|
|
|
22 Haziran 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Ben demedim mi, işte değişmemiş!.. | Merhabalar,
Ben diyordum da inanmıyordunuz. İşte kendisi söyledi, değişmemiş. On yıl önce neyse şimdi de oymuş. Şimdi hakkını teslim etmek gerek. Yürekli adammış vesselam. Amma velakin, şüpheci yanımız sağlam ve sıhhatte Allaha bin şükür. Yani, iyi güzel de neden böyle birden bire aslına döndü Tayyip Bey, bileniniz var mı? Kendinden başka kimsenin aklından geçenleri bilemeyeceği malum ama elin beyni de torba değil ki büzesin. Türlü teoriler geliştirebiliyor bu beyin denen uzuv. Tutabilene aşkolsun. Mesela bu beyanın nedeni, AB'den umduğunu bulamamış olması, olası bir erken seçimin önünü kesip Çankaya'ya garantili tırmanmak istemesi, son araştırmalardan çıkan sonuçla cesaretlenip arka bahçesine şirin görünme çabası olabilir mi? Ya da, bir yandan AB'ye Kasımpaşa resti çekip milliyetçi muhafazakar AB muhaliflerine hoş görünmek, öbür taraftan "Değişmedim" mesajıyla, var olan taraftarlarına "Aloo biz ölmedik, buradayız." demek mi istiyor acaba? Her ne sebeple olursa olsun, biz sıradan vatandaşları bir sürü eski yeni sorun bekliyor. Tayyip Bey'in Çankaya'dan vazgeçmeye niyeti yok, bu anlaşıldı. Bu da demek oluyor ki bizim siyah kurdele ilelebet yerinde kalmaya mahkum arkadaşlar.
Vatan'da açıklanan anket sonuçları ise "Güler misin, ağlar mısın?" cinsinden. İnansan bir türlü, inanmasan başka türlü. Tepki oyu falan deyip kendimizi oyaladık, yoksa bu tepkiler birer kemik oldu da farkına mı varamadık? İşte, her türlü gerici (Burada germek fiili esas olarak kullanılmıştır) faaliyete rağmen oylarını artıran bir AKP, at oynatıp aslanlar gibi muhalefet yapacağı yüzlerce alan olmasına rağmen, beceremeyip oy kaybeden muhalif parti CHP. Anketi yapan ciddi bir kuruluş, son seçimlerden önce en yakın tahmini yapan da bunlar. Ama insanın inanası gelmiyor doğrusu. Bugün biraz daha ayrıntılara gireceklermiş, belki yarına daha ilginç yorumlar yapabiliriz, haydi hayırlısı.
Gelin bugün de hoş bir melodiye kulak verelim. Joe Dassin söylüyor, Taka Takata. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
SACAYAĞI
Bir sacayağının üstünde duruyor kadın; dünyanın tam ortasında... Sacayağının bacakları; geçmişi, bugünü ve yarını... birleştikleri yerde sağ ayağının denge noktası. Gözlerini kapatmış, kollarını iki yana açmış, sol ayağını boşluğun insafına bırakmış kadın... vakitlerden gece yarısı.
Düşünüyor kadın; sacağının bir ayağı kırılsa ne olur? Yine de dengede durmasının, düşmemesinin yolu var mıdır? Biliyor çünkü; geçmişi çatırdıyor, direnmeye çalışsa da kırılacak; hissediyor. Tutunmanın anlamı yok geçmişe, ama geçmiş -denen yaratık- tüm kollarıyla sarmaya çalışıyor bedenini. Ya kırılmasına izin verip bu ahtapot kollarından kurtulacak, ya da izin verecek sar(ıl)malarına; kırılmasın diye sacayağı, boynunda ıslak ahtapot izleriyle ölecek... Ahtapot deyince, kalamara ağzı sulanan günlerini düşünüyor kadın... Gülümsüyor inadına; kalamarın, ahtapotun, geçmişin ve sacayağının inadına....
Sacayağının gelecek kanadı, zaten alabildiğine güçsüz. Olmayacak hayallerden, yalnızca, yalnızca kadının güç verdiği isyankar düşlerden yapılmış, insafsız bir incelikle ayakta durmaya çalışıyor. Kadın onu, şefkatli bir aşkla seviyor, ama aşık olduğu herşey gibi, en önce onun kırılacağını biliyor. Korkmasa da ürperiyor.
Çabalıyor kadın; yalnızca bugününün üstünde ayakta durmanın yollarını arıyor. Kırılırsa geçmişi ve geleceği, -ki biliyor kırılacaklar- düşmeden, hatta eğilmeden tek ayak üstünde dansına devam edebilmenin yollarını arıyor; böyle bir imkansıza adamışken ömrünü, yine de neden gülümsediğini kimse anlamıyor.
Çiğdem Gürer nanedanlik@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
İncindi siyah incisi
Yorgunum çocuk sırtımdakileri taşıyamayacak kadar yorgunum…
Ayrılıklar her parçamı ayırdı, şimdi en hayati damarlarım başkalarında artık…
Her seferinde şaka gibiydi. İnanmadılar ayrılık masalına. Kararlıydılar. Sevdikleri kadar sevişmeye,yaşadıkları kadar bölüşmeye,gerektiğinde ölüşmeye kararlıydılar. Ama geldi geçti işte bu ayrılık rüzgarı meltem değil de bir fırtına tadında esmişti. Hangi ekvatorun paralel ve meridyenleri bu rüzgarı getirdi. Biz muson yağmurlarını beklerken göz yaşlarımızı gördük yüzümüze yağan…
Şimdi sırattan cehenneme düşer gibi çaresiz ve günahkarlar gibi ayrılıyorlar yanacaklarını bile bile…belki bir mecburi istikamet gibi tüm trafik levhalarının bu acılar yükünü göstediğini bile bile geri dönmek varken onlar ileriye gidiyorlar, gerileyerek…
Gitmek istiyor,yükü parasız taşımak anlamsız geliyor…
Oysa birlikte taşıyacaklarına söz vermişti. Sırtın ağrırsa verirsin belini incitmem inci tanemsin birlikte taşırız bu yükü demişti. Ama gidiyor… sırattan cehenneme düşmüyor kendi atlıyor…
Çaresiz bir bocalama evresinin son aşamasında mitoz bölünüp yeni acıları değiştirmeden çoğaltmayı başarıyorlar…
Kimse destek değil iki kişiler…
Ama bu sefer gidiyorlar, zıt şeritlerde seyir halindeler…
Yük ağır geldi söz vermişti taşıyacağına ama bıraktı yordu inci tanesini, siyah inci tanesini… incitti belini,incitti yüreğini,incitti incinmemesi gereken her bir yerini…
Bu kez bu ayrık ayrılığı tek başına taşımayacak, mutlu olacaksa “bitsin” diyorsa sesini duymayacak, bakmayacak ceylan gözlerine,her seviştiğinde öldüğü ve lanetler okuduğu küfrettiği öldürmek istediği ama sevdiği aşık olduğu sahiplendiği bedenine dokunmayacak…
Acılarını deniz seviyesinde kaynatıp suyunu içecek…
Ve bir daha acımaması için dualar edecek…
Bilse ki gözyaşı hiç durmayacak onsuz cehennemde yıl tüketecek…
Yusuf Hayaloğlu'ndan bir şiir…
Vakit tamam seni terk ediyorum
Bu incecik bir veda havasıdır
Parmak uçlarına değen sıcaklık
İncinen bir hayatın yarasıdır
Kalacak tüm izlerin hayatımda
Gözümden bir damla yaş aktığında
Bir yer bulabilsem seni hatırlatmayan
Kan tarlası gelincik şafağında
Ölümse korktum savaşsa hep kaçtım
Vur kendini korkularda hadi al
Seninle bir bütün olabilirdik
Hoşçakal iki gözüm hoşçakal
Temirağa Demir
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : Neslihan Güzel BAŞARMAK ÜZERİNE |
|
Hayal etmekle başlar her şey. Her başarının altında hayal etmek vardır. Bir tohumdur hayal, umutla beslenir, çalışmakla ise sulanır. Ve günü geldiği zaman topraktan filiz verir, yeşerir.
Büyük yazarların, büyük sanatçıların hayatlarını hep merak etmiş, araştırmışımdır. Ve gördüğüm şu olmuştur, hiç biri elde ettiği sonuca, elleri ceplerinde ulaşmamıştır. Çok dikenli yoldan geçmişler, birçok zorlukla mücadele etmişlerdir. Bu zorlu yolda karşılarına birçok dev ve canavar çıkmış ama onlar mücadeleyi bırakmamışlardır.
Bir yerde okumuştum, başarmak için yola çıktığın zaman, karşına çıkacak olan engellerlerden, insanların kıskançlıklarından ve sana engel olmak istemelerinden bahsediyordu.
Yazarın kullandığı ifade şöyleydi: "Sen başını sudan çıkarıp kurtulmak, başarmak istedikçe, başka biri senin arkandan gelip, başını senden iki santim daha yukarıya çıkarıp, seni boğmak isteyecektir."
Tarihte de hep böyle olmamış mıydı bu? Kim yeni bir şey buldaysa, hemen birisi ona çamur atmaya çalışıp, onu karalamaya kalkmamış mıydı?
Galilei'nin, ilerici fikirlerinden dolayı cezalandırılması, Hazer Fen Ahmet Çelebi'nin, uçmayı deneyen insan olduğu için cezalandırılması…
Bu ve buna benzer tarihte daha birçok örnek mevcuttur.
Hiç anlamdan dinlemeden insanları yargılar. Okumadan okumuş gibi yazarların eserlerini eleştiririz, nedense.
Başarmak için biraz da sağır olmak, negatif insanları duymamak gerekir, başarının şartlarından biri de budur. Kurbağa hikâyesinde ki kurbağa gibi olabilmek.
"Günlerden bir gün kurbağalar yarış düzenlemişler, kendilerince bir alan bulup bu alanda yarışa başlamışlar. Çoğu kurbağa, daha yola çıkmadan ben bunu yapamam diye pes etmiş, kalan kısmı da, arkadaşlarının "Bu yarış bitmez, boşuna koşuyorsunuz." demesine kanıp, yarı yolda pes etmişler. Sonuçta bir tek kurbağa, hiç kimseyi duymadan, yoluna devam etmiş ve menzile varmış, bir de bakmışlar ki bu kurbağa sağırmış."
Başarılı insanın, başarısının arkasında, negatif insanları duymadan, yoluna devam etmesi yatmıyor mu?
Umudunu kaybetmemek de, başarının en önemli anahtarından bir tanesidir. Hayatım boyunca, beklediğim, umut ettiğim haberleri, en kötü zamanım da, artık hiç umudumun kalmadığı zamanlarda almıştım. Bunlar benim için, büyük sürprizler olmuştu, tabi ki.
Ve şunu öğrendim, en kötü, en çaresiz kaldığınız zamanlar, zafere en yakın olan zamanlarmış. Gecenin en karanlık zamanı ise, sabaha en yakın olan zamanmış.
Ve de çalışmak, yılmadan, durmadan, azimle çalışmak. Başarının en önemli şartlarından birisi de bu.
Gerçekten çalışan, emek veren insanlar, mutlaka bir gün hak ettiği yeri alacaklardır, yaşarken olmasa bile, öldükten sonra, ama bir gün mutlaka…
Ve bu insanlar, arkasında bıraktığı eserlerle, ben de bu dünyada yaşadım deyip, derin izler bırakıp, ölümün bile öldüremediği insanlar arasına gireceklerdir.
BAŞARMAK; HAYAL ETMEKLE BAŞLAR, UMUT ETMEKLE DEVAM EDER VE ÇALIŞMAKLA SON BULUR.
Neslihan Güzel www.neslihanca.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak) Kiraz Mevsimi... / 3.bölüm |
|
En güzel, en temiz kıyafetleri, yana doğru taranmış saçı ve gür kirpiklerinin ardından yıldızlar saçan gözleriyle gelenleri kapıda ağırlıyordu Doruk. O en bilmiş edasıyla;
- Hoş geldiniz efendim…, diyerek.
Derken, büyük babasını görür görmez efendiliği bir kenara bırakıp avaz avaz bağırarak dedesinin kucağına atladı;
- Oley be! Dedeee! Sence bu sene bizim takım kupayı alır mı ha?!
On beş kişiydiler… Kuş sütünün eksik olduğu enfes lezzetteki yemeklerin sofrayı donattığı akşam yemeğinin ardından; mumlar üflendi, pasta kesildi. Kiraz mevsimi doğan Doruk katmerli bir neşe içinde kâh cıvıltılarla evin içinde koşturuyor, kâh kuzenleriyle armağanların başına geçip oyuncakların, kitapların, renkli kalemlerin dünyasında kendini kaybediyordu.
Sonat, pencere pervazına dayanmış çocukların mutluluğunu takip eden bakışlarıyla elindeki şarap kadehini ağır ağır içen Nora'nın yanına geldi;
- Onların yerinde olmayı, hayata yeniden başlamayı çok istiyorum bazen, dedi.
- Hiç öyle düşünmedim. Her ne yaşadıysam bu yaşıma dek kâr saydım. Her şeye rağmen güzeldi be Sonat. Deli dolu ve çok güzel.
- Gerçekten böyle düşündüğüne bir inanabilsem, belki o zaman aklım sende, "oralarda ne yapıyor bu kadın, bir başına" diye kalmayacak?
- Ne demek istiyorsun? Anlamadım?
- Nora, sen kabul etmesen de kaçtın!
- Lütfen başlamayalım tekrar. Bu konuları seninle defalarca konuştuk.
- Biliyorum… Fakat bir türlü ikna olamıyorum. Neden itiraf etmiyorsun? Kimseye değilse de bana.
Bakışları matlaştı Nora'nın. Gölgeler gezindi güzel yüzünde.
- Bahçeye çıkalım…
Neşeli kalabalık onları fark etmeden mutfağa yöneldiler, mutfak kapısından bahçenin arka tarafında, Nora'nın "çay keyfi" adını verdiği, denizi gören, dalgaların sesini işittikleri uzun salıncağa yan yana oturdular. Şimdi içerinin sesleri, kahkahaları daha az; denizin ve yıldızların sessiz pırıltıları daha hissedilir haldeydi.
Bir süre öylece dalgaları ve gökyüzündeki hilâl şeklini almış ay'ı ve denize vuran şavkını izlediler. Sonat'ın elinde beyaz, Nora'nın ise her zamanki gibi kırmızı şarap kadehi vardı.
- Çok uzun zaman oldu. Hattâ diyebilirim ki, bana hiç yaşanmamış yahut üzerinden asırlar geçmiş gibi geliyor. Bazen, şurada, şu salıncağa oturduğumda, yaz akşamları Doruk gelir dizlerime uzanır. Ben onun saçlarını okşarken uykuya dalar. Gözlerimi kaparım. "Senin oğlun…Senin varlığından bi-haber oğlun" derim içimden. Benim yüreğimde, ruhumda, benliğimde Doruk bambaşkadır, hepiniz bilirsiniz. Bazen, gözlerimin içine yarı çekik gözleriyle baktığında "tıpkı onun gibi bakıyorsun" diye iç çekerim. Onunla biz, bir imkânsızı yaşadık Sonatçığım. Sanırım güzel olan da buydu. Yaşadıklarım benimdir. Güzeldi. Değerdi. Bu bana yetiyor…
- Benim sorumun yanıtının bu olmadığını sende biliyorsun. Lafı geveleme! Sen kaçtın Nora?
- Garip gelecek sana ama, kaçış olarak görmüyorum. Evet, bir anlamda kaçtım. Ama ondan değil, varlığından hiç değil. Şehrin havası, suyu, düzensizliği beni yok etmeye başladığı için gittim.
- Onunla aynı şehrin havasını solumaya daha fazla dayanamadığın için gittin canım.
Arkadaşına mânidar bir bakış attı Nora, güldü;
- Senden hiçbir zaman içimden geçenleri saklayamayacak mıyım ben? Nasıl bir kadınsın sen? Bunca yıllık dostluğumuzda beni halâ şaşırtabildiğine inanamıyorum!...
Sonat'ta gülmeye başladı;
- Hah! Böyle söyle, canımı ye!
Kalbinin eski bir ağrıyla sızladığını hissetti Nora. En sorulmaması gereken soru, yıllardır aklından uzaklaştırmaya çalıştığı o zehirli suâl, dudakları arasından istemsizce döküldü;
- Haber alıyor musunuz? Nasıl?
İkisi de dalgaları izliyor, kadehlerini yudumluyor, ayaklarını hafifçe oynatarak salıncağı sallıyorlardı. Derin bir iç çekti Sonat.
- Mutsuz-muş!….. Senden sonra toparlayamamış ki… Eğer duymak istediğin buysa.
- Üzüldüm….
- Hadi içeri girelim. Herkes uyusun, sonra yine konuşuruz. Gece bizim... dedi Sonat, bir yandan göz kırparak.
* * *
Doruk ve Nora yirmi gün ağırladılar misafirlerini. İki katlı evleri daha bir o kadar insanı ağırlayabilirdi. Çok ısrar ettiler biraz daha kalmaları için ama büyük anne ve büyük babası dışında diğerlerinin maalesef gitmesi gerekiyordu. Her yıl olduğu üzre, seneye bir daha gelsinler diyerekten, ellerinde bir sürahi su ile evlerinin önünden uğurladılar gelenleri. Dört otomobil konvoy halinde, düğün havasında geldikleri gibi yine kornalarına basarak, camlarından kollarını sarkıtıp geride kalanlara el sallayarak uzaklaştı.
Sonat, arabada eşi Olgun'un yanındaki yerini alırken, Nora cebinden usulca kenarları sararmış, kat izleri belirginleşmiş bir zarf çıkarttı… İki kadının gözleri buluştuğunda, Nora "zamanı gelmişti" dedi. Sonat "halâ çok güzelsin meleğim… Yeni bir yol için geç kalmış sayılmazsın" dedi. Nora "ben böyle çok mutluyum, benim için endişelenme artık" dedi. Dopdolu bir sevgiyle bedenlerinden evvel gözleri kucaklaştı…. Sonat, Nora'nın en iyi, en yakın, en bitmez sevgisiyle kuşatıldığını bildiği biricik dostuydu…
* * *
Ertesi gün, İstanbul'da bir ofisin telefonu uzun uzun çaldı. Sonat "yine sekreterini değiştirmiş. Ee, insan bol paraya kavuşunca böyle oluyor işte!" diye içinden küfrederek kendini tanıttı. Birkaç saniye sonra ahizenin diğer tarafında onun sesini duyunca yüzünü ve sesini ekşiterek, "nasılsın" bile demeyi düşünmeden olabildiğince sevimsizce;
- Seni görmem gerekiyor, dedi. Adam bu emri tereddütsüz kabul etti.
Bir saat sonra buluştuklarında, daha doğrusu sağdan soldan aldığı haberler dışında yıllar sonra ilk defa karşılaştıklarında, Sonat karşısında bir tek gözleri aynı kalmış adamı tanıyamadı… Saçlarında yaşından çok erken çoğalmış akları, çökmüş omuzları ile, bir on yıl öncesinin "deli sevdalı"sı gitmiş, bambaşka biri gelmişti. Hiçbir şey söylemeden, yine "nasılsın" bile demeden, çantasını açtı. Kenarları sararmış, kat izleri belirgin, üzerinde el yazısı ile yalnızca "O'na…." yazan zarfı çıkarttı.
Adam yazıyı tanıdı… Elleri titredi. Gözlerinden sessizce süzülen sicim yaşlar ellerine damlayınca, incitmekten ürkercesine zarfı ceketinin iç cebine yerleştirdi.
- Teşekkür ederim Sonat. Çok teşekkür ederim, dedi minnettar bir ifadeyle.
- Gitmem gerekiyor. Söylenecek çok şey var ama… Maalesef bana söylemek düşmüyor. Hoşça kal…
* * *
tarih: son/nisan/yalnızlığım
Gülen dost yüzüne selam olsun…
Ah benim canım, seni eskisi gibi sevmediğimi bilmen neyi değiştirecek? Bilmek kederlerini azaltacak mı? Daha rahat, daha cesur mu tutunacaksın olmayan pamuk ipime? Bilmek, iyi gelmiyor ki ikimize. Meselâ sana zamanında âşık olduğumu bilmiyormuşsun. Sahi, söylemedim mi bunu gerçekten? Hatırlamıyorum. Demek o kadar gururluydum. Evet, halâ gururluyum, hiçbir şeyi gurursuz yaşamayı bilmedim ki. Elbette seni halâ seviyorum fakat bu kez ağır basan arkadaşlığımız; geçmişin kırgınlıklarını elimizin tersiyle itip yeşertmeyi başardığımız dostluğumuzla perçinleniyor. Seni dost yanınla sevmek acıtmıyor şimdilerde. Aşkın ne denli tehlikeli bir hastalık olduğunu tecrübe ettiğimden beri, bana yakın duran herkes dost, herkes arkadaş… Sense, arkadaş bildiklerimin içerisinde en ön saflarda yer alansın. Hem dostum hem de….
Neyse canım, demem o değil. Demem şu ki; böyle arkadaşça gider miyiz, diye sormuyorum kendime. Ama senin sorguladığını düşünüyorum. Senin sorguladığını düşündükçe bu kez ister istemez bende düşünüyorum. Sahi, böyle gider miyiz? Nereye kadar gideriz? Bunları iş olsun diye soruyorum canım. Aslında yanıtını hiç bilmek istemediğim, çok da üzerinde durmaktan hoşlanmadığım sorular bunlar.
İstediğim zaman, rahatsız oluyorsam, dostluğundan da gidebileceğim fikrini savunuyorsun. Dostlar gider mi? Dostluk biter mi? Biter elbet, çok büyük bir kırgınlık, iki taraftan biri telâfisi imkânsız bir hata yaptığında biter. Gidersem üzülmez misin peki? Biliyorsun, bu kez gidersem top yekûn giderim. Tozsuz, dumansız, izsiz... Gelecekte bir gün ardına baktığında; hafızanda bir ismim, bir de yaşadığımız şu bölük pörçük anlar kalır ikimize. Bölük pörçük diyorum ama, o da lafın gelişi... Ben o kısacık zamanlara ne çok şey sığdırdım zamanında bilsen -halâ sığdırmak için nasıl da çırpınıyorum… şaşarsın. Boş ver, bilmemek daha iyi...
Evet, bir gün gidersem; büyük hatalara mahâl vermeden, ikimizden birinin sıkıldığını sezinlediğim an giderim. Seninle çok karmaşık, çok zıt olan karakter yapılarımızın sürekli çatışması değil beni rahatsız eden. Aksine; beni tetikleyen, her şeye rağmen hayatın acımasızlığına karşı zinde tutan bir durum bu. Asıl endişem, gün gelip konuşacak, kavga edecek konumuzun kalmayacağı düşüncesi. Ne acı değil mi, iki lafı bir araya getiremiyorsak bir araya gelmemizin ne anlamı kalır? Benim çıldırmış hayâllerimi sen örselemezsen, yontmazsan, abarttığımı söylemezsen o zaman niye bir araya gelelim ki? Peki ya bir gün benim hayâllerim biterse?... Ya o zaman ben kendime kaçacak bir kara delik bulamazsam?
Gidersem benden kalan boşluğu doldurabilir misin? Hadi, itiraf et kendine... Gidersem, koskocaman bir boşluk bırakırım ardımda. Elbette bunu sana hınç ve öfkeyle söylemiyorum şu an, bu bende de aynı şekilde olur, belki o sebeple söylüyorumdur. Hani bazen, inanmak istediğimize inanırız ya…
Birazda düz mantıkla bakıyorum galiba. İnsan gençken arkadaşlıklarını, aşklarını, deli sevdalarını zamanı dolup bitirdiğinde üzülse de; üzüntüleri, önündeki upuzun gelecek sayesinde eriyip gidiyor. Geriye kıyıntı halinde tortusu kalıyor. "Zamanla geçer" deyimi buradan geliyor sanırım. Zamanla geçer, diyebiliyorsun o yaşlarda. Geçeceğini, yerini yepyeni ve daha dolu dizgin bir şeylerin alacağını sende biliyorsun. Hattâ hevesle acılarını unutmak pahasına yeni maceralara atılabiliyorsun. Oysa, ben bu gün; otuz yaşıma aldırmadan, geleceğimden çalarak insafsızca yaşıyorum ne yaşıyorsam. Seninle bir olup, zaman ve gelecek mefhumlarını ortadan kaldırmaya çalışarak kısacık anlarımızı alabildiğine doldurmaya gayret ediyorum. Hiç konuşmasak, sohbet etmesek, sevişmesek, sadece günün bizi terk edişini izlesek, müzik dinlesek, sessizliğin, rüzgârın, baharın, havanın keyfini çıkartsak, yalnızca o an'ı yan yana yaşasak dahi, çokça anlam yükleyebiliyoruz paylaşımlarımıza farkında olmadan.
Hayatın içinde ayrı ayrı başkalarının bizde açtığı yaraları, katlandığımız zorundalıkları, kısaca zamanın rutin sıkıntılarından bir nebze uzaklaşmak, derin bir soluk almak pahasına dayanıyoruz birbirimize. Tutunamasak da, dayanmaya çalışıyoruz.
Ve bir gün birbirimizden uzaklaşmaya karar verdiğimizde; benim ardımda önceki gibi nefret, öfke, kıskançlık, hazmedememe duygularının kalmayacağını artık biliyorum. O zamandan bu zamana değişen bu işte; beklentiler...
Seninle tanıştığımızda ikimizde birer deli çocuktuk. Yine çok arkadaş, çok candık. Ben sana âşık olmak için evlenmeni mi beklemiştim acaba? Ya da sen, sende olanı evlenince mi fark etmiştin? Asıl büyük kaybı sen gereksiz bir deftere imza attığında yaşamışız da, geç farkına varmışız. Üstelik fizik olarak bana benzetmeye çalıştığın başka bir kadınla…
Olan olmuş, aşk, engellenemez ve sınır tanımaz bir hâl almış… Ve kahretsin, başlamıştık!
İlk anların büyüsü bozulmaya başladığında, seni başkasıyla paylaşamamanın hazmedilmezliği, büyük bir aşk, aşkın içindeki olağan acılarının kat be kat üzeri acılar, sürekli şikayetlerine inanarak boşanacağını (ne kötü değil mi, kendi mutluluğun için başka bir hemcinsinin mutsuzluğuna sebep olduğunu bilmek ve bundan haz duymak, insanlık dışı geliyor şimdi bana) umut ederek beklemek... Beklentilerim. Sana biriktirdiklerim, senli hayâllerim, üşüyen yüreğim, kalp sızımdın benim... Oysa şimdi nasıl durgun, nasıl naif ve nasıl da beklentisizim...
O zaman bütün bunların nedeni eşini bırakıp benimle evlenmen hayâli değildi biliyorsun. Legâlleşmek arzusuydu asıl meselem. Bu gün baktığımda gülsem de bu düşünceye, o zamanlar hiç de böyle rahat değildim. Legâlleşmek... Kime karşı? Topluma karşı mı rahatlatacaktı beni, kendimize karşı mı? Evlilik?! Aman Tanrım! Bu; ne o zaman, ne bu gün; ne seninle ne de başka biriyle düşünmediğim tek kesin karar... Evlilik, benim tabiatıma tamamen aykırı bir toplum kuralcılık, bilirsin.
Yıllar ne çabukta geçiyor... Sen evleneli üç; aşkımız biteli bir yıl olmuş bile. Yaşadıklarımıza şöyle bir baktığımda; bunca zaman içinde seninle kocaman bir çember çizdiğimizi görüyorum. Hangi noktadan başladıysak yine dönüp o noktaya geldik… İyi mi yaptık, kötü mü, inan sorgulamıyorum.
Sonra yüzümü uzak, çok uzak belirsiz bir an'a çeviriyorum da; püskülüm bohemliğim yüzünden yakın gelecekle ilgili hayâl kurmayı başaramayan ben; paketleyip kaldırdığım ve "ölmeden önce yapılacaklar" listesinin en birinci hayâline gülümsüyorum:
"Bu şehirde olmayacağım.
Uzak bir sahil beldesinde, hiç evlenmemiş, saçlarına geç düşmüş aklarıyla orta yaşlı bir kadın canlanıyor gözümün önünde. Yalnız bir kadın. Yüzündeki ince çizgileri dahi sevmeyi öğrenmiş; yüreğindeki ve gözlerindeki kederi silmeyi hiç denememiş bir kadın. Bir restoran yada cafe işletiyor. Kendine göre saygın bir çevre edinmiş. Etrafında onun yaşlarında arkadaşları var.
Yöreye özgü taş yapımı; bahçesinde hercai menekşeler, erguvanlar, yada her neyse daha önce hiç bilmediği çiçeklerle donatılmış, ama mutlaka çocukluğunda tepesine tırmandığı şeftali ağacının da bulunduğu bir evde yaşıyor. İçinde şöminesi, sade döşenmiş möblesi, çalışma masası ve olmazsa olmaz sallanan iskemlesi olan bir ev. Mutfağında yöresel yemeklerin piştiği, mutfağın duvarlarından kurutulmuş biber, patlıcan, bamyaların sarkıtıldığı, huzur dolu, capcanlı bir ev... (Gençliğinde yaşadığı hiçbir evde olmayan bir huzurla bezenmiş bu evin kokusu, kuytusu, çünkü bu ev "evim" diyebildiği tek yer.)
Kiraz mevsimi gelmiş. İkindi vakti. Dükkânı çalışanlara bırakmış kadın o gün için. Mutfağında şarkılar mırıldanarak kapağını açtığında buharı havaya poflayan yemekler pişiriyor. Bir yandan fırındaki pasta ve börek kokuları sarmış etrafı. Önemli konukları gelecek ertesi gün, uzaktan, çok uzaktan. Sevdikleri, ailesi, kuzenleri, arkadaşları... Heyecanlı, hevesli, coşkulu.
O sırada altı-yedi yaşlarında afacan bir oğlan çocuğu bahçe çitinden bağırıyor "Noraaaa!" Ardından bahçe kapısı gıcırtıyla çarpıyor. Çocuk kadına istediğinde 'anne', dilediğinde "Nora" diye sesleniyor. Çocuğun adı: Doruk. Nora'nın buraya gelirken getirdiği, zorluklarla büyüttüğü evlâtlığı...
Kadın ondan ve şehirden ayrıldıktan sonra hayatına bir daha kimseyi sokmamış. Belki düşünse de cesaret edememiş yeni bir ilişkiye, ilişkinin peşi sıra sokulan aşka, aşkın kimyasındaki acılara katlanabilmek fikrine, bütün bunlar gözünü korkutmuş olmalı. Sevdiyse de birilerini uzaktan sevmiş. Platonik aşkın kimseye zararı dokunmayacağı düşüncesiyle tatlı tatlı gülümsemiş. Belki de yüreğindeki boşluğu başka biriyle doldurmaya gücü yetmemiş. Biriyle birlikte olmak emek ister, fedakârlık ister, güç ve cesaret ister. Kadın kendini bir daha aşk yaşayacak kadar güçlü hissetmemiş demek ki. Artık yalnız, çok yalnız, olsun.
Bazen onun da burada yanında olmasını hayâl etmekle yetinmiş. Çünkü o, elinde ona kalanla yetinmesini hep bilmiş bir kadın. Hayat ona, sevdiği adama gösterdiği iltimasları; hırsı, azmi, "biricik"liği yazık ki tanımamış...
Orta yaşını ve yaşlılığını anneannesi ve dedesi gibi veya anne ve babası gibi bir can yoldaşı ile geçirememenin iç sıkıntısını derinlerinde duysa da, üzerinde durmuyor. Çünkü bu bir şekilde kendi seçimiydi. Kadın adamı beklentisiz sevdi. Karşılıksız değil ama. Çünkü karşısındaki insanla sevgilerinin birebir ölçüsü olmasa da, sevildiğini bilmekle yetindi. Hem de az buz değil, delicesine bir tutkuyla sevildiğini -itiraf etmeliyim- hep bildi.
Zaman zaman akşam gün ağır aheste çekilirken, bir kasvet çökmüyor, düşünmüyor değil; "o ne yapıyor acaba? Hiç değilse ben huzurluyum. Onu, en çok da dostluğunu özlüyor olsam da huzurlu olmayı başardım. Ya o? Oda kızına mı tutunuyor benim Doruk'a sarıldığım gibi..." diye geçiriyor. Doruk'u çok seviyor... Çok fazla seviyor. Kendi doğursa bu kadar sevebilir ancak. Kadın çocuğu yıllar evvel doğuramadığı, yıllarca gebeliğini yaşadığı ama ancak yedi yıl önce doğmasına izin verilen oğlu yerine koyuyor. Bir anlamda halâ o gitse de, onun parçası....
Ve geriye son bir dileği kalmış kadının hayattan; bir gün çok yaşlandığında, -yakınları belki yetişemez ama- oğlunun elinden son bir yudum suyunu içip huzur içinde ölmek..."
Senin anlayacağın benim, bugün veya yarın için "ne olacağız" diyemediğim, söylemeyi de gerçekten gereksiz bulduğum ama olasılıkları göz önüne alırsak, ileride beni bekleyen yaşam bu... O zamana kadar seninle, iki sevgili olmaktan ziyade, çok yakın iki dost ilişkisini sürdürebildiğimiz kadar sürdüreceğiz. Bugünden yarını kim sorumlu tutabilir? Sevmenin dışında, sevmenin ötesinde bir şey, kelimelerle ifade edilecek türden değil... 'Sen var olduğun sürece varım,' demiştim. Biz seninle var olan ama adı olmayan bir şey yaşadık. İtiraf edemesek de derinlerimizde yaşamaya devam ediyoruz. Hepsi bu....
Buğulu gözlerinden öperim….
Senin olan…
- Devam Etmeyecek. - B i t t i -
Elif Eser elif.eser4@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Neslihan Güzel Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 6.382 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Bekleyiş
yeniden gelmek istemen yeterli değildi
bağrımı sonsuzluğuna açmaya
hem
kırılmış onca umudun sesini duyduğunda
kapayabilecek misin kulaklarını
sana yandığım zamanlarımda
kapadığın nice çığlıklarım gibi
pişman olduğun anda
sorabilir misin hesabını bir ömrün
geçmiş hatalarına yüz kızartıp
eğilebilir misin eteğinde bin özrün
dağlandı
yokluğunda
çok yandı bu yürek
şimdi bir anlık ah zamanlarına yenilip
ağlayacak mısın
lanetler mi okuyacaksın
başına çok geç gelmiş aklına
sever miyim seni yeniden
sarılır mıyım sanıyorsun
eskisi gibi yürekten kenetlenerek
zor
çok zor ya
asla, asla olmayan bu hayatta
belki desem sana
hoş
o da bir ihtimal ya
geceleyin karanlık semanda asılı ay
buğusunu düşürünce göz pınarlarındaki suya
bir deli yakamoz tutarsa kirpiklerinden
işte o zaman
işte o an
bir ahu zar tutar ellerimden
gelirim sana
Gülcan Talay
Yukarı
|
Çizen: Hüseyin Alparslan Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
Yukarı
|
"BU TOPRAĞIN RENKLERİ"
24 Haziran 2006 Cumartesi saat 20.30
İstanbul Turkuaz Turizm Folklor Derneği GK tarafından her sene sürdürdüğü dönem faaliyetlerinin bir yansıması olarak düzenlenen "BU TOPRAĞIN RENKLERİ", 24.Haziran.2006 Cumartesi günü saat 20.30 da Kadıköy Belediyesi, CKM Caddebostan Kültür Merkezi Büyük Salonunda gerçekleştiriliyor.Kurulduğu 2001 yılından itibaren her sene gerçekleştirdiği sunumu ile Türk Folklorunun en renkli dışa vurumu olan Halk Dansları alanında gerçekleştirdiği çalışma ve faaliyetlerini sunan İstanbul Turkuaz, kuruluşunun V. yılında yine zengin bir dans repertuarı ile izleyicilerinin huzurunda olacak.
Gerçekleştirdiği çalışmaları, sosyal ve kültürel etkinlikleri ile kendi misyon ve vizyonunu koruyan, farklı iş ve yaş guruplarından tamamen amatör dansçıları ile sahneye koyduğu sunumunda İstanbul Turkuaz, bugüne kadar alışılmış kalıpların dışında bir sunumu sahneye taşıyor.
Anadolu'nun binlerce yıllık tarihi geçmişi içerisinde şekillenmiş, gelişmiş kültürel, sanatsal ve folklor alanında eşi benzeri bulunmaz zenginliğe sahip değerlerini, hayatımıza her alanda etki eden geleneksel yapıları birbirinden renkli bir anlatımla sunuyor.
İstanbul Turkuaz'a gönül verenler, eğimenlerinin hazırlamış olduğu görsel bütünlük içerisinde İzmir, Van, Artvin, Muş, Silifke, Tokat, Adıyaman, Trabzon ve Hakkari yörelerinin danslarını, Anadolu'nun bereketini yansıtan renkler ile yöresel çiçekler bütünlüğünde sahneliyor, "Bu Toprağın Renkleri 2006" Sanat Yönetmenliğini Gülçin Uncuoğlu yürütüyor.
CKM de sunulacak gösteri için katılımları Ticketturk sağlarken, Tema Vakfı, Dimes Meyva Suları ve İletişim Basım Yayın sunuya katkıları ile destek veriyor.
"BU TOPRAĞIN RENKLERİ" 2006 da Görüşmek Dileği ile...
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
New York Central Park konseri dönüşünde Yenikapı'da yaşlı fasılcı amcalara eşlik eden, oradan sünnet düğününe katılan, her yerde ayrım yapmadan aynı coşku ile çalan, köklerine bağlı kalarak yeniliklere yelken açan, klarnete hem hüzünlü hem de eğlenceli bir kimlik kazandıran Şenlendirici, http://www.husnusenlendirici.com Türk müziğini bozmadan, caz müziğini sarsmadan, dünya kültürünü zedelemeden yapılmış güçlü aranjeleri sayesinde klarnetin dünya markası olan sanatçı.
...Volkswagen has once again demonstrated its position at the cutting edge of modern technology by presenting the world's most economical road car: the 1-litre or 285 mpg car... http://vw.co.uk/new_devs/one_litre Bu araba 100 km.'de sadece 1 litre yakıt harcıyor. İnanmazsanız resmi web sayfasında kendi gözlerinizle görebilirsiniz.
http://www.davidbessler.com/wordpress/?cat=10 Önce bu web sayfasına tıklıyorsunuz. Sonra ekranda üstte veya altta görülen dans etmeye hazır elemanlardan bir tanesini seçiyorsunuz. Ekrandaki, klavye benzeri tuş takımının üzerinde mouse'unuzu gezdirdiğinizde eleman dans etmeye başlıyor. Ha bu arada dans müziksiz olmaz diyorsanız. A, B, C, D, E, F, X tuşlarından herhangi birisine basarak müzik seçiminizi de yapabilirsiniz.
Eğer web cam kullanıcısıysanız biraz daha dikkatli olun http://www.stupidity.org/video/529 ve bu hataya düşmeyin. İyi şanslar.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|