|
|
|
8 Eylül 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Deli Dumrul'lar memleketi!.. | Merhabalar,
Eskiden daha hoşgörülüydüm. Ya da korkaktım. Evet doğrusu bu, korkaktım. Yaşlandıkça insan kendini daha bir rahat hissediyor olmalı ki, etrafında oynanan oyunlara seyirci kalmakta zorlanıyor. Bugün başımdan geçeni size anlatmaya karar verince kafamdan türlü senaryolar geçmeye başladı. Olayı daha anlaşılır kılmak için nasıl bir benzetme yapsam diye düşündüm yol boyu. Sonunda buldum da galiba.
"Binbir Gece masallarındaki bir köyde geçiyor öykümüz. Köyü kasabaya bağlayan tek köprünün üzerine Deli Dumrul çilingir sofrası kurmuş gelenden geçenden haraç alıyor. Geçmeyeceksin de ne yapacaksın. Köy geçimini topraktan sağlıyor. Buğday ekiyorlar, hasattan sonra köyün dört yanına dağılmış değirmenlerde un yapıyorlar. Hem satıyor hem de yiyor, geçinip gidiyorlar. Ya da onlar öyle sanıyorlar. Günün birince Cemal Ağa üç beş eşek yükü buğdayı değirmenin birine getiriyor. "Değirmenci, al bundan un yap, hakkın olan 10 kiloyu al kalanını da bana ver." diyor. İş bitince değirmenci Cemal Ağa'ya haber salıyor, gel ununu al diye. Cemal Ağa tarlada işi olduğundan eşekleri oğlunun eline tutuşturuyor ve değirmene yolluyor. Değirmenci oğlanı görünce hazırladığı çuvallardan birini alıp tekrar içeri atıyor. Oğlan soracak oluyor. Değirmenci; "Hopp, yeni kural böyle. Baban gelip unları alsaydı sorun yoktu ama sen gelip aldığın için bu çuval da benim hakkım." diyor. Oğlan da lanet olsun deyip değirmenden çıkıyor."
Kötü bir hikaye oldu biliyorum ama ne kadar saçma ise o kadar da gerçek. Efendim bugün bir çek tahsilatı için, bugünlerde "biz buradayız" diye bas bas bağıran en kocaman bankamıza uğramam gerekti. Sorun olmasın diye de özellikle hesabın olduğu şubeye gittim. Bir acemi çocuk yaklaşık 20 dakika getirdiğim belgelere baktı. 4 kere arkaya birilerine gitti. Sonunda döndü "Efendim sizden masraf almak zorundayım." deyiverdi. Elim ayağım boşandı tabi. Miktar önemli değil de, ne masrafı yahu? Şubenin hatırı sayılır bir müşterisi çek kesiyor. Çeki alan adam, paranın olduğu şubeye gidiyor. İki tıkta hesaba ulaşıyorlar, çekmeceyi açıp parayı ödüyorlar ama "masraf" adı altında miktara bağlı olmayan bir komisyon alıyorlar. Yani 5.000 lira da alsanız, 100 lira da alsanız masraf 21 YTL. Tabi ki muhatabım gence ve onun amirine soruyorum "Neden?" diye. Cevap şu; "Efendim 1 yıldır kural böyle. Aynı şubenin çeki de olsa bu masrafı alıyoruz. Tek istisnası, eğer hesabın sahibi(Cemal Ağa) gelip kendi çekini bozdurursa(ununu alırsa) masraf alınmıyor." "İyi de birader" diyorum, "adam kendi hesabından para çekecekse niye çek yazsın, gelir alır, alamaz mı?" Buyrun cevap; "Alır tabi ama isterse çekte kesebilir." Oldu.
Sinekten yağ çıkarmak böyle birşey olsa gerek. Tabi ben kuralın herkese uygulanmadığını da biliyorum. Beni biraz iri görünce paralı sandılar zahir. İşte kimi köprüyü tutmuş haraç alıyor, kimi elin mahkum ocağına düşeceğin yere tezgah kurmuş soygunculuk yapıyor. Ne diyelim? Deli Dumrul'unuz bol olsun.
...
Bugün "Dost Meclisi"nde oldukça anlamlı, gerçekten çok daha gerçek bir yazı bulacaksınız. Gazi olması bir yana, iyi bir yazar olduğu belli bir emekli astsubayımızın haykırışı. Kayıtlara geçmesi, okumayanların okuması için de yayınlamak istedim. Birilerine yan gelip yatmanın ne demek olduğunu hatırlatması için mutlaka okuyun, okutun.
...
Bugün sunucumuzda yapılacak bir bakım nedeniyle dükkanı erken kapatmak zorundayım. Giderken pikaba komşudan bir şarkı koyuyorum. Despina Vandi söylüyor, Be Happy. Güzel bir hafta sonu dileğiyle hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan O GÜN HİÇ BİR ŞEY OLMADI |
|
O gün hiçbir şey olmamıştı. Sadece çok sıcaktı… Salkım söğüdün gölgesinde, hatta deniz kıyısında olmak bile terden sırılsıklam olmamı engelleyemiyordu. Güvercinlerin bir kısmı çınarın dallarına tünemiş, bir kısmı ise masaların arasında geziniyordu. Hepsinin gagaları açık, kanatları yanlara doğru sarkmıştı. Bir gece önce televizyonlar yarın havanın açık ve az bulutlu otuz dört derece ama yüksek nemle birlikte hissedilen sıcaklığın kırk derece civarında olacağını söylemişti. Mecbur kalınmadıkça on ile on yedi saatleri arasında sokağa çıkılmamasını öneriyor, özellikle yaşlıların ve çocukların sıcak havadan olumsuz etkilenebileceği uyarısını yapıyorlardı. Çok sıcaktı… Neredeyse sıcaktan ağaçlar bile terleyecekti.
O gün hiçbir şey olmayacaktı. Oyunun son perdesi anlamsız replikler ve maskeler takılmış yüz ifadeleriyle oynanacaktı. Sen gelmeden önce nasıl oldu bilmiyorum ama bunu hissettim. Çok az konuşacaktık. Her zaman aklımızdan geçirdiklerimiz, söylemeyi düşündüklerimiz yine içimizde kalacaktı. Seni parka, kayıkların önünden geçip bana doğru gelirken gördüm. Yanında Neslihan vardı. İkiniz bir şeyler konuşarak yürüyordunuz. O bizim oturacağımız çay bahçesine gelmeden senden ayrıldı. Neslihan ayrılınca birden ciddileştin. Bakışların donuklaştı, kaşların iyice çatıldı. Gözlerin parkta beni ararken yüzünde biraz evvel gördüğüm o yumuşacık ifadeden eser bile kalmamıştı. Sanki bakışlarını, gülüşünü yani az önce gördüğüm bütün yüz ifadeni silip atmıştın.
Beni görmen için sana elimi salladım. Sandalyeye sıcağa rağmen dimdik oturdun. Mesafeli, benden uzakta ve temkinli olduğunu hissettiriyordun. Sana çay söyledim. Yanımızdan geçen çocuktan kendime simit aldım. Sana da sordum ama sen istemedin. Bakışlarından "Boş ver şimdi simidi, çayı falan… Ne söyleyeceksen söyle de bir ön önce ben gideyim." der gibiydin. Seni uzun zamandır tanımasam soğukluğunu ve mesafeli oluşunu anlayabilirdim. İçim eziliyor, canım yanıyor ve öfkeleniyordum. Ama ben de senin gibi davranmaya karar verdim. Öfkemi gizleyip ne söyleyeceğini beklemeyi seçtim.
Her zamanki gibi yine dayanamayıp ilk konuşan ben oldum. Konuşmaya başlamadan önce üzerimize sinen bu gerginliği azaltmaya çalıştım. Böyle bir ortamda konuşabilmek, birbirimizi anlamaya yönelik çaba içinde olabilmemiz imkânsızdı. Simidin gerçekten sıcak ve çıtır olduğundan, kapri pantolonun rengini çok sevdiğimden, bunaltıcı havalardan falan söz ederek bir konuşma ortamı yaratmak istedim. İşlerinin nasıl olduğunu, denize gitmek için zamanın olup olmadığını sordum. Her söylediğimi kısa cevaplarla geçiştirip, konuşma ortamı oluşmasını engelledin. Arsız bir güvercin o esnada simidin susamlarını yiyebilmek için masamızın üzerine çıktı. Eskiden olsa korkardın, geri çekilir elini kolunu sallayarak korunmaya çalışırdın. Hiç kımıldamadın. Sadece güvercine baktın. O da masanın üzerinde kısa bir tur atıp bir şey bulamadığı için uçup gitti. Güvercinin ayağının birinin pençeleri eksikti. Elektrik teline veya bir ipe dolaşıp kopmuştur diye düşünmüştüm.
O gün orada kayda değer hiçbir şey olmamıştı. Çünkü biz konuşamıyorduk. Ayrıca sen gözlerini benden kaçırıyordun. Konuşamadığımız için olacak ikimiz de gelip geçenleri seyrediyor, çay bahçesinde oturanları ilgisiz bakışlarla süzüyorduk. Hiçbir şeye dikkatlice bakmıyorduk Görüntüler sadece gözümüzün önünden karartılar gibi gelip geçiyordu. Küçük bir esinti birkaç kere salkım söğüdün yapraklarını okşayıp geçti. "Esecek galiba, keşke esse bari." dedim. Onaylamanı ya da "Evet, azıcık essin…" demeni bekledim. Aldırmadın… Yüzüme bakmak, benimle konuşmak yerine tırnağınla başka bir parmağının ucundaki ojeyi sıyırmaya uğraşıyordun. İzlediğim filmlerin birinde "Erkekler kadınlarla konuşmak için kendilerini paralarlar. Oysa ne söylediklerinin hiçbir önemi yoktur. Önemli olan kadının onu ilgi duyup duymadığıdır."diyordu. Kadın başını çevirip baktığında, karşısındakini dinlemeye değecek kadar çekici buluyorsa bir şansınız vardır. Gerisi davul tozu, minare gölgesi…
Sakin görünmeye aşarı derecede çaba harcadığını o zaman anladım. Oysa boşlukta kaldığında ellerin titriyor ve yanakların seğiriyordu. Ellerin titremesin, onları avuçlarımın içine alayım, seveyim, sakinleştireyim isterdim. Çay bahçesi çok kalabalıktı ve bizi herkes tanıyordu. Hem bunu sende istemezdin. Buzların çözülür diye korkardın. Eğer anlatsan, konuşsan ölümün dışında her şeyi anlayabilirdim. Senin için yaşadığım kenti terk edebilir, hatta sigarayı bile bırakabilirdim. Kıyafetime özen gösterir, işlerime çeki düzen verebilirdim. İstemedin.
O gün salkım söğüdün altında hiçbir şey olmadı. Yaprak kıpırdamadı, deniz oynamadı. Küçük bir çocuk denizin kıyısına kadar koşup şimdi " Eyvah suya düşecek."dendiği zaman zınk diye durdu. Annesinin aklını başından aldı. Biraz konuşabilsek, bana biraz yardımcı olabilsen her şey değişebilirdi. Aklımda sana söylemek için hazırladığım güzel cümlelerim vardı. Ortam uygun değildi, o gün onları söylemek yersizdi.
Küçük köpeğin masaları dolaşıp şeker dilendiği gün hiçbir şey olmadı. Sadece hava çok sıcaktı ve çay bahçesi çok kalabalıktı. Teknelerin arasında yavru balık sürüleri dolaşıyordu. Denizanası mevsimi henüz başlamamıştı. İskeledeki çocuklar "Abi, bozuk para atsana çıkaralım." demişlerdi. Hiç bozuk param yoktu. Çocuklardan biri ötekilere;
- Ben size söylemiştim. Bu abi para atmaz, boşuna söylemeyelim.
Sokakların bir şarkıya saplantılı olduğu o gün seninle aramızda hiçbir şey olmamıştı.
Terden sandalyelerimize yapışmış gibiydik. "Şarkı "Çoktan masal olmuş aşk, Lale Devri çocuklarıyız biz, zamanımız geçmiş. "diyordu. Seninle ben daha çok "Çeşme önlerinde donamamız yakılmış, Küçük Kaynarca Anlaşmasını imzalamaya" mecbur kalmış gibiydik. Her şey senin elinde, her şey sana bağlıydı. Bir gülümseyiversen sıcaklar tatlı bir esintiyle kaybolurdu. Eskiden olduğu gibi biraz bıcırdasan öğlen uykusundan uyanır, tekneler gülümserdi.
Sonra durup dururken; "Bu gün hiç havamda değilim. Her şeyi yakıp yıkmak istemiyorum. Başka zaman konuşalım."dedin. O gün başka hiçbir şey söylemedin. Sadece hava çok sıcaktı. Radyolardan her saat başında anonslar yapılıyordu. "Lale Devri çocuklarınızı sakın güneşe çıkarmayın. Aşırı derecede su ve tuz kaybından dolayı hafızalarını yitirip kendilerini Fetret Devri çocukları sanabilirler." deniliyordu. Bu anonslar beni hiç ilgilendirmiyordu. Çünkü benim içimde sadece Cilalı Taş Devri çocuğu vardı.
O gün hiçbir şey olmamıştı. Sadece çok sıcaktı: İnşaatlarda çalışanlar bile uzun bir öğlen molası vermişlerdi. Çay paralarını verip masadan birlikte kalktık. O arkadaşlarıyla Karakum'a ben içimdeki Cilalı Taş Devri çocuğumla birlikte Şehir Kulübü bahçesinde oturan arkadaşlarımın yanına gittim. O gün orada anlatılmaya değer hiçbir şey olmadı.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Düğünümüz vardı Dostlar |
|
Ne zamandır bir düğünümüz olmamıştı. Şöyle aile efradımızdan birileri çıkıp; "Sizleri de aramızda görmekten...." diyen satırlara sahip mektuplar yollamayalı epey zaman olmuştu ( Tuğba ile Uğur örneği henüz saylanmaz ). Bu yaz 2 düğün 1 ölüm haberi ile sarsıldık. Hala'mı kaybettim, umarım o da kardeşi Baba'ma kavuşmuştur. Bir sünnet düğünümüz oldu, Turgutlu'da, Ege usulü kıvamında.
Sokak düğünlerini görmeyeli epey zaman olmuş kendi adıma. Kısaca; kıymetli ve nazik uzvundan fazlalık gelen bir parçanın atılması, atılan parçanın pilava katılması, erkek oldum diye at üzerinde etrafa caka satılması, sünnet düğününde takılan paralarla güzel oyuncaklar hayali peşinde yatılması diye özetlenebilir. Kızlarımız için herhangi bir törene rastlanmasına kimbilir kaç sene daha var acaba ? Öyle ya; bir taraf erkekliğe adım atıyor diyorsa; diğer taraf da doğurganlığa adım atıyor. Yıllar önce bir izlediğim bir Fransız filminde, baba, kızına en sevdiği sanatçı olan Gilbert Becaud'yu evine davet ederek bu güzel günü kutlamak için bir parti veriyordu. Erkek egemen bir toplumuz ya ne de olsa. Her neyse; sünnet mevlidi, tavuklu çorba, tavuk, pilav, üstüne tatlısı, ayranın tuzlusu, limonatanın buzlusu derken akşam oluverince soluğu okulun bahçesinde alıverdik. Okul bahçeleri çok amaçlı kullanımlara açılmış da haberimiz yok. Neredeyse tüm okulların bahçeleri dolu dizgin, her bahçede bir eğlencedir gidiyor, "anlaşılan yaz mevsimi de tası tarağı toplamış gidiyor" dedim içimden. Zira; okullar açılmadan önce bu sünnet işlerini bitirmekte fayda görür büyüklerimiz, böyle olur nedense hayırlısı. Bir türlü anlamam neden kış ortasında gitmez bu nesnenin yarısı ? Erkek olmaya aday diğer çocuklarımızın başına diyorum darısı...
En güzeli ise; anlamlı 30 Ağustos günü yaşandı bizim için. Kuzenim Levent'i de evliler kervanına dahil ettik, elbette kendi rızası ile ve hiç kimsenin baskısı altında kalmadan. Çok da güzel bir düğünümüz oldu, kendimiz çaldık, kendimiz piste daldık. Konya işi, tahta kaşıklarla ortalığı birbirine kattık. Yürü dediler yürüdük, fistanını sürü dediler sürüdük. Hele bilenler bilir, türkünün bir de "Hani ya da benim elli gram pastırmam pastırmam.." diye bir bölümü vardır ya ceibimizde ne var ne yoksa alınlara bastırası gelir insanın. Küçük oğlunu evlendiren Amca'm; düğün sahibinden ziyade gecenin en eğlenen adamını oynuyordu, çok da güzel çalabildiği tahta kaşıkları ve ayak figürleriyle. Zavallı Yenge'm ise tam bir düğün sahibesi rolünde, nerede bir aksama var orada.
Buca'nın Kaynaklar Köyü'nde, küçük ama sevimli bir deneme otelinin ( Birlik Otel ) havuzunun kenarında tüm hünerlerimizi sergiledik. Bir zamanların Kadın'dan Sorumlu Devlet Bakanı'mız Işılay Saygın ve eski Konak Belediye Başkanı Ahmet Sarışın tarafından nikahları kıyıldı gençlerin. Hatta Işılay Hn. bizim masamızda idi ama tek kelime dahi konuşma fırsatımız olmadı. Zira; bu düğün bizim düğünümüz, işimiz olmaz masada. Aklımız fikrimiz; bir de şunu çalsa da yerimize oturmaya fırsat kalmasa şeklindeydi. Neredeyse; yerimize de pek oturmadık, çalınmadık davul, vurulmadık tokmak kalmadı.
Slayt gösterisinde ilk iş hayatım için geldiğim İzmir'in, 1980'li yıllarında çektiğim bu fotoğrafımı görünce çok sevindim ve sizlerle de paylaşayım istedim.
Umarım; sevgili gelinimiz İpek ile en az bu fotoğraftaki halin kadar mutlu olursun Levent kuzenim. Darısı ağabeyin Cihangir'in başına. Gerçi; umutsuz vaka diyorlar ağabeyin için ama ben yine de böyle keyifli bir düğün daha istiyorum devrisi seneye.
Olmadı; Tuğba ile Uğur'a bakarız, o da olmadı; bizim Edi'nin sünnetine akarız. Sünnet olmazsa farz yaparız, maksat; "Düğünümüz vardı Dostlar" diyebilmek...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : Vedat Sümbül AŞKA AĞLANIR MELEK HANIM |
|
Seyir Defterimi Yırtan Melek'e
'Kılıç ipekte'
Aşk ayrılıkta sınanır , Melek Hanım...
Taşa çalınan kılıcın suyu çeliğinden ayrılır gibi
Ayrılığa çalınan aşk'ın, çekilir bütün denizleri...
Ağladığıma ağlama, aşk'a ağlanır.
Ben ağladım; aşk, ev yangınında aşklığını bildi.
Adımı adına çarpa çarpa büyüttüm aşk'ı;
Şimdi çırpınarak büyüyor yalnızlık, susa(n)dım.
Kesik kesik intihar tüküren evlerde,
O siren seslerini bekliyor kovduğun aşk.
Saksıda hasta bir çiçek, naylonu kemiriyor;
Ağlanacak aşk'a can suyu olmaya...
Portakal, limon ağaçlarının tenhasında bir engerek,
Tüm zehrini akıttı ağladığımız aşka.
Bu gayda seslerinin ortasında şimdi ben,
'Bin Hüseyin Ferhad birden olsam,'
Anlatamam ki senden kalan çöl'ü...
Kesersen eğer göğsüme akıttığım saçlarını,
Engereğin yalağından su içenlerden sakın;
Çanlar çıldırdığında kınalayıp benim için sakla...
Ve aşk'a ağla, yeşerir yüreğinin çöl'ü.
Vedat Sümbül
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Kahvenin Köpüğü : Melis Mine |
Açılış yazısı ilk başta yazılmalıydı aslında, yani ilk yazının - "izlence"nin - yayınlandığı geçen hafta. Hani bilinen, ama herhangi bir yerde yazılı olmayan şu bizim "hayatın akışına yön veren" kurallarımıza uygun olarak. "Giriş - Gelişme - Sonuç" olduğu gibi hemen her şeyde, burada da öyle olmalıydı derseniz yanıldınız… Çünkü bu yazıların sorumlusu benim. O yüzden her an amuda kalkıp ters köşelere başladık derken sonlara yol alabilirsiniz bu köşede. Sizden bu akışa müsaade etmenizi ve böylece kabul etmenizi rica ediyorum.
Bizler, yani keyfine düşkün olanlar - hemen hemen ülkemin tüm insanları - yemeklerden sonra şöyle bol köpüklü bir Türk Kahvesi'ne hayır demeyiz, eğer yeterince vaktimiz varsa. Ama illa ki bol köpüklü olacak! İşte bizim köşemizin adı da bu köpükte gelmedir efendim, nasıl ki Türk Kahvesi'ni ille de bol köpüklü tercih ediyorsak - var mıdır aksini seven? Varsa eğer affına sığınırım hepsinin… - hayatı da böyle keyiflerle dolu geçirmeyi tercih ettiğimize inanıyorum, tabi ki imkânlarımız el verdiği sürece. Ki sinema, tiyatro, müzik, resim, edebiyat, vb. güzel sanatlardır bu keyifleri bize yaşatan. Burada amaç sadece günceli değil, görülmesi ya da belki görülmemesi gerekenleri - benim gözümden bakarak tabi - tavsiye etmek keyfi seven kahve molası dostlarına. "Nasıl ki köpüksüz kahve içmiyorsak, bu güzelliklere değmeden de geçmeyelim bu dünyadan" anlayışını düstur edinip paylaşmak sevdiklerimizi, sevdiklerimizle… İşte bu yüzdendir ki, her zaman günceli görmeyeceksiniz bu köşede. Çünkü amacımız popüler kültüre kapılıp gitmek değil günlerin tortusunda güzel şeyler eklemek benliğimize. Uzmanlık alanım değil elbet hiç biri, ama elden geldiğince bilgimi ve ilgimi paylaşmaktan keyif duyacağım. Kimi zaman gösterimdeki, kimi zaman VCD / DVD formunda alıp izleyebileceğiniz filmleri; bazen tiyatro oyunlarını, bazen kitapları ve kim bilir, belki, resim heykel vb. sergileri ile ilgili yazıları okuyacaksınız bu köşede.
İşte! Başlıyoruz!
Bir fincan bol köpüklü Türk Kahvesi…
Afiyet olsun!
Melis Mine Şener ( Kısaca "Melis Mine")
#######
Babam ve Oğlum
Tür: Polisiye / Dram / Komedi
Gösterim Tarihi: 18 Kasım 2005
Yönetmen:Çağan Irmak
Senaryo: Çağan Irmak
Görüntü Yönetmeni: Rıdvan Ülgen
Müzik: Debbie Wiseman
Yapım: 2005, Türkiye , 108 dk.
Oyuncular: Fikret Kuşkan, Çetin Tekindor, Hümeyra, Şerif Sezer, Özge Özberk, Binnur Kaya, Yetkin Dikiciler, Ege Tanman
Acının tarifi var mıdır her zaman? Gözlerde gördüğünüzü kelimelere dökebilir misiniz, ne kadar usta olsanız da cümleleri şekillendirmede? Bir çocuğun hayallerinde kendi çocukluğunuzu yakalayabilir misiniz peki? Ya çocukluk yaşları hızla geride kaldığında, yaşanmışlara / yaşanmamışlara pişmanlıkların tarifini yapabiliyor musunuz?
Yıkılacak gibiyken gülümsemeyi ve güçlü durmayı başarabiliyor musunuz peki? Geçmişi geçmişte bırakıp kaybettiklerinize sırtınızı dönüp, yokluklarına alışmayı becerebiliyor musunuz? Gidenlerin önünde durulmayacağını öğrendiniz mi artık? Kırılan bir vazonun asla eskisi gibi olmayacağını, Japon yapıştırıcısı gibi icatların hayata işlemediğini?
Hayatta insanoğluna bahşedilen belki en iyi şeyin "alışmak" ve en kötüsünün "anlamak" olduğunu, yıllar geçtikçe hayata yetişmenin daha zor olduğunu (bunun tıpkı gözetim altına giren öğrencilerin not ortalamalarına benzediğini hatta - çünkü bir kere 1,8'in altına düştünüz mü, ne kadar çırpınsanız 3'ün üstüne çıkmaz o ortalama bir daha ve sizin istekleriniz için gereken o "3" ortalamadır...), bazı zamanlar olayın "strateji hatası" değil düpedüz "imkânsız" olduğunu velhasıl bugüne kadar öğrendiğimiz tüm hüzünlü gerçekleri, unutanlara hatırlatma, bilmeyen kaldı ise bilgilendirme mahiyetinde önümüze sunuyor Çağan Irmak Babam ve Oğlum da...
Deniz, annesini doğarken kaybetmiştir ve İstanbul'da babası Sadık ile yaşamaktadır. Günün birinde babası bütün dünyasını alt üst ederek Ege'de ufak bir kasaba olan baba evine dönme kararı alır. Deniz böylece gürültülü, kalabalık ve telaşlı ama sevgi dolu yürekleri olan aile efradı ile tanışır. Bir yandan çocuk gözünde maceradan maceraya koşarken bir yandan da bu yeni ortama alışmaya çalışır Deniz. Ama çare yoktur, biletler sadece gidiş yönü için alınmıştır.
80 döneminin sosyal özelliklerini, politik durumunu üstten geçiyorsa da; alttan alta o zamanlar hissedildiğini tahmin ettiğim duyguları yansıtmış. Farklı yaş dönemlerinde hayata bakışı, hayatı kabullenişi ve yaşayışı da gayet iyi bir ayrımla veriyor "Babam ve Oğlum".
Tam ağlarken, birden küçük bir kahkaha tufanına geçiş yaptığınız keskin dönemeçler belki daha yumuşak olabilirdi, filmde bence bir tek kusur buydu. Her oyuncuya ayrı ayrı hayran oldum, ama hele ki Çetin Tekindor ile Hümeyra'nın yağmur altındaki koşusu… Hâlâ izlemeyen kaldıysa; izleyin bakın, size de Can Yücel'in "Buluşmak üzere"sini hatırlatmıyor mu?
Melis Mine
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ -4
Şimdi de Dünya Ticaret Merkezi kulelerinin çökmesi meselesine gelelim. Resmi açıklamalarda yer alan, kulelerin yangından ve/ya da çarpma anında ki hasardan çöktüğü hikayesi fiziksel bir imkansızlık arz etmektedir. Olayın video görüntüleri de açıkça gösteriyor ki, kuleler çökmedi- orta yerden infilak ettiler. Hükümetin resmi belgelerde açıkladığının tersine, bu çelik dış kaplamalı binaların "pancaking" biçiminde açıklanan çökme türüyle çökemeyeceğini gösteren pek çok bilimsel çalışma mevcuttur.
İlk olarak, kulelerdeki bütün betonun un ufak olduğu görüldü. Bu durumu gerçekleştirmek için ihtiyaç duyulan enerji miktarı niceldir, aynı zamanda bir yerçekimsel çökme durumunda bulunan potansiyel enerji miktarı da. Tek başına bir uçak çarpması ve ardından gelen çökme, binalardaki betonun toz haline gelmesi için yeterli değildir. Oysa ki, İkiz Kulelerin beton yapısı un ufak olmuştu. Bu da bilimsel olarak şu anlama gelir; ancak patlayıcılar gibi ekstra bir enerji girdisi enerji eşitliğini dengeleyebilir.
Dünya Ticaret Merkezi'nin tepesinden bir cisim attığımızı düşünürsek, bu cismin yere (hava basıncından dolayı biraz daha uzun sürebilir) 9.2 saniyede düşmesi gerekir. Kuleler, görünen o ki, yukarı katların aşağı katları sıkıştırması şeklinde çöktü, buda şu anlama gelir, 110 katın çöküşündeki her an, yere düşmekte olan beton yığınlarının direnci ve hızı, aşağıda sağlam halde bulunan ve sayıca çökmekte olan katlardan çok daha fazla bulunan katlar tarafından kesilir. Ama gelin görün ki kuleler 11 saniyede çöktü, yani bal gibi bir serbest düşüş. Bir "Pancake" çöküşünün mümkün olabilmesi için minimum tam süreyi hesaplamada çok fazla değişken olmasına rağmen, bunun 20 saniyeden az olmaması gerekir. Yerçekimi yasasına göre 11 saniyede bir "pancake çöküşü" fiziksel bir imkansızlıktır. (Bkz. (http://www.serendipity.li/wtc5.htm)
Bu durumda bize, bütün yapının, aniden ve eşzamanlı olarak serbest düşme şeklinde çökecek şekilde düzenlendiğini kanıtlar. Bu şekilde bir çökme, ancak bina yıkımlarında kullanılan güçlü patlayıcıların aynı merkezden devreye sokulmasıyla açıklanabilir. Aynı zamanda olay anında içeriden bombaların patladığını duyduklarını söyleyen itfaiyecilerin görgü tanıklıkları vardır.
Resmi hikayeye göre United Airlines'a ait, 175 uçuş numaralı, kuyruk numarası N612UA olan bir Boeing 767, uçağı kaçıranlarla birlikte 65 yolcusuyla 9:03 de Güney Kulesi'ne dalış yaptı. Kuzey Kulesi, bundan yaklaşık 17 dakika önce vurulmuştu. Ve mantıken Kuzey Kulesi'nin daha önce çökmesi gerekiyordu. Tahmin edin hangisi önce çöktü? Güney Kulesi! Çünkü, sakar Pentagon, binalara vuran gizemli nesne ne ise, bunu yanlışlıkla kulenin tam köşesine nişanlamış, binanın kenarından dev bir alev topu yükselmiş ve içeride mantıklı bir bahane olabilecek söndürülemez bir ateş yerine, ancak birkaç hortum suyla söndürülebilecek bir alev kalmıştı. Hükümet, dev gökdelenleri, uçak yakıtının eritip gökdelenlerin yıkımına yol açtığı yalanını söyleyebilmek için hatırı sayılır bir yangın bekliyordu. Ama görüldü ki, Güney Kulesinin alevleri, Kuzey Kulesi'nin alevlerinden önce söndü. Her şey ayyuka çıkmadan, fizik kurallarının rağmına da olsa, Güney Kulesi'ni diğerinden önce yıkmak zorunda kaldılar.
Hadi diyelim İkiz Kuleler'e uçaklar çarptı ve bunun sonucu olarak kuleler alaşağı oldu. Peki kendisine uçak çarpmadığı halde durduk yere çöken Kule 7, ikizlerin yıkımına üzülüp intihar mı etti dersiniz? 11 Eylül Komisyonu, olaylarla ilgili örtbas çalışmalarını yaparken bir yığın saçmasapan iddia savurdu. Ama sözkonusu Kule 7 olunca, bu konuda hala soruşturmalarının sürdüğünü söylüyorlar. 5 yıl boyunca bu soruşturma nihayetlenmedi.
Egemen medya, odak noktayı, İkiz Kulelerin ve Pentagon'un vurulması yaparak, kendisine hiçbir şeyin çarpmamasına rağmen, durduk yere oracıkta diğer iki kulenin aynısı bir çökme şekliyle, (kontrollü yıkım) çöken 47 katlı Kule 7'yi dikkatlerden kaçırmak istemektedir. Dünya tarihi, 11 Eylül'den önce hiçbir binanın (ve de bu binalar dış çelik kaplamalı) salt yanma yoluyla tamamıyla çöktüğünü kaydetmemiştir. Bizden, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir fiziksel imkansızlığın, aynı gün içinde 3 defa birden yaşandığına inanmamız bekleniyor. Kulelerin çelik enkazı, kalıntılar üzerine herhangi bir soruşturmaya meydan bırakmadan alelacele geri dönüşüme tabi tutulmak üzere ortadan kaldırılmıştır. (Bkz. http://www.serendipity.li/wot/debris.htm)
14 Eylül günü Pentagon adına çalışan bir yıkım uzmanı, Profesör Van Romero, videodan kulelerin yıkım görüntülerini izlediğinde bunun ancak kontrollü ve bilinçli bir yıkım olabileceğini söylemiş, Profesör daha sonradan anlaşılamaz bir şekilde sözlerinden çark etmiş, bunun nedenini açıklayamayacağını söylemiş, daha farklı alternatif bir sunum yapamamış, gelen baskılar üzerine de sadece bu konu hakkında daha fazla konuşmak istemediğini söylemiştir.
Medya kuruluşlarından gelen ilk açıklamalar, gökdelenlerin çelik yapısını jetlerin yakıtının erittiği yönündeydi. Maalesef, temelinde Kerosin olan jet yakıtı, yaklaşık 450 derecede yanar, ve de çelik yaklaşık 1550 derecede erir. (Bkz. http://www.public-action.com/911/jmcm/physics_1.html)
Uçakların taşıdığı maksimum yakıt miktarının açığa çıkarılabileceği maksimum ısı miktarı hesaplamaları gösteriyor ki tüm yakıt olduğu gibi bir kata doluşsa bile, bu ısıya 280 dereceden fazla bir katkı sağlamış olamaz. Dünya Ticaret Merkezi'nin her bir katı 4.000 metrekareydi. Çarpan uçakların taşıyabilecekleri toplamda maksimum yakıt miktarı yaklaşık 8.000 galondu. Dolayısıyla tüm yakıtın tek bir katta yandığını iddia etmiş olsak bile, bu metrekare başına yaklaşık 2 galona karşılık gelir. Kaldı ki, sözümona uçakların kulelere gelene kadar zaten yakıtının bir bölümünü yolda tükettiğini ve de önemli bir kısmının vurma anında ateş topu olarak yandığını ve havaya karıştığını düşünürsek, uçakların yakıtlarının ne kadarını binalara sokabildiğini ve içeri girebilen bu yakıtın nasıl olupta binlerce ton ağırlığındaki çelik kaplamaları eritip, dev gökdelenlerin yıkımına yol açabildiğini sizlerin hayal gücüne bırakıyoruz. Zaten olay gününde itfaiye erlerinin kayıtlı konuşmaları, bize sözkonusu yangının "birkaç hortum suyla" temizlenebilecek "küçük çaplı yangınlar" olduğunu bildirir. Ve ekranlardan da görüldüğü gibi sözkonusu gökdelen yıkan yangınlar (!) oksijenden yoksun bir şekilde alevlerini zaten kaybetmiş, sadece havaya siyah dumanlar salmaktaydılar. (Bkz. http://www.public-action.com/911/jmcm/fires1-2.html)
Şayet bu mitolojik yangın doğru olsa bile, o zaman diğer gökdelenlerin de zaman zaman, hatta daha şiddetli alevlere teslim olduğunu, 20 saatten daha fazla kontrol edilemediğini, ama şu ana kadar bunlardan hiçbirinin yıkılmadığını görebiliriz. Tamda bu tanıma uyan örneklerden bir olan İspanya'daki dış çelik kaplamalı (tıpkı ikiz kuleler gibi) Windsor Otel'i bir gün boyunca alev alev yanmış ama buna rağmen yıkılmamıştır. (Bkz. http://www.thetruthseeker.co.uk/article.asp?ID=2796 ) ve de http://www.rumormillnews.com/cgi-bin/archive.cgi?read=65007 )
Peki neden Dünya Ticaret Merkezi'ni yıkmak istesinlerdi? Çünkü yıllardır zarar ediyordu. Bu merkez, dünyadaki gayri menkuller arasında en değerli parçalardı ama binaların kendileri tam anlamıyla felaketti. Amyant sorunları altında kiralanmış ve bu problemlerle boğuşmaktaydı. Sahibi olduğu New York Port Authority defalarca bu merkezin finansal bir saatli bombanın üzerinde olduğuna dair uyarılar alıyordu. Ve pek tabii bu merkez, New York semalarına gidecek tüm bu amyant tozu nedeniyle yıkılamazdı, en azından buna göz yumulmazdı. New York Port Authority yıllardır bu binaları satmak için uğraş veriyorlardı, ama bu fikre kimse ilgi duymuyordu. 2001 başlarında sigorta kuruluşlarıyla mahkemelik oldular. Amaçları, sigorta şirketine amyant yenilenmesi için gerekli parayı fatura etmekti. Dava düştü. Bu, binaları daha fazla satılamaz konuma düşürmüştü. Ancak bunun hemen akabinde, Westfield America kıyısında yaşayan, Manhattan gayri menkul geliştiricisi olan Larry Silverstein, burası için 3.2 milyar Amerikan Dolar'ı değerinde bir konsorsiyumla 99 yıllık bir kiralama için girişimde bulundu. Westfield Australia alışveriş plazasının kontrolü için direk olarak 840 Avustralya Dolar'ı önerdi. Silverstein olası bir terörist saldırı için 3.5 milyar Amerikan Doları karşılığında kendisini sigorta altına aldı. Ayrıca Westfield de kendisini terörizme ve kira gelirindeki kayba karşı sigortaladı. (Bkz. www.serendipity.li/wot/pop_mech/reply_to_popular_mechanics.htm )
Tüm bunların üzerinden çok geçmemişti ki, durduk yere çöken 'Kule 7' ile birlikte, Dünya Ticaret Merkezi bir terörist saldırıya (!) kurban gitti ve böylelikle amyant sorunu çözümlenmiş oldu. (Bkz. http://deseretnews.com/dn/view/0,1249,635160132,00.html ve de http://www.serendipity.li/wot/wtc7_dud.htm ). Böylelikle, Silverstein, dünyada başka bir yerde sahip olamayacağı temiz bir bina arazisine sahip olurken, Westfield kira gelirinin sahibi oluyordu. Elbette Manhattan'ın havasına karışan amyant için kimse kimseyi dava da edemiyordu. Silverstein'in sigorta şirketi 3.5 milyar Dolar'lık ödemeyi kabul etti ama Silverstein ortada iki terörist saldırı bulunduğunu iddia ederek 7 milyar Dolar talep ediyordu. Mahkemeleri hala sürüyor.
Olayın ardından gelen ilk medya verileri, iki kurgusal AA uçuşunu, Dünya Ticaret Merkezi'ni vuran uçaklar olarak gösteriyordu. Ancak saatler sonra, sadece AA 77'nin 'Pentagon uçağı' olduğuna karar verildi. UA 175 eylemlere karıştığı "teyit edilen" son uçak oldu. Saat 9.17'de Federal Havacılık Dairesi tüm uçakları rota değişikliğine zorladı. İlk raporlar, hangi kaçırılmış uçağın nereye gittiği konusunda korkunç çelişkiler ortaya koyuyordu. Kurgusal AA77 uçağı özellikle en baş ağrıtıcı olanıydı. Bir raporda Dünya Ticaret Merkezi'ni vurduğu söylenirken, diğerinde Güney Kulesi'ne uçak çarpmasından yarım saat öncesine kadar henüz havalanmamış olduğu yazıyordu, bir bakıyorsunuz bir raporda saat 9.33'de havalanmış oluyor, Ohio'ya kadar 700 mil yol almış oluyor, beş dakika içerisinde tekrar geri dönüyor, oradan Pentagon'u vuruyor, sonra tekrar havaalanına geri dönüyordu. Bir rapor ise bomba ihbarından dolayı, UA 93 uçuşunu Cleveland'a mecburi iniş yapmak zorunda bırakıyordu.
Sonuç itibariyle, tüm bunları, failler kendi kafalarından uyduruyorlardı ve ancak saatler sonra, hangi uçağın ne zaman nerede bulunduğuna yönelik son kurgu şekil alıyordu.
Tüm bunlar, 11 Eylül günü gerçekte ne olduğunu açıkça gösteriyor. O gün, hava gücünün rutin olarak yaptığı işleri yapmasına engel olacak bir emir çıkmıştı çünkü öyle görünüyor ki, havada kaçırılmış uçak arayan jetler kuşlardan başka bir şey göremeyeceklerdi. Çünkü ortada kaçırılmış uçak falan yoktu.
İki hasar verici nesne (büyük bir ihtimalle bunlar füzeydi) Dünya Ticaret Merkezine yollanmıştı. Bu çarpmaların, iki kurgusal AA uçağı tarafından gerçekleştirildiği söylendi. Bu esnada UA 93 ve 175 normal bir şekilde yollarına devam ediyorlardı. Sonrasında Federal Havacılık Dairesi, iki UA uçağı da dahil, uçuşları başka güzergahlara çekti. Taşımacılık Dairesi veritabanı, kamuoyuna güzergahı değiştirilen uçakları söylüyor ama hangi güzergaha doğru değiştirildiğini söylemiyor. Bu yüzden iki UA uçağının nereye iniş yaptığına dair kimsenin elinde resmi kayıtlar yok, bununla beraber UA 93'ün Cleveland'a iniş yaptığına dair güçlü kanıtlar var. Daha sonrasında, resmi örtbas masalı son şeklini aldı: AA 77 uçağı pentagon uçağı, UA 175 ise Güney Kulesi uçağı olacaktı.
Böylelikle kaçırıldığı iddia edilen dört uçaktan, ikisi hiç var olmadı, diğer ikisi de güvenli iniş yapabilecekleri yerlere gönderildiler.
Büyük bir ihtimalle, Pensilvanya çarpması bir tür insansız uçaktı; çünkü yakınlarının bu uçakta olduğunu iddia edip, cesetlerin defin edilmesi için kendilerine iade edilmesini talep eden tek bir kişi bile çıkmadı ve bu sahte uçak kasten düşürüldü. Zaten uçak havada seyir halindeyken vurularak düşürüldü. Uçak enkazının 10 kilometrelik bir alana dağılmış olmasını başka nasıl açıklayabiliriz ki? Bkz. www.whatreallyhappened.com/shootdown.html )
Arkası 11 Eylül Pazartesi
Mehmet Polat
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
İLK BEŞ DAKİKA VE BİR ÖMÜR
............ ili kırsalında teröristlerin dur ihtarına ateşle karşılık vermesi sonucu çıkan çatışmada .... güvenlik görevlisi şehit oldu.
Ya da
............ ilinde devriye görevini yerine getiren ........ aracına açılan ateş sonucu ......... güvenlik görevlisi şehit oldu.Ya da
Ya da
............ ili kırsalında teröristlerce döşenen mayının patlaması sonucu ..... asker yaralandı
Bu nasıl başlar biliyor musunuz?
Hava o kadar sıcaktır ki beyninizdeki sıvının buharlaşıp uçtuğunu düşünürsünüz. Oluştuğu anda kuruyup giden ter damlacıklarından geriye kalan tuzlar yüzünüzün ve hatta elbisenizin her yanını kaplamıştır.
Avucunuzun içindeki ter, yüzünüzdeki gibi kolay kurumadığı için elinizdeki tüfeğinizin metal kısmı avucunuzun içinde vıcık, vıcık oynar. Ter ile ıslanan çeliğin kokusu avucunuzun içine ve elinizi sürdüğünüz her yere siner.
Önünüzde yürüyen adamın, ayağının kuru toprakla her temas edişinde çıkan toz, ağzınızın kupkuru olmasına ve zor nefes almanıza sebep olur.
Sırt çantanızın askı kayışları yüzünden omuzlarınızı hissetmezsiniz. Kült ağrıları ancak çantayı sırtınızdan çıkardığınızda fark edersiniz.
Bastığınız her taş parçası, her çalı ve bir ayağınızın kaplayabildiği her yeryüzü parçasından çıkan sesi duyarsınız.
Yürüdüğünüz yerdeki her Ağustos böceğinin sesini, dallardaki kuşları, yüzünüzün etrafında ürkütücü devriye uçuşları yapan arıların kanat seslerini, ağzınıza ve yüzünüze ya da herhangi bir yerinizdeki küçük yaraların üzerine konmaya çalışan sineklerin vızıltılarını, ayağınızı bastığınız yerden havalanan yeşil çekirgenin küçücük cüssesine rağmen çıkardığı tok kanat sesini en ince ayrıntısına kadar duyarsınız.
Sonra, kendi teçhizatınızın ve önünüzdeki arkadaşınızın ve arkanızdaki arkadaşınızın teçhizatlarının çıkardığı düzensiz seslerin her birini ayrı ayrı duyarsınız.
Ve aynı anda önünüzdeki arkadaşınızın nefes alışlarını duyarsınız, öksürmesini ve hapşırmasını da duyarsınız.
Telsizinizden çıkan seslerin ve cızırtıların her biri ayrı ayrı katılır bu senfoniye.
Ter ve tozun birleşmesinden oluşan kaygan çamur, postalın içindeki tüm ayağınızı kaplamıştır, çoraplar önce su toplayıp sonra patlayan yerlere adeta bir deri gibi yapışmıştır.
En çok yapmak istediğiniz şey ayaklarınızı yıkayıp, çoraplarınızı değiştirmektir. Ama bu çok büyük bir lükstür o anda.
Çünkü...
Çünkü hangi çalının dibinde, hangi kayanın arkasında sizi beklediğini bilmediğiniz ihaneti arayıp bulmanız ve yok etmeniz gerekmektedir.
Bütün masumların hayatı ve huzuru size emanet diye, öğretmenler bayrak direğine asılmasın diye, kundaktaki bebekler kurşunlanmasın diye, binlerce yıllık emanete halel gelmesin diye kahpeliği ve ihaneti yok etmeniz gerekmektedir.
Çünkü bunun için bayrağın, silahın, namusun ve şerefin üzerine yemin etmişsinizdir.
Çünkü önemli olan ayağınız değil, ülkeniz, bayrağınız ve onurunuzdur.
İşte bu yüzden lükstür ayak yıkamak, çorap değiştirmek. İşte bu yüzden senfoniye dönüşmüştür bütün o düzensiz sesler güruhu.
Sonra!..
Sonra birden tüm sesler kesilir, bıçağın dalı kestiği gibi, makasın kâğıdı, pensenin bir hoparlör kablosunu kestiği gibi... Bir anda... Kuşların sesleri, arıların ve sineklerin vızıltıları, çekirgenin kanat sesleri hepsi bir anda biter.
Gözlerinizi açtığınızda önünüzdeki arkadaşınızı değil, gökyüzünü görürsünüz, yere düşmüş olduğunuzu anlamanız birkaç saniye sürer.
Tek hissettiğiniz kesif bir barut ve yanık et kokusudur, yüzünüzün toprak parçalarıyla kaplandığını fark edersiniz, temizlemek için çalışmazsınız.
Arkadaşlarınızın bağırarak koşuşturduğunu görür ama kulağınızdaki çınlama ve uğultudan seslerini duyamazsınız. Sesleri yavaş yavaş duymaya başladığınızda ayağa kalkmaya çalışırsınız ama başaramazsınız.
Yine birkaç saniye sonra arkadaşlarınızın sesleri arasında “mayın” kelimesini ayırt eder ve kalkmaya çalıştığınızda ayağınızdaki yoğun ağrıyı fark edersiniz.
Ayağınız yoktur ama yine de ağrıdığını hissedersiniz.
Ne olduğunu anlamak için baktığınızda ise parçalanmış pantolonunuzun ve kopmuş ayağınızın farkına varırsınız. İşte her şey o anda başlar.
Avazınız çıktığı kadar bağırırsınız. Sonra, nefesiniz biter. Sonra, yeniden nefes alırsınız ve yeniden bağırmaya başlarsınız. Sonra yine nefesiniz biter ve yeniden, yeniden ve yine...
Yanınıza ilk gelen arkadaşınız size, “fazla bir şey yok, sadece küçük bir yara” gibi telkinlerde bulunur. Ama siz arkadaşınız konuşurken de, helikopterle hastaneye götürülürken de artık bir ayağınızın olmadığını biliyorsunuzdur. Hep bir soru çınlar kafanızın içinde “neden ben, neden ben, neden ben ?”
Hastanede geçen aylar, tedavi ve terapilerde geçen yıllar sonunda, dizkapağınızın on iki santim altından takılı olan ve her akşam yatarken veya banyoya girerken çıkarıp kenara koyduğunuz takma bacak artık bir uzvunuz olmuştur.
Ama bunun önemi yoktur çünkü bu fedakârlığınız sayesinde vatan var olacaktır. Sizin bir bacağınızın ne önemi vardır ki!
Artık koşamayacak olmanızın, yazın herkes gibi havuza, denize giremeyecek olmanızın da hiç önemi yoktur. Vatan sağ olsun yeter.
Sonra birilerinin, sizin ödediğiniz vergilerle Fransız televizyonlarında, uğruna yarım kaldığınız vatan hudutlarını hiçe sayan programlara finans sağladığını okursunuz. Aynı dillerin bundan pişmanlık duymadıklarını söylediklerini de okursunuz.
Pamuk’ları, Dink’leri, okursunuz, Bizans çocuğuyum diyenleri duyar, Ali Kemallere tanık olursunuz, “koçlar gibi satanları” görürsünüz. .
Türk Bayraklarının yakıldığını, görürsünüz. Başlarına çuvallar geçirilip aşağılanarak elleri arkalarından bağlanan Türk askerlerini görürsünüz.
Bu aşağılanmaya cevap verecek tankların motor seslerini, helikopterlerin kanat seslerini, piyadelerin intikam yeminlerini duymayı beklersiniz ama duyamazsınız.
Onun yerine hainlerin cesetlerinin üstüne örtülen çaputlara “bayrak” diyenleri görürsünüz, “uçaklarını çek”, “valiyi çek” diyen başkanları ve karşılarında kekeleyen riyaseti görürsünüz.
Buda yetmez Türk askerlerinin kendi mahkemeleriniz tarafından,”çete” diye suçlandığını, yargılandığını görürsünüz.
Yok, yok bu da yetmez. Askere, polise, öğretmene ateş eden, yol kesip soygun yapan, köy yakan, okul yıkan, mayın döşeyen teröristlerin sadece “ben bir şey yapmadım” demelerinin esas kabul edilip, “suçsuz” sıfatıyla serbest bırakıldığını görürsünüz.
Susanları, konuşması gerektiği halde susanları görürsünüz, konuşanlar her konuştuğunda, kekeleyenler her kekelediğinde ve susanlar her sustuğunda siz yeniden vurulursunuz, yeniden ölürsünüz her defasında.
Gövdenizden o toprağa akan kan, bu defa içinize akar, inandıklarınıza, uğrunda savaşarak kendi kanınızı akıtmak pahasına tertemiz tuttuğunuz değerlerinize akar.
Sizin kaya arkalarında, çalı diplerinde aradığınız ihanet gelir aklınıza, o mayınları yerleştiren eller gelir. Sorgulamaya başlarsınız: ”Biz bu ihaneti doğru yerde mi aradık, kuyruğunda dolaştığımız yılanın başı, hep gözümüzün önünde miydi yoksa?”diye sorarsınız kendinize.
Onlara verilen maaş’ın sizin vergilerinizden ödendiğini, içinize sindiremezsiniz, uykularınız kaçar, neden bu vatanı sizin kadar sevmediklerini düşünürsünüz.
Bu vatan onların da vatanı değil mi?
Onlar da, tıpkı benim gibi namusun ve şerefin üstüne yemin etmedi mi? diye sorarsınız kendi kendinize.
Sinirlenirsiniz, üzülürsünüz, on beş yaşında bir askeri okul öğrencisi iken her adımda söylediğiniz, beyninize ve yüreğinize nakşettiğiniz sözler gelir aklınıza;”VATAN, SANA CANIM FEDA”
Geri kalan tüm hayatınızın ilk beş dakikası, böyle başlayacak işte ve hayatınız böyle devam edecektir. Son nefesinize kadar savaşacaksınız ihanetle, her şeye ve herkese rağmen, bu yolda ölene ya da bu ihaneti bitirene kadar.
Siz diyorum, çünkü bu vatan için bedel ödeyen insanların neler yaşadığını, neler hissettiğini, size rağmen ve sizin için neler yaptıklarını, neler yapabileceklerini bilin istiyorum. Okuduğunuz ya da televizyonda duyduğunuzdan daha fazladır yaşananlar.
Yani aslında gazetelerin iç sayfalarındaki, minicik karelerde okuduğunuz;
“...ili kırsalında teröristlerce döşenen mayının patlaması sonucu, bir güvenlik görevlisi yaralandı!” haberi aslında o kadar da kısa değildir.
Sizin, daha okuduğunuz gazetenin arka sayfasına geçerken unuttuğunuz, falanca mankenin otel odası maceralarına, ya da uyuşturucu komasından ölen oğluna “şehit” deyip Türk bayrağı örten kadının haberine ayırdığınızdan daha uzun zaman ayırmadığınız bu küçük haber, birileri için bir ömür boyu sürecek ve asla unutulmayacaktır.
Ve siz unuttuktan sonra da başka birileri, “ne için?” dendiğinde “vatan için” diyecekleri fedakârlıklarını size rağmen yapmaya devam edeceklerdir.
Sizin uyuşmuşluğunuza, duyarsızlığınıza rağmen, sizin rahatlığınıza, sizin vicdanlarınıza rağmen bu kahramanca fedakârlıklar ve bu ilk beş dakikalar yaşanmaya devam edecektir.
Asla unutmayınız başınızın üstündeki egemenlik örtüsünün payandası kopan bacaklar, bedeli ise size rağmen bu vatan için akan kanlar, feda edilen canlar, sıcak yuvalarını, babalarının yüzlerini unutan küçücük çocuklarını düşünmeden vakfedilen hayatlardır.
Ne kadarını anlayabilirsiniz veya anlamak sizin umurunuzda mı bilmiyorum, ama birileri bunları yaşadı, birileri hala yaşıyor ve emin olun yaşlı dünya döndükçe, Türk vatanı ve Türk Bayrağı için birileri daha tüm bunları yaşayacak.
Gördüğünüz gibi size bir hayli uzak bir yaşam biçimi bu. Masalarda oturup “aydınca” sohbetler etmeye hiç benzemiyor değil mi?
Bir an için bile olsa kendinizi onların yerine koyasınız diye “siz” diyerek yazdım, sizin onlardan biri olamayacağınızı biliyorum.
“Siz” kim misiniz?
Siz kendinizi çok iyi biliyorsunuz!
Biz de, biz de sizi çok iyi biliyoruz.
“Siz” de bilin ki biz asla unutmayacağız.
“VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN”
Oktay Yıldırım Emekli Astsubay http://www.sehitlerolmez.com/yazarlar.php?pg2=oktay-yildirim&id=6
<#><#><#><#><#><#><#>
Fotoğraf : Leyla Ayyıldız Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 6.988 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
günün miadı dolarken
ve çağlayanları geride bırakırken
yargılandı çığlıklarımız
yargılandık
yandı zaman
suskunluğa gömüldü toprağın yaraları
(bir de anlayabilseydik şu karabasanları)
köklerini inkar eden hep güz kuşları mıydı
hep hazan mıydı vuslat günlerini tek tek sayan
bohçasını isyanla dolduran
çağır düşlerimi
rüzgârın geceye uyanışını izlesin bulutlar
güneşi yâd etsin soluğunu tutan kerpiç duvarlar
tut beni sarhoşluğumdan
hiç kavrayamadığımız kuzgunî acıları anlat
eksilen taraflarımızı
özlemi anlat
şimdi sen değil
ellerin söylüyor sonsuzluğu
Feride ÖZMAT
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
http://www.resize2mail.com Hala bir resim editörünüz yoksa ama koca koca resimler yerine daha küçük boyutta resimleri arkadaşlarınıza göndermek istiyorsanız, işte size tüm bu işleri online yapabileceğiniz bir site. Küçültmek istediğiniz resmi kendi bilgisayarınızdan seçiyor, olmasını istediğiniz boyutu belirliyor dilerseniz resmin bir kısmını atıyorsunuz. Sonuç elde ettiğini resmi tekrar bilgisayarınızda saklayabilyorsunuz. Daha ne olsun?
İnternet ortamında oyun oynamayı sevenlere flash oyunların bol bulunduğu sıkı bir arşiv daha tavsiye ediyorum http://www.theflashgamer.com/ iyi eğlenceler.
Fıkra severmisiniz? ben severim ama iyi anlatan olursa tabiki. Kendinize fıkra anlatmak konusunda güveniyorsanız ve fıkra arşivine ihtiyacınız varsa http://www.erenet.net/fikralar.php buyrun size birbirinden eğlenceli fıkralar.
3D animasyonların nasıl yapıldığını merak edenlere, detaylı olarak güzel örneklerin anlatıldığı bir web sayfası http://www.biomotionlab.ca/index.php Başlangıç aşamasından itibaren bir çok detayı bulabileceğiniz bir ortam.
T-shirt'ünüzün üzerinde ne yazmasını istersiniz? http://www.noisebot.com kısayolundaki örneklere bakarak seçiminizi yapabilirsiniz.
http://www.hakia.com
Bomba gibi bir arama motoru geliyor. Ve bunun bizler için bir başka önemi daha var. Hakia nın kurucu bir Türk, Dr. Rıza C.Berkan. Diğer arama motorlarından farklı olarak anlam tabanlı bir yapı oluşturuluyor. Örneğin "Yarın hava nasıl olacak?" diye soru sorup anlamlı cevap ve adresler bulacaksınız. Şu anda %40 kapasiteyle çalışıyor. gerçek servise girişi Sonbahar olrak planlanıyor. Eğer başarılı olursa gurur duyacağımız bir olay olacağı muhakka.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|