|
|
|
31 Ağustos 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Fazla kalamıyorum!.. | Merhabalar,
Bastıran işlerin yoğunluğu nedeniyle bugünlük sizlerle fazla kalamayacağım. Daha uygun bir zamanda görüşmek üzere hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak) Deniz kustu… |
|
polis : En son ne zaman gördünüz bayan?
kuzeni (ağlayarak, hüzünlü) : Vallahi memur bey, en son sevgilisiyle buluştuğu akşam, sevgilisi onu bana bıraktı. Sabah çok erken işe gitmesi gerekiyordu. Fazla konuşmadık. Zaten günde birkaç kez telefonla konuşuyorduk. Cuma tatile çıkmadan önce konuştuk. Sesi sıkıntılıydı. "Neyin var?" diye sordum "işleri toparlamaya çalışıyorum" dedi.
polis : Ya sen? En son ne zaman gördün?
Rusya'dan gelen arkadaşı: Bir yıl oluyor, yüz yüze görüşmemizi soruyorsanız. Fakat en son bir ay kadar önce internette konuştuk. Bana âşık olduğundan, onu çok ama çok sevdiğinden bahsetti. İnanmadım "sen âşık olacak kadın değilsin, sana âşık olunur" diye dalga geçtim. Yeminler etti "onun için her şeyi yaparım" dedi. Yok ya, on küsür yıllık arkadaşım. Tanımaz mıyım? Serseridir onun ruhu. Âşık falan olamaz o! Gerçi… belli de olmaz. Deli fişek bir şey. Dur desen durmaz, otur desen kalkar gider. Onun ne zaman ne yapacağı hiç belli olmaz.
(sevgilisi üç iskemle öteden kafasını uzatıp ters ters baktı)
polis : Sen söyle bakalım, en son ne zaman görüştün?
sumru (en yakın dostu) : Ben Bodrum'da tatildeydim. O da ailesinin yanına yazlığa gidecekti. En son iş çıkış saatinden evvel telefonla konuştuk. İyi değildi. Sesi çok kötü geliyordu. "Bir şey mi oldu?" diye sordum. "Yok bir şey, bildiğin gibi. Hep aynı şeyler. Tek bir sebebi yok. Belki hiç sebebi yok. Genel bir iç sıkıntısı" dedi. "Lütfen kendine iyi bak bebeğim. Sen üzüldüğünde ben senden çok üzülüyorum" dedim. Telefonu kapattık. Uzun süredir kendi içinde sorunları vardı. Ama tanıdığım en yaşam dolu insandır o.
polis : Öyleyse psikolojik sorunları vardı? Uzman yardımı alıyor muydu?
sumru: Hayır. Kendi içinde sorunlarını çözdüğünü söylüyordu. Aslında sebeplerini bildiği şeylerdi.
polis : Neydi bu sebepler?
sumru : Hafif depresif durumlar. Çok hareketli bir yapısı var. Kendinle çok barışık ve kompleksiz olduğu için kotarıyordu. Günlük iş stresi, gelip geçici, hepimizin içinde bulunduğu durumlar bir bakıma.
polis : Anlıyorum. Peki, sen? Sen ne zaman gördün?
iş arkadaşı : Mesai bitiminden önce. O gün her zamanki gibiydi. Son zamanlarda çok sakinleşmişti. Mizacındaki deli-dolulukta gözle görülür bir azalma vardı. Özelini pek fazla paylaşmazdı. Ama genel yapı itibariyle neşeli, hareketli biridir. Tatile çıkacaktı. Öğlen hep birlikte yemek yedik. Akşam izine ayrılacağı için vedalaştık. Bir daha görmedim.
polis: Ya siz hanımefendi? Sanırım, en son görenlerden biri de sizsiniz?
annesi (ağlayarak) : Hafta sonu yanımıza geldi. Oldukça keyifliydi. Benim çocuğum derdini paylaşmayı pek sevmez. Dışa dönük gözükür fakat içinde başka bir benlikle daha mücadele eder. Bir sıkıntısı varsa da bizi üzmemek için belli etmez. O an keyfimiz kaçmasın diye susar yada normalden fazla neşeli gözükür. Yüzü solgundu. Geceleri uyuyamıyordu. Sürekli balkona çıkıp sigara içtiğini ve derin "of"lar çektiğini duyuyordum. Üzerine gitmemek için bir şey sormadım. Biliyordum ki sorun her ne ise kendi içinde çözdükten sonra gelir anlatır... Biz daha kalacaktık. Bir hafta izni bittiğinde eşyalarını toplayıp yola çıktı. "Eve vardığında beni ara anneciğim merak ederim" dedim. Yol dört saat sürüyor. Dört saat sonra aradı "merak etmeyin anne geldim. Kızıma iyi bakın" dedi. Hiç şüphelenmedim. Normalde her gün telefonla konuşuruz. O aramazsa biz ararız. Ertesi gün aradığımda telefonu cevap vermedi. İş yerini aradım "gelmedi" dediler. Evi aradım açmıyordu? Ondan sonra merak etmeye başladık. Apar topar döndük. Komşulara sorduk gören oldu mu diye, beni aradığı gün eve uğramış, valizini bırakmış, üzerinde yeşil elbisesi varmış, kolunda da ufak bir çanta. Karşı komşu nereye gittiğini sormuş, "kuzenime gidiyorum" demiş. Gidiş o gidiş….
polis : Siz ne biliyorsunuz beyefendi? En son ne zaman görüştünüz?
sevgilisi (başı önde, kederli) : En son, o ailesinin yanına gitmeden bir kaç gün önce görüştük. Her zaman gittiğimiz yerde çay içtik. Sohbet ettik. Müzik dinledik. Sonra onu kuzenine bıraktım. Yola çıkana kadar da telefonla konuştuk. Ailesinin yanına gidince de bir kaç kez konuştuk. Kızını çok özlemişti. Bir aydır görmüyordu. Kızına kavuştuğu için seviniyordum. Yolcu edemedim. Çünkü bende cuma günü ailemin yanında, şehir dışındaydım.
polis : İlişkiniz ne zamandır devam ediyor?
sevgilisi : Yedi yıldır arkadaşız. Onu çok iyi tanıdığımı söyleyebilirim. Çok şey paylaştık. İlişkimiz yeni sayılır. Yani bir ara kopmuştuk ama arkadaşlığımız devam ediyordu. Birbirimizi iyi tanıdığımız için sorun yaşamadık.
polis : Şu durumda bir sıkıntısı varsa bile paylaşabileceği en yakın insan siz oluyorsunuz? Size herhangi bir yere gitmek istediğinden veya bir sorunundan bahsetti mi?
sevgilisi : Hayır. Ama olsa mutlaka söylerdi. O içinde hiçbir şeyi saklayamaz ki... Mutlaka söyler. En azından öyle düşünüyorum.
polis : (hepsine birlikte dönerek) Herhangi bir bağımlılığı var mıydı? Alkol, uyuşturucu, hap?
Hepsi birden : çok sigara içerdi!
Bütün şehri didik didik aradılar. Gidebileceği bütün adresleri, mekânları dolaştılar. Hastanelere sordular. Tecavüze uğrayabilme ihtimali ile şehir içi ağaçlık parkurlara, inşaat halindeki bina içlerine; tecavüz veya soygun sonrasında çöp varillerine parçalanarak atılmış olabileceği düşüncesi ile boş-dolu çöp konteynırlarına, tinerci ve hırsız çetelerinin köprü altı mekânlarına, varoş mahallelere, akla yatkın veya abes her köşe bucağı didikleyerek taradılar. Kimliği ile ilgili hiçbir bulguya rastlayamadılar.
Sonunda, kaçırıldığı fikrine kapılıp gazetelere, şehrin dört bir yanına "kayıp" ilanı verdiler. Sağ salim görene, duyana, yerini bilene ödül vaat ettiler.. Haber bültenlerine boy boy fotoğrafları verildi "Bu genç kadını görenlerin veya nerede olduğunu bilenlerin en yakın polis karakoluna yada bültenimizin acil telefon hatlarına İNSANLIK NAMINA bilgi vermesini halkımızdan rica ederiz" dedi bütün televizyon kanalları. Ne bir gören, ne de rastlayan olmuştu. Sırra kadem basmış, yer yarılmış içine girmişti sanki. Ailesi, sevdikleri, yakınları perişan durumdaydı.
Zaman geçti. Herkesin aklında var olan kocaman soru işareti küçülmeye, tüm dostları birer birer kendi yaşam gailelerine geri dönmeye başladı. En yakın arkadaşı Rusya'ya biricik karısının kucağına döndü. Kuzeni, sumru, işlerinin başına, güncel yaşamlarına. Sevgilisi belki tüm yakınları içinde en çok düşünen ve üzülendi ama o dahi iş saatleri sırasında derdini biraz olsun unutur oldu. Bir tek…. Kızı ve annesi… Kızının gözlerine yerleşen bir parça umut yüklü keder; annesinin yüreğinde ve gözlerindeki yangın hiç dinmedi. Zaman bir tek bu ikisine geçmek bilmedi.
Kayboluşunun ardından neredeyse yirmi gün geçmişti. Bir sabah, gün ağarmadan yaşlı bir balıkçı denize açıldı. Ağlarını attı. Çok yaşlıydı ve gözleri iyi seçemiyordu. Yine de elindeki feneri biraz ilerisinde, suyun üzerinde yalpalayan, batıp çıkan beyazlığa tuttuğunda fark etti ki denizde, yabancı bir nesne var az ötesinde. Hemen küreklere asıldı, beyaz nesneyi daha yakından görmek için.
Yanına vardığında yaşlı balıkçı ürküntüyle gözlerini patlattı ve elini ağzına kapatarak feryadı koy verdi "Ya Rabbim! Sen büyüksün!" Küreğin ucuyla korkarak dokundu. Ters dönmüş, elleri ve ayakları açık, saçları yosunlar gibi su yüzeyinde salınan, şişmiş mor-beyaz bir kadın cesediydi bu! Küreği iyice dürterek yüzünü çevirmeye çalıştı. Yapamadı. İhtiyarın dizlerinin bağı çözülmüş, ömrü hayatında gördüğü onca boğulma vakasından en uzun süre suda kalanıyla karşı karşıya durmanın dehşetengiz korkusuyla; onu denizde bırakıp yardım istemeye gitmekle; kayığına alıp yetkililere sonra bildirmek arasında epey muallâkta kaldı. Vicdanının rahat bırakmayacağını anladığında, tüm cesaretini toplayıp "Ya Allah, Bismillah" diyerek, kafasını ters yöne çevirip cesedi kayığına olanca gücüyle çekmeyi başardı.
Kayığa çıkarttığında kadının yüzü, aydınlanmaya soyunan günle ortaya çıkınca yaşlı balıkçı hüngür hüngür ağlamaya başladı. Neden sonra başını gökyüzüne çevirip "Ya Rabbi, hikmetinden suâl olunmaz!" diyebildi. Üzerindeki elbise paçavraya dönmüş; yüzü, kolları, bacakları, handiyse tüm vücudu balıklar tarafından didiklenmiş, tanınmayacak haldeydi.
Şile kıyılarına açıktan sürüklenip mi vurmuştu, yoksa buralarda bir yerde mi boğulmuştu? Balıkçı deniz fenerine yakın bir yerlerde bulmuştu onu. Bütün bildiği buydu. Jandarma ilçe emniyete haber verdi. Yirmi gün önce kaybolan kadın olabilir kuşkusuyla, emniyet mensupları derhal harekete geçti. Ceset, ambulansla ilaçlı ambalaja konarak otopsi raporu için Adli Tıp'a sevk edildi. Annesi, babası, yakınları, merakla ve sonsuz bir bekleyişle Adli Tıp binası önüne yığıldılar. Annesi ve son yirmi günde omuzları daha da çökmüş babası içlerinden kızları olmasın diye dua ediyordu, gözlerindeki artık akamayan kurumuş gözpınarlarıyla.
O sırada Şile Jandarma Komutanlığı, deniz feneri çevresindeki arayışlarına devam ediyordu. Belki bir bulguya rastlarız ümidiyle. Yaşlı balıkçı bir köşede sigarasını tüttürüyor, acısı ciğerine yerleştiği belli olan kanlı gözleriyle olanları izliyordu. Saatler süren aramalar sonucu fenerin çok aşağılarından jandarma eri yukarıya doğru bağırdı "Komutanım! Biraz buraya gelebilir misiniz?" Hep birlikte aşağı koştular. Yeni kazıldığı belli olan havlanmış bir toprak tümseği vardı. Hemen tümseği açtılar. Bir naylon poşetin içinde gümüş bir yüzük ve bir kağıt buldular.
Adli Tıp'tan Rapor çıktı.
Bir evlât yetim kaldı…
Bir annenin yüreği yerinden söküldü…
Bir babanın kolu kırıldı, yen içinde kaldı….
Bir sevgilinin ciğeri dağlandı….
Bir sürü dostun içi paralandı…
Yaşlı balıkçı jandarma komutanın yanına doğrultamadığı beli ile iki büklüm, ağır adımlarla yürüdü. Omzuna dokundu.
- Evlât, bir şey diyeyim sana.
- Söyle dayı. Bildiğin bir şey mi var? Gerçi senin daha ifaden kağıda alınacak ama. De hele!
- Evlât, Karadeniz bu. Kolaya vermez bağrına aldığını. Kum çeker dibine. Deniz yutar çoğu kez. Benim demem o ki… Bu gencecik kadını deniz kustu. İstemedi.
Komutan, meraklı gözlerle baktı;
- Niye ki dayı?
- İki nedeni vardır mutlak. Biri; ya henüz vadesi dolmadı, deniz dedi ki kıza "git, dön geri ay kadın! Gençliğine acırım. Kalanlarına acırım!" Fakat o inadına denize sürdü kendini. Veyahut; günahları çoktur maktûlün, Allah'ın cennetinden sonsuza dek kovulduğunu Karadeniz bizlere göstermeye çalışır.
Komutan ses etmedi. Uzaklara, denizin kabaran dalgalarına manidar baktı.
Poşetin içinden çıkan kağıtta şu satırlar yazıyordu;
"Ey Yaşam, seni çok sevdim. Ama ne yaptıysam kendimi sana sevdiremedim.
Ey Yâr, benim için yaşam ne demekse sende oydun.
Ey canımın yongası, biriciğim, yavrum… hayatı sana bırakıyorum ki; benden esirgediklerini sana cömertçe sunsun.
Ey anam… sakın ağlama… üzülme… sofrandan bir tabak eksildi sanma, onu da kızımın önüne sür…
Anam ve babam, yavrum size emanet…."
Elif Eser zeycanirmak@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : İlker Özlük Bu zafer bayramıydı… |
|
Sarı atlas döşeli büyük oda, nezaretin ileri gelen subayları ile doluydu.
Hürriyet ve İtilaf Partisi yanlısı olan birkaç gerici subay dışında hepsi Anadolu'ya geçmeye çoktan hazır.
Ankara'nın İstanbul'da kalmalarını gerekli gördüğü namuslu askerlerdi.
Kapı açıldı, kapının boşluğu içinde yaver göründü.
"Emrettiğiniz yüzbaşı geldi efendim."
"İçeri al."
Nazır Ziya Paşa subaylara bilgi verdi: "Az önce sözünü ettiğim talihsiz olayın faili."
Yüzbaşı bekletmeden içeri girdi, kaygılı bakışlarla kendisini izleyen subayların arasından hızla ilerleyerek nazırın masası önünde durdu, selam verdi:
"Yüzbaşı Faruk, İstanbul. Beni emretmişsiniz."
Uzun boylu, kumral, yakışıklı, biraz bıçkın havalı bir subaydı.
Nazır önündeki bir yazıya bakarak yumuşak bir sesle "Oğlum" dedi, "Dün akşam Beyoğlu'nda İngiliz İnzibat Subayı Teğmen Miller'i, emre rağmen selamlamamışsın.Doğru mu?"
"Evet efendim, doğru."
Nazır, dürüst subaya babacanca yol gösterdi:
"Herhalde görmediğin için selamlamadın, değil mi çocuğum?"
"Hayır efendim gördüm."
Nazırın canı sıkıldı:
"Niye selamlamadın öyleyse? Selamlamanız için emir verilmişti."
"Rütbesi benden küçük olduğu için selamlamadım Paşam.
Askerlik töresince, önce onun beni selamlaması gerekmez miydi?"
Ziya Paşa derin bir kederle ellerini açtı:
"Askerlik töresi mi kaldı a yavrum? Adamlar galibiyet haklarını kullanıyorlar.
İngiliz Komutanlığı bu sabah olayı protesto etti.
Mesele çıkarılacak zaman değil.
Hemen şu müzevir teğmeni bul da özür dile.
Olayı kapatalım." Başıyla çıkması için izin verdi. Ama yüzbaşı yerinden kıpırdamadı.
"Paşam, bir de beni dinlemenizi rica ediyorum."
Nazır bıkkınlıkla, "Söyle bakalım" dedi.
"Balkan Savaşı'nda teğmendim.
Çanakkale'de üstteğmen.
Suriye cephesinde yüzbaşı oldum.
Ben bu rütbeleri tek başıma savaşarak almadım.
Her rütbemde binlerce şehidin ve gazinin hakkı var.
Onların hakkını korumak namus borcumdur.
Beni affedin, özür dileyemem."
Harbiye Nazırı bozuldu:
"Anlamadın galiba. Harbiye Nazırı olarak emrediyorum."
Yüzbaşı sükûnetle "Anladım efendim" dedi, apoletlerini bir hamlede söküp nazırın masasına bıraktı:
"Artık emrinizi dinlemek zorunda değilim!"
Selam vermeden dönüp kapıya yürüdü.
Oturan subayların, İstanbul'u tutan birkaçı dışında, hepsi saygıyla ayağa fırladı.
Hepsinin rütbesi yüzbaşıdan büyüktü.
Gözleri dolarak, yüzbaşıya selam durdular.
***
Ne zaman okursam okuyayım bu olay benim gözlerimin cesaretle yaşlanmasına sebep olmuştur.
Tabi bu tür yaşanmış hikayelerle büyümekte güzeldi.
Türkiye'nin birçok yerinde yapılan 30 Ağustos kutlamalarında büyük bir coşku vardır.
Bu coşku tören yürüyüşleri ve halkın katılımıyla daha da büyük hale geldi.
Bu coşkunun adı Zafer coşkusuydu.
Bu zaferin nasıl kazanıldığını size anlatmayacağım.
Çünkü nasıl kazanıldığını bildiğim için bilmeyenler bir zahmet okusunlar.
Yani ter akıtsınlar.
Nefes alıp hür ve demokrasi gölgesi altında yıllarca bağımsız yaşadıkları bu topraklar bizlere çekilişten çıkmadı.
Tam tersine.
Çekilişle paylaşılmıştı.
Kimler paylaşmıştı.
Hani Milli Maçlarda televizyon başında bazı ülkelerle maç ederken kızıp küfrediyorsun ya.
O ülkeler tarafından paylaşıldı.
Fakat senin, benim ve bir diğerinin, benden ve senden ufak, benden ve senden büyük atalarımız bu paylaşıma Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde izin vermediler.
***
Türkiye'nin birçok yerinde yapılan kutlamaları izledikten sonra Orhangazi'de yapılan kutlamaların sönük geçtiğini belirtmek isterim.
Vatandaş katılmadı.
Protokol oradaydı.
Ardından Jandarmada devam etti kutlamalar.
Hatta çok sıcak oldu diye Gemlik Kaymakam'ı tarafından gölgeye geçilsin diye talimat verildi ve Garnizon Komutanımız Halil Coşkun konuşmasını sıcağın altından gölgedeki insanlara yaptı.
Evet demokratik bir uygulama diye aralarında mırıldananlar Kaymakam Bey için övgüler yağdırıyordu.
Zaten sizlerin anladığı demokrasi'de gölgede olmak.
Birilerinin gölgesinde.
Peki, beyler ben soruyorum.
Siz bu zaferin akşamüstü gölgede kazanıldığını mı sanıyorsunuz?
Onca insanın gölgede savaştığını mı düşünüyorsunuz?
Tabi insanlar yıllar önce güneşin altında öldüler diye bizim güneşte beklememize gerek yok?
Evet yok.
Bu şekilde düşünmüyorsunuz sanırım?
Sanırım artık zafer bayramları eskisi kadar coşkulu olmayacak.
Peki, her şenlikte, her törende, her davette büyük organizasyonlar yapan Orhangazi Belediyesi bu kutlamalar için neden elini kıpırdatmadı.
Sadece ses tesisatı.
Bu zafer gölgede kazanılmadı ve gölgelenemeyecek kadar asil bir zaferdir.
Türk Milletinin zaferidir.
Gölgeye geçenler için Neden gölgeye geçtiniz demiyorum.
Sadece güneşte belirli bir zaman idare etmek zor mu diye merak ediyorum?
Hey benim Anadolu yiğitlerim.
Güneşin altında buğday, güneşin altında mermi taşıyanlarım.
Güneşin altında göğsünü siper edenlerim.
Sarı kamışta soğukta ölen binlerce yiğidim.
Zafer bayramı sizlerin bayramıdır.
Bize armağan ettiğiniz ülkenin bayramıdır.
Ruhlarınız şad olsun.
İlker Özlük
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : Figen Erdeveciler "SEN" SENLE |
|
İçinde öyle bir boşluk var ki,
Ve de öyle bir tutarsızlık,
Hiç ölçü yok, ne çok fazla ,ne çok az.
"İşte can sıkıntısı bu!" diye düşünürsün…
( Ya da içerilerde bir ses örter asıl olanı,adı sıkıntı olur)
Kolların çenene kadar topladığın bacaklarını sarar,
Neredeyse saklarsın kendini,
Embriyonun güvenli yuvasında yaptığı gibi,
Önce kendini kucaklarsın…
(Dünya bir kadının karnından büyüktür ne de olsa)
-sevdiğine- sarılmış gibi kapatırsın gözlerini,
Karşında uçsuz bucaksız deniz ve kokusu…
Rüzgar saçlarını da alıp götürürcesine vurur sana..
Çıplaksındır, derin bile yoktur sanki,
İşlemiştir dalgalar bedenine,
Sen bu kayaya çıkana kadar..
Hafiften ürperir için,
Bu neme,bu kokuya,bu seslere o kadar çabuk karışmışsındır ki,
Adeta o kayanın üstüne yontulmuşsundur.
Her şey düşünüldü,söylendi,yazıldı…
En acısı da,belki bu sıkıntılar aynı şekilde yaşandı.
Bu kaya daha evvel keşfedildi.
Böyle düşünürken vazgeçersin,
Kulaklarının duymaya cesaret edemediği bir küfrü salıverirsin,
O kadar hızlı ve yüksektir ki
Gerçekten de duymazsın.
Arka mekanı bilirsin,
Senin hayatın,geçmişin ve hayalini kurduğun geleceğin var orada..
Karşında sana ait olmayan bir dünya.
( Balık,yosun ve diğerlerinin..)
Gün bitmektedir.
İnsan yalnız başına düşünürken zaman aksine ağır geçer.
Düşünmeden yaptığın şeylere bulduğun,
"Zamanım yoktu!" kılıfı boş kalır.
Yakınının senin zannettiğin gibi yakın olmadığını anladığın zaman,
Aslında senin de O'na zannettiğin kadar yakın olmadığını görürsün…
İşte çelişki!
Çünkü, genelde hep kendinin çok verdiğini söylersin,
Belki veriyorsun,belki vermiyorsun…
Sevdiğinin de apayrı bir kişi olduğunu anlarsın,
Çoğu insanın onikisinde anladığı,
Çoğunun otuzunda anlayamadığı gibi…
Bunlar aslında boş şey deyip,
Hırçın uçan martılara bakarsın boş gözlerle,
Dolu dolu Sen'i saklayan…
Sonra Senle olmanın keyfini çıkarırsın,
Gün gerçekten de ağır ağır batmaktadır.
Yavaş yavaş sindirir gözlerin ışığı,
Mucizevi bir şekilde beliren ay, güneşin tam karşıt hizasındadır.
Birbirlerini görüp görebilecekleri an budur işte!
Aslında bu yalnızca senin için öyledir,
Yoksa onlar uzayda hep aynı evdeler, hep aynı odada…
Sonra gece,
Yıldızlar hiç de göz kırpmaz.
Çok dikkatli bakarsan,
Onların sahiden de beş köşesi olduğunu görürsün.
Garip bir tebessüm yayılır yüzüne,
Alışkanlıkla yapılmış bir mimik sanki,
"Çocukça" şeyler düşündüğün için.
Küçükken salıncağa bayılırdın,
Hele gece sallanmaya…
Kafanı iyice arkaya atıp,gözlerini de kocaman açtığın zaman,
Salıncağın devinimiyle tüm evrenin sınırlarını görebileceğini sanırdın…
Sonra yıldızlardan bir ışık inip seni de yanına çekerdi…
Işık olurdun…
...
Sıkıntı yine sarar seni,
Uçurumdan atlamış gibi bu anın içindesindir..
Oturduğun yerden kalkmak bu kadar kolay olmaz,
Kütürdeyen birkaç kemik,
Islak kıyafetini tenine değmesi,
Bir bedenin olduğunu, "deniz kızı" olmadığını hatırlatır sana..
Ve yakamozlar…
Kim bilir kaç şaire,yazara, besteciye ilham vermiştir?
Bu kadar niye değerliler?
Ay ışığının suya yansıması…Ve keşfedersin.
Suya yayılmakla kalmayıp, suyun derinliğine de işlerler.
Avucunda bir küreyi tutar gibi,onları da tutacağını sanırsın…
Bir avuç yakamoz armağan edebilir,
Odana yerleştirebilirsin gibi gelir…
Biraz daha seyredersin denizi,
Cesaretin yoktur göğe bakmaya,
Göreceğin olsa olsa birkaç milyon yıldız olacak.
Asla tüm evren olmayacak artık…( öğrendin!)
"Bir tek sevmeyi öğretmiyorlar bize"
Göğü,yeri,yıldızları,merak etmeyi,farklı bedenleri seçmeyi,
Nefes alır gibi seviyorsun..
Ve sevmemeyi de ayırt ediyorsun.
...
Derin bir nefes sesi duyarsın,
İstemeden ,kendiliğinden aldığın soluk,yalnız olmadığını hatırlatır sana.
Müzik gibi, şiir gibi gelir.
Kaya,deniz,rüzgar ve geceye ait bir esersindir.
(Şiirler!
"herkes bir şiirden ayrı şeyler kapıyor" diye düşünürsün..
Aşkın ölümsüzlüğü (!) ?
Sonsuz sadakat (!) ? vs,vs,vs…
Şimdi ise,
Hepsini inkar edebilecek bir noktadasın.)
Figen Erdeveciler
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : M.Nihat Malkoç GİTME MEHMED'İM!... |
|
İsrail'in, kaçırılan iki askerini bahane ederek başlattığı Lübnan Savaşı'nda binin üzerinde masum insan hayatını kaybetti. Onların iki üç katı miktarda insan da sakatlandı. Binlerce kişi de evsiz kaldı. İsrailli askerler uzun menzilli akıllı füzelerle Lübnan'da taş taş üstünde bırakmadı. Batılı devletler, ABD ve Birleşmiş Milletler bu katliama göz yumdu.
İsrail yapacağını yaptıktan sonra BM ateşkeste arabulucu oldu. Hafızalarınızı yoklarsanız tarih boyunca İsrail'in BM kararlarına uymadığını görürsünüz. Bu son savaşta da aynısı yaşandı. İsrail koca BM'yi takmadı bile… Şimdi BM, Lübnan'da konuşlandırmak üzere barış gücü oluşturuyor. Fakat bu nasıl bir barış gücüdür ki İsrail'in istediği devletlerden asker çağrılıyor. Tabir caizse hırsıza anahtar teslim ediliyor.
BM'nin, Lübnan'da barış gücü oluşturma gayretleri bütün hızıyla sürüyor. Bununla ilgili olarak geçenlerde elli ülkenin yetkililerinin katıldığı geniş çaplı bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya Türk yetkililer de katıldı. Bu demektir ki Türkiye; Kore, Somali, Bosna-Hersek, Afganistan gibi ülkelerden sonra Lübnan'a da asker gönderecek. Fakat bunun için bir tezkere hazırlanması ve TBMM'den geçmesi gerekir.
Bilindiği gibi yakın tarih içerisinde Irak'a asker göndermemiz için ABD ısrarcı olmuştu. Fakat bunun için hazırlanan tezkere TBMM genel kurulundan geçmemişti. Bu Türkiye'nin, daha doğrusu ülkemizi yönetenlerin ABD'ye karşı biraz da mahcup olmasına zemin hazırlamıştı. Böyle bir olumsuzluğun tekrar yaşanmaması için şimdi hükümet işi sıkı tutuyor. Bununla birlikte son zamanlarda Ankara'da Lübnan'a askeri güç gönderilmesi tartışmaları hız kazandı. Muhalefet Lübnan'a asker gönderme girişimine şiddetle karşı çıkıyor. Fakat Türkiye'de muhalefet demek, hükümetin dediğinin tersini yapmak demektir. Onun için muhalefetin bu kararının sosyal bir derinliğinin olduğunu düşünmüyorum.
Gidişat öyle gösteriyor ki üçüncü tezkere yolda… Hükümet, Cumhurbaşkanı Sezer'in karşı olmasına rağmen Lübnan'da konuşlandırılacak barış gücüne asker gönderme kararında ısrarcı görünüyor. Yakında Meclis tezkere için olağanüstü toplanacak. Alınan karar doğrultusunda hareket edilecek. Öyle görünüyor ki bu üçüncü tezkere hükümete bağlı milletvekillerince kabul edilecek. Çünkü önümüz seçim!… Başbakan'ın kararlı tutumu karşısında hiçbir milletvekili gelecek seçimleri göz ardı ederek olumsuz oy verme gözü pekliğini gösteremez. Çünkü herkesin geleceğe dönük bir hesabı vardır. Yanlış hesap Bağdat'tan dönmese de Beyrut'tan geri dönebilir.
Bu milletin evlatlarını sınır ötesine göndermek çok büyük riskleri de beraberinde getirir. Hele askerlerin gönderileceği ülke Lübnan gibi bir cehennemse karar verirken bir değil, birkaç kere düşünülmesi, ellerin vicdana koyularak karar alınması gerekir. Çünkü bu ülke bundan yarım asır evvel Kore'de önemli ve acı tecrübeler yaşadı. Sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yemesi bir deyimden öte, tecrübelerin ehemmiyetini gösteren yaşanmış bir vakadır. Onun için bu gibi millî konularda kılı kırk yarma mecburiyetimiz vardır.
Türkiye, dünyanın hassas bir bölgesindedir. Tarihten aldığımız sorumlulukla etrafımızda bir denge unsuru olma yükümlülüğümüz vardır. Etrafımız, özellikle Ortadoğu tam bir barut fıçısı… Bin yılı aşkın bir süreden ibaret devlet geleneği ve tecrübesi olan bizler, henüz devlet ve millet şuuruna erişememiş bu yeni yetme topluluklara yol göstermek zorundayız. Zaman zaman onların birikmiş gazını almalıyız ki nâhoş hadiseler yaşanmasın. Lâkin bataklıktan can kurtarırken bataklıkta boğulma riski de vardır. Bu konuda çok temkinli olma ve bilerek hareket etme gereği gün gibi ortadadır. Ucuz kahramanlık, asırlık devletlerin tavrı değildir. Kaş yapayım derken göz çıkarmamalıyız.
Ben, oldum olası Batıya ve ABD'ye güvenmemişim. Bunu önyargı sanmayın. Zira onlar bize hiçbir zaman hayırlı rüya görmemişlerdir. Onların bizim için gördükleri rüyalar nedense hep kâbusla neticelenmiştir. Onun için biraz abartılı olsa da ben Batının ve ABD'nin söylemlerinin tersini yaptığımızda düzlüğe çıkacağımıza inanıyorum. Onlar bizleri, oluşturdukları organizasyonlara heves içerisinde almaya çalışıyorlarsa bu işin içinde bir bit yeniği olduğu şüphesine kapılırım. Bu siyaset bilimi ve siyaset etiği açısından geçer akçe kabul edilmese de, içimde böyle bir his hâsıl olur. Bu benim şahsî sağduyumdur. Fakat bu sağduyu beni genellikle yanıltmamıştır.
Şahsen Lübnan'a asker gönderilmesi taraftarı değilim. Çünkü bu bölgede ateşkes ilan edilmişse de bu topraklarda büyük bir belirsizlik hâkimdir. Yarın neler olacağını kimse kestiremez. Tarihte Ortadoğu her zaman riskli bölgelerden olmuştur, bugün de öyledir. Bu nedenle iki düşünülüp bir karar verilmesinde sayısız faydalar vardır.
Bizler Lübnan'a Müslüman kardeşlerimizin zarar görmemesi için gidiyoruz; İsrail'in menfaatleri için değil… Lâkin onların hamiliğini yaparken vatan evlatlarının da zarar görmemesi esastır. Askerimiz bizim gözbebeğimizdir. Onların kılına zarar gelmesi bizi derinden yaralar. Yarın Lübnan topraklarında Türk askerine yönelik saldırılar olursa bunun altından kalkamayız. Hem bunu kimseye izah edemeyiz. Doğu ve Güneydoğu'dan yükselen feryatlara Lübnan'ı eklemek istemiyoruz.
Savaş telalığı yapmak istemiyorum ama gelecekte Üçüncü Dünya Savaşı çıkacaksa bunun vaki olacağı coğrafya Ortadoğu'dur. Bazıları bunun bir an evvel gerçekleşmesi için kabuklaşan yaraları kaşıyarak kanatıyor. Sanki yeni bir oyun için sahne ve zemin hazırlanıyor. Onun için ben Lübnan'da barış gücü oluşturma gayretlerine şüpheyle bakıyorum.
Batı, ABD ve BM, binin üzerinde Lübnanlının ölmesini istemeseydi yaşanan kanlı savaşı bu noktaya gelmeden bitirirdi. Fakat öyle yapmadılar. Ortadoğu'nun yedi başlı yılanı olarak tabir edebileceğimiz İsrail yılanına sınırsız kredi tanıdılar. Şimdi de İsrail'in yeni istek ve planları doğrultusunda böyle bir girişimde bulunuyorlar. Bundan hayır hâsıl olacağını düşünmüyorum. Türkiye barış gücüne destek olma konusunda acele davranmamalıdır. Belli bir süre boyunca yaşananları ve yaşanacakları gözlemlemelidir. Aksi takdirde dönülmez yollara sap(tırıl)mış olabiliriz.
Türkiye yeni sancıları ve yeni yıkımları kaldıracak güçte ve konumda değildir. Delikanlı ve lider ülke dolduruşlarına gelip sonu belli olmayan hovardalıklara tevessül etmeye hiç mi hiç gerek yoktur. Ben yurdunu canından aziz bilen bir vatandaş olarak şunu söylüyorum: "Gitme Mehmet'im…" Son olarak da şunu hatırlatmak istiyorum: "Son pişmanlık fayda etmez." Cenabı Allah karar mekanizmalarının başında bulunanlara akıl, insaf ve sağduyu nasip etsin.(Âmin)
M.Nihat Malkoç mnihatmalkoc@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Leyla Ayyıldız Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 6.869 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Kedi Kendi Kuyruğunu Yakalayamaz
Gençlik heyecanları
var hala hareketlerinde,
inanıyorlar,
inanmak istiyorlar neredeyse her söylenene.
Televizyona tutsaklar.
Bundan memnunlar, çünkü tutsak olduklarını bilmiyorlar.
Yeninin her zaman iyi olduğunu düşünüyorlar,
eski umurlarında bile değil.
Yanlış yapmaktan çok korkuyorlar,
hep doğruyu bulabileceklerini sanıyorlar.
Fazla bağlanmıyorlar kimseye,
bağlanmaktan korkuyorlar büyük ihtimalle;
yüzlerinde "ben cesurum" diyen gülüşleriyle.
Yarını da umursamıyorlar, dünü de..
Bugüne de değer vermiyorlar.
Aşkı her gün yaşıyorlar
"Aşık oldum, aşık oldum" diyerek
dilleri çenelerinde koşuyorlar etrafta
ve iki gün sürüyor aşkları.
Bu korkak cesurlar,
herkese evet cevabı vererek
kimseyi kaybetmemeye çalışıyorlar.
Hayır diyerek dikkatleri üzerlerine çekmeyi istemiyorlar.
Kaybetmekten nefret ediyorlar;
kaybetmenin kazanmakla
aynı şey olduğunu göremiyorlar.
Kitap okuyarak gerçekleri
daha gerçek bir şekilde görmek istemiyorlar.
Bilgiyi sevmiyorlar, birkaç gerekli bilgi dışında.
Gerçeğin korkutucu olduğunu biliyorlar içlerinde…
Yazı yazmıyor çoğu;
ama gerektiğinde en güzel yazıları
-başkalarının yazılarını-
bularak savunuyorlar.
Savaşı gerekli görüyor bazıları,
nefreti seviyorlar çünkü.
Benim bildiğim gibi onlarda biliyorlar
nefret etmenin sevmekten daha kolay olduğunu.
Aynı toplumun içinde yaşıyorlar her gün
Ve ölüm hiç akıllarına gelmiyor;
çok mutlu olmuyorlar ama,
kötü olmayı kaldıramıyorlar.
İyi ve huzursuzlar,
kendileri de farkındalar
huzursuzluklarının
Anlam veremedikleri
şeylere yanaşmıyorlar;
temkinliler..
Ve arada sırada,
içlerinden biri çıkıp,
"Onlar" diyerek
kendilerini anlatan yazılar yazıyor.
Alper Çifter
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Eğlenceli bir oyun "pasaparola". Size verilen süre içerisinde sorulara yazılı olarak cevap vereceksiniz. İpucu sadece cevabın baş harfi. http://www.kelepce.com/oynat/10110/Passaparola.htm kısayolundan bu oyuna ulaşabilir ve hatta bilgisayarınıza indirebilirsiniz.
İnternet ortamında sözlük bulunması genellikle çok işimize yarar. Size verdiğim bu kısayoldaki sözlük sayesinde Türkçe - Almanca - İngilizce sözcük karşılıklarını bulabileceksiniz. http://www.supersozluk.com/ Sayfanın sağ üst tarafındaki Türk bayrağına tıklarsanız, sözlük seçenek sayfasına ulaşabilirsiniz.
Son zamanlarda ciddi anlamda bir sudoku merakı başladı. Etrafımdaki bir çok arkadaşım gazetelerin sudoku sayfalarını büyük bir heves ve zevkle bekler oldu. Sizde sudoku meraklısı iseniz http://www.websudoku.com/ kısayoluna girip çözmeye başlayabilirsiniz.
Internet'te her bilgisayarın bir IP (Internet Protokol) adresi vardır. Tipik bir IP adresi, noktalarla ayrılan dört rakamdan oluşur; örneğin, 212.156.4.20. Bir bilgisayarın IP adresi varsa, Internet üzerindeki tüm bilgisayarlar bu adresi kolayca bulur. Yani bir sitenin IP adresini biliyorsanız, Web tarayıcınıza bu adresi yazarak da bağlanabilirsiniz. Kendi bilgisayarınızın IP adresini öğrenmek için http://www.whatismyip.com/ Ya da kendi IP adresinizi, Internet'e bağlıyken Windows'ta Başlat*Çalıştır satırına winipcfg yazıp Enter tuşuna basarak öğrenebilirsiniz.
http://www.hakia.com
Bomba gibi bir arama motoru geliyor. Ve bunun bizler için bir başka önemi daha var. Hakia nın kurucu bir Türk, Dr. Rıza C.Berkan. Diğer arama motorlarından farklı olarak anlam tabanlı bir yapı oluşturuluyor. Örneğin "Yarın hava nasıl olacak?" diye soru sorup anlamlı cevap ve adresler bulacaksınız. Şu anda %40 kapasiteyle çalışıyor. gerçek servise girişi Sonbahar olrak planlanıyor. Eğer başarılı olursa gurur duyacağımız bir olay olacağı muhakka.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|