bir adamdı işte. İkinci kahramanımız Serpil ise ruhunun ışığı yüzüne yansıyan güzeller güzeli bir kızdı. İnsanı insan yapan, hattâ Nietzche'nin "Üstün insanı" olmaya aday kılan tüm olağan vasıflara sahipti. Yazar ise bu iki insanın acıklı öyküsünü karga kurgusuyla izleyen nâmüdâhil bir hizmetkârdı sadece.

Bu iki genç insanı aynı öyküde buluşturan en önemli özellik, ikisinin de birbirleri için yaratılmış olmalarıdır. Gerçekten… Yeminle... Karga kurgusu dedik ya. Kuşbakışı her şey ayan beyan görülüyor. Yazar bunu biliyor; ama nasıl anlatsın? Anlatılır bir şey değil ki... Ancak yaşamının bir kesitinde öyle bir insan tanıyabilmiş okurlar anlayabilir işin özünü. Acemi yazarın da yaptığı bu işte. Okurun anlayışına sığınmak… Yoksa yazılacak ne çok şey vardır kim bilir birbiri için yaratılmış iki insan hakkında…

Tarık bir özel bankada çalışıyordu. Serpil ise bir özel ilköğretim okulunda sınıf öğretmeniydi. Koskoca kentin kocaman mahallelerinden birinde, dört sokak arayla oturuyorlardı. Aradaki koskoca İnönü bulvarı ise koca kentin kocaman mahallesinde uzayan mesafelerin cabasıydı.
Banka Halkapınar'da, okul ise Bornova'daydı. İkisi de işlerine metroyu kullanarak gidiyorlardı. Lâkin kader bu ya, bankada da okulda da mesai 09.00'da başlıyordu. Okurlar Önceki cümlede neden "Kader bu ya?" dendiğini bir alt paragrafta anlayacaklar.

Serpil öğretmen her sabah 07.40'da evden çıkar, İnönü bulvarında sabah yürüyüşünü yaparken kahvaltılık simidini ve günlük gazetesini alır, 08.00'da metroya binerdi.
Tarık ise 08.00'da evden çıkar, 08.10'da metroya binerdi. Buradan anlaşılacağı üzere Tarık'ın evi metro istasyonuna daha yakındı ve Serpil öğretmen her sabah -Tarık sakal tıraşını olurken- genç adamın oturduğu apartmanın kapısının önünden geçer giderdi.

Yaşamları öylesine bir rutine binmişti ki bu düzen hiç değişmiyordu. Her sabah sadece on dakika arayla aynı yöne doğru yürüyorlar, akşamları ise çok başka saatlerde evlerine dönüyorlardı. Tam iki yıl boyunca bu böyle devam etti.

Her ikisinin de birer sevgilisi vardı tabii ki. Serpil öğretmenin sevgilisi askerdeydi. Üniversite yıllarında çıkmaya başlamışlardı ve askerliğin bitmesiyle evleneceklerdi. Tarık'ın sevgilisi ise Ege Üniversitesi hastanesinde hemşireydi. Onlar da nişan hazırlıkları yapıyorlardı.

Bu ön bilgileri bir şekilde geçiştirdikten sonra esas konunun alt konularına bir göz atmalı…

Yanılmıyorsam 21 Nisan 2004 günüydü -diyerek olaya gerçeklik katmaya çalışmalı mı? Neyse; zaten öykünün uyduruktan olduğu malum- İşte o sabah Serpil öğretmen yine her sabahki gibi 07.40'da evden çıkmıştı. Metroya kadarki yürüyüşünü yarılamışken ütüyü prizde unuttuğunu fark etti. Biraz geç kalmayı göze alarak geri döndü. Oysa ütüyü prizde unutmamıştı. Yanlış hatırlıyor olmasına sinirlenerek acele adımlarla yeniden metro istasyonuna yürümeye başladı. Tam 08.00'da Tarık'ın apartman kapısının önünden geçiyordu ki Tarık da evden çıktı. Sadece birkaç adım arayla aynı yöne doğru yürüyorlardı. Birbirleri için o çılgın kalabalığın birer elemanıydılar sadece. Birebir artan ama örtemeyen fonksiyonların kümeleri, kesişim, birleşim, kapsar, kapsanır ve saire işlemlerine uğramaksızın aynı metronun farklı vagonlarında çözümsüz kaldı.

Tam üç ay sonra bir hafta sonu akşamında, Serpil öğretmen, Konak'daki bir mağazaya girerken kapıda duran Tarık'a "Pardon" dedi. Tarık kenara çekilip yol verirken kız arkadaşının uzayan alışverişine içinden sövüyordu. Arkasını dönüp karşı mağazanın vitrinini izlemeye koyuldu. Beş dakika sonra, arkasındaki kapıdan çıkıp giden Serpil öğretmenin camekândan yansıyan görüntüsünü fark etmedi bile. Çünkü o sırada vitrindeki saatlerin ne kadar güzel olduğunu düşünüyordu.

Bir buçuk ay daha sonra bir başka akşamüzeri Tarık, işyerinden biraz gecikmeli olarak çıkmıştı. İş çıkışı saatinin yoğunluğunda trafiği ve taksi bulmak için zaman harcamayı göze alamamıştı. Metroyu kullanarak Konak'a gelmişti. Aceleyle Pasaport'a doğru yürüyor, gecikmesi nedeniyle kopacak kıyamete, nişanlısının dırdırına kendini hazırlıyordu. İşte o sırada, bir simitçiye bozuk para uzatan Serpil öğretmene gözü ilişti. Adımlarını yavaşlattı. Tam hizasına gelip de geçene kadar o bir çift gözün hikâyesini okudu; hayır yazdı. Yok yok. O hikayeyi kendi rûhundan dinledi. Bir an için Serpil öğretmen de Tarık'a bakmıştı. Kısacık bir an.
Tarık beş adım kadar geçtikten sonra durdu. Ardına dönüp baktı. Serpil öğretmen kalabalığa doğru uzaklaşıyordu. Sahilde, o ilk ve son dalgadan önce bir an görülüveren ve dalga vurduktan sonra milyarlarca kum tanesinin arasında kaybolup gidecek nadide bir inci tanesi gibiydi. İki dalga arasındaki zaman kadardı o anda kader. Yaşamın tüm hikâyesi sığar mıydı o kısacık aralığa? Sığmazdı. Peki yaşamın tüm hikâyesinin ilk sözcüğü yazılır mıydı o kısacık anda? Belki ve keşke; ama neyse. Ne yazık ki "Neyse"… Hayatında hiç yapmadığı bir şeyi yine yapmayacaktı Tarık. Serpil öğretmenin arkasından gidip -cesur varoş çocukları gibi- "Tanışabilir miyiz?" demeyecekti. Demedi de zaten. Denir ya hep "Neyse" diye…

Paragrafın uzunluğuna bakmamalı. Tüm bu olanlar sadece on saniye sürmüştü. Tarık yeniden kendi güzergâhına dönüp yürümeye koyuldu. Yarım saniye sonra Serpil öğretmen de dönüp arkasına baktı. Ona, hanım kızların yolda arkalarına dönüp bakmamaları gerektiği öğretilmişti; ama o yine de dönüp baktı. Tarık, saçlarını imbatın serin ellerine oyuncak etmiş, yelelerini savurarak koşan bir yılkı atı gibi uzaklaşıyordu. Serpil'in bu bakışı da sadece bir saniye sürdü. Bu bir saniye süren aşk, bir yıllığına ertelendi o günden sonra. Hayır. Ertelenmedi. Kente kurban edildi.

Kanal ayarı olmayan, sadece tek frekans bandına fikslenmiş bir telsiz gibidir insanoğlu. Çehresinden, bakışından, duruşundan, yüzündeki minicik detaylardan, gülümsediğinde dudaklarının kenarında oluşan çiziklerden, saçının minicik bir kıvrımından, nabzının vuruşundan ve burada sayılamayacak daha binlerce ayrıntının tanrısal hesabından türeyen nadide bir harmoniği yayar çevresine. O yayın kiminde cızırtılı, kiminde yankılı bir ses olur da idare ediliverir yaşam adına edinimlere aracı olsun diye.
Lâkin o yayını billûr berraklığında alan üç beş ruh vardır elbet dünyada. Tanrı o kadarını yapmış, yaratmıştır ruh ikizlerini; ama ne yazık ki çoğunlukla insanı mesut etmeye değil, kederlendirmeye ve/veya sınamaya yarar o ikizler.
Hey koca Tanrı! Yarattın insanları birbirlerine göre de neden doğru yerde ve doğru zamanda buluşturmazsın garibanları? Çok şey mi istedim. Tövbe o zaman. Ben öyle demedim say. Sen her şeyin en doğrusunu bilirsin.

Gel zaman git zaman o akşamüzerinden bir yıl kadar sonra Serpil'in öğrencilerinden Burçak okulda rahatsızlandı. Çocuğun servis saatine kadar duramayacağını anlayınca annesini arayarak okuldan almasını istedi. Burçak'ın, annesi Tarık'ın çalıştığı bankanın müdiresiydi. Acil bir işi olduğu için kızının okuldan alınması işini en güvendiği memuru Tarık'a devretti.
Bornova'ya gidecek olması Tarık'ı sevindirdi. Müdiresinden arabanın anahtarlarını alırken sıkılarak kendisi için de bir şey istedi;

"Şule hanım. Yarım saat sonra eşimin vardiyası bitecek. Bu sürede anca giderim zaten. İzniniz olursa Bornova'ya kadar gitmişken onu da alabilir miyim işyerinden?"
"Tabii ki Tarık bey. Ne demek? Bunu sormamış olun"
"Teşekkür ederim"



Faik Murat Müftüler
murathodja@hotmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
3 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


  Büyüklere Masallar : Kahveli Köyün Kavalcısı

Bir varmış desem bir yokmuş desem; kalburu saman, evveli zaman içinde develeri tellal edersem, gücenmesinler diye pirelere de berber ehliyeti versem. Acaba, politik bir şeyler yazıp zaten ipleri terazi lastik jimnastik ortamı bir de ben gerersem ? Sizler beklemekten, ben konu bulmakta helak olup teklemekten, "En iyisi bu hafta da ipe un sersem" şeklinde bir ruh hali ile dönüp durdum güncel zamanın içinde. Hele bir de; ne annemin eşiğini, ne babamın beşiğini ( bırakın sallamayı ) hatırlamadığımı bile farkedince sersem sersem; en iyisi siz büyüklere biraz masal göndersem diye düşünmedim değil şimdiki zaman içinde. Hans Christian Andersen'i sular seller gibi ezberlersem, Grimm Kardeşleri iyice bellersem, Madame De Beaumont'u üstünüze afiyet çıtır çıtır yersem, Charles Perrault'u gıdıklayıp La Fontaine'e de selam söylersem : "Oldu bu iş !" dememi kim engelleyebilir ki içimde ?

Masal bu ya; köyden önce bir Kavalcı varmış ve bu Kavalcı kapı dolaşıp haşarat çocuklar gibi kapı zillerini çalarmış… Dersem; belki kafiye falan olur ama masal da daha masalın başında yalan olur. Kapı ziliyle bile oynamak istermiş şeklinde kıvıralım en iyisi. Ve fakat; gelin olmamasına rağmen oynayacak yeri pek darmış. Aslında yeri de varmış yeni de; varmış varmasına ama en fazla koca göbeği kadarmış …! İşte bu yüzden, sırf bu yüzden; kendisini uçsuz bucaksız internet sayfalarına tutabilene aşkolsun misali atarmış. Saatlerce çet, çat, hedee ve de hödö biçiminde bu sayfalarda sörf yaparmış. Sörf yapamayacağını anlayınca buna sebep olan o koca göbeğiyle yeni fikirlere gebe bir durumda sadece yan gelir yatarmış…

Masal bu ya; "Neden benim bir köyüm olmasın ?" fikri gökten zembille olmasa bile düşeceği varmış ki, düşmüş ( Polemiğe girmem yok beşmiş, yok üçmüş ). Aslında bu fikir en az göbeği kadar koskoca bir düşmüş ama her nasılsa bir anda gerçeğe dönüşmüş. Bir internet oyunlarından gördüğü gibi; gün gelmiş coşmuş, gün gelmiş canla başla koşmuş ama sonunda düşünü gerçeğe çevirip Kahveli Köyü'nü kurmuş. Kimi zaman koşmaktan yorulmuş, kimi didişmelerle yorulmuş ama eseri olan Köyü'ne karşı her zaman gururla durmuş. Muhtaç olduğu göbek, her ne kadar rejim için çabalasa da en az haşmeti kadar damarlarındaki asil kanın yerli yerinde oturduğu gibi otururmuş. Nota bilmese de; Kahveli Köyü için öyle güzel bir melodi tutturmuş ki; tabiri caiz ise turnayı tam gözünden vurmuş. Buraya kadar tamam olmasına tamam da Kahveli Köy için ahali nereden bulunacak ?
Hemen yakın çevresine sormuş, yakın çevresi de bu düşü hayra yormuş. Üstelik o çevre de maşallah sanki yıllardır yazıyormuş, yazıyormuş da adeta yazacak yer bekliyormuş…

Masal bu ya; Kahveli Köyü Ahalisi de gerçekten çığ gibi büyümüş, engelleri birer birer aşıp doğru bildiği yolda yürümüş. Çürümüşlüğün defteri Kahveli Köyü'nde dürülmüş, hangi değerlerin önemli, hangilerinin sambadan mambo olduğu sayılar birer birer ortaya çıktıkça alenen görülmüş. Yükselen değerlerin duvarları dünyanın dört bir yanından bile olsa imece yöntemiyle pek de güzel örülmüş. Neredeyse eline kavalını bile almayan Kahveli Köyün Kavalcısı da; bu haklı gururla tahtına kurulmuş da kurulmuş. Bol köpüklü kahvelere, vurulmuş da vurulmuş…

Masal bu ya; "Az gitmiş uz gitmiş" demeden olmaz, çoğu zaman beleşten de ucuz gitmiş demeden hiç olmaz. Gün gelmiş uyuz olmuş, gün gelmiş kuduz olmuş ama bir gün bile donmamış buz misali. Belki de hissetmiştir kendini soyulmuş muz misali. Her ne şekilde olursa olsun; Kahveli Köyün Ahalisi uyumamış da büyümüş, kimseye boyun eğip, dudak bükmeden tıpış tıpış bu tonton göbekli Kavalcı'nın yolunda dört koskoca yıl boyunca yürümüş…

Dereden, tepeden, ben anlamam ne pireden ne deveden. Evelemeden gevelemeden, her masalın sonunda üç elma düşer havadan. Bu masala göre; Kahveli Köyün Kavalcısı kapar birini bedavadan, Köyün Ahalisi'ne yetmez bir tanesi bu meyveden. Rast, Nihavent sizin olsun, Kavalcı haber versin Neva'dan. Onu bunu bilmem, sonuncu elma benim olsun, vazgeçmeyeceğim bu davadan. Her kim muradına erecekse kereveti gelir yuvadan…

Zaten ne demişler, "Kaşığı kırılsın her kim dönerse şu güzelim arpa şehriyeli pilavdan"

asesen@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,869,869,869,869,869,869,869,869,869,86
7 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Ahmet Altan

 Şundan Bundan : Ahmet Altan


   Bilim Dünyası

Ses su içinde, havadakinden 3 kat daha hızlı hareket eder!
Herhangi boyutta, kare biçiminde bir kağıt, ortadan ikiye 7 kereden fazla katlanamaz?? (kuru olmak kaydıyla)
Hava, eksi 190 derece civarında sıvılaşır.
Sıvı hava suya benzer, ama rengi biraz daha maviye çalar..
Bilimsel amaçla uzaya yollanan bir uydu, günde 250 watt enerji harcar! İki adet lambanın iki satte harcayacağı enerji kadardır.
Radyo dalgaları, havada öylesine hızlı hareket ederler ki, yan odadan çıkan bir sesi siz algılayana kadar geçen bir süre içerisinde, 18.000 km uzağa erişmiş olurlar.
Amerikan ölçü birimi olarak ton 900 kg'dır. İngiliz ölçü birimindeki ton ise 1008 kg'dır ve Gross Ton denen birim budur.
Uzay boş olduğu için hiç ses yoktur.
Biyoloji terimi ilk olarak 1705'te Jean Baptiste Lamarck tarafından ortaya atılmıştır.
Havanın %78'i azottur. Sadece %21'inde oksijen vardır. Gerisi, karbon dioksit, argon, neon, helyum, kripton, hidrojen, xenon ve ozondan oluşur.
Dünyada yoğunluğu en az olan nesne hidrojendir.
Su, donarken %9 genişler.
Sıcak su, soğuk sudan daha çabuk donar.
En küçük transistör 50 nanometre genişliktedir, insan saç telinin ikibinde biri kadar.
Pusula coğrafi Kuzey ve Güneyi değil, manyetik Kuzey ve Güneyi gösterir.
DNA ilk olarak 1953'te tanımlandı. İnsana ait tek bir DNA uzatıldığında 1,7 metre boyundadır.
Çöl serapları, yere yakın olan havanın yere uzak olana göre daha sıcak olmasından dolayı oluşur. Sıcak havanın içine giren ışık ısınır ve kırınıma uğrar, be nedenle de serap olgusu oluşur.
Milattan önce 6. yüzyılda, Pythagoras dünyanın yuvarlak olduğunu iddia etti, ama kimse inanmadı.
Milattan önce 3. yüzyılda, Aristarkos dünya güneşin etrafında dönmektedir dedi, yine kimseler inanmadı.
Milattan önce 2. yüzyılda, Erastostenes dünyanın çevresini net olarak ölçmeyi başardı (40.000 km) kimseler inanmadı.
Ekvator çizgisi üzerindeki bir kişi, aslında saatte 1,666 km hızla, dünyayla birlikte hareket etmektedir.
Milattan sonra 2. yüzyılda, Ptolemy dünyanın evrenin merkezi olduğunu söyledi. Takip eden 1400 yıl boyunca pek çok kişi bu fikre inandı!

Ahmet Altan


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Erkan Doğanay


CAM - M - EKAN

"11 mayıs 2006'da kaybettiğim anneme"

beyaz bir okyanusa dökülüyor vakitler
neresi mavera, kimde ün, nereye akar bu deli nehirler
ancak rüzgar tüccarı el işi yelkenler bilir
akrebin tekinsiz gözlerinde
kendi intiharına tutsaktır külü çemberin
her yolun birazı patikadır üstelik
insanla keçi aynı soydan olunca
çıkabilene aşk olsun şehrin yemişsiz dallarına

Anam!...
Ah! Paslı ellerini dokundur vurgun dudaklarıma
ve canına yandığım
çekişmeleri çıkar at tenha gençliğimin boynuna
bırak sal-ın batsın
küreklerin tutunsun ne çıkar kaz tüyü yastığına
hani Aristo "hayat boşluğu sevmez" tabelasını
kapı girişimize çakmıştı ya
işte öyle eksiliyor
vitrinlere vurmuş uçurum pazarlıkları
önce karla buz
ardından devlet çıka gelir kuru ayazlığıyla
ah! gördüm
dünyaya yetecek kadarı
bizim oralara yağar da
beş para etmez anam
aşırılmış birkaç damlasını
birileri pamuk diye satar da
donmuş kargalar düşer gün görmemiş gazete kağıtlarına
Edison, ekmek ve tuz
ancak olanı ile yetinen keşişler gibi
üfleyerek yeriz buz tutmuş yemeğimizi

Anam!...
senin için barıştım bak yalnızlığımla
sırtımda taşıdım sen yorulmayasın diye hastane koridorlarını
nöbetçi eczacıların üç beş sularını
zülüflü kapıların yabanıl adımlarını
yüzdesi yün fanilaları ve
sancıları eksilmeden sırtımda kamburlaşan yalnızlığımın
bir başına kıskandığı bin hayatı getirdim sana
hani birkaç gün daha bekleyebilsen diyorum
ölümü erteleyebilsen
bir başka olur buraların baharı
bilirsin!..
Ne de olsa eski topraksın sen….

Erkan Doğanay


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
7 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Gülendam Oğuz

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 6.278 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Meftun….

Borçluyum sana,
Yalnızlığımı borçluğuyum en başta
Bana bıraktığın derin sızısının
Gölgesinde sürdürmeyi bilemezdim
Hayatımı…sen olmasaydın..

Borçluyum sana,
Kederlerimi borçluyum
Keskin bir bıçağın sivri ucunu,
Alnıma dayanmış namluyu
Ölmekle yaşamak arası boşluğumu

Hani, bir kemanın ağlayan sesinde
Bir nihavent ezginin derin hüznünde
Ansızın, doluverir ya gözlerin
Hiç sebepsiz….
Borçluyum sana,
Yüreğimin ta en uç köşesinden
Akan göz yaşlarımı…

Hani, gün çekilir ya kızıl humma
Ortalığa çöküverir mahcup bir kasvet
Efkârla salınır sigaranın dumanı
Dalıp gidersin uzaklara… çok uzaklara
Borçluyum sana,
Bana bıraktığın gün batımlarını..

Sen yoksun ya şimdi
Hiç olmamışsın gibi nasıl devam ederim?
Geldin ve gidiverdin
Ömrümün hazanında
Bir atımlık kurşun sevdan kaldı
Gözlerimin pınarında.

Borçluyum sana,
Bıraktığın meftun bakışlarını
Satamam eskiciye
Emanetin yüreğimde hapis…
Gün geçtikçe ağırlaşıyor.
Borçluyum sana meftun…
kalan günüm omzumda yük
taşınmıyor…

Elif Eser

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

Paranoyakça hazırlanmış bir web sayfası. http://www.bulletinboardforum.com/movies/red_and_black.htm Merak edenlere özel not: bu web sayfası çoluk çocuğu rahatsız edecek bir içerik barındırmıyor. Paranoyakça dedim ya mecburen açıklama ekledim. Ne olur ne olmaz.

Basit hazırlanmış bir, helikopterle savaş alanından sivilleri kurtarma operasyonu oyunu. http://www.ezprezzo.com/games/globalrescue.html Bilgisayarınızın klavyesindeki ok yönlerini kullanarak helikopteri hareket ettiriyorsunuz. Space tuşu ip sallamanıza veya ipi geri çekmenize yarıyor. Her kurtardığınız sivil için puan alıyorsunuz. Bu oyunu oynarken patron bulunduğunuz yere yaklaşırsa "BOSS ALERT" ikonuna basabilirsiniz.

Online flash games. Yani bisürü flash oyun http://www.onlineflashgamez.com/ oyna oynaya bildiğin kadar. Ama dikkat, burada boss alert yok.

Polis suçluları yakalamak için billboardları kullanırsa ne olur? http://www.wsoctv.com/news/8189100/detail.html Bu web sayfasındaki habere göre polis suçluları yakalamak için mobil billboardları kullanmış ve kaydadeğer bir başarı elde etmiş.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler


FREE Hi-Q Recorder Version 1.9 [2.61MB] Windows Free
http://www.free-sound-recorder.com/dlrhm/freehiqrec.exe
Mp3 ya da wma olarak direkt kayıt yapabildiğiniz bir program. Alın kurun neyi dilerseniz kolaylıkla kaydedin. Her bilgisayarda bulunması gereken çok kullanışlı bir program.

KM Toolbar v1.0 [643KB] Windows - Ücretsiz



http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20060602.asp
ISSN: 1303-8923
2 Haziran 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com