|
|
|
5 Eylül 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Biri şu adama sus desin yahu!.. | Merhabalar,
Sayın devlet büyüğüm Tayyip Bey yeni bir vecize sarfetmiş. Hakikaten sarfetmiş. Saklasa, turşusunu kursa, emekliliğinde kavanozdan çıkarıp çıkarıp dinlese olmaz mı? Böylece hem kendisi bomboş konuşmamış olsa, onu dolu sananlar içindeki boşlukları görmese, her lafından sonra sitayişle anılmayı haketmese ya. Olmaz ama olmaz, ağız dediğin torba değil ki büzesin. Zamanlı zamansız hançereden çıkıyor meret. Gene ne demiş onu söyle birader diyenler için yazıyorum. Sayın büyüğüm Tayyip Bey Balıkesir'de konuşmaya çalışırken, bir kendini bilmez zat (kendini bilse Tayyip Bey'ime laf sokuşturmaya çalışır mı?) çıkmış, "Şehit cenazesi görmek istemiyoruz." demiş. Başkaları da katılınca bizimkinin asfalyaları iyice atmış “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir canım kardeşim” deyivermiş. Yahu bu amcanın bir freni yok mu? Hadi kendi freni yok, yanında eteğinden çekecek kimse de mi yok? Ya biri çıkıp "Haklısın paşam, bu çocuklar senin oğlun gibi yan gelip yatmadığı için şehit oldular zaten." dese cevabı ne olacak? Bana kalırsa artık cevap falan vermeyecek, MKE'den 10 taksitle aldığı beylik tabancasıyla çekip topuğundan vuracak alimallah. Bu ne düşüncesizliktir. Bu ne yerine yakışmazlıktır anlaşılır gibi değil. Sevgili AKP'liler, size sesleniyorum. Makamı dolduran cüsse değil, koordinasyonu sağlayan beyindir. Lafım anlayana, anlamayanla zaten hiç işim olmaz.
...
Bundan birkaç ay önce sevgili Mehmet Polat'tan bir yazı aldım. 11 Eylül hakkında yapılmış bir incelemeydi. Yayınlamak için Eylül'ü beklemeye karar vermiştim, işte şimdi sırası geldi. Bugünden itibaren 5 bölüm halinde yayınlayacağım yazının kafalarınızı biraz daha karıştıracağını sanıyorum. Referanslara da kolayca erişebileceğiniz bu yazı dizimizi seveceğinizi umuyorum.
...
Bugün bir de önemli oylama var Meclis'te. Kararın ne olacağından çok sonucun hayırlı olup olmayacağı ile ilgiliyim. Öyle ya da böyle başımıza yeni dertler açmayacak bir karar çıkmasını umalım.
...
Bugün komşudan bir yeni şarkı ile veda edeyim istiyorum. Ülkemizde de oldukça sevilen Anna Vissi söylüyor, To Poli Poli. Hepinize güzel bir gün diliyorum, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu Hevesi olan Lübnan'a... |
|
Önce özet; İsrail ve Hizbullah arasında yaklaşık bir ay süren savaşa seyirci Birleşmiş Milletler(BM), nihayet öncülük etti de, "zoraki" ateşkesle, bölgeye "Barış Gücü" yerleştirilmesine karar verildi. Barış Gücü için BM, üye ülkelere çağrı yaptı; Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti de bu çağrıya, Cumhurbaşkanı'nın, muhalefet partilerinin, sivil toplum örgütlerinin ve sokaktaki insanın itirazlarına karşın "olumlu" yanıt verdi. Kimileri, ABD önderliğindeki Irak işgaline ortak olmadığımız "Büyük Projeyi" kaçan bir fırsat olarak gördüğünden, bu yeni "asker gönderme" olanağını değerlendirmemiz gerektiğini şiddetle savunurken, kimileri de "orada ne işimiz olduğu" konusundaki karşı düşünceleri sık sık dile getiriyor.
Bu konu, acaba yeterince tartışılıyor mu? Halkça, ne yazık ki, özellikle savaş yanlısı medya tarafından, Mehmetçiğin yakışıklı, bol teçhizatlı, çelik bakışlı fotoğraflarıyla süslenmiş haberlerle, "Lübnan"a gitmenin gerekli olduğu düşüncesine hazırlanıyoruz! Ancak bu hazırlığın zamanlaması öyle kötü ki, aynı gazetelerde, hemen her gün Güneydoğu'da, kalleş PKK tuzaklarıyla, Mehmetçiğin parçalanmış bedenlerinin ailelere nasıl teslim edildiğinin haberleri de yayınlanıyor. Bu haberlerde en çok dikkatimi çeken şeyse, artık TSK ve aileler arasındaki güçlü bağlılığın giderek daha çok zarar görmesi. Şehit anneleri, haklarını devlete artık helal etmiyorlar, tam aksine isyan içindeler!
Lübnan konusunda, bana göre önemli bir çelişki var!
Kendi vatanımda, sınırlarımın içinde birileri, vatanı ve bizi bekleyen Mehmetçiğe tuzak kurup, sınırın diğer yanından ateş açıp öldürüyor; benim yöneticilerimin bunlara odaklanıp bu olayları çözmesi beklenirken, kalkıp, benim başlatmadığım, hiç içinde olmadığım, olmak da istemediğim bir yere o Mehmetçiği gönderiyor. Neden?
Lübnan'ın göstermelikte olsa bir ordusu var, Hizbullah'ı kontrol edemiyor, İsrail Beyrut'u yerle bir etti, ama Hizbullah'ı yok edemedi. Eee! O zaman kim toplayacak o silahları?
Peki, PKK ilk günlerinde, Irak ve Suriye'den önce nerede üslenmişti? Bekaa Vadisi nerede?
Oralara asker gönderecek iradeyi gösteren yönetici, neden kendi askerini öldürenin yuvalandığı yere giremez?
Lübnan'dan gelecek bayrak sarılı asker tabutunu nasıl açıklayacaklar? O Mehmet vatanı için mi ölmüş olacak?
Lübnan için, Türkiye'nin ihraç edeceği en kaliteli hizmeti "Askerlik" midir?
Doğru yanıtlar için doğru soruları sormak gerekir önce...
"Vatanını seven, görevini en iyi yapandır." Bu sözün sahibini bilmiyorum ama TSK'nın bir çok yerinde yazdığını biliyorum. Vatanseverlik, mutlaka, elinde silah dağda eşkiya kovalamak mıdır? İşini, mesleğini hakkıyla "adam" gibi yapmak da yeterli olmaz mı?
Evet milletvekilleri, işte size bir fırsat! Lübnan'a asker gönderilmesine taraf olanlar ve hükümet için somut önerim şudur: Topluma kabul ettiremeyeceğiniz akıl dışı görevler için, "Paralı Askerlik" getirin. Tahmin ederim ki, BM zaten böyle görevler için devlete bir ödeme yapıyordur. Alın o parayı, gitmek isteyene dağıtın, ama TSK'dan kullanacağınız malzemeler için de (tank, top, tüfek, vs.), TSK'ya "kira" ödeyin. O malzemeler benim vergilerimle alındığından, kullanım bedelini de, BM ödesin!
Misak-ı Milli'nin sınırları bellidir. Bunun dışında, ABD'nin, inandırıcılığını yitirmiş BM'nin ve İsrail'in oyunlarına alet olsun diye, Mehmetçiği, bu sınırlar dışına gönderemezsiniz. Hepimiz "Vatan-i görevimizi" bu topraklar için yapıyoruz.
İzin verin, hevesi olan gitsin!
Cüneyt Göksu cuneyt.goksu@vizyon.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : Özcan Sungurçetin H A Y V A N L A R |
|
Soluduğumuz havaya iyice sinmiş olan barut kokusuna karışan şu kızarmış et kokusu midemi öğle bir bulandırıyor ki, günlerdir bomboş olan içimde bir şey olsaydı bile, onu da çoktan çıkarmış olurdum. Midemin bulanmakta oluşunun asıl sebebi de, artık hissetmemeye bile başladığım, açlık da olabilirdi tabii. Öylesine alışmıştım bu açlık duygusuna ki, artık pek farkında bile olmuyordum.
Onlarca uçak, bombalayıp duruyordu yaşamaya çalıştığımız harabeleri. Artık öldürebilecekleri pek fazla kimse, yıkabilecekleri sağlam bir bina da kalmadığı halde, gece gündüz bombardımana devam etmelerindeki hikmeti pek anlamış değilim.
Sadece bombalamakla kalsalar iyi, bombalamaya ara verdikleri zaman da zırhlara bürünmüş, düşman askerleri, programları bozulmuş, beyinleri karışmış robotlar misali, harabelerin arasına dalıyor, karşılaştıkları bütün canlıları, can havli ile kaçmaya çalışan çoluk çocuğu, ellerindeki cehennem silahları, alev makineleri ile kovalayıp heyecanlı bir insan avının verdiği zevki yaşıyorlar. Hoş, bazı merhamet sahibi olanları da çıkmıyor değil aralarından. Onlar, ellerine geçirdikleri genç kadın ve çocukların, çeşitli cinsel fantezilerin denendiği bir eğlence ortamında, son saatlerini mutlu bir şekilde geçirmelerini sağlamak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Bu eğlenceler sırasında, kendinden geçip bayılıp kalanları, öldürme zevki kalmadığından da olsa, öylece bırakıp gittikleri de oluyor bazen. Hatta, fazla direnmeyip uysal davrananları sağ bıraktıkları gibi, bir kaç parça ekmek, hatta çikolata bile bırakarak ödüllendirenler bile çıkabiliyor içlerinden. Zelil, perişan geride kalanların, bu bırakılanları kapışıp çılgın bir telaş içinde yedikleri için, Tanrı tarafından cezalandırılabilecekleri bile akla gelebilir tabii. Ancak hepsi de o kadar da açlar ki, midelerine bir kaç lokma girmesi karşılığında, Cehenneme gitmeleri bile istense, tereddütsüz kabullenecekleri ortadaydı. Düşman askerlerinin yaptıklarına, yeterince direnmeyip boyun eğmek ve üstelik bırakılan yiyecekleri de kabullenip yemekle işledikleri günahları, Tanrı, günah hanelerine yazmaz, affeder diye ümit etmekten başka da ne yapabilirlerdi ki.
Zaten karşı koysalar ne olacak ki; direnenler, boşu boşuna bir güzel dayak yemekle kalıyorlar. Nasıl olsa sonunda bu dünya zebanilerinin istediği oluyor, midelerine de, birkaç lokma ekmek yerine, birkaç kurşun girmesinden başka değişen bir şey olmuyor. Harabelerin arasına dalan bu kudurmuş, vahşi hayvanların çoğu, giriştikleri bu insan avından o kadar büyük bir zevk alıyor olmalılar ki, deli gibi mermi harcıyor, sağa sola rasgele ateş edip sağlamca buldukları camları bile makineli tüfekle uzun uzun taramaktan adeta şehevi bir haz duyuyorlar.
Bütün bu saldırıların, silah fabrikatörlerinin servetlerini arttırmaktan başka bir faydası olduğu söylenemezdi ama, bunca vahşeti, böyle basit bir nedene dayandırmak da bir hayli zor doğrusu. Haydi, silah ve cephanenin böylesine harcanmasının sebebi bu olabilir diyelim de, ya her şeye rağmen, arada harcanıp giden kendi askerlerine ne demeli. Bunca hayatın acımasızca harcanmasının ardında yatanı, ele geçirileceği düşünülen bir kaç dolara indirgemek nasıl kabul edilebilir ki? Hoş, bütün dünya da, bunca katliamın, bu kadar basit nedenlere dayandırılmış olabileceğine inanmıyor olacak ki, yapılanları sükunetle izliyor; din kardeşi olduğumuz ülkeler bile, bütün bu vahşetin ardında, anlayamadıkları, daha ulvi ve kutsal nedenler bulunduğuna inanmış görünmeyi yeğliyorlar.
Bazen kafama takılıyor: Tanrı bize dargın mıdır nedir? Hep bu kafirlerden yana çıkıyor. Taraf tutmasa bile, ona bunca bağlı olan, bizleri de hiç koruyup gözettiği yok. Halbuki bu dehşet ortamında bile ibadetimizi yapıyor, namazımızı orucumuzu ihmal etmiyoruz. Haydi orucu, zaten yiyecek bir şey bulamadığımız için tutuyoruz, diyelim, namazımızı niyazımızı da terk ettiğimiz yok ki. Hoş bu kıyamet ortamında, ibadet etmekten başka yapacak bir şey de gelmiyor elimizden ya. Ölüme de bu kadar yakın olunca, hiç olmazsa ahreti kurtarmaya bakıyoruz galiba.
Ama bazen, durup şöyle bir düşününce: 'Yoksa, bizler mi, atalarımız mı, her kimlerse, farkında bile olmadan, çok büyük bir günah işledik de ondan mı, bu cehennem hayatını yaşatıyor Allah bize' diyorum. Tanrının, Cehennemi Dünyaya taşımasına sebep olacak kadar büyük bir günahımız varsa, ahrette de boku yedik demektir. O zaman, tek tesellimiz olan, şehit olup Cennete gitme, ümidimiz de boşa çıkacak ki, işte o zaman yandık ki ne yandık.
Bütün bu hengame içinde tek tesellim, düşman kurşunu ile şehitlik mertebesine erişip, bu dünyada bulamadığım mutluluğu ahrette yakalama ümidi idi. Gel gör ki Tanrı buna bile izin v ermedi. Karanlıkta, sığınacak bir delik ararken, kaza ile düştüğüm derin bir çukurda, yıkıntı betonlarından fırlamış bir inşaat demiri, karnıma öyle bir saplandı ki ucu sırtımdan dışarı fırladı. İşte bu yüzden, şehit olma ümidimiz de boşa çıktı, boku bokuna ölüp gidiyoruz şu karanlık çukurda. Düştüğüm bu berbat delikte, kendi kendime, acı içinde kıvranarak can verirken, artık bütün ümidimi de kaybetmiş bulunuyorum.
Doğrusu istenirse, insanlardan, hatta Tanrıdan bile ümidimi kestiğim şu son saatlerimde, Dünyayı bizimle paylaşan, insanlardan daha temiz yürekli, gerçek hayvanların mevcudiyeti, son bir teselli ışığı imiş gibi geliyor bana.
Yavaş yavaş ölmekte olduğum şu son dakikalarda, bu sabah gördüğüm bir şeyi hatırlamam, garipsense de, bu berbat sonda, beni rahatlatan bir teselli bulduğumu söylemeden edemeyeceğim. Evet, karşılaştığım hadisenin, benim için, normal şartlarda, hatırlanamayacak kadar küçük, hatta önemsiz bir anekdot olmaktan öte bir anlamı olmazdı bile diyebilirim. Herkesin kendi derdine düştüğü şu kıyamet ortamında, pisi pisine ölüp giderken, bir sokak köpeğinin, davranışında yakaladığım ümit ışığına şaşmamak lazım.
Düşmanın çok yakınımda olduğu bir takipten kaçıyordum. Harabeler arasında, ölü bir kadının yanında, artık ağlaması bile kesilmiş bebeği de cansız gibi yatıyordu. Birden bire, nereden çıktığını fark edemediğim kocaman bir sokak köpeği, hâlâ canlı olduğu anlaşılan bebeğin üstüne yatıp hem bebeği gözlerden gizledi, hem de artık ölmüş olduklarına inandırmak istercesine, öylece ölü gibi uzandı kaldı.
Benim öyle, bebekle filan oyalanacak halim yoktu zaten, can havli ile panik içinde kaçmaktan başka şey düşünemiyordum. Arkama bile bakmadan, kaçtım oradan. Zaten o sayede de oracıkta öldürülmekten kurtulabilmiştim. O an için kurtulmasına kurtulmuştum ama, ne yazık ki, bu kurtuluş benim şehitlik mertebesine erişme şansımı kaybetmeme sebep olmaktan başka bir boka yaramadı ya, o da başka. Her neyse, bir kaç saat sonra, yolum gene oralara düştü. Gördüğüm manzara beni biraz şaşırttı ama, pek de ilgilenecek durumda da değildim doğrusu. Neyse, onlarla tekrar karşılaştığım sırada, o dişi sokak köpeği, sahiplendiği bebeği, bacaklarının arasına almış emziriyordu . Ölü anneden de oldukça uzaklaşmışlardı. Köpeğin, o insan yavrusunu, bulundukları o kuytu köşeye nasıl getirdiğini hâlâ da anlayabilmiş değilim. Bebeği, peşimdeki düşman askerlerinden saklamayı başardıktan sonra, onu şimdi bulundukları, daha emin ve muhafazalı yere kadar taşımayı da başarmış, kendi sütü ile besleyerek hayatta kalmasını da sağlamıştı. Ben geçerken de öyle bir dikilişi, dişlerini göstererek öyle bir hırlayışı vardı ki, valla ürktüm, daha fazla yaklaşamadım onlara.
Bu sokak köpeği, hayvanlığını göstermiş, anasız kalmış bu insan yavrusunu sahiplenip koruması altına almıştı. Sonrasında ne olduğunu, bu koruma ve sahiplenmeyi ne kadar zaman sürdürebildiğini, hiç bir zaman öğrenemeyeceğim tabii. Ama bu pek de önemli değil aslında. İnsanlardan ümit kesmiştim ama, Dünyada hayvanlar da vardı.
İnanılır gibi değil ama, aylardan beri, ilk defa gülümsediğimi fark ettim; hem de acı içinde, son nefesimi vermekte olduğumdan emin olduğum bir sırada..
Özcan Sungurçetin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
KIR KAHVESİNDE
Saat altı oldu. Ne gelen var ne giden. Saat beşte buluşacaktık oysa. Hiç aksatmazdı, hiç bekletmezdi beni. Hatta hanım olmasına aldırmadan benden erken bile gelirdi çoğu zaman. Aman, sorun etmeyeyim, gelir nasıl olsa.Tam 5 yıldır buluşuyoruz onunla burada. Her ayın ilk cumartesi saat beşte. Kamil Usta'nın kır kahvesinde. Bir patika yoldan geçerek gelirsiniz buraya. Adeta ağaçlar eşlik eder size yol boyunca. Ve birden sağda karşınıza çıkar. Kamil Usta Kır Kahvesi. Bir tarafı yola bakar, bir tarafı ormanlık bir yamaca. Hem yazlığı vardır hem de küçük bir kışlığı. Yazı nedense daha çok severim ben. Yemyeşil çim üzerine serilir masalar, arkada küçük bir çay var. Zaman zaman ben o çayın buz gibi berrak suyunun yanına koydururum masamı. Su sesi, çiçek, ağaç kokuları ve karşımda sen… Hafif hafif esen ve estikçe koklamaya doyamadığım muhteşem kokular ve yine sen. İşte budur bence en büyük mutluluk. Kamil Usta da iyi tanıyor artık bizi. Burada oturduğumuz süre boyunca, defalarca çalar bizim şarkımızı. Sonra da tavşankanı çayımızdan getirir. Ben içerim, sana bakarım kaybolurum o gözlerinin derinliğinde. Ve çayım bitince o yeniden getirir. Ve sürekli aynı şarkımızı çalar, çalar. Taa ki biz gidene kadar. Pek fazla müşterisi olmaz Allahtan Kamil Usta'nın. Olanlar arasından şimdiye kadar şikayetçi olanını da görmedim. Acaba, Kamil Usta gizliden konuşur mu onlarla, bizden habersiz.?
Saat altı buçuk oldu. En az beş kere aradım onu, kapalıydı cebi. Hayır, unutmuş olamaz.
Oysa ne güzel bir günde tanışmıştık onunla. Tam beş yıl önce.
Bir alışveriş merkezinde çalışıyordu. Cep telefonu ve elektronik reyonunda. Ben dalgın dalgın dolaşıp, cep telefonlarını inceliyordum. Amacım da alışveriş değil, daha çok zaman geçirmekti. Ve birden inanılmaz tatlılıkta bir sesle,
"Buyurun, beyefendi! Yardımcı olmamı ister misiniz?" dedi. Duyduğum bu güzel sese doğru dönünce, ne göreyim? O, evet o... Hayallerimi süsleyen ve devamlı düşlediğim kadar güzel. Hatta daha da güzel. Bembeyaz bir takım vardı üzerinde. Beyazlar içinde gerçek bir masal prensesiydi adeta. Bu prensesi görünce, çok utangaç olmama karşın, birden kendimi yanına gitmekten alıkoyamadım. Tüm cesaretimi toplayıp, her şeyi göze alarak, amacımın askıntı olmak olmadığını sadece tanışmak istediğimi samimi bir biçimde söyledim. Bunu öyle söylemişim ki "Neredeyse yalvarıyordun." dedi bana daha sonra.
İşte böyle başlamıştı bizim hikâyemiz. Ama, sonra bilinen gelişmeler, sevdim ve sevdi. Ne kadar da mutluyduk. Ailesi karşı çıkmıştı bizim birleşmemize. Onları ikna ettik, mücadeleler verdik. O İstanbul'da edebiyat eğitimi görüyordun ben ise Bursa'da iktisat okuyordum. Bunu için, burada buluşup saatler geçirmek onunla, oradan da sabahlara kadar gezmek birlikte, inanılmaz bir keyifti. Nasılda geçerdi zaman ,sanki onunla iken akar giderdi kum taneleri gibi.Ya, ben öyle mutlu olurdum ki hiçbir derdim kalmazdı aklımda.Parasızlık,sınavlar,babamın rahatsızlığı hiçbir sorun kalmazdı ,uçar giderdi hepsi kafamdan ,taa ki ondan ayrılıncaya kadar.Bu kez de binlerce ton artardı sorunlarım.Çünkü,onun hasreti ve gelecekte birleşememe kaygıları bir ağaçkakan gibi kemirirdi beynimi.Veya bırakırsa ,terk ederse beni hani olur ya bir başkasını benden daha çok severse. Ama, yine de sevecektim ben onu ömür boyunca.En önemli olan onun mutluluğu ve onun kararlarıydı,benim için.Yeter ki onun iyi olduğunu ve mutlu olduğunu bileydim o da yeterdi bana.Nelerden bahsediyorum ben şimdi.Geçtik o aşamaları çoktan.Artık,mutluluk bizim hakkımız .
Ama, neden gecikti bu kadar? Telefonu da kapalı. Ne yapsam, nasıl ulaşsam ona, bilemiyorum.Aklıma kötü şeyler geliyor.Arayan o olsaydı. Sesinden "seni sevmiyorum" sözünü duysaydım. "Senden nefret ediyorum, bıktım…" sözünü. Ama arayan o olsaydı. Ağlamazdım. Gözümdeki yaş olacağını bilsem ağlamazdım namertimVe işte telefonum çalıyor.Yaşasın onun numarası ,arıyor.Evet,buyrun neeeee!.. Evet, buyrun neeeeeeee! Olamaz! Trafik kazası mı?
İmkansız! Olaaaaaaammazzzzzzzzz! Ve bin kere arabanın altında kalan ben olsaydım. Bin kere ölseydim onun yerine. Ölmeseydi.Ölmeseydiiiiiiiii!...
Mehmet Salih
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Bu makale, 11 Eylül'le ilgili bütün hadiselerin, Amerikan hükümeti ve aracıları tarafından planlandığını ve uygulamaya konulduğunu gösteren delillerin bir özetini sunar.
Öncelikle, olayın Hükümet versiyonun iddia edildiği gibi doğru olduğunu, yani 19 Arap'ın dört uçak kaçırdığını ve bunlardan üçünü binalara hedeflediğini, diğerini de boş bir alana çarptığını farz edelim. Birazdan göstereceğim gibi, olan bitenin hepsi bundan ibaret değil, eğer öyle olsa bile, Hükümetin bununla ilgili önceden bilgi sahibi olduğunu ve hadiselerin gerçekleşmesine kasıtlı bir biçimde müsaade ettiğini gösteren sağlam kanıtlar var. Bu kanıtları anlamak için, olayın Hükümet versiyonunun ne olduğunun bilinmesi gerekir. En başta, ABD hükümetinin o günle ilgili resmi tutanaklarına bakalım.
American Airlines'a ait, 11 uçuş numaralı, kuyruk numarası N334AA olan bir Boeing 767 uçağı kaçıranlarla birlikte toplam 92 kişiyle, Boston'dan kalkıp Los Angeles güzergahında seyretmekteyken, 5 Arap tarafından kaçırıldı. Uçak öğleden önce saat 8.25 ya da daha öncesinde kaçırıldı ve saat 8.46'da Dünya Ticaret Merkezi'nin kuzey kulesine dalış yaptı.
United Airlines'a ait, 175 uçuş numaralı, kuyruk numarası N612UA olan bir Boeing 767, uçağı kaçıranlarla birlikte 65 yolcusuyla, American Airlines'a ait 11 uçuş numaralı uçakla aynı rotada devam ederken, 5 Arap tarafından kaçırıldı. Uçak öğleden önce 8.55 dolaylarında kaçırıldı ve 9.03'de Dünya Ticaret Merkezi'nin Güney Kulesi'ne vurdu.
Kuleler daha sonra, uçakların taşıdığı yakıtın kulelerin çelik kaplamalarını eritmesi sonucu çöktü.
American Airlines'a ait 77 uçuş numaralı, N644AA kuyruk numaralı bir Boeing 757, uçağı kaçıranlarla birlikte içinde bulunan 64 yolcusuyla Dulles Havalimanı'ndan kalkıp Los Angeles rotasında seyrederken, 5 Arap tarafından kaçırıldı. 8.55 dolaylarında kaçırıldı ve 9.45'te Pentagon'u vurdu.
United Airlines'a ait 93 uçuş numaralı, N591UA kuyruk numaralı bir Boeing 757, uçağı kaçıranlarla birlikte içinde bulunan 45 yolcusuyla Newark'dan (New Jersey) kalkış yapıp, San Fransisco rotasında ilerlerken, 4 Arap tarafından kaçırıldı. 9.45 sularında kaçırıldığı ve 10.10'da Pennyslvania'da boş bir arazide parçalandığı biliniyor.
Bu zaman aralıklarında yetkilileri suçlanmaya değer kılan anormallik, Amerikan hava gücünün tek bir avcı jeti (İngilizce adıyla "fighter jet") bile kaçırılan uçakların engellenmesi için seferber etmemesidir. (Bkz. http://911research.wtc7.net/essays/911revealed/#airdefense )
Havacılık yönetmeliklerine ve tarihsel örneklere dair yapılacak küçük bir araştırma, o uçakların her birinin çarpmayı hedefledikleri yerlere yakınlaşmadan önce avcı jetler tarafından engellenmesi gerektiğini gösterir. Tek bir avcı jetin bile seferber edilmemiş olması, yalnızca rutin hava savunma prosedürlerinin sistematik olarak ülke çapında durdurulmuş olmasıyla açıklanabilir. Federal Havacılık İdaresi (FAA) yönetmelikleri, herhangi bir uçağın gitmesi gereken güzergahından sapması veya Hava Trafik Kontrolü (ATC) komutlarına ya da kendisiyle kurulmaya çalışılan iletişim çabalarına cevap vermemesi durumunda, otomatik olarak acil durum çağrısı yapılacağını belirtir. Bunun nedeni, hiçbir art niyetten şüphelenilmese bile, bu uçağın diğer uçaklar için tehlike oluşturmasıdır. Eğer Hava Trafik Kontrolü acil bir durumun varlığından şüphe duyarsa, bu tüm birimlerce ortak olarak ele alınır. (Bkz. http://standdown.net/ )
Hava Trafik Kontrolü bir acil durum tespit ederse, uçağın engellenmesi, problemin ne olduğunun öğrenilmesi, ve uçağın tekrar doğru güzergahına yönlendirilmesinin sağlanması gibi bir dizi açıkça belirtilmiş prosedür üzerinden NORAD'a (Kuzey Amerika Hava Savunma Komutanlığı) bir avcı jetler eskortu gönderilmesi talebinde bulunur. Eğer uçağın pilotunun birlikte hareket etmekten kaçındığına inanılırsa, düzenlemeler, avcı jetlere uyarı amaçlı havada duman bırakan mermilerle ateş açma, uçağın yanı başına kadar sokulma, uçağı istenen uçuş yoluna zorlama- hatta çok uç durumlarda uçağı vurarak düşürme gibi bir dizi daha agresif karşılıklar verme hakkını tanır. Avcı jetler, ya en yakın hava üslerinden gönderilir ya da ikinci şık olarak deneme uçuşu yapan pilotlar uçağın engellenmesi için yönlendirilir. Avcı jetleri göndermek sadece bir iki dakika alır ve bu süreç o kadar rutin bir haldedir ki, 11 Eylül'e kadar ki bir yıl içerisinde Amerikan semalarında haftada ortalama 1.6 oranında böyle olaylar olmuştur. Kaçırılan uçakların uçuş güzergahlarına ilişkin hava sahalarının yeri hakkında yapılan bir araştırma, kaçırılan uçağın bir yere vurmadan engellenmesi gerektiğini göstermiştir. Ama Pentagon vurulduktan sonra bile hiçbir avcı jeti gökyüzüne gönderilmemiştir. (Bkz. http://home.pacbell.net/skeptica/9-11list.html )
Bununla ilgili en görülmeye değer örnek Pentagon'a uçak çarpması olayıdır. Saat 9.03'e kadar iki uçak zaten Dünya Ticaret Merkezini vurmuştu ve Pentagon'u vuracak uçağın 42 dakika daha uçmasına izin verildi, tabiî ki de Washington'a doğru, ve de dünyanın en güçlü hava gücünün umurunda olmadan. Pentagon'dan sadece 10 dakika uzaklıkta Andrews Havaüssü vardır. Dev bir donanıma sahip bu üs, Washington ve civarının hava savunmasından sorumludur ve kendi içerisinde sadece bu güvenlik işlevini yerine getirmesi için sürekli olarak teyakkuz halinde bulunan iki hava filosu bulundurur. Bunun nedeni ise, Beyaz Saray'ın, Eyalet Meclisi'nin, Capitol'un, ve de şehrin sivil vatandaşlarının tehlike altında bulunma ihtimalidir. Bu durum hiçbir zaman öngörülmemiş bir olasılık olmamıştır. Simülasyon yoluyla Pentagon geçmiş iki yılda, iki defa spesifik olarak bir uçak çarpması hadisesinin alıştırmalarını yapmış ve onlarca yıldır kaçırılan bir uçağın Beyaz Saray'a olası bir intihar dalışı yapma problemiyle boğuşmaktadır.
11 Eylül günü, yetkililer yaklaşık olarak bir saat kadar öncesinden Pentagon saldırısının uyarısını almışlardı ve art niyet taşımadığı bilinen basit bir uçağın kazara rotasından sapması durumunda bile otomatik olarak uygulamaya konan standart süreçleri ihlal ederek tüm hava gücünü üstte beklettiler.
NORAD, ilk başta hiçbir avcı jetini yollamadığını kabul ettikten sonra, -çünkü meğer böyle bir şeyin olabileceğini hayal edememişler- hikayeyi bir hafta sonra aniden değiştirerek, 130 mil ötedeki Langley havaüssünden avcıları yolladığını ama avcıların olay yerine zamanında varamadığını öne sürdü. Eğer avcılar gerçektende Langley'den gönderilmişse, o halde nasıl oluyor da avcıların yollanması emrini veren NORAD, bundan bir hafta sonrasına kadar kendi verdiği emirden bihaber oluyor? NORAD tarafından verilen zamanlara göre, Langley avcılarının olay yerine zamanında varamaması için saatte 260 milin altında uçmuş olması gerekiyordu- kaldı ki avcıların yapabilecekleri maksimum hız saatte yaklaşık 1200 mil'dir. Andrews Havaüssü'nün sadece 10 mil ötede iki hava filosu varken- ve de özellikle yalnızca Washington ve civarının güvenliği için konumlandırılmışken- neden Langley Havaüssünden avcılar gönderilsin ki? (Bkz. http://www.AttackOnAmerica.net/IGNORAD.htm )
Daha acayip olanı, CBS haberlerinin, 14 Eylül günü Langley Havaüssü ile ilgili iddiayı, haberi, herhangi bir kaynağa dayandırmadan yayınlayan ilk kurum olmasıdır. 16 Eylül'de Başkan Yardımcısı Dick Cheney, hala Pentagon saldırısı öncesinde avcı jetlerinin bulunmadığı iddiasını savunuyordu ve NORAD, CBS'in haberinden haberdar değildi ve 18 Eylül'e kadarda haberdar olamayacaktı.
Bunun üzerine, o gün Andrews Havaüssü'nde hiçbir avcının bulunmadığını söylemeye çalıştılar ama o gün yerlerinde bulunmayan avcıların nasıl olupta Pentagon vurulduktan birkaç dakika sonra semadaki yerlerini almak üzere Andrews Havaüssü'nde hazır bulunduklarını açıklayamadılar ve de hala Başkent'e doğru yol aldığı bilinen devasa UA 93 uçağını engellemek için rahatlarını bozmadılar.
Hava gücü olup bitenler karşısında seyirci kalıyorken, iki resmi görevli ulusun savunmasından direk olarak sorumludur- Genel Kurmay Başkanı Richard Myers ve Başkan/Başkomutan George W. Bush. Amerika Başkanı George W. Bush meydana gelen dehşet karşısında, çıldırtan bir lakaytlık olarak tanımlanabilecek bir tutum sergilerken, Myers, bir uçağın Dünya Ticaret Merkezine vurduğunu duyduğunda, Senatör Max Cleland'la rutin bir toplantıyı başlatmak üzereydi. Myers sanki hiçbir şey olmamış gibi toplantıya devam etti. 18 dakika sonra ikinci uçak da vurduğunda, NORAD, en azından bir uçağın daha kaçırıldığını biliyordu, buna rağmen Myers ve Cleland toplantıya devam ettiler. Akabinde bu uçak Pentagon'u vurdu. Ama hala ısrarla toplantıya devam ettiler. (Bkz. 911review.org/Wiki/LEVIN_MYERS_NELSON.html )
Bu arada, Bush, Florida'daydı ve görüntüleri televizyonda yayınlanacak bir ilkokul ziyaretine çıkmak üzereydi. Bush, burada ikinci sınıf öğrencilerinin yaptığı okumaları dinleyecek, akabinde de ülkesinin yeni eğitim yasasıyla ilgili bir konuşma yapacaktı. Daha okula ulaşmadan bile, Dünya Ticaret Merkezi'ne yapılan ilk saldırıdan haberdardı. Çünkü, Bush'un makam arabası okula doğru yol alıyorken, Dünya Ticaret Merkezi'nin kuzey kulesi saat 8:46'da vurulmuştu. Ortada çok acil bir durum vardı ve Bush'un yapacağı okul ziyareti pekala iptal edilebilirdi. Ama Bush programına devam etti. Bush, ilk uçak çarpmasından 5 dakika sonra okulda olacaktı. (Bkz. www.thewebfairy.com/killtown/bush.html )
Bush, daha okula varmadan, NORAD, kendi belirttiği zaman dilimlerine bakılacak olursa, kaçırılan iki uçaktan daha haberdardı, bu, Bush'un da bundan haberdar olduğu anlamına geliyordu ama yinede o okula doğru devam etti. Okulun uluslararası bir havaalanından sadece 5 mil ötede olduğu ve Bush'un programının kamuoyu tarafından önceden biliniyor olduğu gerçeğini göz önünde bulundurursak, ki bu okulun da bir hedef olabileceği anlamına gelir, buna rağmen Bush okula vardığında, saldırılar hakkında hiçbir şey bilmiyormuş gibi davrandı. Bush sınıfa girmeden, NORAD büyük bir terörist saldırının yolda olduğunu açıkça biliyordu. (Bkz. http://www.sarasotamagazine.com/Pages/hotstories/hotstories.asp?136)
Saat 9.05 dolaylarında, Bush, küçük bir kızın, küçük keçisi hakkında yazdığı hikayeyi dinliyordu. Bu esnada, Beyaz Saray Genel Sekreteri Andrew Card sınıfa girdi ve ikinci bir uçağın Dünya Ticaret Merkezine vurduğunu ve "Amerika'nın saldırı altında olduğunu" Bush'un kulağına fısıldadı.
Bush, belli belirsiz bir şekilde kafasını salladı ve bundan sonra sınıfın yaptığı okumalara gülerek, espri yaparak, çocukların okuma yeterlikleri hakkında cesaretlendirici sözler söyleyerek bir 25 dakika daha devam etti. Bush, bir muhabirin kendisine New York'da olup bitenlerle ilgilenmesi gerektiğini söylemesi üzerine, muhabiri sert bir biçimde azarladı ve şimdi bunu konuşmanın sırası olmadığını söyledi. Bu arada, Bush, sınıfta başka hiç kimsenin bilmediği bir şeyi biliyordu- gökyüzünde serbest bir şekilde uçan bir uçağın daha olduğunu. (Bkz. http://www.whatreallyhappened.com/9-11bushbooker.html )
Saat 9.30'da, AA 77 uçağı Washington'a doğru rahatsız edilmeden son derece rahat bir şekilde uçarken, Bush, (o günkü programında olduğu üzere) okuma yapan sınıftan ayrılıp, ulusa son derece gereksiz bir konuşma yaparak daha fazla zaman kaybetti. (Bkz. http://www.AttackOnAmerica.net/BushAtEmmaEBookerSchool.mov )
Bush konuşmasında, "sorumluların izini bulup onları cezalandırmaya" söz veriyorken, dinleyicilerinin hala farkında olmadığı ama kendisinin bildiği, havada serbest bir şekilde dolaşan uçakla ilgili bir şeyler yapmak için alakadar görünmüyordu. Tam Pentagon vurulduğu zaman, Bush okuldan ayrılıyordu.
Daha sonra, devam etmekte olan krizin farkında olupta buna rağmen okula gitmekte ısrar etmesini örtbas etmek için, Bush, ilk uçağın Dünya Ticaret Merkezi'ne çarptığı zaman okulda olduğu yalanını uydurup, sabahki durumuyla ilgili yalan bilgiler verdi. Bu yalan, egemen medyanın popüler mitolojisinde yerini almıştı bile. O sabahki hareketlerinin üstünü kapatmak için yalan bir hikaye bulmaya çalışırken, Bush, ilk çarpmayı okuldayken TV'den canlı olarak seyrettiğini ve bunun bir kaza olduğunu düşündüğünü dikkatsizce söyleyiverdi. Bu da bir yalandı çünkü ilk uçak çarpması hiçbir zaman canlı olarak televizyondan verilmemişti. Canlı olarak verilen İkiz Kuleler'e ikinci uçak çarpması hadisesiydi. İkinci olarak, ilk saldırı olduğunda, Bush makam arabasıyla okul yolundaydı. Aynı anda hem makam arabasında olup, hem de okuldaki TV'den olayı nasıl seyredebildi? Üçüncü olarak, eğer Bush ilk çarpmayı okuldayken canlı olarak gerçekten seyretmişse, o zamanda Bush okula vardığında programını bir tarafa bırakıp televizyonun açılmasını mı istedi? O halde saldırıyı önceden biliyordu, bilmiyorduysa, bu nasıl tesadüfdür ki, teröristler saldırıyı yapmak için imkansız bir şeyi, Bush'un durduk yere televizyon izleme isteğini beklediler. (Bkz. http://www.serendipity.li/wot/bushflub.htm)
Arkası yarın
Mehmet Polat
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Leyla Ayyıldız Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 6.988 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Ben Ölünce
sevdim
sevdanın müspet yenilgisinden
inadına kaçarken
aşık oldum
çözemedim
neden parlamak varken
hep bulanıktı ışıklı gözler
kahır
düşlerimin gerçeği olunca
her gece vatanına göç eder
aşk topraklarında yürürdüm
sisli bir görüş olurdu yokluğun
belki hüzün
biz fotoğraflarında
ayrılıktan kalma
tuhaf bir ölüm
şimdi ise
duygularımın dörtte biri sitem
aşk tükenmez bir ıstırap
her gidişinde
ateşin kor rengindeki ellerin
değince ellerime
vakit
vuslatsızca bir ölüm olur
mavileşirdi kanatlarım
gözlerin
ah o sevdiğim gözlerin
konuşurdu yerime
tek nedeni
hep kendine isyan
ben ölünce
içinde bir yerlerde
cesedimi suya kaldırıyorlar
korkma..!
artık
yüzebiliyorum
"İnsan dediğin; bir kez doğar, bir kez ölür. Yaşarken ölenler ise; her ölümden sonra, yeniden doğmayı öğrenenlerdir…"
Gülcan Talay
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
İnternet ortamında oyun oynamayı sevenlere flash oyunların bol bulunduğu sıkı bir arşiv daha tavsiye ediyorum http://www.theflashgamer.com/ iyi eğlenceler.
Fıkra severmisiniz? ben severim ama iyi anlatan olursa tabiki. Kendinize fıkra anlatmak konusunda güveniyorsanız ve fıkra arşivine ihtiyacınız varsa http://www.erenet.net/fikralar.php buyrun size birbirinden eğlenceli fıkralar.
3D animasyonların nasıl yapıldığını merak edenlere, detaylı olarak güzel örneklerin anlatıldığı bir web sayfası http://www.biomotionlab.ca/index.php Başlangıç aşamasından itibaren bir çok detayı bulabileceğiniz bir ortam.
T-shirt'ünüzün üzerinde ne yazmasını istersiniz? http://www.noisebot.com kısayolundaki örneklere bakarak seçiminizi yapabilirsiniz.
http://www.hakia.com
Bomba gibi bir arama motoru geliyor. Ve bunun bizler için bir başka önemi daha var. Hakia nın kurucu bir Türk, Dr. Rıza C.Berkan. Diğer arama motorlarından farklı olarak anlam tabanlı bir yapı oluşturuluyor. Örneğin "Yarın hava nasıl olacak?" diye soru sorup anlamlı cevap ve adresler bulacaksınız. Şu anda %40 kapasiteyle çalışıyor. gerçek servise girişi Sonbahar olrak planlanıyor. Eğer başarılı olursa gurur duyacağımız bir olay olacağı muhakka.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|