Ekonomik Ticaret



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 5 Sayı: 1.032

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 18 Ağustos 2006 - Fincanın İçindekiler


 


 Editör'den : Kimler milli olmalı?..

Merhabalar,

Birkaç gündür yağdık gürledik yetti. Büyüklerimiz zor bir kararın arefesindeyken onları huzur içinde bırakıp milletimiz için önemli bir başka konuya parmak basalım. Mehmet Aurelio milli olsun mu olmasın mı? Olsuncularla olmasıncılar köşelerinden birbirlerine salvo atıp duruyorlar. Pek parlak futbol endüstrimizin artık ciddi bir problemi var. Türk asıllı futbolcular Alman, İsviçre milli takımlarında oynasınlar ama Brezilya asıllı Aurelio Türk milli takımında oynamasın. Oldu. Neden? Türk gençlerinin önünü açalım. İyi de, bugüne kadar aça aça FIFA sıralamasında yirmisekizinciliğe düştük. Olsun, bir düşer bir çıkarız. Çıkamazsak hepsine küfreder rahatlarız. Atalarımız devşirme askerlerle yurtlar fethetmişken, biz torunları miili takıma aslen Brezilya'lıyı alıp almamayı tartışalım. Rengi beyaz olsaydı kabullenmek daha mı kolay olurdu acaba? Haşa! Biz ırkçılık nedir bilmeyiz.

Beyler futbol bir endüstri, hem de dumansız. Dönen paranın haddi hesabı yok. Kuralları içinde hamaset destanı yazıp, milliyetçilik yapmak hiç yok. Başarıyı istiyorsan kurallarına uygun oynayacaksın. Bugün için Aurelio'ya ihtiyacın var oynatırsın, yarın gerek kalmasın diye öz be öz Türk çocuklarını yetiştirirsin. Olmuyorsa da devşirir devşirir asılsızları oynatırsın, kimsenin de umurunda olmaz. Keşke imkan olsa da Ronaldinho'yu, Saffet Ronaldinho yapıp milli takımımıza alsak. Ne yani fena mı olur?

Yetmişleri dolu dolu yaşayanlar iyi bilir. Kaset doldurturduk o zamanlar. 10-15 şarkılık listeler hazırlar plakçılara giderdik. 60'lık, 90'lık, artık hangisine paramız yeterse kayıt yaptırır sonra da şimdikilerle karşılaştırıldığında birer dinazor olan kasetçalara takar, döndüre döndüre dinlerdik. Yaratıcılıkta da sınır tanımazdık. 3-5 elektrikli aleti birbirine bağlayıp daha iyi sesler elde etmenin peşinde koşardık. Mesela benim müzik sistemimde birbirine entegre bir Philips pikap, bir Blaunpunkt radyo kasetçalar, bir adet nerden bulduğumu hatırlamadığım 30 cm çapında çıplak hoparlör ve amfi yerine kullandığım koca bir Grundig lambalı radyo vardı. O cızırtılı plakları, sarıla sarıla sesi gittikçe boğuklaşan, kopa yapıştıra bir hal olduğum kasetleri dinlerken aldığım hazzı bir daha hiç almadım. Nereden aklıma geldi değil mi? Geçenlerde o kasetlerimden birini buldum. Bir yüzünün ilk ve son şarkısı aynıydı. Hatırlıyorum da, günde en az yirmi defa dinlerdim. Şimdi gelin o şarkıyı hep birlikte yeniden dinleyelim olur mu? Oscar Harris söylüyor, Alta Gracia. Hepinize serin bir hafta sonu diliyorum. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

Seyfullah Çalışkan

 Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


  SİNOP YAZLARI, ÇALSIN SAZLARI - 3

Sinop'ta yirmi yıl önce deniz cezaevinin duvarlarını yalardı. Şaire (Sebahattin Ali)" Dışarda deli dalgalar, gelip duvarları yalar." dizelerin söyleten deniz şimdi elli metre ilerideki tersane kıyılarını yalıyor. Cezaevi kapatıldıktan yıllar sonra yeniden hatırlandı ve ortalık biraz derlenip toparlanıp müze haline getirildi. Cezaevinin müze olarak ziyarete açılması bana hiç çekici gelmedi. "Burada filanca yazarlar, şairler kaldı. Gerçek zindan sadece bu cezaevinde vardır. Sinop mahpushanesinin altı yüz yıllık geçmişi vardır. Bu cezaevine düşenlerin çoğu hiç çıkamadı, çıkanlar da burada ciğerleri çürüdüğü için dışarıda fazla yaşamadı." demenin turizmlik bir tarafı yok. Bunun "Biz adamın anasını belleriz, geçmişin ve insanlığın yüz karasıyız. Ne kadar utanmaz ve aralanmazız. İnanmasanız gelip bakın."demekten bir farkı yok. Müze yapıldığından bu yana Sinop Mahpushanesini görmeye özellikle gitmedim.

Sinop limanı ve açıkları batıklarla doludur. 1853 yılında Rus donanması limanın girişini tutarak Osmanlı donanmasını yok etmiştir. Ölen askerlerin üzerinden çıkan paralarla yaptırılan çeşme ve kitabesi bana oldukça dokunaklı gelir. Çınarın gölgesindeki bu mütevazı çeşme çarşı merkezindeki anıttan daha naif ve insancıldır. Bilinen tersane ve limanın yanında ikinci bir liman daha vardır. Burada limana özgü bir yapılanma yoktur. Karakum güzergâhı üzerindeki karantina koyu aslında çok iyi bilinmez. Eskiden limana girmek isteyen gemiler burada bekletilip gerekli kontroller yapıldıktan sonra limana girmesine izin verilirmiş.

Yalı kahvesindeki yaşlı amca hala eski günleri ve etrafındaki gençlere büyük bir hevesle anlatmaya devam ediyor. Kimse soru sormuyor. Bir taraftan çaylarını yudumlarken öte yandan amcayı dinliyorlar.

"Babam rahmetli çok aksi biriydi. Katır gibi inatçıydı. Esirlikten dönünce yeniden askere almak istemişler. Bedel vermiş ama gitmemiş. Gürsüvet'te bizim eskiden tarlalarımız vardı. Asker iaşesi için mısır ekerdik. Hem bedel öder hem de kendi rızkımızı çıkarırdık. Ben okula padişahlık zamanında gittim. Padişahım çok yaşa ile başladım, cumhuriyet çok yaşa diyerek bitirdim. O zamanlar yoksulluk var. Şimdikilere anlatsam bile anlamazlar. Yoksulluğu, açlığı. Salgınları görmeyen nasıl anlayacak ki…

O zamanlar ayakkabı nerde? Okula takunyalarla giderdik, çorapsız, yalınayak. Teneffüse çıkmak, oyun oynamak da yoktu. Kapının yanında geldi gitti tahtası asılıydı. Öğrenciler helâya giderken tahtayı çevirir, tahtanın gitti yüzü görünürdü. O gelmeden başka biri altına yapsa yine dışarı çıkamazdı. Tahtanın illa geldi gösterecek…

Her küpe girip çıktım. Her boyaya boyandım ben. Yapmadığım iş kalmadı. Mektebi bitirince Yorgo Usta ile yumurtacılık bile yaptım. Yumurtaya bakmak için gaz lambamız vardı. Özel yapılmış... Köylülerden satın aldığımız yumurtaları lamba ile kontrol edip saman dolu kasalara dizer İstanbul'a gönderirdik. Rahmetlinin çok ekmeği geçti boğazımdan, çok. Yattığı yer cennet olsun. O zamanlar kimse Türk'e Rum'a bakmazdı. Kapı bir komşuyduk, aynı sokaklarda oynardık. Ayrım daha sonraları başladı.

Sinop'ta şimdi eskisi gibi Rumlar yok ama her milletten insan vardır. Bize dedesizler de denir. Cezaevimiz meşhurdur, duymuşsunuzdur. Mahpusluk için gelenler cezalarını tamamlayınca gitmeyip burada kalmışlar. Eski ailelerin yanında çok fazla da yeni aile vardır. Geçmişi elli, altmış yılı aşmayan aileler yani. Sinop'un insanı yabancıya düşkündür. Yabancıyı el üstünde tutup kendininkini yerden yere çalar. Gürcüler gelmiş cumhuriyetten önce buraya. Çerkezler, Abhazalar, Lazlar, Yunan Muhacirleri gelmiş. Gürcüler bizi kandırdılar da ondan geldik diyorlar. Orada öyle bereketli topraklar var, mısırlar kavak gibi oluyor, merdiven dayamadan başakları kırmanın imkânı yok demişler. Bakmışlar anlatılanlar doğru değil ama geri dönmek de ayrı bir dert olduğu için kalmışlar. Bizim tarıma elverişli arazimiz pek kıttır. Gâvur Ovası dışında düz arazi zaten yoktur. Herkes evinin avlusunda ekip biçtiği ile aşını pişirmeye çalışır. Taze sebze buraya Bafra'dan gelir. Dışardan geldiği için de pahallıdır."

Sinop'a dışardan gelen yabancılara şehri gezdirmek istediğimizde önce Tersaneye iner sonra da Yalı Kahvesine götürürüz. Sonra araba adayı turlarız. Böylece sıra Akliman ve Hamsilos'a gelir. Hamsilos Fiyordu çam ve gürgenler arasında içinde yeşilin oynaştığı görsel bir ziyafettir. Bu güne kadar burayı görüp sıradan bulan veya her yerde bu tür görüntülere rastlamak mümkündür diyen olmadı. Akliman, geniş göl gibi bir koyla biten güzel upuzun bir kumsaldır. Akliman ve Hamsilos görüldükten sonra sıra Sarıkum'a gelir. Sarıkum bir tatlı su gölü ile denizin birleşmesinden oluşur. Deniz sahili ve uzun kumsallar insanlar tarafından kalabalıklaştırılmayacak kadar uzun ve ıssızdır. Akliman ve Sarıkum yaz kış günbatımları ile eşsizdir.

Sinop yazları bazen ege ve Akdeniz sahillerine özenir. Bir iki uyanık yatırımcı bar türünde gürültülü eğlence yerleri açar. Yüksek müzikli ve alkollü mekânlara genellikle gençler rağbet eder ve işletme sahiplerinin akıllarında iki aylık yaz sezonunda voliyi vurmaktan daha fazla bir düşünce yoktur. Bu tür yerler fazla uzun ömürlü olamaz ve genelde sonbaharda kapanırlar. Bu kentin asıl özelliği rakı ve sükûnet içinde demlenmeye izin vermesidir. Yazlıkçılar genelde bu kente rakı ve balık düşüncesiyle birlikte gelirler. Oysa yazın av yasağı vardır. Balıklar ya dondurucudan çıkmıştır ya da çiftlikte üretilmiştir. Evet, Sinop balık memleketidir ama bunun için Eylül başını beklemek gerekir.

Altı aydır güzel Sinop'un (Sinope'e güzellik tanrıçasıdır.) gözleri yaşlı, başı dumanlıdır. İnceburun'un tarihi feneri bir nükleer santralin gölgesinde kalacakmış. Böyle buyurmuş Ankara ve enerji planlamacıları. Bu kent yoksuldu, devlete yatırımlarından yetmiş yıldır uzaktı. Devlet baba durdu durdu en sonunda Dıranaz'ı deldi, kocaman bir tünel açtı. Hayırdır, ne oluyor demeye kalmadan "Size nükleer santral yapacağız." dediler. "Aman ağalar, yaman beyler, etmeyin eylemeyin, biz bir şey istemiyoruz. Siz yeter ki gölge etmeyin…" Yalı kahvesindeki amcanın etrafındaki gençlere anlatacakları günlerce sürebilir. Son kulak verdiğimde Sinop'un insanlarını anlatıyordu. Elbette Sinop'lu Diyojen gibi seçkin olanları değil, sokaktaki sıradan insanları… "Bizim buraların adamı yetmiş iki milletten bile olsa birbirine karşı son derece saygılı ve hoşgörülüdür. Hırsızlık, kapkaç, kavga gürültü ayda yılda bir olur. Saygılı olmasının yanında da mesafeli ve düzeylidir. Her gördüğü hıyara bir kaşık tuz alıp koşmaz. Pardon filminin çekimi için geçen kış Ferhan Şensoy, Zeki Alaysa ve Rasim Öztekin gibi çok tanınan sanatçılar buraya geldiler. Ne imza isteyen var nede tanışmak için koşan. Bu durum misafirlerimizi hayli şaşırtmış. Her gittikleri yerde yoğun ilgi görmeye alışmış sanatçılar elbette vatandaşın bu tavrına bir anlam verememiş. Zaten ortada verilecek özel bir anlam da yok ya her neyse.. Gençlerden biri yolda yürürken arkadaşını dürtmüş " Baksana bunlar artis oğlum.." demiş. Ötekisi de ne var oğlum, Sinop'ta herkes artis:" deyince misafirlerimiz epey gülmüşler.

*** Sular içinde bir aşk kentidir tarihin görkemli sayfalarında tanrıça Sinope'nin yurdu Sinop. Sarı saçlı mavi gözlü hasret gemilerine uzaktan bakıp yas çeker şehir. Bu şehrin mirası aşktır insanlığa, eğlencedir, tutkudur, sessizliktir… Yosun ve balık kokar, deniz emekçilerinin türküsünde. Yeryüzü cenneti Sinop; aşıklar ve yalnızlar kentidir. Kimsenin olamaz Sinop. Novalis'in şu tümcesini anımsatır şehrin güzelliği: "Düşümüzde düş gördüğümüzü görmeye başlayınca uyanma zamanı yakındır." Uyanmak da bir ayrılık vaktidir. Hayata girme, karışma vakti… Sinop'u gerilerde bırakıp, gitmek bir uyanma zamanına denk gelir hep. (http://www.sosyalhizmetuzmani.org/eytutkun.htm) ***

Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


  Merhaba Tatil

Tüm bir yıl boyunca; "Geçen senenin intikamını alacağım" dedim durdum ve sonunda turnayı gözünden vurdum. Aylardan Ağustos, sıcaklardan şipil şipil ter ama "Geliyorum güzel yurdum !" çığlıkları arasında bastım gaza ve sırasıyla Feribot'da Kahvaltı ( Tiffany çatlasın ), Susurluk'da derin devlete inat Tost-Ayran ve sonunda Bornova'da durdum. Bir kahve içimi soluklandıktan ve yolcularımı bıraktıktan sonra ver elini Seferihisar ve o güzelim koyu ile Sığacık.

Özlemişim deniz çipuralarını, uzun uzun seyrettim üzerinize afiyet yemeden önce. Bir de bar açmışlar Deniz Restaurant'ın yanına, serildim minderlerin üzerine sanki yıldızlar yanıbaşımda. Nemli ve yapış yapış geceye inat, ayışığı da vurmuş iken denize, kim yatar evin içinde diye serildim balkona püfür püfür. Hep isterdim ama ilk kez nasip olmuştu balkonda uyumak, kah kayan yıldızları kah denizdeki mehtabı seyrede seyrede. Mehtap deyince aklıma gelen arkadaşıma başsağlığına gittim devrisi öğleden sonra, zaten burnunun dibindeymişim meğerse. "Meşhur Girit usulü Semizotu Salata'mı yedirmeden göndermem" dedi aklımda zeytinyağlı dolmalar gezinirken. Beş bilemediniz altı parmakla zor tuttum direksiyonu dönüş yolunda ama sağ salim yetişebildim balık avına. Sığacık koyundan çıktık yola ikindi vakti. Sayamadım kaç tane büyük balık kaçırdığımı ama bizden sonraki balık avcılarına hayli besili balıklar bıraktığımızı çok iyi biliyorum. Çaresiz stoklardan yapacaktık mangalı, zaten ben balık tutmasını değil yemesini gayet güzel becerirdim kendimi bildim bileli. Komşudan bir de gitar bulunmaz mı güzelim balık gecesini tamamlasın diye. "Ağlar gezerim sahili hala balık tutamadım" şarkısı ile başlamayı önerdim günün anlam ve önemine istinaden ama sözümü dinleyen olmadı. Gecenin sonunda yine mehtap yine yıldızlardan kurulu yatağıma hayal meyal uzandığımı hatırlıyorum. Dönüş yolunda bir kır kahvesi bulup nefis bir kahvaltı ile veda ettim Seferihisar'a. Sırada; Çeşme'nin Dalyan'ı vardı. İğne atsan yere düşmeyen bir plaj ve fakat tertemiz bir deniz keyfi yaşadım 8-10 kez çalan "Çakkıdı çukkudu" ve "Ya tutarsa, ya tutar da beni yutarsa" şarkılarına inat. Ha bir de "Kalbini mi deştim affedersin" diye bir şarkı daha vardı. Hiç bir cıstak cıstak bozamazdı tatil keyfimi. Artık anneme gitme vakti gelmişti, geç kaldım diye Kordon'da bir birayı pas geçtim, alacağım olsun İzmir...

Gecenin sonlarında vardım Altınova'ya ama kaçırmadım yine deniz kenarında mehtap ve yıldızları. Emekli, bebekli ve göbekli sitenin sakin ve huzurlu sahilinde ne cıstak cıstak marşı, ne büyük bir çarşı, sadece biralar açılırdı Midilli'ye karşı. Devrisi gün, Midilli'ye karşı gün batımını özlemişim diye denizdeki saatimi uzattıkça uzattım, velhasıl denizde batırdım güneşi. Sabahları deniz çok güzel oluyor ama ben uzun Sarmısaklı gecelerinden erken dönemedikten sonra. Derhal geçen seneki yazıma da konuk olmuş Kaçamak Bar'a uğradım. Personel yine aynı, hepsi birbirinden kibar, buyur ettiler. Bu sene çok güzel ve belli ki konservatur eğitimli gençler sahnede. Dinledikçe; "Stand by me" ve "Unchain my heart" şarkılarının da repertuvarlarına girmesi gerektiğine karar vermiştim ki çalıverdiler gecenin sonunda. "Sarmısaklı halkı ne yazık ki göbek havası gibi eğlence istiyor" dedi sahibi İsmail Bey. Bir de Cunda Adası'nda bir yere ortak olduğunu söyledi. Bir başka gece de oraya gideceğimize söz verip ayrıldık güzel müzikler sanki hala kulağımızda. Ancak; merak ettiğimiz Sarmısaklı halkının eğlence anlayışına ters gelen bu müzik grubunun daha ne kadar devam edebileceği sorusuydu ( Yazıyı gönderene kadar bir kez daha ziyaret etme fırsatı bulunca cevabı sizinle paylaşayım dedim : Solist kızımız ayrılmış, yerini Sarmısaklı halkının beklentisine uygun olarak Kenan Şarklı tipinde bir erkek devir almıştı ! ). Aynı orkestradan bir hafta önce şehrin en iyi müziklerini dinlemiş olmanın keyfi kaldı sadece.

Yıllar önce; Dikili'de bir pansiyon ayarlamıştım aileme, henüz bekar iken. Zamanımın bakir o nefis koylarına şimdilerde çeşit çeşit plajlar açılmış. Yıllar sonra tekrar gitme fırsatı buldum, yeni moda isimleriyle Kayra Beach'e, plaj kelimesi sanki yabancı dilden değilmiş gibi. Herneyse; harika bir koy, beni de zamanında ne koylar istemişti de hiç böyle kendimi koyvermemiştim. Nefis, pırıl pırıl, cam gibi tertemiz bir deniz. Hani, yüzerken kulaçlarınızı hissedersiniz ya, işte öyle keyifli. Çeşme'nin Dalyan'ı gibi orada da müzik vardı fonda ama daha uygun bir desibel eşliğinde. Çimenler üzerinde, yemyeşil bir alanda uygun bir ağaç altı ve minder üstünde tam bir keyif, kimi zaman uyuklama, kimi zaman kitap okuma. Zaten gazeteler okunası gelmiyor savaş ve terör haberlerinden. Bu tatilin en büyük yararı kitap okumaya fırsat sağlaması benim öncelikle. Kısa sürede 5 kitap okumayı hedeflemiştim, az kaldı gerçekleştirmeme... Bitti bitiyor... Bugün bitti...

İsmail Bey'e verdiğimiz söz üzerine ertesi gece Cunda Adası'nın yolunu tuttuk ve Lara denilen o hoş bahçe mekanına daldık. Sahnede 3 genç erkek, yarı Yunanca yarı Türkçe ezgilerden oluşan zengin ve eski tatlarda güzel bir repertuvar ile sahne almışlar. Gece 3:00'den sonra desibel hazretleri oraya da el koymuş durumda olunca; gençler küçük harflerle müzik yapmaya yatay geçiş yapıverdiler. Zaten yorgun ve uykulara gebe gece de nasibini alıverdi. Acıkan her insan gibi gecenin sonunda Ayvalık Tostu modasına biz de uyuverdik, içine ne bulurlarsa koydukları tosta fazladan bir de yu ekleyince uyuyuverdik. Sitemizin gençliğinin gözde mekanı ise Gossip imiş, eski Bar Bahçe'nin yerine açılan disko, geçen yılların gözdesi Fly Inn'in yerine bu yıl o "in" olmuş yani. O çılgın tempolu, techno müzikleri dinleme yaşını bu yıl kaybetmenin dayanılmaz ağırlığını hissediverdim omuzlarımda. Birkaç şarkı tamam da ( özellikle melodilerini bildiğim eski şarkıların üzerine Remix'le süslenen ), sürekli çekilmez ne bu yaşla ne bu kulakla.

"Merhaba Tatil" diyorum yazının sonunda yeniden ama "Elveda Disco"' kelimesini eklemeden olmaz arada kalsa da, siz bu yazıyı okurken belki de Elveda Tatil haline gelecek olsa da... Tatili boşverdim, yine de bir merhaba var : Hepinize... Üstelik; tatilde biriktirdiğim sevgilerimle...

asesen@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

Tuba Çiçek

 Rengarenk: Tuba Çiçek


  MEMLEKETİN ÇİVİSİNİ ÇAKACAĞIM

Yaz geldi. Herkes tatile kaçtı. Memleketin çivisini çakacak adam kalmadı piyasada. Eh herkesin eli doluysa, memleketin çivisi ortada kalacak değil ya. Elime mi yapışır; ben çakarım! Hem de bi çakarım ki...

Aldım çekici elime, geçtim aynanın karşısına; kaşlarımı çattım, bir elimi belime koydum ve bir diğer elimin işaret parmağını sallaya sallaya, hiddetle bıdırdanmaya başladım. Ki hiddetimden sual olunmaz.

"Ben bu Maliye Bakanını döverim be!"
"Ben böyle Başbakanın taaa!"
"Bre densizler, böyle ihale mi olur!"
"Hay sizin yapacağınız televizyon programının, yedi sülalesini!"
"Bu eğitim sisteminden bi cacık olmaz!"

Derken, nadide ülkemizin, biricik illerinden birinin idare mahkemesi hakimi aradı:
"Tuba Hanım, hazırladığınız bilirkişi raporu elimize ulaştı. Ödeme yapmamız için hesap numaranız gerekiyor."

Hesap numaramı verdim, telefonu kapattım ve geçtim aynanın karşısına. Şöyle bir sıfatıma baktım. "Ulan benden bilirkişi olursa, herkesten her şey olur" dedim.

Diyelim bilirkişilik yapacağım davanın keşfine gitmişim. Diyelim taraflardan biri çıtır ve beni süzüyor. Diyelim çıtır olan taraf, haksız. 'Buyur karar ver. Buyur bilirkişi raporunu çıtırın aleyhinde yaz Tuba Hanım!' Günah yahu. Nasıl kıyarım dalyan gibi çıtıra? Töbe haşa!

Bu kadarla bitmiyor. Geçenlerde, yeni kurulacak bir üniversitenin, şehir ve bölge planlama bölümünde derse girmemi teklif ettiler. Ha kediye fare emanet etmişsin, ha bana gençleri emanet etmişsin. Delirmiş bunlar yahu.

Bana bilirkişilik ve üniversitede hocalık yapma imkanı tanıyan bir memlekette, çakılı tek bir çividen bahsedenin alnını çivilerim!

Bütün eğitim hayatı kopya çekmekle, ders ekmekle, haytalıkla geçen bir vatandaş ne bilebilir ki bilirkişi olsun ya da üniversite öğrencilerine bildiği herhangi bir şeyi öğretsin?

Üniversitede eğitmenlik yapmamı teklif eden akademisyene: "Vallahi 'kopya çekme teknikleri' dersi felan varsa teklifinizi kabul edeyim; ama onun dışında benden pas" dedim. Akademisyen ağlamak ile gülmek arasında gidip gelen anlamsız ve ebleh bir surat ifadesiyle: "Aman Tuba Hanım gençler duymasın, kötü örnek olursunuz sonra" dedi ve arkasına bakmadan uzaklaştı yanımdan.

Bu akademisyenler de bir alem. Hem eğitim sisteminin ne kadar yanlış olduğunu söyler dururlar, hem de kopya çekeni ayıplarlar. Benim bildiğim, eğer sistem yanlışsa ona isyan edilir. Eh benim yaptığım da oydu. Yanlış ve gereksiz bilgilerle beynimi dolduracağıma, kopya ile sınav kağıtlarını doldurdum. Cıkcıkcık yaa!

Hazır yeri gelmişken, en kötü karneye bisiklet hediye eden ve ODTÜ İnşaat öğrencisi Sefa Boyar'ın, ÖSS sınavında bütün soruları yanlış yaparak, 'eksi 45' puan alma hedefiyle rekor denemesini destekleyen Leman Dergisini canı yürekten kutluyorum!

Gene nerede yaramaz iş var, onun reklamını yapıp sınıfta çaktık anlaşılan!

O halde, İnternette kullanılmış donunu satmaya yeltenen, (haberin aslı ortaya çıktı ama olsun) Bilkent Üniversitesinin en seksi ve popüler hatununu kıskanarak, ay yani KINAYARAK yazımızı bitirelim.

Selüloitlere gelesin e mi! Terbiyesiz seni…

Tuba ÇİÇEK
tuba@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


8,408,408,408,408,408,408,408,40
5 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Vedat Sümbül


OHA OLDUK!

Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan en biricik araçtır ve bu özelliği nedeniyle de kuşkusuz en önemli kurumdur. Tarihsel akış içerisinde bilginin taşınmasını olanaklı kılarak, birikim yoluyla uygarlıkların oluşmasını; insanlar arasındaki iletişimi düzenleyerek de sağlıklı toplumsal yapılar içinde yaşanabilmesini sağlayan tek olanak, dildir. Bir insan topluluğunu uzun vadede zayıf düşürmek isteyenler, bu nedenle, önce o toplumun diline saldırırlar. Elbette, bu saldırıyı görüp görmezden gelenlerin yaşadığı ülkelerde başarılı da olurlar.

Bilimde, teknolojide, sanatta gelişmişliği tartışılmayan, yani kimsenin yan gözle bakmaya bile cesaret edemeyeceği toplumlar dikkatle incelendiğinde, oldukça ciddi bir dil bilinciyle karşılaşılır: İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya… örnekleri herhalde fazlasıyla yeterlidir. Şimdinin süper gücü Japonya'nın, atom bombasıyla yerle bir oluşunun üzerinden kaç yıl geçti ki daha? Mucizenin sırrı, yerin yedi kat dibinde değil; birkaç paragraf aşağıda öylece duruyor.

Peki, dil bilinci noktasında, dikkati kendimize yoğunlaştırdığımızda görülen manzara ne? Üzücü de olsa, canımızı da yaksa; görmek, söylemek, yazmak gerekiyor: Yangın büyük…

Özellikle son çeyrek yüzyılda, dil alanında, aklın mantığın sınırlarını aşacak boyutta bir duyarsızlık yaşanmakta coğrafyamızda ve eli kolu bağlı seyrediyoruz bu korkunç manzarayı. Yüzyıllar öncesi dilimize yönelen Arapça, Farsça, ardından Fransızca ve nihayet İngilizce akınını öylece seyrettiğimiz gibi. Duyarsızlık, korkunç; seyirci kalmak, daha da korkunç. Seyirci kalmak, suça ortaklıktı hani?..

Bulduğumuz her yükseltiden kendilerine seslenmeyi, onlara değerli emanetler bırakmayı çok sevdiğimiz gençlerimiz, gündelik yaşamlarını 200-300 sözcükle sürdürüyorlar. Binlercesi dururken ve onlarla Yunus'umuz, Karacaoğlan'ımız, Nazım'ımız, Yaşar Kemal 'imiz ve daha nice ustamız ölümsüzleşmişken, binlercesinin içinden topu topu 200-300 sözcük.

Aşkını, özlemini, korkusunu, umudunu, coşkusunu, öfkesini… aynı 300 sözcükle nasıl anlatabilir ki bir insan?.. Ya da bunca farklı duygu-düşünce nasıl aynı sözcüklerle anlatılabilir ki?.. Aslolan insanın mutluluğu değil midir bütün öğretilerde? Kendini anlatamayan; beynini, yüreğini sözle açamayan insan (hele de bir genç) nasıl mutlu olacak?

Gençlerimizin popüler ifadeleri, bu çözülmeyi anlatmaya fazlasıyla yeterli. Bu ifadeleri, onlara yüklenen anlamı da bir parça irdeleyerek örneklemeli belki…

Bir beğeni ifadesi: "Kazağın 'manyak güzel' abi!"
Manyak? Güzel?
Bu iki söz birbiriyle nasıl ilişkilenebilir ki? Abi, seslenişindeki bayağılık da cabası işin.

Bir kalabalık/doluluk ifadesi: "Ev 'full dolu' Muti'cim."
Full zaten dolu demek. Cümle, gereksiz yere fullenmiş olmuyor mu böyle. Asıl cümleler " full dolu Muti'cim", gereksiz bir yığın sözle, sesle…

Bir betimleme ifadesi: "Arka fondaki sonbahar manzarası ultra güzeldi."
Eee! Fon zaten arka demek… 'Ultra güzel' oluyorsa 'viyole güzel' de olur mu ki?...

Bir şaşırma ifadesi: "Filmin bir sahnesi vardı, hepimiz 'oha olduk' yani."
Oha artık!.. Bu da mı gelecekti başımıza? Oha olunca, ne hale gelmiş oluyor ki insan?...

Bir sessiz kalma ifadesi: "Duyduğum sözlerden sonra 'sus geldi' bana."
'Kal gelme' ve 'böö gelme'
gibi gelme çeşitleri de var ayrıca..

Pırıl pırıl bir delikanlı kız arkadaşını sinemaya nasıl davet eder? Filmlerde vardı eskiden, hani hâlâ buruk bir hüzünle izlediğimiz siyah beyaz filmlerde: Delikanlı, en güzel giysileri içinde ve şiirsel sözlerle iletirdi davetini; sevimli bir utangaçlıkla. Sonra filmler ve yaşam renklendi; ama biz, kaybettik asıl renklerimizi, asil renklerimizi: Siyahı ve beyazı… Şimdiki bir delikanlının kız arkadaşını sinemaya daveti de şöyle: " Hadi lan! Sinemaya gidelim."
Lan (!) ne demeli ki şimdi sana?..

Ve daha sayısız örnek. Acı. Ekildiğini gördüğümüz, seyrettiğimiz ve şimdi meyvesini topladığımız bir acı. Suç kimin? Herhalde en son, günah keçisi yaptığımız çocuklarımızındır…

Büyüklerimiz de uydu renklenen yaşama ve dile:
'Kapalı spor salonu' diyor büyükler. Sanki açık salon olurmuş gibi. ' Spor salonu' desek yetmez miydi?

Koca koca televizyonlarda söyleniyor ve büyükler (futbolu çok severiz ya) tekrarlayıp duruyor: " Maçtaki pozisyonları 'ağır çekimde' yeniden izledik." Sanki kameraman ağır ağır çekiyor o pozisyonları... Ağırlaştırılan şey, gösterim değil mi? O halde 'ağır gösterim' neden demiyor büyüklerimiz?

Bakın bakalım inşaatların duvarlarına, ne yazıyor: "İzinsiz inşaata girilmez." Sanki izni alınan inşaata girebilirmişiz ve kafamıza bir tuğla düşmezmiş gibi. İzin inşaatla mı ilgili ki? " İnşaata izinsiz girilmez." yazsalar olmaz sanki büyükler…

Başka bir tabelada şunu sıkça görmüyor musunuz: "Ağrısız kulak delinir." Ağrı kulakla mı ilgili, ağrılı olsa delinmez miydi? " Kulak ağrısız delinir." demez ama nedense büyükler.

"Oğlum, ilk aklına geleni söyleme." diyor biri. Sanki çocuğun ' ilk aklı, ikinci aklı, üçüncü aklı…' varmış gibi. "Oğlum, aklına ilk geleni söyleme." dese, çocuk da doğru öğrenecek dilini oysa.

Büyüklerin yanlışları da saymakla bitmez. Büyükler anadili, analarından öğrendikleri gibi mi aktarıyorlar çocuklarına ki kolaycılığa kaçıp gençleri suçlayalım ve kurtulalım illetten?

Peki, bunca acıklı bir tablo varsa ve buna kafa yormak gerekiyorsa, acaba asıl nereye odaklanmalı? Çok net aslında odak. Bazı istatistik bilgiler, haykırıyor aslında yaranın nereden kanadığını ve doğal olarak nereden iyileştirilebileceğini:

Japonya'da yılda kişi başına 25 kitap, Avrupa'da ortalama 10 kitap okunurken, Türkiye'de 10 kişiye yılda "1" kitap düşüyor.

Öğrencilerimizin %6'sı hiç kitap okumuyor, %59'u son bir yılda çıkan hiçbir kitaptan haberdar değil. (Büyüklerin haberdar olduğu sonucu asla çıkmaz buradan)

Yaklaşık 7 milyon nüfuslu ve yokluklar içinde boğuştuğunu düşündüğümüz Azerbaycan'da kitaplar ortalama ' 100 bin' basılırken, AB üyesi olmaya hazır(!) 70 milyonluk Türkiye'de bu sayı yaklaşık 2-3 bin. Piyasada gördüğünüz kültür kitaplarının %60'ının, üniversite kitaplarının da %90'ının KORSAN olduğunu da belirtirsek, söz yerini bulur belki…

Japonya'da 2 kişiye bir gazete düşüyor, Türkiye'de de (daha spor sayfası ve magazin sayfaları için) 20 kişiye 1 gazete…

Bizim yıllık kitap harcamamız kişi başına 2 dolar, Batı'da ise kişi başına 500 dolar. (Buradan 'yoksulluğumuz nedeniyle böyle' sonucu asla çıkarılamaz. Marllboro değil de başka bir sigara içse sevgili büyüğümüz, her ay 5-6 kitap rahatlıkla alabilir evine çünkü)

Bu tablo, kör gözümüze parmak (ne parmağı, gövde) böylece coğrafyamıza çöreklenmişken, dil bilinci yok diye ağlamak, yasak savmak olur, olsa olsa. Yapılacak iş bu yangının üzerine gitmektir; tüm yetkili, etkili; kişi,kurum ve kuruluşlarla.

Dil, anlaşma aracı olmaktan çıkarsa tümüyle; yani anlaştıramaz hale gelirse, bu kirlenmenin az ötesinde, yangına su yetmeyecek. Bu tabloyla savaşılmalı önce. Baksanıza şu anda neden olduğu sonuçlardan birine:
Türkiye'de kahvehane sayısı "400 bin " in üzerinde, kütüphane sayısıysa 400. Binde biri yani. (Bu arada tiyatro sayısını söylersek, ele güne ayıp olur.)

Bu gidişi değiştirmek, bu ülke için yapılabilecek her işten daha öncelikli ve daha erdemli bir iştir. Hem de kişi, kurum ve kuruluşlar topu birbirlerine atmadan, bir seferberlik anlayışıyla omuz omuza gitmelidirler yangının üzerine…

Bu tablo değişmedikçe yarına umutla bakılamaz. Umut, yerini kaygılara ve sonucu bugünden kestirilemeyecek kargaşalara bırakır.

Yoksa yarın, yaşayacağımız "manyak sorunlar"la " oha olacağız" ve hepimize "sus gelecek". "Arka fon"da da "full hüzün dolu" bir geçmiş kalacak.

Vakit geç olmadan uyanalım artık. Çok uyuduk, herkes yanındakini uyandırsın.

Vedat Sümbül


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,149,149,149,149,149,149,149,149,14
7 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 6.869 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


YAĞIZ ATLAR

Akıl
Telleri kopmuş bir yaydı
Sararmış
Mermer sunağında
Yürek
Acılarını serpiyordu güneşe
Üşüyorum

Yığınsal hüznün
Kavgasını sorguluyor kaldırımlar
Hiroşima'da ölü canlar

Stalingrad'ın ızdırabı
Anlamsız giyinişinde gecenin
Dünden önceki gün gibi

Ve

Yağız atlar geliyor aklıma
Gelen barbarlar olunca
Yeniden dirilişinde Ares'in

Cem ERDEVECİLER

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Çizen: Hüseyin Alparslan

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i... Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? "Gömelim gel seni tarihe" desem, sığmazsın. http://www.kamusen.org.tr/imaj/tayyareorj.jpg yan gelip yatanlara ibret olsun.

"250 gram beyaz peynir, 2 diş sarımsak, ceviz içi, yarım çay kaşığı kırmızıbiber ve kimyon, 1 çay kaşığı kişniş, 1 tatlı kaşığı biber salçası, 1 yemek kaşığı zeytinyağı" ile ne yapılır? Peynir mezesi. Peki nasıl yapılır? Cevabı burada http://www.burgaz.com/bizden.htm

Msn messenger kullanıyorsanız http://www.msnturkey.com web sayfasını mutlaka ziyaret etmelisiniz. Msn hakkında her türlü detay bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.

Siz hala Karate Kamil'i tanımayanlardanmısınız? Ya da belki tanıyordunuz ama uzun zamandır ilgilenmediğiniz için unuttunuz. Hatırlatmak için web sayfasının adresini veriyorum http://www.fistik.com iyi eğlenceler.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler




http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20060818.asp
ISSN: 1303-8923
18 Ağustos 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com