|
|
|
24 Ağustos 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Memleket yanıyor!.. | Merhabalar,
Memleket tutuşmuş yanıyor. Görünen görünmeyen alevler her yanı sarmış durumda. Güneyde yangınların biri bitiyor diğeri başlıyor. Daha yeni Kaş çevresinde bir kahrolası yangın başlamış. Hiç yanmış bir ormanın yanından geçtiniz mi? Hâlâ dumanı tüten, insanı kahreden yanık kokusunun çevreyi sardığı bir eski yeşil ormanın yanından hiç geçtiniz mi? Geçmediyseniz, inşallah geçmek zorunda kalmazsınız. Çıtır çıtır seslerin, uzaktan hayvan haykırışlarının geldiği, eski yemyeşil halini bildiğiniz, bir kapkara orman eskisinin yanından geçmek kadar kötü bir şey olabilir mi? Kahrolmamak elde değil. Bu yangınların çoğu bir insanın ihmali, vurdumduymazlığı ya da sapıklığı sonu çıkıyor biliyorsunuz. Tüm insani duyguları taşıdığımı sanmama rağmen bu yangınlara sebep olanları o yangının ortasında bırakıp yakmaya varım. Hele ki iddia edildiği gibi bu PKK nın örgütlediği bir sabotajsa, Allah hepsini bildiği gibi yapsın. Günümüzü çalmalarına ses çıkarmamayı, sineye çekmeyi artık öğrendik ama geleceği çalmalarına sessiz kalmak olmaz. Sebep olanlara ya da engel olamayanlara lanet olsun.
Bir de memleketi yakan görünmeyen alevler var. Sıcaklıklar birkaç derece daha yükselecekmiş. Sizi bilmem amam ben gerçekten bıktım bu yazdan. Şu kış bir an evvel gelse de bayram etsem, etsek. Buraya kadar yazdıklarımdan anlaşılacağı üzere bu gece pek parlak geçmedi. Ruhum kararmış durumda. O nedenle de pek neşem yok. Biz en iyisi güzel bir romantik şarkıya kulak verelim ve ayak altından yavaşça çekilelim. Neil Sedaka söylüyor, Oh Carol. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Kahveci : Nurten Karahasanoğlu |
TÖVBEMİ BOZDUM ANNE
- Ben Ömer'le evleneceğim. Bu son sözümdür, dedi Yaren. Gözleri yaşlı annesini mutfaktaki sedirin üzerinde öylece kalakalmış bırakarak çıktı gitti. İki katlı evlerinin üst katındaki boş dairede kendisi için düzenleyip bir yıldır yalnız yattığı odasına girdi. Yatağın üzerine sırtüstü uzandı, sonra yan dönerek usulca ağlamaya başladı. Yakında bu odayı terk edecekti. Tıpkı bir yıl önce erkek kardeşi askerden geldiğinde terk ettiği alt kattaki odası gibi. On yıl kadar önce ablası evlenip gitmişti evden. Babaannesi ölünce evde annesiyle iki kadın kalmışlar, annesi tarlada, bahçede çalışırken kendisi de evin ve ahırın bütün işlerini yüklenmişti.Babasının ve erkek kardeşinin bütün hizmetlerini görüyordu. Babaannesi ölmeden önce de böyleydi zaten. Rahmetli, annesini bu eve gelin aldığından beri hiç bir işe eline sürmemişti. Onun için varsa yoksa kızlarıydı. Dört tane halası vardı Yaren'in ve hepsi de bu köyün dışındaydı. İki tanesi İstanbul'da, biri Bartın'da, diğeri de İzmir'deydi. İzmir'deki halasının dışında diğerlerinin hali vakti oldukça yerinde iken yine de bütün varını yoğunu onlara götürürdü. Onlar burada uğraşıp didinirler, fındıktan kestaneden alabilecekleri en iyi verimi almaya çalışırlar, gelen para ile yapacaklarını hayal ederlerken rahmetli Latife hanım paranın çoğunu ve hatta tarlada yetişen ürünlerin bir kısmını kızlarına vermekten çekinmezdi. Hele Asiye halası; hiç ihtiyacı var mıydı ki buradan gelecek mala, paraya? İstanbul'un en güzel yerindeymiş, Bağdat Caddesi denen sosyetik bir yerde, lüks bir evde otururmuş, nasıl da sıkılmadan alırdı bunları.
Galiba babaannesi en çok Asiye halasını sevmişti. Yılın neredeyse yarısını onun evinde geçirirdi. Varsıllığa ve güzelliğe düşkündü. Eh, halası da orta yaşı bulmuş olmasına karşın güzellik yarışmalarına katılabilecek kadar güzeldi. Çok genç yaşta kocasını bir trafik kazasında kaybedince dul kalmış, küçük kızını tek başına büyütmek zor gelince güney illerinden birinde bir otel sahibi olan Saffet Bey'le evlenmişti. Ne iyi adamdı bu Saffet Bey. Asiye halasının kızını kendi kızı gibi görmüştü; üstelik ilk karısından üç tane de çocuğu vardı. Asiye halası ikinci kocasını da kaybetti geçen yıl. Şanssızlık işte. İlk kocası da varlıklıydı, ama Saffet Bey'den çok büyük bir miras aldı. Öz, üvey bütün çocuklara yetecek kadar malı varmış adamın. Daha ne olsundu, tam babaannesinin hayallerini süsleyen evlattı Asiye halası. Sanki babaları üvey evlattı ve buraya tıkılıp kalmış ikinci sınıf insandılar. Oysa köylerde herkes erkek evladına önem verirdi. Latife hanım ise tam tersiydi. Babasını da, aşağıda gözü yaşlı bıraktığı annesini de hiç sevmemişti galiba. Onları kocasına emanet etmiş, yıllarca İstanbul'dan gelmemişti neredeyse.
Dedesi aklına düşünce gözyaşları daha bir süzüldü yanaklarından aşağıya. Hüseyin Efendi'siydi köylünün dedesi. Yaren'in ise en iyi sırdaşı. Yatağının karşısındaki duvarda asılı duran fotoğrafa baktı, dedesi yakışıklı, dimdik ve gururlu, babaannesinin omzuna kolunu atmış. Babaannesi mahcup bir ifade ile, duvağının altından sarkan saç örgülerine değen Hüseyin efendinin kolunu indirmek ister gibi bakıyor. Latife hanımla evlendiğinde bütün köylü gıpta etmiş dedesine. Öyle güzelmiş ki Latife hanım gençliğinde. Ölene kadar güzel kaldı gerçi, yüzü hiç kırışmadı. 'İnşallah benim de öyle olur' diye geçirdi içinden. Yaren'i hep babaannesine benzetirlerdi. Sanki hık demiş burnundan düşmüş, ailenin bir sürü kızından bir tek Yaren babaannesine bu kadar benziyordu. Ama güzel değildi, çok ilginç; çok güzel bir kadın olan babaannesine benzemesine rağmen güzel değildi. O kadar zayıftı ki; hem uzun hem de zayıf olunca güzellik mi olurdu, zafiyet geçirmişe benziyordu yüzü. Köylük yerde bir dirhem et bin ayıp örterdi.
Resimdeki güzel kadınla yakışıklı adamın mutlu olup olamadıklarını hiç anlayamamıştı. Yıllar yılı saçma sapan nedenlerden didiştiklerini görmüştü. Yıllar yılı Latife hanım İstanbul'dan dönmemişti. Zaman gelmiş kocasını hiç aramamıştı. Maalesef dedesinden önce öldü. Bu ölüm çok değiştirdi yaşamlarını. Annesinin işi azalmamıştı, ama hem manevi hem maddi yönden rahatlamışlardı. Artık ekip biçtiklerinden kazandıkları para kendilerine kalıyordu. O koskoca, heybetli Hüseyin Efendi ise birden çöktü. Kendisini hiç önemsemeyen karısının arkasından ne gözyaşı döktü, yanına bir an önce gidebilmek için ilâçlarını içmeyi bile reddetti. Kafası karışmıştı Yaren'in bunları gördüğünde. Birbirlerini sevip sevmediklerini, mutlu olup olmadıklarını düşünüp durmuştu. Ama kısa zamanda vazgeçti bu düşüncelerinden. Köyde evlenmek esastı zaten, mutluluk değil. Evlenemeyip bekâr kaldığında üzülmeliydin asıl. Evlendin miydi mutlu oldun demekti zaten.
Artık yirmi beş yaşındaydı. Köy yerinde bu yaşta kız evlenmemişse iyi gözle bakılmazdı. Bir de Muradiye hanımın kızı Şükran vardı onun gibi. Annesinin itirazlarını bir türlü anlayamıyordu. Önce Ömer'i beğenmedi, "ufak tefek, sana yakışmıyor" dedi. Direndikçe bu kez "durumumuz iyi değil biliyorsun, çeyizini tamamlayamam" dedi. Daha olmadı "onlar çok kapalı aile, sana gün yüzü göstermezler" dedi. 'Ne olmuş kapalıysa ailesi?' diye düşündü Yaren. Zaten iki üç yıldır örtüyordu saçlarını, namaz kılıyordu. Üstelik sülalesinde yoktu onun gibi gençken ibadet eden. Babası dersen köyün meyhanelerinden çıkmaz, neredeyse ramazan günü bile içecek. "Demek kısmetim oymuş ki, önceden hazırlanmışım ona" diyerek annesini ikna etmeye çalışmıştı, ama olmuyordu. Nuh diyordu da peygamber demiyordu annesi Hüsniye Hanım.
Daha olmadı kaçacaktı, bunun başka yolu yoktu. Şimdi oralardaki köylerde moda olmuştu sanki, evlenmesine izin verilenler bile kaçıyordu sevdiğine; hatta nişanlılar bile yapıyordu bunu. Herhalde gizli bir zevk alıyorlardı bundan. Köy yerinde bundan güzel macera mı yaşanırdı?
Ama istemiyordu kaçmak, ne gereği vardı şimdi yol yordam dururken. Hem o, annesini hiç üzmek istemezdi. İstemeden yapıyordu bunu bir kaç haftadır, ama gönlüne söz geçiremediğindendi bu. Bile isteye onu üzmeyi hiç istememişti.
Ömer'le üç dört ay kadar önce Bartın'daki halasına gittiğinde tanışmışlardı. Halasının komşularıydılar. Aşkı hiç bilmiyordu Yaren. Ömer'le bakışları ilk karşılaştığı anda yaşadığının aşk olduğunu hemen anladı. İçinde ılık bir şeylerin akması, yüzüne al basması, bu mutlaka aşk olmalıydı. Çünkü arkadaşlarıyla bir araya gelebildiği seyrek zamanlarda herkes birbirine sevdiğini anlatırdı, işte bu konuşmalarda duymuştu, aşkın böyle başladığını. Ömer de onu beğendiğini belli etmişti, gözlerini hiç üzerinden ayırmadan bakarak. Yaren, ablası kadar güzel değildi, ama sonuçta onun da aileden gelen bir albenisi vardı. İri mavi gözlü, sarı saçlı ve uzun boyluydu. Yalnızca çok zayıftı, yüzü de soluktu. Hele bu evlenme sorunu, iyice sarsmış kırk beş kiloya kadar düşürmüştü Yaren'i.
Akşam yavaş yavaş iniyordu, gündüzün sıcağı yerini sonbahar serinliğine bırakmıştı. Yakında havalar iyice soğuyacak, o zaman da limanda düğün yapmak zorlaşacaktı. Köyde bütün düğünler, genellikle yazın, limanda, açık havada yapılırdı. Yağmura rastlayan günlerde ise köyün ilkokulunun bahçesine taşınırdı düğün ahalisi. Annesini ikna etmekte biraz daha gecikirse onun düğünü de okula kısmet olacaktı. Oysa limanda yapmalıydı düğününü Yaren. Yıllarca limanda yapılan her düğüne gitmiş ve bir gün kendi düğününün de burada yapılacağı hayalini kurmuştu.
Yataktan kalktı, aşağıya, annesinin yanına inip inmemekte tereddüt ediyordu. Pencereden baktı, annesi bahçede kurumaları için serili fındıkların başına oturmuş çuvallara dolduruyordu. Bahçe kapısı açıldı, Figen'le annesi girdiler içeri. Figen Hüseyin'in yavuklusuydu, Yarın öbür gün bu eve gelin gelecekti. yıllardır kendisinin hükmünü sürdüğü evde artık onun düzeni hakim olacaktı. Hafif bir kıskançlıkla burkuldu içi. Annesinin, kendisinden esirgediği güler yüzünü Figen'e rahatlıkla sunduğunu gördü. Saksı içinde renkli çiçek işlemelerini kendisinin yaptığı perdeye sıkıca sarıldı. Bu evi çok seviyordu. Dünyaya gözünü bu evde açmıştı. Kardeşinin doğumunu, ablasının düğününü, babaannesinin ve dedesinin ölümlerini hep bu evde yaşamıştı. Başka bir dünya bilmiyordu. Bartın dışına çıkmamıştı. Ömer'le evlenirse de Bartın'ın köyünden il merkezine gelin gidecekti o kadar. Keşke onun da evinin yerini seçme hakkı olabilseydi, ama buralarda kocası bir memuriyette değilse erkek evine giderdi evlenince kızlar. Ablası neredeyse Türkiye'yi dolaşmıştı tapu dairesinde memur kocasıyla. Daha özgürdü, çalışmıyordu ama, sanki eve para getiriyormuş gibi itibar görüyor, sözü geçiyordu. Yüzünün ıslaklığını giysisinin kollarına sildi. Odadan çıkıp bahçeye inen merdivenlere yöneldi, Figen ve annesine "hoş geldin" demek için.
Hüsniye Hanım, kurumuş fındıkları çuvallara doldururken bir yandan da yalnız üçünün duyabileceği bir fısıltıyla Yaren'in inadını anlatıyordu konuklarına:
-O kadar bekledi, biraz daha beklesin. Elin çulsuzunu, boydan fukarasını damat diye eve mi sokarım ben? Yan yana gelince vallaha Yaren'den kısa, yüzüne de bakılsa bari. Ne buldu bilmem ki, evde kalacam sandı zahir. İnadım inat diyor haspa. Bende de inat var bilmez sanki. Hem fındık zamanı geçmeden nereye gidecek, bir başıma nasıl altından kalkacağım işlerin?
Zekiye hanım kızına güvenle bakarak:
-Düşündüğün bu olsun Hüsniye, Figen ne güne duruyor, bugüne bugün bu evin kızı sayılır. Seni müşkül durumda bırakacak değiliz ya, dedi.
-Sağ ol Zekiye, bilirim hakikatli kadınsındır, kızın da sana çekecek elbet. Etmez mi, tabi yardım edecek Hüsniye annesine. Derdim o değil pek, insan kızının evlenmesini istemez mi? Ondan çok ben istiyorum, yirmi beş yaşında kız mı kaldı köyde evlenmemiş? O Ömer denen çulsuza gitmesine gönlüm yok. Sıkıntı çekecek o evde biliyorum. Biz de çok varlıklı değiliz amma çok şükür pek para sıkıntısı çektirmedik çocuklarımıza. Niye attan inip eşeğe binsin ki, sen ister miydin Zekiye ha, söyle ister miydin? Bak, kaynanamın bütün kızları iyi yerlere gelin gitmişler, kraliçe gibi yaşıyorlar valla. Bir tek Huriye biraz sıkıntı çekiyor galiba. Ama yok yok ona da inanmıyorum, anasından babasından para tırtıklamak için yalan da söylemiştir o. Elime doğdu sayılır, daha bebecikti gelin geldiğimde. Kaynanam baktı mı sanki, varsa yoksa Asiye. Bir bakmışın hop İstanbul'da, gelmez aylarca. Onun için iyi bilirim Huriye'nin huyunu, az yalanını yakalamadım, ah ne menfaatçidir o bilmezsin. Sade para istemeyi bilir. İzmir dünyanın bir ucu değil ya, bin otobüse gel değil mi? Babasının cenazesine zor geldi. Derdi miras olmasa belki gelesi yoktu ya. Neyse günaha girmeyeyim durup dururken. Yani Zekiye'cim, kaynanamın kızlarının hepsi bir eli yağda bir eli balda yaşıyor. İsterim tabi benim kızlarım da rahat yaşasın. Allah'a çok şükür Perihan rahat sayılır, hiç olmazsa kocasının devamlı bir memuriyeti var devlette, emekliliği var. Onları düşünmüyorum pek. Perihan da becerikli sağ olsun, kocasının parası yetiyor ama bizim kız boş durmaz, elişi falan yapıyor para kazanıyor.
Yaren yanlarına gelince sustu annesi, diğerleri de kendilerine birer çuval alıp doldurmaya başladılar. Ne konuşulduğunu duymamıştı, ama tahmin ediyordu Yaren. Her önüne gelene anlatıyordu annesi. Tarlada, çarşıda, mevlütlerde, kına gecelerinde kime rastlarsa, babasının bakkal dükkanındaki müşterilere kadar, içini boşaltıyordu. Anlata anlata annesinin içi boşalamamış, ama Yaren'in sevda hikâyesi içi kurumuş yemişlere benzemişti. Konuklara kuru bir hoş geldin dedi. Annesiyle göz göze geldiler, mutfağa gitmesi gerektiğini anladı. Akşama yakın gelen düşüncesiz konuklarını kısaca süzdü, dönüp mutfağa yürüdü. Ocağı yaktı, tahta yer sofrasına unu döküp suyla karıp gözleme hamuru yapmak için hazırlanırken Figen girdi içeri. Sofranın başına oturdu teklifsiz. Hiç içi ısınamamıştı bu kıza. Hüseyin neresini beğeniyorsa? Güzel kızdı, ama pek içten pazarlıklıya benziyordu. Yazık, babaannesinden sonra tükenen nesil yeniden türeyecekti anlaşılan. Düğün resmindeki örgülü saçlı mahcup bakışlı Latife hanım nasıl da değişmişti geçen yıllar içinde; dedikoducu, haset, içten pazarlıklı kocamış bir kadın olup çıkmıştı. Rahmetlinin arkasından da böyle düşünülüp konuşulmaz ama, işte şimdi bu Figen'i görünce tüyleri diken diken oluyor, elinde olmadan babaannesini hatırlıyordu. Sevmemiş değildi onu, ne de olsa babaanne. Çok hakkı vardı üzerinde, köyde pek durmazdı ama, İstanbul'dan döndüğünde bir sürü hediye getirirdi çocuklara. Birden ürperdi, 'Allah günah yazmasın, tövbe' diyerek içinden hamuru yoğurmaya başladı.
-Hüsniye anne esiyor, köpürüyor Yaren, bugün ne yaptın kadına? dedi Figen merakla. Eve gelin geleceği anlaşıldığından beri Hüsniye anne diyordu annesine.
Yaren umursamaz göründü:
-Hiiç, aynı terane. Ben evleneceğim diyorum o, olmaz diyor. Yaz bitti bitecek, bizim kavga hâlâ bitmedi.
Figen yerinden kalkıp,mutfağın penceresinden bahçeye baktı, Hüsniye anne ile kendi annesi fındıkları doldurup fısıldaşmaya devam ediyorlardı. Aceleyle yer sofrasına bağdaş kurup Yaren'in kulağına eğildi:
-Bak Yaren, beni dinle. Bilirim sen benim sözlerime pek kulak asmazsın, ama annen kararlı, seni Ömer'e katiyen vermeyecekmiş.
-Nasıl yapacak ki bunu, gücünü yeter mi sanır? dedikten sonra başını yukarıya kaldırdı Yaren. Hey Allah'ım, neden bu kuluna mutluluğu çok görürsün, sana beş vakit secde eden kulunu neden görmezsin?
-Bırak şimdi söylenmeyi, yaradan göreceğini görür. Sen aç gözünü de gör göreceğini.
-Neymiş göreceğim?
Figen sanki ayak sesi duymuş gibi bir de kapıya baktı, sonra daha da yanaşarak Yaren'in kulağına yapıştırdığı dudaklarıyla az önce bahçede konuşulanları kalp çarpıntısı ile birlikte bir çırpıda anlattı, kendi yorumunu da katarak:
-Ömer otuz yaşında ya, bugüne kadar evlenmemiş, niye? İki de nişan atmış. Hüsniye annem diyor ki, var bu işte bir iş, kızların ikisi de yaramaz değildi ya.
Yaren sözün nereye geleceğini anlamıştı, derin bir iç geçirdi. Elinde artık kıvama gelmiş olan hamuru açmak için oklavaya uzanırken Figen'e gözlerini kısarak baktı:
-İstemiyorum Figen, istemiyorum. Hiç bir şey anlatma. Hepsi safsata, köylünün uydurması. Bahane arıyor ya vazgeçirmek için beni, her duyduğuna inanıyor. Utanıp sıkılmadan konuşuyorlar, ayıp artık, adamın erkekliği yok dediler, homo dediler, bundan çocuk olmaz dediler. Ne alıp veremedikleri var ki benimle bu insanların anlamıyorum. Onlara neymiş, sanki kendi kızları varacak Ömer'e. Belki doğrudur, dedikleri çıkar belki, olsun. Ben dönmeyeceğim sözümden. Hem sen niye dertleniyorsun ki, sevinmen gerek. Yakında bu eve gelmeyecek misin? Görümce ile oturmaktansa yalnız başına evi çekip çevirmeyi istemez misin?
-O nasıl söz Yaren? Ben seni görümce gibi görmüyorum ki, Hüseyin'in ablası benim de ablam olur. Kendi öz ablamdan ayırmam seni.
Yaren, açtığı yufkaların içine dünden haşlayıp da ateşte hafifçe kavurduğu patatesleri koyuyordu. Figen'in son sözlerine içten içe gülmekten alamadı kendini. Sustu, işine devam etti usul usul.
-Kadriye gelmiş, gördün mü? Dedi Figen birden aklına gelivermiş gibi.
Yaren hiç istifini bozmadan kapattığı gözlemeleri sacın üzerine yerleştirdi.
Figen konuşmaya devam etti:
-Bir kurum bir caka, bütün köy onu konuşuyor. Sanki Almanya'ya bir o gitmiş. Gelenlere Milka çikolata ikram ediyormuş, burada çikolata mı yok? Eskidenmiş o, şimdi her şey geliyor köye.
Dayanamadı Yaren:
-Hiç olmazsa bir şey ikram ediyormuş işte; ya hiçbir şey vermeseydi. Onun varyemez olduğunu bilmeyen mi var? Anasına dua etsin, babasının maaşını anası ölünce alamayacak Kadriye. Ne yapacak o zaman? Öyle misafirliğe gittiği gibi Almanya'ya Emine'nin yanına gidip de baktıramaz kendini. Kemal hiç bakmaz, zaten İstanbul'a gidecekmiş. Karısına kök söktürdü Kadriye, unutur mu bunu Kemal? Görümceliğini tam yaptı yani, hani sana demin dediydim ya zor olur bu işler zor. Gerçi biz onlara benzemeyiz, taşımayız kötü niyet içimizde ama, aile büyüyünce, dışarıdan gelenler çoğaldıkça kimin kime nasıl davranacağı belli olmaz. Anladın mı Figen hanım? Onun için benim evlenmeme sevin sen, ev sana kalsın, rahat edersin. Anam da iyidir, bakma, onun bütün derdi benimle.
Sustu Figen, Yaren pişen gözlemeleri tepsiye koyarken o da piknik tüpünü aldı, bahçeye taşıdı.
Akşam iyice çöküyordu. 'Herhalde Hüseyin'in gelmesini bekliyorlar' diye düşündü Yaren. Bahçedeki masaya çay ve gözleme servisini yaptı. Zekiye hanımın tüm ısrarına karşın bir şey yemedi, Koyu demli bir çay doldurdu bardağına, sandalyesini de söğüdün altına çekti. Annesi ve konukları köy dedikoduları yaparken gözleri, bahçenin bu tarafından uçsuz bucaksız görünen hırçın Karadeniz'e daldı. Denize doğru inen hafif eğimli arazideki mezarlıkta yatan babaannesinin ve yanı başındaki dedesinin olduğu bölgeye kaydı bakışları. Öğrendiği dualardan bir kaçını okudu ve onların ölüsünün hürmetine Allah'ından yardım istedi. Dedesini hatırladı yeniden. Baharları öğle zamanı, yaz günleri ise akşamüzeri buraya, bu söğüdün altına sandalyesini çekip oturur Latife'sine kavuşacağı anı düşünür, dalar giderdi. Son zamanlarında çıkmaz olmuştu evden, camiye bile gidecek hali kalmadığını söylüyordu. Ancak Cuma ve bayram namazlarında, o da babasının yardımıyla. 'Bu erkek milletini anlamak ne zor' dedi içinden. 'Yaşarken pek muhabbetleri olmayan karılarını, ölünce sevmeye başlıyorlar galiba. Gülistan ölünce Hacıağa da aynı olmuştu. Hayatla bütün ilgisini kesti, her gün mezarına gitti, toprağını düzeltti, çiçekler ekti, neredeyse bahçe haline getirdi o küçücük mezarı. Ne çoluk ne de çocuk, hiç birini istemedi, yapayalnız yaşadı, senesine kalmadan da öldü.'
Annesinin sesiyle sıyrıldı daldığı düşüncelerden:
-Kız kalksana, ne daldın gene arpacı kumrusu gibi? Zekiye'nin çayı bitmiş, kalk da doldur.
-Hüsniye annem aşk olsun ben ne güne duruyorum, yorgun herhalde Yaren, ben doldururum, deyip kalktı Figen.
Yaren, Figen'in arkasından engelleyemediği bir tiksintiyle baktı. Evlenemeyip de kalırsa bu evde şenlik olacaktı besbelli. Annesi çok tutuyordu bu kızı ama, "Karaman'ın koyunu sonra çıkar oyunu" demişler. Başından beri bunu hissediyordu Yaren. Hislerinde yanılmazdı pek. Naime Teyzenin gelini için de aynı şeyleri hissetmişti ve yanılmamıştı. Evlendikten sonra tam bir cadıya dönen gelin ayrı ev isterim diye tutturmuş, elini hiçbir işe sürmemiş, istedikleri olmayınca da daha bir seneleri dolmadan babasının evine kaçıp gitmişti. Sanki burası İstanbul, nasıl açsınlar sana ayrı ev? Hangi parayla? Bile bile geliyorlar, sonra da adamı kendine çevirme planları yapıyorlar. İşte bu Figen için de hissettikleri tıpkı Naime Hanım'ın gelini için hissettikleri gibiydi. Burada bütün gelinler kaynana kaynataya ölünceye kadar bakar, hizmetini görür, biraz da onlara bakılsın değil mi ya?
İçilen ikinci çaylardan sonra Figen ve Zekiye Hanım kalktılar. 'Hüseyin'i beklemiyorlarmış demek ki' diye düşündü Yaren. Çay bulaşıklarını yıkarken mutfakta yine yalnızdılar annesiyle. Dayanamadı, sordu:
-Niye akşam vakti gelip hemen gitti bunlar?
Hüsniye Hanım, küllerini temizlediği ocaktan başını öfkeyle kaldırdı:
-Bana anne demeye dilin varmıyor demek artık? Tabii, ben kimim ki zaten? Sözü geçmez bir kocamış karı. Ömer'le evlenecekmiş, son sözüymüş, büyüdün de adam oldun ha? Bunca zaman bekledin o hımbılı buldun, hoş sen de pek matah sayılmazsın ya. Köylü unutmuştur belki yediğin haltları, ama sen unuttun mu, ben unuttum mu? Rezil, bir onları anlatsam bu iş hemen biter de o kadarına analık yüreğim elvermiyor.
Yaren hayretten kocaman açılmış gözleriyle annesine bakakaldı. Nasıl oluyordu da bu kadar acımasız olabiliyordu bu kadın. Geçmişte, çocuk yaşta, onun için çok uzakta kalan yanlışları nasıl da yüzüne vuruyordu. Ama ya anlatırsa? Yapar mıydı? Bu, onun bir daha buralardan biriyle evlenememesi demekti. O yılların acısını çekmiş, bedelini ödememiş miydi sanki. Namaza başladıktan sonra tövbe etmişti, dualar okumuştu gecelerce, af dilemişti. Yok yok dayanılır gibi değildi, annesinin ne yapacağı belli olmazdı. Bu işi bitirmenin zamanı geldiği gün gibi ortadaydı. Gürültülü bulaşık yıkama faslını hiç bir şeyi kırmadan bitirdikten sonra ağlayarak odasına çıktı. Kırmak istemediği annesinin kırıcı sözlerini kulakları tekrar tekrar duyuyor, gözleri, yaşlarını bereketli bahar yağmurları gibi akıttıkça akıtıyordu. Babasıyla Hüseyin gelmeden aşağıdaki daireye inip Süheyla teyzesine telefon etmeliydi. Bir tek o anlıyordu Yaren'i ve şimdi verdiği kararı da anlayışla karşılayıp yardımcı olacaktı, buna emindi. Bu gece kaçacaktı Ömer'e. Ancak Süheyla teyzesinden arayıp haber verebilirdi ona. Pencereden baktı, fındık çuvalları bahçeden eve taşınmayı bekliyordu. İnekler de dağdan gelirdi birazdan. Tekrar aşağıya indi, mutfağa ve oturma odasına baktı, annesi yoktu. Herhalde kendi odasındaydı. Sofadaki telefona eli uzandı, Süheyla teyzesinin numaralarını tuşladı. Kimse gelmesin diye dualar ederken annesinin odasının kapısı açılınca hemen kapattı telefonu. Bahçeye gidiyormuş gibi kapıya yöneldi. Bu sırada telefon çaldı, annesi açtı. Süheyla Hanım süt istiyordu torunu için. "Eğer getirebilirse Yaren" diye de eklemişti. Talihi ondan yanaydı, akşam vakit geç de gelse kimse bir şey demezdi ona, bilirlerdi Süheyla teyzesiyle lâfladığını. Ama bu akşam dönmeyecekti eve. Annesinin buz gibi bir sesle verdiği talimata uyarak bahçeye fındık çuvallarını taşımaya çıktı. Son çuvalı da yerinden kaldırırken Figen'in saatini gördü yerde. Annesine yardım ederken çıkarmış, sonra da unutmuş olmalıydı bileğine takmayı. Hüseyin almıştı bu saati Figen'e Bartın'dan; kendi aralarında yaptıkları sözün armağanı olarak. Bir süre saatin başından ayrılamadı. 'Mutfak masasının üzerine koyarım, annem verir' diye geçirdi aklından. Yerden alıp pazen elbisesinin cebine attı. Son fındık çuvalını da sırtladı, kapı girişinde duran diğerlerinin yanına bıraktı. Annesi mutfakta babasıyla Hüseyin için yemek hazırlıyordu. Dönüp Yaren'e baktı; hınçla dolu, suçlayıcıydı bakışları. Elini cebine götürdü Yaren, saati yokladı, aklına tövbesi geldi önce, sonra annesinin tehditkâr sözleri. Koşarak yukarıya odasına çıkarken saati cebinden alıp sutyeninin içine yerleştirdi. Garip bir zevkle ürperdi. Biriktirdiği çok ufak miktardaki parasını da dolaptan çıkarıp sutyeninin diğer bölümüne yerleştirdi. Nüfus kâğıdını ve annesiyle babasının kucağında gülümseyen üç dört yaşlarındaki Yaren'in fotoğrafını cebine koydu.
İneklerin dağdan gelmesini beklemeye koyuldu.
Nurten Karahasanoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak) Aşk pazarlığı |
|
Buz tutmuş parmak uçlarımdan damlayan kan kokusuna tahammülün kalmadığında gideceğini biliyordum. Kimse kimsenin yalnızlığına ortak olamaz çünkü. Seni suçladığımı düşünme. Danışıklı dövüştü bizimki. Söze dökmemiştik göz bebeklerimizden geçenleri fakat anlayabiliyorduk yüreklerimizdeki buz kesiğini. Kimse kimsenin yarasına kum ekemez çünkü.
Bırakıp gidersen, üzüleceğimi düşünüyordun. Sensiz kalırsam çok ama çok acı çekeceğimi. Kendince tanıdığını sanıyordun beni. Bilmiyordun, gecenin karasını sürme niyetine gözlerime çektiğimi. Ve sevgilim, bir gün karşıma çıkarsan o gözlerin seni tanımazdan geleceğini.
Düşünmeliydin açıkta kalıp ayaza duracağını yüreğinin. Vaatleri olmaz sevginin, o yalnızca gerçeğini aynasında görmek ister. Cesaretin yoksa savaşmaya, boşuna kaldırmamalıydın kalkanlarını. Farkındaysan ben hiç davranmadım silahlarıma, onlar ki barut kokusundan nefret eden gül fidanları. Bilmiyordun, sonrasında hayatıma hiç dahil olmamışsın gibi yaşamaya devam edip mutlu olacağımı. Kaldı ki sayfaları sararmış bir hatıra defterimiz veya fotoğraf albümümüz dahi yoktu. Mektuplarımız vardı yalnızca sahte imzalara teslim, çocukça ve tutarsızca. Şehir bile gülüyordu iki sevgiliden ziyade dostane halimize. En çok üzüldüğüm de bu işte… Sevgili kalamadık ama dostlukta kim vurduya gitti sayemizde.
Aşkın pazarlığı yoktur sevgilim. Sen aşkını masaya yatırdın, vites kolu kazandı. Söylemiştim, sözüm ona sevdalara karnım tok benim. Halklısın elbet, ben bir tek kendimi sevmesini bilirim. Ve beceremem ulu orta, ayak üstü sevişmeleri. Bizimki bir oyundu ve kabul, önce ben sobelendim.
Fersiz bakışlarımda ruhunu ararken yolunu yitirmekten korktun. Daha ileriye gidemezdin, gücün tükenir sandın. Bilmeliydin halbuki, aşkın şüphe götürmeyeceğini. Ki aşk; başlı başına bir kurmacadan ibarettir aslında. Pili biten oyuncaklara benzer, bazen de uçan balonlara. Bin bir gece masallarında kendini unutmaktan ürktün. Karşındaki kumdan kale değildi çünkü. Basbayağı sağlam surlara sahipti. Yıkılması ve talanı zor ama fethi bir o kadar kolay.
Bana kaç adımda yetişebileceğini düşünemedin sevgilim, boşuna koştun, boşuna yoruldun. Dikkat etseydin bir köşede seni beklerken adımlarımı sayıyordum. Şimdi anlıyorum bu lüzumsuz telaşını; yer ayaklarının altından kayıyordu, bana tutunursan bir daha bırakamamak vardı. Yanımdam geçip gitmek yerine biraz durup bekleseydin söyleyecektim; 'aşka baş aşağı bakıp, dünyayı düz görmeye çalışıyordun.'
İki tarafı da açık uçlu kalemdi elinde tuttuğun. Kağıda değdiğinde ucu, skaladaki her rengi alabilen. Kim bilir, belki de yazacak kelimelerin tükenmişti de, sen bahaneyi kalemde arıyordun...
Buz tutmuş kirpiklerimden süzülen kalp sızım değildin. Ben hiçbir yolcunun ardından gönül dolusu ağlamayı beceremedim. Aşkı masaya yatırıp orasını burasını kestik, biçtik, yine de üzerimize uyacak kaftanı dikemedik. Makasımız mı paslıydı yoksa iğnelerimizin topları mı kırık? Çamurluydu ellerimiz ve tırnak içlerimiz. Yüzümüze katran bulaşmıştı asfalttan. Neticede halâ birer sokak çocuğuyduk. Aşkı elimize yüzümüze bulaştırıp, otoyola savuracak kadar da bön ve avanak. Herkesin yüreğinde bir kişilik sahibiyet vardı, o da sadece kendisini barındırmaya yetecek kadar. İstesek de çoğul konuşamaz, bir iken iki olamazdık. Bu yüzden kendini suçlama sevgilim. Bende halâ beni ısıtacak bir yürek var. Sen kendine bak…
Elif Eser zeycanirmak@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
NEDEN BAĞLANIRIZ
Kişiyi bir başkasına bağlayan nedir?
Güzellik mi?
Yoksa kendimizde olmayana mı yâda ilk bakışta anlaşılmayan gizemli çekiciliğimi?
Bir insanı bir diğer insana bağlayan kuvvetli bağ nedir?
Aşk mı?
Yontulamayan en değerli elmas gibi insanı çeken ve sahip olma arzusu deryalarında deli gibi yüzdüren o içgüdünün nedenini anlayabilir mi insan ilk bakışta.
Bizler bu görünen soruların altındakileri kurcalayarak cevaplar bulmaya çalışırken aslında gerçeğin de bu soruların derinliklerinde yattığını sezeriz hep.
Bizler bağlanmayı doruklarda gezen bir ceylan gibi özgür olduğunu anlatmaya çalışırken beklide bağlılık, ölümün ve o doruklardaki uçurumlarda kendini koy vermektir.
Bağlandıklarımızda, kimselerin göremediği bir acı ve yalnızlık buluruz hep, bize en büyük acı ve yalnızlığı çektireceğini bilerek, şefkat dolu yüreğimizi gene de sereriz.
Bağlanmak bize ne kadar acı ve yalnızlık yaşatırsa yaşatsın, yüreğimizi ne kadar kanatırsa kanatsın gene de bağlandığımızın daha çok kanayan yaralarının olduğunu sezeriz hep.
En büyük bağlanmalarda bile daima bir acıma buluyor, bizi yalnızlığın ve acıların girdabına
atsalar dahi onlar için endişe ediyoruz.
Canımızı yaksalar, kendimize söz hakkı tanımadan onların daha çok acı çekeceğini ve bu acıdan hastalanıp, bizi düşürdükleri nefret kuyularında bile, o karanlık zayıflıklarının içinde bizsiz yok olacaklarında korkarız.
Başkaları onların şuh zekâlarını görürken, biz bağlandığımızdan dolayı onların en saf ve korumasız hallerini görürüz. O şuh zekâyla, o korumasız ve saf hallerinin oluşturduğu girdap çeker bizi içine şuh zekâlarına kanıp saflık ve korumasızlıklarında kayboluruz.
Kanar ve bağlanırız.
Sevmeden önce" seversem acı çekeri miyim" diye korkarken, sevdikten sonra " acaba o acı çekerimi" diye aptallaşırız. Hiçbir acıyı taşıyamayacaklarından korkar, bu acıların altında kalkamayacaklar diye üzülürüz.
Bizlere yaşattıkları ve altında ezilmeye mahkûm ettikleri acılara rağmen "şimdi bensiz ne yapıyordur" diye aptalca düşüncelere sevk eder sevgimiz bizi.
Bu kadar acılara rağmen neden bağlanırız, bunu kendimiz bile bilmez ama akıllı nedenler bulmaya çalışırız duygularımıza. Aslında asıl neden aklın bile sızamadığı derin mabetlerde saklıdır. Rahipleşiriz o mabetlerde.
O mabetlerdeki zayıflıklar neden çeker bizi, rahip olmaya. Kendi mabedimizdeki zayıflığımızdan mıdır? Yoksa severken daha mı güçlü hissederiz kendimizi bu bağlılıklarda?
Yâda bir kere sevdik mi uçurum gibi çeker bizi, bakınca o uçurumun boşluğuna bir kere gözlerimizi alı koymak zor geliyor bize, emeklerimizden dolayı.
Onun içindir ki bağlanmak ve sevmek ayırır bizi diğerlerinden.
Diğerlerinin günü birlik tükettiği içini boşaltıp anlamsızlaştırdığı sevdalar içinde yaşarken, bizler bozmadığımız yüreğimizle temiz sevdalar keşfetmiş olmanın ve tüketici bireylerden ayrılmanın hazzıyla bırakırız kendimizi acılarımızla mabetlerimize rahip gibi.
"niye bağlanırız bir insana" diye sorulduğunda "uğruna ölünecek mabetlerimiz var rahip gibi" deriz.
İdris Kenç idriskenc@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
AY, SAAT, KADIN
Soğuğa yakın bir eylül akşamıydı. Dışarıda hüzünlü bir hava vardı. Sonbahar yağmurları kadının gözlerinden başlamıştı yağmaya.
Gözyaşı, dışarıdaki hüzne çarptı, camlar buğulandı.
Sokak tenhaydı. Sokak lambaları yandı. Lambaların ışığı ağaçlardaki turuncu yaprakları ve kaldırımların soğuk yüzünü aydınlattı. Sinir bozucu sessizliği yuvasına geç kalmış bir kuşun feryadı bozdu.
Bir sokak köpeği, yerleri koklayarak köşeden döndü.
Kadın bir sigara yaktı. Kibritinin ışığı karanlığı rahatsız etti. Dumanını ortalığa üfledi. Sessizlik, karanlık sokak ile çok yakışmıştı.
Gün, geceye yine yalnız bir hüzünle dönüyordu.
Bir adam, yalpalayarak sokağa girdi. Genç bir kız onun varlığından ürkerek adımlarını hızlandırdı. Adam, kendinden korkulduğundan bihaber, elleri ceplerinde olduğu halde, durup etrafını inceledi. Sonra köpeğin izlediği yoldan gitti.
Kadın adamın acılarına ortak olmak istedi, belki de kendi kederini unutmak için.
Ama adam da köşeyi dönüp, gözden kayboldu.
Bir rüzgar esti hafiften, kadının içi titredi. Kendine sarıldı. Rüzgarın düşürdüğü bir yaprağa gözü takıldı. Zamanı gelince sararıp, ölüyordu her şey. Bitiyordu yaşam acımasızca. Yaprak, görevini yapmış olmanın huzuru ile teslim olurken rüzgara, kadın yaşayamamışlığın acısı ile reddetti ölümü...
Tepede iyice belirginleşen ay, yorgun görünüyordu. Sokak yine tenhaydı, serinlemişti ve rüzgar esintisi devam ediyordu.
Ay sokağa baktı.
Sokak başını öne eğdi.
Kadın Ay'a gülümsedi.
Ay kadını görmedi.
Kadın, saatler boyu kendini göstermek için bekledi. Ay, kadını görmeden geceyi tamamladı. Kadın görünmezliğin üzüntüsünü de, kendi hüznüne ekledi. Yeni bir güne gözleri yaşlarla dolu "Merhaba" dedi. Saat altı defa vurdu.
İşte o gün de, diğer günler gibi nasıl başladı ise öyle bitti.
Kadının hayatı, nasıl başladı ise öyle de gidiyordu. Ve biliyordu ki, böyle de bitecekti...
Sokak lambaları sönmüş, rüzgar yorulmuş, esme işini akşama bırakmıştı. Kadın yerinden kalktı. Yeni doğan güneşin vurduğu göz yaşları, yanaklarında ışıl ışıldı.
Duş almaya niyetlendi, vazgeçti. Sadece yüzünü yıkadı. Soğuk su yüzünü canlandırdı. Aynada kendini inceledi bir süre. Yepyeni beyaz bir saç teli tam tepesinden sinir bozucu bir şekilde gülümsedi. Gözlerinin altındaki çizgileri saydı. Yaşadığı yıllar bir tek yüzünde kendilerini belli ediyordu.
Ve birden aynadaki görüntüsü kayboldu. Karşısındaki ayna boş bir alan, kendisi ise sahipsiz bir gölge oldu. Kimse gelip, bu gölge benim, demedi.
Kadın bile gölgeyi sahiplenecek cesarette değildi.
Bütün gün aynada kendini görmek umuduyla banyoda, ayakta bekledi. Saatler hızla birbirini kovaladı. Güneş önce yolunu yarıladı, sonra başka bir yerde doğmak üzere oradan ayrıldı.
Yine ay doğdu.
Ve yine, kendisi de dahil, hiç kimse onu görmedi.
Sonunda yorgun, umutsuz, ağlamaklı kanepeye oturdu. Saatin gongu yedi buçuğu vurdu. Dışarıdan gelen çocuk sesleri azalarak kesildi. Üst katında oturan adam, yere bir şey düşürdü, bir süre kendi kendine söylendi, kapıları çarptı.
Karanlık hükmünü sürmeye başladı. Göz gözü görmez oldu. Odada onu görecek başka bir göz de yoktu zaten. Hatta bu hayatta onu gören bir çift göz yoktu. Bir çift göze bütün varlığını feda edebileceğini düşündü.
Tek bir gün, tek bir saat, tek bir an görülebilseydi...
Buradaydı, hayattaydı ama yaşamıyordu. Diğer insanlar ona bakıyor ama görmüyorlardı.
Ay dolunaydı.
Sokak lambaları evi de aydınlatmaya çalışıyordu.
Saat ilerliyor, kadın yerinden kalkmıyordu.
Kadın yerinden kalkamıyor, saat ilerliyordu.
Yine aynada kendini görememekten korkuyordu.
Bir bozacının sesi sokağı kapladı. Biri pencereden uzanıp adama seslendi. Bozacı o eve doğru hızla yol aldı.
Bahçede kediler bölgeleri için kapıştı. Bir başka kadın sesten rahatsız oldu. Kedilerin üzerine su döktü. Kediler kavgayı bırakıp sudan kaçtılar.
Bir guruldama sesi geldi çok yakından. Kadın, dün geceden beri bir şey yemediğini hatırladı. Yavaşça doğruldu yerinden. Yeniden bozacını sesi duyuldu. Gözlerini sıkı sıkıya kapatarak geçti aynanın önünden. Salondaki saat bu kez on defa böğürdü. Saatin sesi canını acıttı. Odadan çıkmadan önce susturdu saati.
Saat o geceden sonra bir daha hiç çalmadı.
Karanlıkta el yordamıyla girdi mutfağa. Işığı yaktı. Güneşten kaçışan yarasalar gibi tuhaf tepkiler verdi.
Neden mutfakta olduğunu unuttu. Uzunca bir süre orada oyalandı. Işığı söndürmeden salona geri döndü. Aynanın önünden geçerken başını diğer tarafa çevirdi.
Yine aynı koltuğa oturdu.
Bir şey hatırlamış gibi birden yerinden kalktı. Pencereye koştu. Camı sonuna kadar açtı. Yüzüne vuran serin rüzgarı içine çekti.
Başını kaldırıp Ay'a meydan okudu.
Ay hiç istifini bozmadı. Kendine söylenen hiçbir küfrü üzerine alınmadı, dolunaydı. Bütün haşmetiyle parlıyordu.
Kadın, daha sesli bağırdı. Döndü, evlerin pencerelerine sövdü. Sokaktakilere bağırdı.
Hiç kimse dönüp bakmadı. Hiçbir pencere açılmadı.
Hiç kimse kadını duymadı.
Çarptı pencereyi.
Bir sigara istedi canı. Alelacele yaktı sigarasını, derince çekti ilk nefesini.
Saat ilerlediğinin bilgisini veremedi. Sessiz kaldı. İçten içe vurdu gongunu.
Kimse kadını görmüyordu.
Kimse kadını duymuyordu.
Kimse kadını hissetmiyordu.
Kadın da hiç kimseyi görmek, duymak, hissetmek istemedi; Ay'ı da, güneşi de, saati de, bozacıyı da, açlığı da...
Ay, o gece ona son kez göründü.
Saat bir daha zamanı haber veremedi.
Sokak lambaları sessizce söndüler.
Ertesi gün güneş, kadınsız bir sabahta şu satırları aydınlattı:
"Ben, koca bir yalan
Niye söylendiği belli olmayan"...
Esra İçer idriskenc@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : M.Hakan Ayyıldız Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 6.869 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Devr-i Alem
bir zaman diliminin
son halkasında durduğun an
susamış teninde yırtınır
ezik hürriyet
gün
savrulduğun yerde doğu
batı ise yıkıldığın yer
devrilmiş çınarların gölgesinde
öylesine sahte ki serinlik
çöl yolunda bulduğun su
say ki mecnundan kalma
kayıp bir ümit
sen huşu ile rahatlarken
kurbanının başında
arafatın tepesinde oturan çakal
kan kokusundan haykırır
oysa hiç bilmedin
açlık nedir
sevinç
gamzeli bir düş olduğunda yanaklarında
kemiğine çekilir et
sormazsın mutluluk nedir
dağılmış bahçelerinde dökülmüş güle
en çok bülbül mü ağlar
yoksa bahar
oysa en çok
çocuklar ağlar
akşam
çekince perdelerini gölgeliklerine
göz kapaklarında ağırlaşan hayat
bitmez yarına
oysa güneş
hep doğudan aşar
sen
olsan da
olmasan da
döndürecek koca cüssesini
yalan dünya
Gülcan Talay
Yukarı
|
Çizen: Semih Bulgur Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Eğlenceli bir oyun "pasaparola". Size verilen süre içerisinde sorulara yazılı olarak cevap vereceksiniz. İpucu sadece cevabın baş harfi. http://www.kelepce.com/oynat/10110/Passaparola.htm kısayolundan bu oyuna ulaşabilir ve hatta bilgisayarınıza indirebilirsiniz.
İnternet ortamında sözlük bulunması genellikle çok işimize yarar. Size verdiğim bu kısayoldaki sözlük sayesinde Türkçe - Almanca - İngilizce sözcük karşılıklarını bulabileceksiniz. http://www.supersozluk.com/ Sayfanın sağ üst tarafındaki Türk bayrağına tıklarsanız, sözlük seçenek sayfasına ulaşabilirsiniz.
Son zamanlarda ciddi anlamda bir sudoku merakı başladı. Etrafımdaki bir çok arkadaşım gazetelerin sudoku sayfalarını büyük bir heves ve zevkle bekler oldu. Sizde sudoku meraklısı iseniz http://www.websudoku.com/ kısayoluna girip çözmeye başlayabilirsiniz.
Internet'te her bilgisayarın bir IP (Internet Protokol) adresi vardır. Tipik bir IP adresi, noktalarla ayrılan dört rakamdan oluşur; örneğin, 212.156.4.20. Bir bilgisayarın IP adresi varsa, Internet üzerindeki tüm bilgisayarlar bu adresi kolayca bulur. Yani bir sitenin IP adresini biliyorsanız, Web tarayıcınıza bu adresi yazarak da bağlanabilirsiniz. Kendi bilgisayarınızın IP adresini öğrenmek için http://www.whatismyip.com/ Ya da kendi IP adresinizi, Internet'e bağlıyken Windows'ta Başlat*Çalıştır satırına winipcfg yazıp Enter tuşuna basarak öğrenebilirsiniz.
http://www.hakia.com
Bomba gibi bir arama motoru geliyor. Ve bunun bizler için bir başka önemi daha var. Hakia nın kurucu bir Türk, Dr. Rıza C.Berkan. Diğer arama motorlarından farklı olarak anlam tabanlı bir yapı oluşturuluyor. Örneğin "Yarın hava nasıl olacak?" diye soru sorup anlamlı cevap ve adresler bulacaksınız. Şu anda %40 kapasiteyle çalışıyor. gerçek servise girişi Sonbahar olrak planlanıyor. Eğer başarılı olursa gurur duyacağımız bir olay olacağı muhakka.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|