|
|
|
25 Ağustos 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Seneye gitmeyen böyle olsun!.. | Merhabalar,
İşte gene geldi. Tartışmaların gölgesinde Formula 1'in İstanbul ayağı bugün başlıyor. Geçen yıl çok istememe rağmen gitmek nasip olmamıştı. Hevesimi bu seneye saklamıştım ama nafile gene gidemiyorum. Hafta sonunu çalışarak geçirmek zorundayım. N'apalım bizde göz ucuyla televizyondan izlemekle yetiniriz bu sene de. Ama işte şuraya yazıyorum, seneye gitmeyen böyle olsun.
Kahve Molası'nın 5 yıllık tarihinde az da olsa hayırlı işlere vesile olmakta var elbette. Bir mola sırasında tanışıp evlenenler hatta binlerce kilometre öteye gidenler bile oldu. Her ne kadar çöpçatan sitesi olmasakta demek ki güzel şeylere vesile olmak alnımıza yazılmış. İşte bugün o güzel olaylardan birini daha yaşıyoruz. Yazarlarımızdan sevgili Tuğba Çamlıbel ve Uğur Erdoğan Kahve Molası'nda başlayan arkadaşlıklarını bir ömür boyu beraberliğe çevirmeye karar verdiler ve bugün nişanlanıyorlar. Kahve Molası ailesi olarak çiçeği burnunda nişanlılara "Allah tamamına erdirsin." diyor, ömür boyu mutluluklar diliyoruz.
Dedimya işler epeyce yoğun bu aralar. O nedenle konsantre olamadığımın farkındayım. Bazılarınıza cevap vermekte gecikebiliyor hatta bazen hiç cevap veremiyorum. Aman n'olur yanlış düşüncelere kapılmayın. Sizleri cevapsız bırakışımın nedeni sadece bastıran işlerdir. Eylül sonuna kadar da rahat yok galiba. Pekçok şey gibi dergimiz de gecikiyor farkındayım. Yarışmada kazanan öykülerimizin yer alacağı özel sayıyı hala tam olarak bitiremedim. Gecikme için özür diliyorum hepinizden. İnanın ilk fırsatta bu konuya bir çare bulacağım. Anlayışınıza sığınıyor, hepinize rüzgarlı bir hafta sonu diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan YAZ, BAHAR, ŞEFTALİ -1 |
|
Şeftali ağaçları kısa ömürlüdür. Genelde yirmi beş otuz yıl yaşarlar. Yaprakları kızgın Ağustos güneşinde sonbaharı bile bekleyemeden dökülmeye başlar. Tüylü meyvelerinden huylanan epey insan tanırım. Yine de şeftali rengiyle, kokusuyla, tadıyla yerine hiçbir şey konamayacak kadar güzel bir meyvedir. Severim…
Baharda bademlerin ardından uçuk ve şeker pembe tonlardan başlayarak kırmızıya varan çiçekleriyle şeftali ağaçları coşkulu bir şarkı söyler. Görmemek, aldırmamak, bakmadan geçmek imkânsızdır. Şeftali çiçekleriyle baharı daha koyu, daha yoğun yaşayıp, büyülenirim. İçimde kocaman bir baştan çıkma, ipten kazıktan kurtulma isteği, her şeyi kendi haline bırakma tutkusu büyütür, güç bela dizginlerim. İsterim ama bahara ve şeftali çiçeklere uyamam. Belki önümüzdeki bahara, gelecek seneye derim…
Cengiz Topel İlkokulu'nun bahçesindeki yüzlerce şeftali ağacı çiçeğe durduğunda belediye işçileri gelip sokaklara kazmaya başlamıştı. "Sokak çeşmelerinden su taşımak, tulumbaların kumlu sularını içmek artık sona erecek." diyorlardı. Çukurlar benim boyumdan yüksekti. Çukurun birine inip bütün kasabayı kimseye görünmeden dolaşabilirdim.
Çukurlar açılınca bize de bir sürü yeni oyun çıkmıştı. Örneğin gece saklambacına yepyeni bir boyut gelmişti. Ebe genelde hiç birimizi bulamaz resmen şapa otururdu. Komşu bahçelerden çaldığımız erik, üzüm, armut, şeftali ve narları çukurlara inerek, kimseye görünmeden mideye indirmek de çok kolaylaşmıştı. Çukurların sağladığı koruma yüzünden Aksekilinin Bahçesi o yaz bizden çektiğini geçmiş yıllarda hiç görmemişti. Bizimle baş edebilmek için yapmadıkları kalmadı ama hiçbir işe yaramadı. Kapı önüne postu sermelerine rağmen şeftalileri mahallenin çocuklarından koruyamıyorlardı. Ben elbette o çekirge sürüsü gibi davranan ekibin içinde yoktum. Onların sevimli ve yakın komşusu olduğum için istediğim zaman meyvelerinden koparmama izin veriyorlardı. Elbette gizlice koparmak çok daha keyifli olurdu ama ben komşunun uslu oğlu olmakla yetinmek zorundaydım.
Bütün sokakları dolaşan derin çukurlar yaz ortasında biz oyunlara bile doyamadan kapatılıp, zaten toprak olan yollar betona dönüştürüldü. Hatta kaldırımlar bile yapıldı ve bütün sokaklara zeytin fidanları dikildi. Mesut ağabeyin beygiri ile zil zurna evinin yolunu bulmaya çalışan Ocakçı Bekir'den başka çukura düşen de olmadı. Evlerimizde artık sular çeşmeden akıyordu.
Beton yollar ve kaldırımlar sıcak yaz akşamlarında yeni bir alışkanlığı da beraberinde getirdi. Erkek ve kız çocuklar ayrı ayrı gruplar olarak gecenin ilerleyen saatlerine kadar kaldırımlarda oturup, gülüşüp konuşmayı alışkanlık haline getirmiştik. Akşam yemeğine sokaktan çağrıldığımız yetmezmiş gibi ayrıca "Artık geç oldu, yarın erken kalkıp tarlaya gitçez. Hadi gir bakayım artık içeri." denilerek yatmaya çağırılır olduk.
Okulda aynı sıralarda otururken yaz gelince bizi kız ve erkek diye ayırmak genellikle fitne, fücur, dedikoducu, kurşun döken, birkaç duayı yalan yanlış mırıldanıp kendini bir mok sayan birkaç işgüzar komşu kadının başının altından çıkardı. Bu meymenetsiz kadınların biri çıkıp bize karışana kadar birlikte oturmakta, oynamakta, konuşu, şakalaşmakta bir sakınca görmezdik. Bize sürekli büyüdüğümüz söyleniyordu. Ama yinede bakkala, çarşıya gitmek türünden bütün ayak işleri bize yaptırılıyordu. Birkaçımız dışında çoğumuz daha kız sevmeyi, aşk, meşk, gönül işlerini bile bilmiyorduk.
Akşam yemeğinin ardından yine sokağa dökülmüş, sokak lambasının altındaki kaldırıma Menemen Testisi gibi dizilmiş oturuyorduk. Hangi aklıevvel yumurtladı bilmiyorum kendimi okul bahçesine şeftali çalmaya giden bir grup yaşıtım arasında buldum. İtiraz etsem, "Ben gelmiyorum." desem beni ödlek olmakla suçlayacaklardı. Serde on bir yaşının delikanlılığı vardı. İstemeye istemeye onlara uyup şeftali operasyonuna katıldım. Önce pamuk tarlasını geçip tren yoluna çıktık. Tren yolunu izleyip bahçeye derenin ve bağların olduğu yerden girmeye karar verdik. Zaten sokaktan, evlerin arasından bahçeye daha girmeden görülürdük. Önünde sıra sıra selviler dizili olan duvarı atlayıp telaşla bahçeye daldık. Karanlıkta şeftalilerin irisini, ufağını, olmuşunu, hamını seçme şansımız yoktu. Dalların arasından el yordamı ile bulduklarımızı koynumuza doldurmaya başladık. Birkaç şeftali dalına uzanır uzanmaz keskin bir düdük sesi geceyi çığlık gibi deldi. Telaşla bahçeye girdiğimiz duvarı atlayıp dere kıyısındaki yola çıktık. Birine rastlarsak şeftalileri saklayıp yoldan geçip gidiyormuşuz ayağına yatacaktık. Zaten düdüğün sesi de evlerin olduğu taraftan gelmişti. Dere boyunca uzayıp giden yolda kimse yoktu. Sokağın başına, sokak lambasının altına vardığımızda Bekçi Ekrem önümüzde birdenbire bitiverdi.
Hepimiz donup kaldık. Sanki söz birliği etmişçesine gömleğimizin içine doldurduğumuz şeftalileri patır patır yere bırakıverdik. Herkes kabahatinden kurtulmak, "Çaldık ama bir tane bile yemedik, işte hepsi burada."der gibi davranmıştı. Hiç birimiz kaçmaya bile yeltenmedik. Oysa kaçmaya çalışsak bir ikimiz belki yakalanır ama ekibin çoğu gecenin karanlığında bekçinin elinden rahatlıkla kaçabilirdi. Boynumuzu büküp kendimizi Bekçi Ekrem'in insafına bıraktık. Bekçi büyük bir dikkatle hepimizin adını, soy adını, balarımızın adını cebinden çıkardığı küçük defterine tek tek yazdı. "Ayıp değimli? Bu yaptığınız size yakışıyor mu? Bir daha sizi böyle bir şey yaparken yakalarsam hepinizi Saruhanlı'ya karakola götürürüm. Orada eşek sudan gelinceye kadar dayak yiyince aklınız başınıza gelir "diyerek hem bizi azarladı hem de gözdağı verdi. Sonra da şeftalileri alıp gitmemizi işaret ederek oradan ayrıldı. Bekçinin sözleri bizi korkutmamıştı: Şeftali hırsızlığından sabıkalı olmak hepimizin canını çok sıkmıştı. Bekçi bıraktıktan sonra bile uzun bir süre hiç kimsenin ağzını bıçak açmadı. Hiç kimse gömleğinden yola döktüğü şeftalilerin bir tekini bile almaya yeltenmedi. Sus pus kendi sokağımızın yolunu tuttuk. Bundan hiç kimseye bahsetmemek içinde birbirimize söz verdik.
Biz konuşmasak bile yakında zaten işin kokusu çıkacaktı. Çünkü hepimiz Çiftçi Mallarını Koruma Derneğinin kestiği on beş liralık Atatürk Cezası makbuzunun yakında babalarımıza ulaşacağını biliyorduk.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Barış Güvercini : Banu Kurtis Chouard BANU ÇİÇEK |
|
Doğanın güzelliklerinin en zengin ve olgun varlıklarıdır çiçekler. İnsanları, büyüleyici görünüşleri, renkleri ve kokuları ile, o çok kısa sayılacak yaşamlarında bile derinden etkilerler.
Çiçeklerin tarihi doğanın var oluşu ile başlar. Çiçekler, asırlar boyunca insanlara hizmet verdiler. İnsanlar için bir süsleme ihtiyacından çok, bir iletişim sembolü oldular.
Gizemlidir çiçekler. Tarih, tarih olduğundan beri arkalarında saklanan sırlarını bilirler; insanları hem çok iyi, hem de yakından tanırlar. İnsanların, ilaç olup içine, esans olup tenine, hediye olup duygularına, desen olup evlerine, çizgi olup gözlerine kadar girerek, varlıklarını asırlardır devam ettirirler.
Kısacık ömürleri ile çiçeklerinin solup yok olmasına dayanamayan insanlar, onları kitaplarının arasında kurutarak sakladılar. Çiçekleri kopya edip yapaylaştırarak ölümsüzleştirmek istediler.
İnsanlar, canlı veya yapay çiçekleri saçına, başına, göğsüne takarak poz verip çevresindekilerin dikkatini üzerine çekmeyi de başardılar. Güzelliğe güzellik katan çiçeklerden daha fazla yararlanmak için çiçeklerin modasını da yarattılar.
İnsanoğlu, kendilerine manevi aracılık yapan en kıymetli doğa hediyesi sayılan çiçekleri madde olarak değerlendirmeyi de becerdi. Parası olan, güzeller güzelinin en güzelini satın almaya çalışırken, parası olmayan da en basit bir jestle, güzeli tabiattan koparıp bu hassas tabiat harikasının hediye olmasını diledi.
Yaratılmışların en mükemmeli olan dünya insanları, hayat denilen çizgilerinin içinde her an her yerde çiçeklere sarılıp, onlarla iç içe yaşadıkları yetmiyormuş gibi, ölümlerinden sonra da çiçekleri arkalarında bırakmayıp mezarlarına da taşıyıp nöbete koydular.
Ne kadar büyük bir hazinedir şu çiçekler…
Çiçeklerin dili olaydı, çok zordu insanların işi. Kökeni Çin işi, sanatı Japon işi olan Ikebena adlı bir sanatla, eski Japon düşünürleri çiçekleri konuşturmaya da çalıştılar.
Acaba şu dünya insanları, çiçeklerden asırlarca nasıl istifade edip kendi çıkarlarına kullandıklarını hiç düşünüp, akıllarınca bir değerlendirme yapmışlar mıdır? Yoksa, çiçekleri sadece süs bitkileri veya hediye olarak kabul edip yetinmişler midir?
Peki ya, çiçeklerin vefasına bu kadar kısıtlı bakmak doğru mudur?
Çiçeklerin de yazılı bir tarihleri olmalıydı, coğrafyaları bilinmeli, nereden gelip nereye yerleştirildikleri izlenmeli, çizdiği yollar belirlenmeliydi dersem, bu fikrime katılır mısınız?
ÇİÇEK YOLLARI
Ben konumun adını, "çiçek yolları" koydum. Tıpkı, tarihteki ipek ve birçok dinlerin yayıldığı inanç ve ticaret yolları gibi... Dünya üzerinde çiçekler konusunu içeren binlerce kitap mevcut. Tıp, sanat dallarında, bahçe ve ev dekorasyonları haricinde, aşk ve macera romanlarında da adı geçen çiçekler, basın içinde verimli bir kaynaktır.
Türklerin tarihinde de çiçeklerin yeri bellidir. Bu konuyu yakından inceleyip tanımak amacıyla yola çıkmak en büyük dileğimdi. Bu nedenle de sizlere ilk önce adımı ve mana değerini tanıtmak istiyorum.
Adım, Banu. "Banu"; hatun, kadın anlamını taşır. Kökeni, Farsça olan "Banu" adı, İran'da bir üretkenlik simgesi olarak, erkek çocuk doğurabilen, ailenin devamını sağlamlaştıran kadınlara verilen bir unvandır. Orta Asya'da yaşayan tüm Türk boyları arasında da "Banu" adının önemi vardı. Çünkü, doğal coğrafi afetler ve yaşam savaşlarıyla sürekli nüfus kaybına uğrayan göçebe toplumlarda doğurganlık çok önemli idi. Yaşamın gerektirdiği savaşların kazanılması, insan sayısı üstünlüğüne bağlı idi. Savaşa önde gidenler de kadınları ve çocukları korumak amacı ile erkeklerdir.
Eski Orta Asya Türk boyları, "Banu" adının önüne veya sonuna <<çiçek>> ilave etmişlerdir. Bunun en güzel örneğini Dede Korkut hikayelerinde görüyoruz.
Türklerin çiçek sevgisini ölçebilmek için, Türk kültür tarihinde var olan tüm yazılı destanları, masal gibi dinlediğimiz efsaneleri tek tek inceledim. Türk kavimlerinin düşünce ve yaşayış tarihlerini en iyi aydınlığa kavuşturan bu kaynaklarda adıma sıkça rastladım.
Türklerin günlük hayatları, dini inançları, kültür ve çevrelerindeki diğer devletlerle de olan ilişkilerini araştırmak gerekti. Nedense Türkler yalnız yaşamayı hiç sevmemişler. Doğrusunu söylemek gerekirse, çiçek yolunun haritasını yaparken, boyumdan büyük işlere kalkıştığımın farkında değildim. Konumun içinde kayboldukça susup düşünüyordum.
Dede Korkut hikayelerinde "Banu" adı, "Çiçek Banu - Banı Çeçek" olarak geçer. (Dede Korkut Kitabı, Prof. Dr. M. Ergin, cilt.2, say.37) Eski Türk kadın adlarında, "Ay Çeçek", "Kır Çeçek" gibi "Banu Çiçek"e benzeyen örnekler de vardır.
Eski Oğuz Türkleri çiçeğe, "çeçek" derlermiş. (bkz. Türk Mitelojisi, Prof. Dr. Ögel, sayfa 261) Türklerin ilk sözlüğünde de (Kaşkarlı Mahmut, bkz. cilt 1, sayfa 119-4) çiçek, çeçek olarak geçmektedir. Halen Anadolu'nun bazı yörelerinde ve genellikle Orta Asya Türk lehçelerinde çiçeğe, "çeçek" denir. Orta Asya Türkleri'nde çiçeğin adı, Güldür. Bazı Türk kadın adlarının başına veya sonuna gül eklenmesi de aynı çiçek gibi, "Gül bahar", "Gülen gül", "Ayşe gül" olarak vasıflandırılmıştır.
Dünyada hiç bir çiçek, gül kadar tanınıp sevilmedi. Gülün dikenleri bile, onun tüm dünyada böylesine sevilmesine engel olamadı. Gülün gerçek kimliğinin nereden geldiğini günümüze kadar kimse bilemedi. Büyük bir olasılıkla, Orta Asya, belki Çin, belki Ortadoğu'da veya belki de Orta Asya'da yaşayan çiçeğin adını gül koyan Türk boyları, yaban gülünü, yaşadıkları steplerde bulmuşlar, Çin prenseslerine hediye etmişlerdi. Gül de Çin'den ipek ile beraber, doğudan batıya göç etmişti...
Türkler'in eski tarihlerindeki anonim bilinmeyenler, görüldüğü gibi çiçekler içinde geçerli. Latince adları "sinensis" ve çay gülü, ilk Çin'de görüldüğü halde, kimlikleri meçhul kalmıştır. Dünya üzerinde tanınan tüm gül çeşitleri bu iki temel gülün aşılanması ile çoğalıp dünya devletlerine yayılmıştır. Bizim yedi veren güllerimiz, belki de zamanla yüz veren (centifolia) güllerinin yaratılmasına sebep olmuştur.
Gülün adı, ilk çağlardan beri dünya tarihinde tıp, din, mutfak, edebiyat ve tüm sanat dallarında geçti. Hıristiyanların kutsal kitabında iki defa adı geçen gül, bizim dinimize de suyu ile camilerimize girmiştir.
İnsanlar doğarken kendi adlarını seçip takma hakkına sahip değildir. Bu seçim genelde anne baba veya aile büyükleri tarafından yapılır. Biz tüm Türklerin isimleri, doğrudan doğadan seçilir ve her ismin bir manası olur.
Ben, çiçeklere olan saygım ve sevgime uygun bir adım olduğu için kendimi çok şanslı hissediyorum. Soyadım, Kurtiş. "Kurtiş"in de Özbekistan'da, Amuderya nehrinin kenarında bir şehrin adını taşıdığını, çiçek yollarını incelerken öğrendim. Çiçek yollarında, çiçeği sevenlerin, zaman zaman kendi atalarının hatıralarından da kimliklerine uygun manaları bularak, gurur duyacaklarını ümit ediyorum.
Orta Asya'dan başlayan bu yollarda, çiçeklerle, neslim olan Türkler, ilk kez nasıl tanışıp, bu güne birlikte nasıl ulaşmışlardı acaba? Çok merak edilecek bir konu olabilir mi, biz Türkler ve çiçekler? Neden olmasın?.. Daha İslamiyet'ten önce, " saçı " veya " sağiç " adı verdikleri adak çiçeklerini, kişinin düşünce ve zihin temizliğini sağlama, sevgi kazanma, düşmanlarına boyun eğdirme, başarı, refah ve mutluluğunu sağlama amacı ile TENGRI'ye yollamışlardı.
Ben, bu konuya olan merakımı sizlerle paylaşabilmek için, çok yakında buradan yayımlanmaya başlayacak bir yazı dizisini kaleme aldım. Çiçeklere olan tutkumu, onlarla birlikte yıllardır keyifle sürdürdüğüm serüvenimi anlatmayı arzuladım ama sanırım aslında, bir bakıma çiçeklerin dili olan Ikebana'yı, sizlere tanıtmayı da hedefledim... Çok içtenlikle inaniyorum ki, yazılarımın sonunda, tabiata ve güzel sanatlara bakış açınız bir nebze de olsa gelişerek zenginleşecek.
Umarım, sizler de keyif alarak okur ve çiçeklerin sessiz dünyasında, sessizlikleriyle bizlere neler söyleyip öğretmek istediklerini duyabilirsiniz bu serüven boyunca...
Banu Kurtis Chouard
PARİS
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Deniz |
|
Bir başkadır denizi özlemek, elbette beş numaradaki Havalı Deniz değil bahsettiğim. Şu anda; küçük, iskele bile sayılmaz bir beton parçasının üzerinde, dizimde laptop, bir kulağımda özlenen denizin hışırtısı, diğer kulağımda 70-80'li yılların müzikleri, yanımda şarap, yıldızları bir kenara atsan arap denebilecek, kısaca insanını ruhunu hayli harap hissettiği bir gece. Karşı sahilde Midilli'nin her daim parlak ışıklarını eklemeyi unutmayayım. Emekli-Göbekli-Bebekli sitemizin ışıkları çoktan sönmüş, kumsalda ve sahil kenarında kimsecikler yok, gel de yazma dedirtesi bir durum var velhasılı. Kesin karar verdim, bir öykü de neden bu mekanda yazılmasın ? Karar verdim vermesine de; öykü deyince nerede hazır ve nazır bir konu, nasıl olacak başı, nasıl bitecek sonu ?
"Güneşin doğuşunu izlemelisin mutlaka !" demişti arkadaşı. Tatilinin bitmesine çok az bir süre kalmış ama bir türlü fırsatı olmamıştı. Zira; tüm çocukluk arkadaşları geceleri bir yerlere gitmek istiyor, pek hoşlanmasa da sırf çıkıntılık olmasın diye o da bu gecelere katılıyor ve sabaha karşı uykunun kollarında serili kalıyordu. Yine benzer ve serin bir gecenin, sabaha ne kadar yaklaştığını farketti ve sahildeki kumların üzerine uzanıverdi. Rüzgar olmamasına rağmen deniz coşmuştu. Bazen bir denizaltı geçer ve böyle coşkun dalgalar bırakırdı sahile. Ancak bir süre sonra biterdi bu coşku, ve fakat bu onlardan biri değildi. Yine de yatmayacaktı yatağına, bu gece kumsalda uyuyacak ve güneşin doğuşu ile uyanacaktı esneye esneye...
Sabah güneşinin ilk ışığıyla büzüşmüş olduğunu farketti. Dağların arkasından çıkan güneşin ilk ışıklarına keyifle baktı. Arkadaşı haklıydı, manzara nefisti. Her akşam Midilli'ye karşı gün batımını izlerdi ama ilk kez güneşin doğuşunu izliyordu. Midilli üzerinde yoğun bir sis tabakası vardı. Usulca eve uğradı, ekmek arası peynir ve domates hazırladı, üstüne mayosunu giydi ve deniz kenarına inip henüz soğuk diye düşündüğü denizin suyuna ayaklarını değdirdi. Bir öğle sıcağı kadar ılık olduğunu farketti, yürümeye başladı sahil boyunca. Bir yandan da ekmeğini ısırmayı ihmal etmiyordu. Gözleri dağların arkasında parlamakta olan güneşe bakarken ayaklarına çarpan şarap şişesiyle irkildi...
Mantarını güçlükle açtı ve içindeki buruşturulmuş kağıdı çıkardı. Tek kelimesini bile anlamamıştı, zira latin alfabesiyle ama Yunanca yazılmıştı. Hemen gözlerini birşey görebilecekmiş gibi Midilli'ye çevirdi. Kesin oradan geliyordu bu şarap şişesi ve içindeki mektup. Kimbilir ne yazıyordu içeriğinde ? Yunanca bilmeyi hiç bu kadar istememişti. Şişeyi dikkatlice incelemeye başladı tezini doğrularcasına ama şişenin etiketleri denizle birlikte savrulmuş ve üzerinde nereden geldiğine dair tek bir ipucu kalmamıştı. Acaba; Yunanca bilen birilerini bulabilir miydi ? Buruşuk kağıdı tekrar cebine yerleştirdi. Arkadaşlarına bu konudan hiç bahsetmemeye karar verdi, zira kesin dalga geçerlerdi...
Ertesi gün çevre adalara gezi yapılacaktı. Her yıl geleneksel hale getirmişlerdi bu tekne gezintilerini zaten. Pek hoşlanmaz ama yine de giderdi bu gezilere. Teknenin üzerinde vur patlasın, kabak gibi güneşin altında çal oynasın muhabbeti gün batımına kadar sürerdi. Neredeyse teknenin tamamını doldurmuşlardı tüm arkadaşlarıyla birlikte. Yıllardır gide gele ekip bu işleri gayet iyi öğrenmişti. Kızlar; bikinilerinin altını yandan çarklı bir bez parçası ile bağlıyorlardı dansözlere taş çıkartırcasına. Tefler, ziller, darbuka ve bir yığın göbek havası enstrümanı daha tekneye binmeden tıngırtadılmaya başlanmıştı bile. Tekne yavaşça kıyıdan uzaklaşmaya başladığında yolcuların sadece arkadaşlarından ibaret olmadığını farketti. Teknede turistler de vardı, yüzlerine bakıp ülkelerini bulmaya çalıştı ama kesin karar vermek hayli zordu. Zaten gece doğru düzgün uyumamıştı, hoplayıp zıplamalar başlamadan bir köşede biraz kestirmenin yararlı olacağını düşünerek etrafı kolaçan etti. Köşedeki yaşlı çiftin yanını uygun gördü ve arkadaşlarına farkettirmeden usulca kıvrılıverdi. Zaten arkadaşları teknenin kıyıdan ayrılmasına bile fırsat vermeden kurtlarını dökmeye karar vermişlerdi bile. Gürültüye rağmen uyuklamaya başladı, düşler ülkesi onu bekliyordu...
Konuşulanlara kulak kabarttı, hararetli hararetli tartışmalarından İtalyan oldukları hissine kapıldı. Uykusuzluktan ve teknedeki şamatadan zaten yorum yapması oldukça güçtü. Müziğin sustuğu bir ara konuşulan dilin Yunanca olduğunu anlamasıyla hafifçe doğruldu ve nereden geldiklerini sorma cesaretinde bulundu. Yanlarına kıvrıldığı turist çiftin Yunanlı olduklarını öğrendiği anda da cebindeki buruşuk şarap şişesi kağıdını çıkarıp uzattı soru işaretine dönmüş meraklı gözleriyle :
"Bu şişeyi bulan ve içindeki notu okuyan kişiyi Midilli'de bekliyorum... Eleni"
Böyle yazıyordu buruşuk kağıdın üzerinde ve bir pansiyonun adresi. "Midilli'ye gitmem gerek !" dedi arkadaşlarına. Dikili'den Midilli'ye gemi seferlerini duymuştu, derhal pasaport işlemlerine başladı ve soluğu Eleni'nin yanında aldı. Aslında; Eleni'nin güzelliği kerşısında soluğu kesilmişti soluk almak yerine. Hiç konuşmadan cebindeki buruşuk notu uzattı. Teknede Helena Paparizou çalıyordu arkadaşları onu dürttüğünde. "Hadi yahu, uyumaya mı geldin buraya !" sesleri arasında gözlerini açtı. "Eleni, Eleni..!" dedi, yanında kıvrıldığı çifte döndü; "Öyle değil mi ?" dedi, küfür eder gibi Almanca cevap verdiler. "İyi ama Eleni beni bekliyormuş Midilli'de" dedi, buruşuk kağıdı uzatarak. Kolundan tutup teknenin ortasında göbek atan arkadaşlarının arasına getirdiler, "Rüya görmüşsün Burak, sen Eleni'yi bırak Helena'ya bak !" dediler kahkahalar ve kıvırtmalar arasında...
"İçtiğim en lezzetli şaraplardan biriydi, her kim yolladıysa teşekkürler... Eleni"
Google'a girip buruşuk kağıdın üzerindeki kelimelerin anlamını birer birer bulup cümle haline getirdiğinde böyle bir ifade olduğunu anladı. Anlar anlamaz da bakkala uğradı : "Bir köpek öldüren versene, Eleni'ye..." dedi gülümseyerek.
İçinde buruşuk kağıdın olduğu şişeyi bulduğu yere bir küçük merasimle bıraktı bu kez şişe dolu olarak. Hiç olmazsa; "Güneşin doğuşunu izledim ya, feda olsun Eleni'ye ..!" dedi. O sahilden, sahil şişeden, şişe öyküden uzaklaşırken.
Tekne gezintisine çıkacaklardı, hazırlanmalıydı, iyi de; nereden de dolanmıştı bu şarkı şimdi diline hem de sabah sabah...
"Diyorlar kül olmaz ateş yanmadan,
"Denizler durulmaz dalgalanmadan...."
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Gülümse'nin Dilinden : Gülcan Talay Aşk-ı Şahane |
|
Bilmem kaç zamandır duymadığım nice hislerimi yeniden doğuran sen,
içimde cıvıldayan ürkek bir serçenin kanatlarısın.
Oysa, korkmuştum ilk başlarda kollarına uçmaktan.
Sen ki; özgürlüğümü gönüllü olarak parmaklıklar arasına hapsedişimsin…
Hiçbir zaman dur diyemediğim ve yine hiçbir zaman pişman olmayacağım
rüzgârlarımın sürüklediği yedi veren güllerim gibi,
yanaklarımda kokladığım aşksın…
Sen; sarı bozkırlarda yürüdüğüm nice zamanın yeşeren bağı…
Hiç korkma diner mi diye sana duyduğum aşk dalgası.
Ben her gelgit anımda öyle bir çağlarım ki sana,
her kıyına vurduğumda senle çoğalır,
çoğaldıkça tekrar sana taşarım.
Şimdi senle dolu maviliğimde, öyle bir sarhoşluk ki aşk;
hangi dala konarsam konayım göçtüğüm tüm topraklar sensin.
kaç sabahtır sana uyanıyorum
kaç akşamdır sana açıyorum gözlerimi
daha sabahın er vakti
güneş vurunca yüzüme
sen aydınlanıyorsun penceremde
aşk oluyor yüzün
Aşk dedikleri buysa sevgilim, sonsuzluk bir rüya olsun kollarında…
Not : Uğur Erdoğan ile Tuğba Çamlıbel' e nişan hediyemdir.
Bir ömür boyu mutluluk dileklerimle…
Gülcan Talay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : Vedat Sümbül SON TANGO |
|
Elinde bir bağ gül vardı. Ucuz kömür dumanı, saçlarını yalayıp geçerken, dumanın içinden, küfü aralayıp ay'a baktı. Ay, apaktı.
Cebinde olmasını umduğu mektubu yoklamaktan korktu, aklını gül'e saldı. O dans olsaydı, o Son Tango, adında gül olan kız çocuğu kuşkusuz çıkıp gelecekti sisin içinden.
Sorusu yanlış sorulmuş bir aşka iliştirmişti yüreğindeki çöl'ü. Oysa çöl, vahalar da saklardı kuytusunda…
Ağlayan kalacaktır, demek geldi içinden; ne çare, aceleci bir intiharı sufle ediyordu, engereğin kasrında, ellerinin serinini esirgeyen çocuk.
Silin sesini tüm uzak ağıtların, dese ne olacaktı?.. Sazı elinden alınan, gülün ardından aya bakar ve serin bir ölüm düşünür, berrak ırmak boylarında.
Onu doğuracak kadına ne diyordu adında gül olan kız çocuğu? "Gitme, sen olmazsan ben de olmazmışım; doğur etinden beni, saçlarımı, gıdığımı kokla öyle git. Bir öpüş bırak, büyüdükçe büyüteceğim. Gitme henüz, ağladığınıza doğur beni, öyle git. Ağladığınız büyüsün bende."
O, gül'ün ardından aya baktı; ay apaktı.
Yaşam, uçurumlarda sınanırdı elbette; ama hesapta çocuk ölüleri yoktu. Çöl, vahalar da saklardı kuytusunda…
O, ayın altında göğe baktı; zamanıydı. Ne demişti 'can' O'na? "Düşersen, sevindirme. İnatla doğrul tekrar, elimde bir avuç toprakla…" Çan sesleri geldi uzak öykülerden, o öykülerin edepsiz sokaklarından.
Çanlar çıldırdı; ay, yüzünü maviledi bir güzel.
Kuyruğunu kavgada bırakmış bir kedi, sisin içinde –mağrur- gülümsedi kir'ine aldırmadan. Son Tango'yu izleyeceği duvarı seçti. Kir'i, giz'i oldu ayın altında…
Adında "gül" olan kız çocuğu, saklanıp sisten, duvarın dibine emekledi, kedinin yanına…
Şehrin kötü çocukları diz çöktüler "kırmızı elbiseli düş"ün geçeceği yola.
Kedi ne sandıysa kendini, uludu; kirli bedenini adında "gül" olana yaslayıp sövdü. Kahrına gitti kötü çocukların.
O, gülün ardından aya baktı; ay, apaktı…
Halim, temizlerini giyinip ayın altına, duvarın dibine geldi. Kötü çocuklar ve kedi, sesini yitirmiş adama ağladı.
Gülün ardından aya baktı; ay, apaktı. O, "Söz, tılsımı bozacak, yaz!" dedi Halim'e.
Halim, kötü çocukların ve kedinin ağlamasını yazdı, yazdığının üzerine ağladı. Adında "gül" olan, sesini yitirmiş adamın ağladığını öptü; dağları, ovaları, kır kahvelerini, "ev"leri su(ç) bastı.
Gülün ardında duruyordu ay ve soluyordu ince iç çekişlerle. O, gülün ardından ayın soluşuna baktı, yarin yanağına bakar gibi ve dudaklarına 'mor bir gülümseme' iliştirdi. Kötü çocuklar çıldırdı: "Olmaz!" dediler, bir ağızdan. "Son Tango'da olacaksan sevincinden arın!"
Kedi ne sandıysa kendini, uludu; sokuldu büsbütün adında "gül" olan çocuğa.
O, tükürdü dudağının kenarındaki iğreti gülümsemeyi. Sağ yanında pusuda bekleyen ateşi besledi, göğe baktı; soylu sevdalar aşkına akan yıldızlara…
Kötü çocuklardan biri –yüzü en tanıdık olan- saklayıp yüzünü duvara yazılmış bir şarkı sözüne, öksürdü. En kötü çocuk, çıkarıp yüreğinin izbesindeki iyi çocuğu haykırdı: "Tut öksürüğünü it oğlu it, çocuğun adındaki "gül"ü solduracaksın." Daha az kötü olan, bir sigara yaktı; ucuz kömür dumanıyla karışık, derin bir nefes çekti.
Ay, akından arınıp 'kırmızı' süründü mor'unun üstüne.
Halim, yazdı; kırmızının üstüne düşen mor'u. Gecenin arka yüzünde siren sesleri ve it ulumaları çınlayıp durdu, duvarın dibinde sesler tutuldu…
Elinde bir bağ gül vardı; gülleri kötü çocuklarla kedinin arasına bıraktı. Kız çocuğu, yerden bir gül aldı; adındaki gül'le değiştirdi. Dağları, ovaları, "ev"leri kan tuttu.
O, aya baktı; ay, dirseğini Bey Dağları'na yaslayıp mor'undan bir tül çekti, kanadı, Son Tango'ya az kala.
Engerek, tülün ardında tüm zehrini kustu. Zehir sardı kasrını… Adında "gül" olan çocuk, zehri itip masalına uzattı dudaklarının pembesini.
Kedi, ne sandıysa kendini, uludu; engereğin zehri, kendine aktı. Çocuk kedinin ardından aya baktı; ay, uzandı boylu boyunca Bey Dağları'nın beri yanına… Kötü çocuklardan biri, çocuk olduğu dağları düşündü ayın altında.
O, ayın altında, Soylu Sevdalar'a dair şiirleri düşündü; sorusu yanlış sorulmuş aşkları bir de… Doğru soru dilinin ucuna kadar geldi, yuttu sorusunu gırtlağını kanata kanata…
Çocuk, ona baktı, gülümsedi ayın altında; Halim, anladığını yazdı ak mendillere… Dellendi söz. Dellendi kötü çocuklar…
Halim, aya baktı; kötü çocuklar, tavaf ettiler onu; kedi uludu… Halim, yazdı, saklısındaki keman sesini.
Çanlar çıldırdı uzaklarda, kıyamet yeri oldu duvarın dibi. Kedi uludu, kötü çocuklar zehir yeşili yüzleriyle haykırdılar göğe. Kaldırıp adında "gül" olan çocuğu incitmeden, ay'ın mor'una uzattılar… Çocuğun gülümsemesi apak etti duvarı.
Saçlarının kızılı, elbisesinin kızılına akan "düş", şımarık gülüşünü engereğin kasrında bırakıp araladı Son Tango'nun kapısını ve rüzgarlar kuşanıp aktı duvarın dibine.
Kız çocuğu, adındaki gül'ü yolup ayaklarının altına attı onun. Gül'ün çıktığı yerler, güle benzer yaralara döndü. Kedi, kir'ini; kötü çocuklar, içlerindeki iyi çocukları bastılar kanayan yaraya. Halim, yazdı gül'den kalan yarayı ak mendillere…
Kötü çocuklar, tiz bir çığlığa tek sıra oldular; kedi uludu, ne sandıysa kendini…
Halim, ayın altında Son Tango'yu tutuşturacak ateşi yaktı, yüzünü duvara çakıp… Tuttu öksürüğünü kötü çocuklardan biri…
O, son kez aya bakıp saçı ateşin kızılına benzeyenin önüne aktı. Kızıl saçlı kadın, kasıklarında tarifsiz bir sancıyla uzandı ona.
Adında "gül" olan kız çocuğu haykırdı ayın altında; sarsıldı engereğin kasrı: "O sancıdan doğacaktım, sözün var! Adımı seçtiğinin mezarı başında verilmiş sözün var! Adımı adından aldığıma, ayın altında şiirimizi yazana sözün var! Senin kasıklarındaki sancı, onun ciğerlerindeki yarayla aynı ayın altında kanayınca, ben doğacaktım; sözün var!"
Kedi, kuyruğunu var sandı, uludu sesine kan sürüp; ne sandıysa kendini…
Halim, ak mendillere kanadı; kan tuttu sözü…
O, ayın altında, kızıl saçlı kadının kasıklarındaki sancıya tutundu; kızıl saçlı kadın, onun sağ yanına çöreklenen ateşe ve başladı bütün görkemiyle Son Tango. Duvar, kızıla boyandı, kötü çocuklar –bir gayret- beslediler ateşi… Akdeniz köpüklendi, kudurdu engereğe inat… Uzak siren sesleri, it ulumaları saldırdı Son Tango'nun görkemine, kötü çocuklar fırtınayı aralayıp dikildiler ihanetin önüne ve içlerinde solup gitmiş iyi çocuklarla ezdiler kafasını ihanetin. O, acemi bir dansçıydı kuşkusuz; ama usta olan onun yerine de attı doğru adımları. O, "Ölümden öte kadınımsın…" dedi, şaşırdığı bir adımda. Çoğaldı yanlış adımları. Öteki, Bey Dağları'nın ardında kaybolan ay'a baktı, gevşetti ellerini. Kötü çocuklar, çıldırdı; kedi, çıldırdı ve haykırdılar bir ağızdan: "Bırakma onu, yorgundu yokluğundan, sıkı tut!"
Ay, dağların ardında kaldı. O, ayın battığı yere ve adında "gül" olana baktı, düşerken yere. Ötekinin acelesi vardı, saçlarının kızılını elbisesinin kızılına katıp bıraktı ellerini.
(Kasrın kapısı açıktı ona ve başka görkemli, ardında renkli ışıklar olan kapılar…)
Ellerinin serini asılı kaldı havada. Kızıl bir gölge yitip giderken karanlıkta, yıkıldı duvar fırtınadan; ihanet kazandı, kötü çocuklar ve kedi duvarın altında kaldı. Adında "gül" olan kız çocuğunun sesini duymadı giden, acelesi vardı : "Dur; saçlarımı, gıdığımı kokla öyle git!"
Halim, koştu kızıl gölgenin ardından bir umut. O, düştüğü yerden gölgeye baktı. Asılı kaldı son sözü havada:
"Ölümden öte kadınımsın!"
Vedat Sümbül
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : M.Hakan Ayyıldız Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 6.869 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
AŞK
Aşk adında bir macera,
Bitse keşke son vedada,
Nihayet bir çift gözün içinde
görmesem bir daha,
Herşeyiyle orada kalsa,
İstasyonda, veda sahnesinde,
Anı diye değil,
Özlem diye değil,
Öylesine bir şey olsa,
Öylesine uğrasa,
Ölesiye uğurlasa,
İz bırakmasa keşke,
Adını söylemeyi unutsa
ve ben sormasam,
Bir daha görünce
tanımasam
Oktay Özman
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Eğlenceli bir oyun "pasaparola". Size verilen süre içerisinde sorulara yazılı olarak cevap vereceksiniz. İpucu sadece cevabın baş harfi. http://www.kelepce.com/oynat/10110/Passaparola.htm kısayolundan bu oyuna ulaşabilir ve hatta bilgisayarınıza indirebilirsiniz.
İnternet ortamında sözlük bulunması genellikle çok işimize yarar. Size verdiğim bu kısayoldaki sözlük sayesinde Türkçe - Almanca - İngilizce sözcük karşılıklarını bulabileceksiniz. http://www.supersozluk.com/ Sayfanın sağ üst tarafındaki Türk bayrağına tıklarsanız, sözlük seçenek sayfasına ulaşabilirsiniz.
Son zamanlarda ciddi anlamda bir sudoku merakı başladı. Etrafımdaki bir çok arkadaşım gazetelerin sudoku sayfalarını büyük bir heves ve zevkle bekler oldu. Sizde sudoku meraklısı iseniz http://www.websudoku.com/ kısayoluna girip çözmeye başlayabilirsiniz.
Internet'te her bilgisayarın bir IP (Internet Protokol) adresi vardır. Tipik bir IP adresi, noktalarla ayrılan dört rakamdan oluşur; örneğin, 212.156.4.20. Bir bilgisayarın IP adresi varsa, Internet üzerindeki tüm bilgisayarlar bu adresi kolayca bulur. Yani bir sitenin IP adresini biliyorsanız, Web tarayıcınıza bu adresi yazarak da bağlanabilirsiniz. Kendi bilgisayarınızın IP adresini öğrenmek için http://www.whatismyip.com/ Ya da kendi IP adresinizi, Internet'e bağlıyken Windows'ta Başlat*Çalıştır satırına winipcfg yazıp Enter tuşuna basarak öğrenebilirsiniz.
http://www.hakia.com
Bomba gibi bir arama motoru geliyor. Ve bunun bizler için bir başka önemi daha var. Hakia nın kurucu bir Türk, Dr. Rıza C.Berkan. Diğer arama motorlarından farklı olarak anlam tabanlı bir yapı oluşturuluyor. Örneğin "Yarın hava nasıl olacak?" diye soru sorup anlamlı cevap ve adresler bulacaksınız. Şu anda %40 kapasiteyle çalışıyor. gerçek servise girişi Sonbahar olrak planlanıyor. Eğer başarılı olursa gurur duyacağımız bir olay olacağı muhakka.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|