|
|
|
21 Haziran 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Dondurmam Kaymak (mı?)!.. | Merhabalar,
Kırk yıl yemesem aklıma gelmezdi. Ama son bir kaç yıldır paket paket tüketir bir adem oldum. Yaz aylarının vazgeçilmez tutkusu dondurmadan söz ediyorum. "Azı karar çoğu zarar" denir dondurma için. Kimbilir belki haklıdırlar. Benim tek seansta rekorum Alanya'da yediğim bir kilo dondurma. Yersin demişlerdi de inanmamış ama denemekten de geri durmamıştım.
Az önce gene bir parça dondurma eşliğinde masadan kalkıp koltuğa oturdum ve başladım televizyon izlemeye. Tesadüf bu ya, Deşifre programının bu haftaki konusu Maraş Dondurmacıları. Tahmin edeceğiniz üzere "Deşifre" gıda teröristlerini ele alıyordu. Bu tür programlar iyi mi oldu yoksa kötü mü kararsızım doğrusu. Bir kere adamları caydırmak için bir işe yaradığına inanmıyorum ama biz sıradan tüketicileri paranoyak yaptığı bir gerçek. İnanır mısınız elimdeki dondurmayı olduğu gibi bıraktım masaya, daha sonra kendime geldiğimde çoktan erimişti zaten. Ama Allahaşkına, bayıla bayıla yediğimiz maraş dondurmasının içine öğütülmüş makarna, nişasta, un, glikoz koyduklarını öğrenseniz, karıştırdıkları kazana düşenleri görseniz, sahlepin içinde yakaladığı böceği alıp yere atan, "öldürsene" diyen arkadaşına "yazık" diye cevap veren hayvansever(?!), civanmert dondurma ustasını tanısanız siz de bana hak verirdiniz. Neyse arakasından bu işi dört dörtlük yapanları da gösterdiler de herkesin aynı olmadığını anladık. Yoksa vallahi bu yaz zor yerdim bir daha dondurmayı. Bakın külahların imalatını hiç anlatmadım aman siz siz olun bilmediğiniz yerde dondurma yemeyin. N'olur n'olmaz değil mi?
Son günlerde geri dönen e-gazetelerin sayısı epeyce arttı. Nedenleri sürekli değiştiğinden sağlıklı bir teşhis koyup tedaviye geçmek olanaksız oluyor. Tahminlerime göre gerekli önlemleri alıyorum ama maalesef altıbin küsur eposta dan bine yakınının geri dönmesini önleyemiyorum. Sizler de listeden çıktık galiba diye tekrar tekrar abone oluyorsunuz ama gördüğünüz gibi sonuç değişmiyor. Özellikle hotmail adresleri ile ttnet.net.tr alan adını kullananlardan geri dönüş alıyorum. Buna bir de yaz tatili nedeniyle posta kutularını beklemeye alanlar eklenince sayı artıyor. Sırası gelmişken ön bilgi vereyim bari, öykü yarışmamızın sonuçlarını açıkladıktan sonra şimdilik süresini kestiremediğim bir tatile girecek Kahve Molası. Bu tatili yeni yayın dönemine hazırlık yaparak geçirecek. Sürprizlere ve yeniliklere hazırlıklı olun.
Şimdi şöyle arkanıza yaslanın ve play butonuna basın. Müthiş flamenko gitar ustası Paco de Lucia'dan Entre Dos Aguas'ı dinleyin. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Kahveci : Erkan Doğanay NEŞ'E ERDOK RÖPORTAJI |
|
Neş'e Erdok hem resimleriyle hem hocalığıyla özel bir ressam. Erdok'la akademi'deki atölyesinde Erkan Doğanay ve met üst söyleşti.
Soru: Öğrencilik yıllarınızdaki akademiyle bugün hocalık yaptığınız akademiyi nasıl karşılaştırırsınız?
Neş'e Erdok: Eskiden de farklı bir yerdi bu okul, şimdi de aynı. (Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi). Buradaki öğrencilerle, hocalar ve çalışanlar diğer üniversitelerin kadrosuna benzemezler. Rahat bir yerdir. İnsanlara çok hoşgörüyle bakılan bir ortam olduğunu düşünüyorum. Birçok bölümde aslında başka bir Üniversitede okuyamayacak derecede ruhsal problemleri olan öğrenciler çok rahatlıkla okuyabiliyorlar. Bir çeşit rehabilitasyon merkezi gibidir. Benimde vakti zamanında böyle iki öğrencim olmuştu. Bundan ressam, heykeltıraş olmaz denilen çocuklar okulu başarıyla bitirip meslek hayatlarına atıldılar. Okulda bir değişim olduysa binada bazı değişiklikler oldu diyebiliriz. Birçok asma katlar yapıldı aralara, doğal aydınlık kayboldu. Elektrik ışığından faydalanmak zorundayız çoğu zaman. Şimdiki öğrencilerin tabi ki eskilere göre daha fazla kaynak bulma şansı var o yüzden daha farklı çalışmalar ortaya çıkabiliyor.
Soru: Üniversite olmasıyla mı değişim başladı? Akademiyken farklılığını koruyabilen bir kurumdu neticede.
N.E: Sanat eğitimine hiç uymayan bir sistem getirdiler; "kredili sistem" bu aslında yalnızca burası için değil sanat eğitimi veren hiçbir okula uymaz, bizde bunun zorluğuyla uğraşıyoruz. Bir saat resim alayım bir saat başka ders alayım demekle resim öğrenilmez.Mesela, cuma günleri atölyeye geldiğimde kimseyi bulamıyorum. Nerede bu öğrenciler diye soruyorum: İşte efendim bilmem ne dersi almaya gittiler, deniyor. Resmin saati, zamanı olmaz ki…Yavaş yavaş dağılmaya başlıyoruz. Şimdiye kadar atölye sistemini hep koruduk bundan sonra bazı hocalar çıkıp atölyesini öğrencisini ayırmak isteyebilir. Okulda yer olmuş olsaydı belki şimdiye kadar gerçekleşirdi bu.
Soru: Resim yaptığınızı ne zaman fark ettiniz?
N.E: Küçükken resim yapabildiğimi bilmiyordum. Hatta ilkokulda resmin insanla ilgili kısımlarını ben çizerdim, diyelim yanına da at arabası çizilecek o kısmı da arkadaşıma çizdirirdim. Ortaokulda Erzincan'daydım. Babamın subay olması nedeniyle farklı şehirlerde okumak zorunda kaldım. Erzincan Lisesinde iyi öğretmenler vardı o zaman, düşünün Molier'in bir oyununu bile sahnelemiştik. Derken akademi mezunu bir resim öğretmeni çıkıp geldi okula, hiç unutmam adı Turgut Mine idi. Kısa boylu, hafif sinirli bir adamdı. Masanın üstüne bir şeyler koydu ve bunu çizin dedi. Birde ev ödevi verdi. Altı şişman bir sürahi çizmem gerekiyordu. Ama bir türlü simetrik çizemedim oturup ağlamaya başladım. Annemin yardımıyla resmi tamamladım. Okula gidince resim öğretmenim "galiba sende iş var" dedi ve benimle birlikte bir resim grubu oluşturdu ve bizi özel olarak çalıştırmaya başladı. Neticede bana da okulu bitirdiğinde akademiye git diye tembihledi. Ailem istemiyordu akademiye girmemi, o dönem ağır bir tifo geçirdim, neredeyse ölüyordum. Ailem zannediyordu ki kolay bir okuldur akademi. Bir de, baktılar ki ben gerçekten istekliyim o zaman akademiye yolladılar. O zaman şimdikinden daha iyi seçim yapılıyordu, mülakat sınavı vardı birde evde yaptığımız çalışmaları da getiriyordunuz.
Soru: Siz renkçi bir ressam değilsiniz. Bunun yanı sıra konularla da özdeşleşen kişiliğinizin dışa vurumu var bütün çalışmalarınızda?
N.E: Bazı sergilerimde mesela bir resme biraz kırmızı kullandığımda renklenmişsiniz derler bana. Aslında bu bir seçimdir. Tabi ki kişiliğinden izler taşır ama, yinede konu ve renk yapan kişinin kendi seçimidir. Tıpkı siyah beyaz film yapmak gibi. Bence siyah beyaz filmler daha etkilidir. Çünkü doğadan çıkıp yapılan bir şey ama renkleri doğanın karşılığı değil ki. Fotoğraflar, filmler renkli çekimlere geçmeden evvel doğa yine renkliydi. Ama o çalışmalar bize kendi anlatımlarıyla, kendi olanak ve imkanlarıyla anlatırlardı. Bu renk kullanamamaktan ileri gelen bir şey değil. Ben karamsar bir insanım ve karamsarlığın olumlu bir şey olduğuna inanıyorum. Diyelim merdivenden inerken oradan düşüp kafamı yada bir yerlerimi kıracağımı çok düşünmüşümdür. Böyle bir şey yokken ortada, hayal gücümü kullanarak olabilecekleri düşünmeye başlıyorum.
Soru: Peki, bu gibi düşünceleriniz için herhangi bir önlem vesaire alıyor musunuz? Yoksa bu hayallerinizi de resimlerinize taşımayı mı düşünüyorsunuz?
N.E: Yok, öyle bir davranışım yoktur. Mesela deprem söylentisi falan var ya uzun zamandır hayatımızda, ne yatağımın ucunda herhangi bir hazırlığım, ne de öylesine bir önlemim var. Oysa kapalı kalmaktan çok korkarım ama, ne yapabilirim, nasıl kurtulurum diye hiç düşünmedim.bence tedirgin olmayan kişi resim yapamaz. Hiç gördünüz mü?.. Çok parası olan, mutlu olan bir insanın resim yaptığını.Ben olabileceğine inanmıyorum. Ben hiç hastalanmadım, ilaç kullanmadım diyen insanlardan çok korkarım. Anlamaz, çünkü hastalanmanın ne demek olduğundan habersizdir.Biraz hasta olmak yada hastalanmış olmak gerekir.
Soru: Ressamların çizdikleri mi kendilerine benzer? Yoksa kendileri mi çizdiklerine?
N.E: Karakterlerimi ciddi anlamda gözlemleyerek ortaya çıkartıyorum. Onlardaki değişimlere tanıklık ediyorum. Tıpkı bir imge gibi kurguluyorum onları. İnsan vücudunda yüz çok önemlidir, birde el ve ayak bunlardan sonra diğer ayrıntılar gelir bence. En etkili parçalar bunlardır. Ellerin ve ayakların etkili bir biçimde görünmesine gayret ederim resimlerimde. Resimlerimi derinleştiren vurguları bu parçalara yüklüyorum genellikle.
Soru: Modellerinizle diyalogunuz nasıldı?
N.E: Yüz küsur yıllık bir okul olmasına rağmen hala modellik hazmedilememiştir. Bu modeller tarafından da hazmedilememiş bir durumdur. Bazıları hariç, yaptıklarının ne derece önemli bir olduğunun farkına varmazlar. Bazıları gizler, aman kimse duymasın, bilmesin burada çalıştığımı. Sonraları çok gençler gelmeye başladı. Mesela hukuk öğrencileri gelip burada modellik yapıyordu sonrada avukat oluyor adam. Genellikle Türkiye'de hazmedilememiştir modellik ki; çoğu okulda da yoktur model çalışılması. Buradaki modeller de çok sorun yaşadılar. Türkiye'de olmayan bir alan, Maliye Bakanlığı hangi statüde çalıştıracağını bilemiyor, nasıl para ödeyeceğinin hesabını yapamıyor. Benim öğrencilik dönemimde ki modeller daha ciddi çalışırlardı. Genellikle o dönem göçmenlerdi bu alanda çalışan insanlar. Çıplak model çalışılması insanı terbiye eder. Özellikle bir ressamın insan vücuduna bakışını değiştirir.
Soru: Çok yoğun çalışan bir ressam değilsiniz. Buna rağmen resimleriniz ilgi görüyor. Özellikle mi az sergi açıyorsunuz?
N.E: Ben genellikle okulda çalışıyorum, evimde de atölyem var ama okulda daha rahat çalışıyorum. Çok yoğun çalışmadığım doğru ama bir ritmim var ona göre resim yapıyorum. Sergi için resim yapmam, resimlerim birikince iki yılda bir sergi açarım. Resimler arasında fazla ara vermem. Konularımı tasarlayıp ortaya çıkardığım için bu oluşum aşamasını da hesaba katmak lazım.
Soru: Türkiye'de resmin gidişatını nasıl görüyorsunuz?
N.E: Ressam sayısı arttı ve hızla çoğalıyor. Bienal'ler yapılıyor. İlk başta yapılan iki Bienal iyiydi. Resim, heykel gibi alanlara da yer veriliyordu. Yavaş yavaş ressamları dışladılar. Bienali birileri istediği gibi yönetiyor. Doğal olarak Türk sanatına da müdahale ediyorlar. Daha doğrusu yönlendiriyorlar. Şimdi bakıyorsunuz genç ressamlar çalışmalarını fuarda ancak sergileyebiliyorlar. Aslında fuar ticari bir yerdir. Bienali büyük bir sergiymiş gibi tanıtıyorlar ve gençlere yer vermiyorlar. Mesela son dönem müzeler açılmaya başladı. İşte bunlardan birisi de İstanbul Modern. Fakat, isim olarak bu şehirle özdeşleştirilmesi bence çok yanlış. Çünkü, orası Eczacıbaşı koleksiyonuyla oluşan bir müze. Birkaç yerden resimler getirttiler ama, yinede isminin Eczacıbaşı müzesi olması çok yerinde olurdu. Müzenin açılışında bir sergi yaptılar orada pek çok Türk ressam yoktu. Tabi yinede iyi ve umut verici müzelerin olması ve yeni müzelerin açılması.
Soru: Müzelerin ard arda açılmaları ile resim yükselen bir değer haline mi geliyor?
N.E: Dış ülkelere bakın insanlar saatlerce müzelerin giriş kuyruklarında bekliyorlar. Umarım bizde de müzelerin kapıları zamanla o yoğunluğu bulur. Demek ki, resim sanatı gittikçe güçleniyor. Bizde kırgınlıklar yaratıyorlar. Mesela ben hala İstanbul Modern'i ziyaret etmiş değilim. Benim resmimin orada bulunmasına rağmen tutumlarına bir anlam veremediğimden ve Türk sanatına değer verdiğimden dolayı eleştiriyorum.
Olumlu gelişmelerin yanı sıra olumsuzluklarda yaygınlaşıyor. Az önce bahsettiğim gibi. Ayrıca Akmerkez denilen alışveriş merkezinde resimler vitrinlere konuluyor, çeşitli markalara dekor yapılıyor. Maalesef ressamlarımızda bu oyuna alet oluyorlar. Resim sanatının bu gibi yerlerde kullanılmasını çok yanlış buluyorum.
Soru: Kendinizi yakın hissettiğiniz yerli yada yabancı ressamlar var mı? Kimlerdir?
N.E: Yabancı çok var isimlerini söylemesem de olur. Kendimi yakın bulduğum ressamlar genellikle figüratif çalışan isimlerdir. Yerli ressamlardan hocamı, Neşet Günal'ı çok severim.
Soru: Sizin atölyenizden çıkan isimlerden var mı sayabilecekleriniz?
N.E: Aslında epey ressam var. Mesela İrfan Önürmen. İrfan sanki bizim atölyeden çıkmamış gibi de çalışmalar yapıyor. Bienale düzenlemeleriyle katılıyor. Resul Aytemur, Ahmet Umur Deniz, Nedret Sekban gibi daha bir sürü isim var. Bunların çalışmalarını merak ediyorum ve her sergilerine gitmeye çalışıyorum. Neler yapmışlar acaba diye.
Soru: Kadın Şair de az derler, kadın ressam da. Böyle bir şey var mı?
N.E: Evet böyle bir sorun var ama bu dönemin ve ülkenin koşullarıyla alakalı. Sadece sanatta değil, kadınlar hayatın pek çok alanında sınırlandırılmışlar. Şimdi burada en çalışkan olanları kız öğrenciler. Mesela Neşet hocam derdi ki; "kızlar evlenir gider ve resmi bırakırlar." Genelliklede böyle olur. Tabi bu yapılan evliliklere de bağlı. Çok klasik bir evlilik elbette kadının yapacaklarından kopması anlamına da gelir. Çocukları olup da çok iyi resim yapan ve düzenli sergiler açan kadınlarda var. Aslında erkeklerde uygun bir evlilik ve uyumlu bir eş bulmadıkları zaman aynı risk onlar içinde geçerli. Çünkü resim yoğun emek isteyen ve hayatında birinci sırada olması gereken bir uğraş.
Soru: Bir ressamın çekip gitmesi, her şeyi ardında bırakması gerekmiyor mu? Kalan birisi için tutku eksik olabilir mi? Ya da Gaugen gibi bırakıp gitmek mi doğru?
N.E: Gaugen öyle olmak durumunda. Başkası da gitmeden iyi resim yapmayı devam ettirebilir. Gaugen'e gitmek yaramıyor. Onun biraz da hayat biçimi öyle. Herkesin öyle davranması gerekmiyor. Benim etrafımda tanıdığım evli erkek ressamlar var. Ama evlilikleri yaşamları gayet düzgün ve resimde yapabiliyorlar. Bu biraz beklentilerle alakalı bir şey bence. Bende zamanında mesleğimin evlilikle birlikte gitmeyeceğine karar verdim. Ama bu benim doğrum. Eğer evlenseydim, kendimi tanıdığımdan için sanatımdan fedakarlık yapacağımı biliyordum. Ve evlenmemeyi tercih ettim.
Soru: Yurt dışına açılmayı yada sergi yapmayı düşündünüz mü hiç?
N.E: Ben yurt dışının çok da gerekli olduğuna inanmıyorum. Çünkü bizi kabullenmeleri güç. Onlar hep öğreten ve eleştiren tarafta kendilerini gördükleri için siz ne yaparsanız yapın, ancak onların eleştirilerine malzeme çıkarmış olursunuz. Hep Avrupalılar tepede, onlar iyi olana karar veriyorlar, onlar seçiyorlar, değerlendiriyorlar. Ben buna her zaman karşı çıktım. Bizim bu kendi kendimizi aşağılamamızdan kurtulmamız lazım. Bunu devlet de destekleyerek yapabilir. Mesela yurt dışında, bir yada birkaç yerde, galeriler açıp Türk sanatını, sanatçılarını götürüp tanıtabilir. Bu da bizi başkalarının lütfunden kurtarır.
Erkan Doğanay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
VAKİT TAMAM
Yılların eskitemediği mağrur bir telaş sardı yüreğimi. Kaç bahar daha geçecekti, kaç sonbaharda daha şahit olacaktım ömrümün yapraklarının sararıp, teker teker yerlerde debelenmesine? Daha kaç kez gözlerimden dağılacak yaşlar, sırf başkaları için? Ne zaman kendimi yaşayabileceğim?!
Ellerimde nergisler yok artık. Avuç içlerimi kendi adımın dikenleri kanatıyor. Hiçbir acı hissetmeksizin, öylece duruyorum kırık bir aynanın karşısında…
Gül Çakır gulcakir9@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak) Kiraz Mevsimi... / 2.bölüm |
|
Düşlediği hayatı kurmak ve rayına oturtmak düşündüğünden de zor oldu Nora için. Bir yandan oğlunu babasız büyütme çabası, diğer yandan ticareti hiç bilmediği halde yeni açtığı kafeteryayı işletirken yaşadığı maddi, manevi sıkıntılar; aile özlemi, sevdiklerinden ve çevresinden birden bire bu kadar uzağa düşmek, kendisini olağandan daha da yalnız hissetmesine neden oldu.
Uzun kış gecelerinde, Doruk uyuduktan sonra kahve ve likörünü yanına alır, kitabını açar, şöminenin karşısında elinde kitap, kendini İstanbul'u düşünürken yakalardı. Haberlerden dinlediği kadarıyla gözünün önünde canlandırır; "Şimdi orada tipi vardır. Bir damla kar yağsa yolları kapatmıştır. Trafik felçtir. İnsancıklar yollarda sefil olmuştur" diye geçirirdi. Fakat yine kendisine "özlüyor muyum acaba?" diye sorduğunda, içindeki ses hiç tereddütsüz yanıt verirdi "özlediğin İstanbul değil, sevdiklerin…"
Baharda oğlunu alır düşerdi yola, birkaç günlüğüne de olsa. Ve İstanbul'a her gelişinde, -ki özellikle baharları gelirdi çünkü şehir onun nazarında bir tek baharları güzeldi- biraz daha çirkin, biraz daha yaşlanmış ve buruşmuş bulurdu şehri. Keşmekeşi, trafiği ile, her nevi insan ırkını üzerinde barındırma gayreti gösteren bu kent, tam bir kaos, tam bir rezillik abidesi olup çıkmıştı gözünde.
Gelse bile çoğunlukla evden dışarı çıkmaz, arkadaşlarını ve tüm dostlarını, akrabalarını annesinin evine toplardı. Gelenlerin hemen hepsi aynı şeyi dile getirirdi; "Nora, bu çocuk mu seni bu kadar olgunlaştırdı, yoksa yaşla mı ilintili bir şey? Benim bildiğim Nora, ele avuca sığmaz bir zıpırdı ve onun böylesine sakinleşip cin bakışlarına gölge düşüceğini rüyamda görsem inanmazdım! Sanki böyle daha mı bir gençleşip güzelleştin ne?" O zaman mahcup gülümser "Abartmayın canım, ne alâkâsı var? Ben değişmedim, hep aynıyım aslında. Yalnızca üzerimdeki gömlek değişti." derdi.
Yerleştiği yer, İstanbul'a nazaran çok daha ufak, kendi halinde, Akdeniz'in sakin bir kıyı beldesiydi. Nora'nın en çok hoşuna giden de bu sakinlik, dinginlik; denize baktığında yaşadığı huzur, dağlara başını çevirdiğinde ise içini -abartısız her bakışta- titreten sevinç, coşku yumağı idi.
Sayılı arkadaş çevresi ve işlettiği cafenin müdavimi müşterileri arasında saygın bir yer edinmişti kendine Nora kısa sürede.
Her yaz "kiraz zamanı" ailesi, sevdiği üç beş dost toplanır onu ve oğlunu ziyarete gelir, bir ay kadar kalırlardı. Nora ve Doruk beşinci bir mevsim adı bulmuşlardı bu gelişlere: kiraz mevsimi. Bol yağmurlu ve gök gürültülü kış aylarını, kiraz mevsiminin hayalini kurarak geçirirlerdi.
Bütün bu hasretliğe ve bekleyişlere değerdi. Dilediği yerde yaşıyordu, arzu ettiği tarzda bir hayat sürüyordu. Üstelik bu düzeni bir çok insan gibi yaşlılığında değil, kırk gibi güzel ve her şeyi en iyi, en net görüp hissettiği bir yaşta yapıyordu. Koşturmaca, itişip kakışma, dedikodu, kötü niyet, kin, öfke hepsinden uzak ve arınmış bir halde; steril değil, tozlu topraklı, doğayla iç içe bir yaşam sürüyordu. Canları istediğinde kırlara, tepelere doğru yürüyor, yaz aylarının sıcağından bunaldıklarında komşularının yayla evlerine bir kaç günlüğüne konuk gidiyor; Doruk denizi çok sevdiği için hemen hemen her öğleden sonrayı kumsalda geçiriyorlardı.Dünya nüfusu üzerinde hiçbir insanın, kendi içindekine benzer veya yakın dinginliği bünyesinde barındırdığını tahayyül edemezdi Nora. Bu düşüncesi aklına geldiğinde derin bir tefekkürle gülümser, kendisini "Tanrı'nın sevdiği kulu" addederdi.
Doruk, tüm zorluklara rağmen her çocuk gibi büyüdü. Çok zeki, yaşından çok olgun, gözlerinde tıpkı Nora'nınkine benzer hüzün huzmeleri gizleyen bir çocuktu. Anlayabileceği yaşa geldiğinde ona her şeyi anlatacaktı Nora. Şimdi sorduğu soruların yanıtını, neden babasının onlarla birlikte olmadığını, diğer çocuklar gibi okula başladığında kimliğinde yazılı olan ismin gerçek babasının değil de niçin büyük dedesinin ismi olduğunu… Hepsini bugün bir günlükte uzun uzun yazıyor, zamanı geldiğinde bir kez de karşısına alıp dili döndüğünce izah etmeye çalışacaktı. Onu kaybetmek pahasına dahi olsa…
Nora için Doruk, ona bahşedilen en harikulâde armağandı. Geç evlât sahibi olan bir çok insanın kendi içinde hissettiği ama dillendirmekten hep kaçındığı o habis duygu zaman zaman boğazına düğümleniyor "yağız bir delikanlı olduğunu görebilecek miyim?" sorusunu sormaktan kendini alamıyordu.
Doruk yarın altı yaşını dolduracaktı. Yaz sonunda okula yazılacaktı ama o daha şimdiden harfleri birleştiriip hecelemeyi öğrenmişti.
O bu düşüncelerle mutfakta yemek telaşı içerisindeyken; antre kapısı büyük bir gürültüyle sarsıldı. Şu çarpma huyundan ne yaptıysa vaz geçirememişti Nora. Öfkeli adımlarla salonun orta yerinde anlık durdu. Burnundan soluyordu yine, kim bilir neye kızmıştı.
Üstü başı toz toprak içindeydi. Yüzünde gözyaşlarının aktığı yerler, yer yer kirli izler bırakmıştı. Dizlerindeki çürükler dahi görünmüyordu pislikten. Kapıyı çarptığı gibi elindeki topu salonun ortasına fırlatmış, kendisini televizyonun karşısındaki kanepeye atmış, eline kumandayı almıştı ve bütün bunlar yalnızca bir kaç saniye içinde olmuştu. Mutfak kapısında belinde önlükle dikilen Nora, elini önlüğe kurularken;
- Hayırdır? Neyin var Dorukçuğum?, diye sordu. Kaşlarını çatmış, sert bir ifadeyle Nora'nın yüzüne bakmadan burnunu çekerek;
- Yok bir şey!, dedi.
- Pekâlâ, öyle diyorsan öyledir.... Dudağının kenarındaki gülümsemeyi gizlemek istercesine, dudağını ısırarak hiçbir şey yokmuş gibi mutfağa yöneldi Nora.
Doruk dayanamayarak hızlı adımlarla, peşi sıra mutfağa daldı;
- Ya, anlamıyorum! Sanki kendileri çok akıllı, çok iyi top koşturuyorlar da, beni "küçüksün" diye aralarına almıyorlar! Ama ben onlardan daha hızlı koşabiliyorum Nora! Hem daha iyi pas veriyorum, çalım atıyorum! Bana çocukmuşum muamelesi yapmalarından çok sıkıldım artık! Büyüdüm ben! BÜYÜDÜM! Okula başlayacağım bu sene!!
Öfkesi öyle önlenemez bir hale gelmişti ki, Nora ona ne söylese fayda etmeyeceğini biliyordu. O bu şekilde söylenmeye, bağırmaya, evin içinde el kol hareketleriyle volta atmaya devam edecek, takâtsiz kaldığında, kara boncuk gözlerini kedi yavrusu gibi Nora'ya dikip yanıt bekleyecekti.
Nora mutfaktaki işine onu dinleyerek, sessizce devam etti. Doruk avaz avaz evin içinde Nora'nın onun can kulağı ile dinlediğinden emin, gezindi, söylendi, sinirden tepindi ve ellerini arkasına kavuşturmuş bir halde karşısına dikildi.
Yarı peltek ve "ş"lerin üzerini bastırarak konuşmasıyla;
- Bir şey söylemeyecek misin anneeee?!, dedi..
- Söyleyeceğim... Eğer bittiyse...
- Evet, bitti.
Ocağın altını kıstı, ellerini yıkadı, çocuğun elinden tutup banyoya götürdü. Elini yüzünü birazdan şimdiki halini alacağını bilerek bir güzel sabunladı. Sonra da banyonun ortasında, diz çökerek çocukla aynı hizaya gelip gözlerinin içine bakarak konuştu;
- Şekerim, arkadaşlarının bu tavırlarına gücenmemelisin. Neticede onların bir çoğu yaşça senden çok büyük ve amaçları sadece seni korumak. Yani, seni sevdiklerinden, topun peşinde koşarken düşüp yaralanmaman için oyuna katılmanı istemiyorlar. Onlara şöyle bir öneri ile gitsen; hakem olmak istediğini söylesen meselâ...
- Kabul etmezler ki.. Hakemliği hep aramızdaki en büyükler yapar.
- Bir kez de sen denemek istediğini söylesen!
- Anlamıyorsun, onlar beni canları istediğinde oynatıyor, istemediğinde dışarı atıyorlar!
O sırada dışarıdan bahçe kapısını açan bir başka erkek çocuğun sesi duyuldu;
- Doruuukkk!!! Hadi gel, küsmee! Vallahi bak bir daha çıkartmayacağız seni….
Nora gülümsedi, Doruk'un gözleri parladıysa da, dudakları aşağı doğru sarkmaya, kaşlarını çatmaya devam etti. Hızla antreye yöneldi, giriş kapısını söylenerek açtı;
-Gelmiyorum ben! Gelmeyeceğim!
- Doruk lütfen, sen olmazsan orta saha bir kişi eksik kalıyor.
- Az önce istemiyordunuz ama!
Gidecekti gitmesine de, amacı arkadaşını biraz daha yalvartmaktı sadece. Neden sonra geriye dönüp Nora'ya, yanakları güneşten al al, gözleri parlayarak bakıp göz kırptı sonunda.
- Görüşürüz anne!
- Şu şapkanı yıkayıp tak başına! Beynin yumurta gibi haşlanacak!
- Anne yaaa!
- Lütfen Dorukçuğum! Öğle saatinde de evde ol hayatım...
- Off! Tamamm!!
- Devam edecek...
Elif Eser elif.eser4@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : M.Nihat Malkoç BİR FOTOĞRAFIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ |
|
Şefkat ve merhametin rafa kaldırıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Birileri koşarken birileri emekliyor. Zenginlikle yoksulluğun yan yana olduğu ve zıtlıkların kol gezdiği bu dünyada gerçek mutluluğu yakalamak da sanırım güçtür. Çünkü böyle bir düzen, huzurdan çok huzursuzluk getirir. Nitekim öyle de oluyor.
Zenginler kendilerini her konuda ayrıcalıklı insanlar olarak görüyor. Oysa hepimiz insan olarak dünyaya gönderilmişiz. Bazıları hasbelkader zengin olmuş, geleceğini maddî anlamda mamur etmiş, bazıları da kıt kanaat geçinmeye mahkûm olmuştur. Buna sadece işbilirlik ve beceri olarak bakmamak lâzımdır. Bazı şeylerde kaderin rolünü de unutmamak gerekir. Böyle düşünmek bizi ruhî açıdan da rahatlatır.
Günümüz dünyasında gelir dağılımında çok ciddi dengesizlikler vardır. Bazıları pasta beğenmezken bazıları da kuru ekmek bulamıyor. Fakat bu dünya bir imtihan yeridir. Asıl yurdumuz ahirettir. Bunu böyle bilmeli ve garibanlara kol kanat germeliyiz. Bugün zengin Avrupa ülkeleri pek çok geri kalmış ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömürmektedir. Bu ülkeler kendilerini ayrıcalıklı bir millet olarak görmektedir. Bu büyük bir vebali beraberinde getirmektedir. Fakat bu sömürgeci devletlerin çoğunda ahiret inancı olmadığı için bu dünyada yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını düşünmektedirler. Onlar da bir gün hakikatlerle yüzleşecekler. Fakat bu sefer de kurtuluş için iş işten geçmiş olacaktır. Zalimlerin gideceği yer ancak cehennemdir. Bu böyle bilinmeli ve ona göre saflar belirlenmelidir.
Bundan on yılı aşkın bir zaman evvel, bir fotoğraf dünyanın gündeme oturmuştu. Bu fotoğraf bugün de çok konuşuluyor ve internet sitelerinde dolaşıyor. Açlıkla boğuşan Sudan'da, yerde sürünerek Birleşmiş Milletler'in gıda dağıtım yerine ulaşmaya çalışan bir çocuğun acıklı fotoğrafıydı bu. Fotoğraftaki kız çocuğu bir deri bir kemik kalmış. Ayakta duramadığı için, sürünerek Birleşmiş Milletler gıda dağıtım yerine ulaşmaya çalışıyor. Arkasında da çocuğun ölmesini bekleyen bir akbaba var. Akbaba adeta eriyen bu fakir kız çocuğunun bir an evvel ölüp kendisine yem olmasını bekliyor. Akbabanın emeline kavuşması an meselesi… Bu görüntüyü objektifinden yansıtan Kevin Carter adlı meşhur bir fotoğrafçı… Fotoğrafçı dediğin böyle istisnai durumları yakalamalı. Carter, bu kareyi yakalayarak dünya basınına dağıtıyor. Bu fotoğraf ona 1994 Pulitzer ödülünü kazandırıyor. Fakat öte yandan insanlığını kaybettiriyor. Çünkü fotoğrafı çeken Kevin, hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam ediyor. Ayakta durmaya takati olmayan bu siyahî yavruya yardım etmeyi aklına bile getirmiyor. Kendisine büyük şöhret kapıları açan bu fotoğraf, çocuğun açtan ölmesine, peşinden kendisini takip eden akbabaya yem olmasına engel olamıyor. Hayat, yaşayanlar için kaldığı yerden devam ediyor. Fakat siyah tenli Sudanlı kız çocuğu için bundan sonrası bir anlam ifade etmiyor. Hayat yaşayanlar için bir anlam ifade ediyor.
Fotoğrafçı Kevin, ödülün getirdiği mutluluğu uzun süre yaşayamıyor. Çünkü dünya kamuoyu onun yaptığı bu davranışı ahlâkî bulmuyor. Ölmek üzere olan bir çocuğa yardım etmediği için kınanıyor. Bazı kesimler tarafından şiddetli bir şekilde eleştiriliyor. Malum fotoğrafı çekip de ünlü olduktan sonra "Biz fotoğrafçıların görevi olaylara müdahale etmek değil olanı resmetmektir" diyerek kendisini savunuyor. Fakat bu savunma mekanizması kendisini de tatmin etmiyor. İç muhasebe yaparak kendini suçlu buluyor. Bu durum bunalıma girmesine yol açıyor. Hayatın anlamsızlığı neticesine varıyor. Bu ruh hali onu içten içe yiyip bitiriyor ve depresyona girip sonunda intihar ediyor. Akşam saatlerinde egzoz verdiği kamyonetinin içinde boğulurken walkman(gezerçalar) ile müzik dinlemekteydi.
Prestijli bir ödül almıştı Kevin, isim yapmıştı. Söylentilere göre iyi de para kazanıyordu ve çok güzel bir mankenle beraber yaşıyordu. Peki, neden ölümü seçmişti bu meşhur fotoğrafçı? Bütün dünyevî kazanımlar elinin altındaydı. Elinin tersiyle nasıl teperdi bunları? Siyah bir zenci kız çocuğunun ölümüne seyirci kalmanın bedeli bu kadar ağır mı olmalıydı? Bunun gibi bir sürü sorular geliyor insanın aklına. Demek ki vicdan muhasebesi çok önemli bir şey… İnsan, içindeki sesi dinleyince doğruları yanlışlardan ayırabiliyor; suçluyu tespit ve teşhis edebiliyor. Yeter ki kirlenmemiş bir vicdanın taşıyıcısı olsun. Aslında rahmanî doğrular evrenseldir. Bu yaşanan hadise de ona işaret ediyor.
Savaş ve açlığın bütün acımasızlığıyla hissedildiği Sudan'ı bu hale getirenler acaba Kevin Carter kadar onurlu ve vicdanlı mıdır? Onlardan, intihar etmelerini beklemiyoruz. Çünkü neticede hepimiz ölüp gideceğiz bu dünyadan. Acaba dünyayı kan gölüne çeviren Amerikalılar ve Avrupalılar hiç mi ölmeyi, hesaba çekilmeyi düşünmüyor? Dünyanın ebedî kalacağını mı sanıyorlar. Kevin Carter kadar onurlu olamıyorlar. Ölüm onları da, bizi de azgın bir canavar gibi yutacaktır. Herkes dünyada yaptığının karşılığını görecektir.
Bizler, ekmeğini rahatlıkla temin eden bizler aç ve susuz yaşayan garibanlar için ne yapıyoruz? Bolluk içindeki sofralarımıza otururken bir parça kuru ekmeğe ihtiyacı olanları düşünüp lokmalar boğazımızda düğümlenmiyorsa bizler Kevin Carter kadar vicdan muhasebesi yapamıyoruz demektir. Bu da hayra alamet değil elbette. İç dünyamıza çeki düzen vermenin zamanı geldi, geçiyor
M.Nihat Malkoç mnihatmalkoc@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Neslihan Güzel Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 6.382 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Yalnızlığın Eğrisinde
Bir kanadımda yüklediğim
Düşlerim öbek öbek
Göçerimde uzak diyarlara
Sormaz hatırımı kalan
Yalnızım sanma
Yüreğimde dolaşan fırtına
Yetişirken hep yarınına
Ne kalır ki senden bana
Sustuğum anda
Diner mi içimde kelimeler
Aktığım her ovada
Kalır yangınımdan şuleler
Hasretin son yarında
Dökülürken geçmişin ağırlığı
Solar ömrün kıyısında
Beklentimin son baharlığı
Değmediğim gözlerin kuytusu
Yenilesin tüm zamanlarımı
Yeşerirken bir umut hülyası
Sarılsın boynuma aniden
Koca bir ömrün yalnızlığı.
Gülcan Talay
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
Yukarı
|
"BU TOPRAĞIN RENKLERİ"
24 Haziran 2006 Cumartesi saat 20.30
İstanbul Turkuaz Turizm Folklor Derneği GK tarafından her sene sürdürdüğü dönem faaliyetlerinin bir yansıması olarak düzenlenen "BU TOPRAĞIN RENKLERİ", 24.Haziran.2006 Cumartesi günü saat 20.30 da Kadıköy Belediyesi, CKM Caddebostan Kültür Merkezi Büyük Salonunda gerçekleştiriliyor.Kurulduğu 2001 yılından itibaren her sene gerçekleştirdiği sunumu ile Türk Folklorunun en renkli dışa vurumu olan Halk Dansları alanında gerçekleştirdiği çalışma ve faaliyetlerini sunan İstanbul Turkuaz, kuruluşunun V. yılında yine zengin bir dans repertuarı ile izleyicilerinin huzurunda olacak.
Gerçekleştirdiği çalışmaları, sosyal ve kültürel etkinlikleri ile kendi misyon ve vizyonunu koruyan, farklı iş ve yaş guruplarından tamamen amatör dansçıları ile sahneye koyduğu sunumunda İstanbul Turkuaz, bugüne kadar alışılmış kalıpların dışında bir sunumu sahneye taşıyor.
Anadolu'nun binlerce yıllık tarihi geçmişi içerisinde şekillenmiş, gelişmiş kültürel, sanatsal ve folklor alanında eşi benzeri bulunmaz zenginliğe sahip değerlerini, hayatımıza her alanda etki eden geleneksel yapıları birbirinden renkli bir anlatımla sunuyor.
İstanbul Turkuaz'a gönül verenler, eğimenlerinin hazırlamış olduğu görsel bütünlük içerisinde İzmir, Van, Artvin, Muş, Silifke, Tokat, Adıyaman, Trabzon ve Hakkari yörelerinin danslarını, Anadolu'nun bereketini yansıtan renkler ile yöresel çiçekler bütünlüğünde sahneliyor, "Bu Toprağın Renkleri 2006" Sanat Yönetmenliğini Gülçin Uncuoğlu yürütüyor.
CKM de sunulacak gösteri için katılımları Ticketturk sağlarken, Tema Vakfı, Dimes Meyva Suları ve İletişim Basım Yayın sunuya katkıları ile destek veriyor.
"BU TOPRAĞIN RENKLERİ" 2006 da Görüşmek Dileği ile...
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
New York Central Park konseri dönüşünde Yenikapı'da yaşlı fasılcı amcalara eşlik eden, oradan sünnet düğününe katılan, her yerde ayrım yapmadan aynı coşku ile çalan, köklerine bağlı kalarak yeniliklere yelken açan, klarnete hem hüzünlü hem de eğlenceli bir kimlik kazandıran Şenlendirici, http://www.husnusenlendirici.com Türk müziğini bozmadan, caz müziğini sarsmadan, dünya kültürünü zedelemeden yapılmış güçlü aranjeleri sayesinde klarnetin dünya markası olan sanatçı.
...Volkswagen has once again demonstrated its position at the cutting edge of modern technology by presenting the world's most economical road car: the 1-litre or 285 mpg car... http://vw.co.uk/new_devs/one_litre Bu araba 100 km.'de sadece 1 litre yakıt harcıyor. İnanmazsanız resmi web sayfasında kendi gözlerinizle görebilirsiniz.
http://www.davidbessler.com/wordpress/?cat=10 Önce bu web sayfasına tıklıyorsunuz. Sonra ekranda üstte veya altta görülen dans etmeye hazır elemanlardan bir tanesini seçiyorsunuz. Ekrandaki, klavye benzeri tuş takımının üzerinde mouse'unuzu gezdirdiğinizde eleman dans etmeye başlıyor. Ha bu arada dans müziksiz olmaz diyorsanız. A, B, C, D, E, F, X tuşlarından herhangi birisine basarak müzik seçiminizi de yapabilirsiniz.
Eğer web cam kullanıcısıysanız biraz daha dikkatli olun http://www.stupidity.org/video/529 ve bu hataya düşmeyin. İyi şanslar.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|