|
|
|
14 Eylül 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Bu dokuzuncu Perşembe!.. | Merhabalar,
Vallahi dokuz Perşembe bir araya geldi. Yetişmesi gerekenler, bulunup ödenmesi gerekenler, ödemeyip dövülmesi gerekenler, aranıp bulunması, bulunup yerine konulması gerekenler, yenilip yutulması, alınıp verilmesi gerekenler derken Cem kulunuz bir görünüp bir kaybolması gerekenler sınıfına dahil oldu. Yarın görüşürüz inşallah. Hoşkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak) KARA DELİK |
|
Bir bakıyorsun, herkes gününün derdine düşmüş. Yolda yürüyen, sabah akşam işlerine koşturan, otobüs bekleyen, elinde sıra numarası banka koltuklarında oturan, yemek yiyen, çiçek satan, gündelik yaşamımızın ayrıntılarında tanımadığımız halde bazen sohbet etme gereği duyduğumuz insanları gözlemlerseniz, siz de göreceksiniz, başlarının üzerinde taşıdıkları boş konuşma balonlarını.
Bir bakıyorsun, herkesin geçmişinde bir leke var. Hiç yaşamamışcasına unutma, yok sayma gayretinde. Pür telâş, başını öne eğmiş, sokaktaki çöp karıştırıcısı nasıl didikler çöpleri ve işi bitince çeker arabasını başka bir çöplüğün dibine, aynen öyle. Başlar önde, derin bir tefekkürle bakıyor mazinin izlerine.
Yanlışlıkla geçmişinden bu güne taşınan bir ize rastlarsa anında başlıyor pirinç tanelerini eşeler gibi eşeleyip ayıklamaya. "Hey dur bakalım, ne yapıyorsun? Sen onlarla varsın, geçmişin olmasa bu güne nasıl ulaşırdın?" diyorum, başını kaldırmadan "Deli misin? Ne yapayım şimdi bunu, bak nasıl da sırıtıyor utanmadan. Günümü, gecemi zehir edecek biraz daha durursa!" diyor.
Herkesin geçmişle bitmeyen bir hesaplaşması var sanki. Günümüz insanı taşımakta zorlanıyor kendini. Yediği "hafif" gıdalara benziyor kişiliği ve yaşam biçimi gün geçtikçe. Ne kadar hafif, anlık yaşarsa o kadar keyif aldığını sanıyor yaşadıklarından. Çocukluğunu, okul günlerini, çektiği sıkıntıları, yaşamına giren-çıkan, acıtan-kanatan, ağlatan-güldüren aşklarını, dostluklarını, maceralarını geçmişte bırakıyor. Yaşadığı anda. Bu sebeple uzun sürmüyor dostlukları ve tüketim çılgınlığına kaptırdığı için kendini gülün rengi vazoda solmadan bitiveriyor aşkları.
Önce mikserden geçirip birbirine karıştırıyor tüm hatıralarını, sonra öyle de bir işe yaramadığını görünce dolduruyor çöp poşetine bağlıyor sıkı sıkı ağzını ve sallıyor, koca kamyonun çelik dişlileri arasında ezildiğini izlemek ise en büyük keyfi. Ellerini birbirine çırpıp pantolonun kıç kısmına sildi mi bir de, işlem tamam. Dön şimdi yüzünü yarına, haydi bakalım, ne gam!
Zengini, fakiri, evlisi, bekârı, çoru çocuğu; yeni yetişen neslin gözlerinin içine şöyle bir dikkatlice baktığınızda fark ediyorsunuz endişelerini. Onlar için her şey kirli; bulaşıcı hastalık gibi güvensizlikleri. Yalancı, sahtekâr ve düzenbaz görüyorlar birbirlerini. Kimse dürüst değil. Bu dürtü ile kendilerine bile inanmaya korkuyor, gölgelerinden kaçıyorlar köşe bucak. Birbirleri ile kıyasıya ihanet yarışına girmişler. Kim kimi önce boynuzlarsa zafer edasıyla dolanıyor ortalıkta. Ne ailelerine ne kendilerine saygıları kalmamış. Ve hepsinin yüreğinde koca bir kara delik. İşte, en çok da o deliği görmezden gelerek yaşama gayretindeler ya zaten. Onlar için yaşamanın adı; unutmak. Başka bir çıkarsamaları olamazmış gibi...
- "Daha ne kadar uzağa kaçabilirsin ki?" diye soruyorum.
- "Kaçmıyorum, buradayım, gidene kal demiyorum sadece" yanıtını veriyor.
- "Peki, iyi de, o insanın varlığı şimdiye kadar senin için önemliydi. Bak 'aşkımız bitti ama zoru başardık, arkadaşız halâ, her şeye rağmen' diye övünüyordun, ne oldu?"
- "Ne arkadaşı ya! Hatun üç kuruşa sattı kendini, ben bilmiyor muyum sanki?" diyor küstahça.
- "Bundan nasıl bu kadar emin olabilirsin? Gördün mü?"
- "Görmem gerekmiyor. Bu gün kim o kadar zaman durur Allahını seversen! Hepsi aynı bunların. Yapmadım, etmedim diye gelir ağlarlar ama bir bakmışsın ohhoo, kıyamet gibi adam girip çıkmış hayatına!" diyor utanmazca.
- "Çok çirkin bu düşündüklerin. Bana kalırsa o dürüst bir kız. Olsaydı anlatırdı gibime geliyor. Sonra siz arkadaşsınız artık. Yaşamında yeni birine izin vermişse ona saygı duyman gerekmez mi?" diyorum.
- "Uzak dursun benden. Benim onunla hesabım kapanmıştır" diyor.
Bu kadar kolay ve bu kadar basit. Sahibiyeti; eski sevgili, yeni bir sevgili edindi düşüncesiyle noktalanıyor. Görmemiş, duymamış, aslını astarını bilmiyor. Olsun, o öyle kurguladı ya, kafi! Ellerini silkeliyor, belinden düşen pantolonunun kenarlarına siliyor ve çekiyor fişini, o güzelim anların, yaşanan onca hatıranın. Kendisi sözüm ona erkek (!) gibi yaşıyor. İstediği ile birlikte oluyor, geziyor eğleniyor. Fakat eski sevgilisi arkadaşı ya bu gün, o aynı şeyi yapamaz! Yaparsa işte böyle onu arkadaşlığından men eder. Bu da geride kalıp ne olduğunu anlayamayan kıza verilecek en büyük cezadır! Neden? Kendi kara deliğini aklamanın, temize çıkartmanın başka yolu yoktur da ondan.
Oysa, kimse geçmişini yanı başında sevgi ve şefkatle sarmalamıyor yastığa başını koyduğunda. Yorgunluktan bitap düşünceye kadar uyanık kalmaya çalışıyor ki; gözlerini kapattığında hortlamasın sevdaları, acıları, yalnızlıkları. Başka türlü katlanılabilirliği yokmuşcasına hayatın, yüzümüzü belirsiz geleceğimizin, pembe-saf yaşanılası hayâlleri ile süslemeye çalışıyoruz yalnızca. Ve içimizde bize sezdirmeden koca bir gedik açılıyor. Toprakla, çakılla, olmadı betonla da örtmeye çalışsak üzerini, o delik biz unutmaya çalıştıkça büyümeye devam ediyor için için.
En iyi arkadaşımın yüzüne dikkatlice bakıyorum, gülen gözlerine.
- "Yapma, bu kadar umutsuz olma!" diyor tebessümle.
- "Nasıl olmam? Anlatıyorum işte. Sen nasıl halâ inadına bu kadar inançlı olabiliyorsun?" diye soruyorum. Göz kırpıyor, kocaman gülüyor bu kez;
- "Benim de sıkıntılarım, beni üzenler, üzdüklerim oluyor elbet. Derin bir soluk alıp içimdeki küçük kıza soruyorum 'biz şimdi ne yapalım?' Sevinçle çırpıyor ellerini küçük kız 'bağışlayalım.' Sonra pencereyi açıyorum, gökyüzünü izliyorum, yıldızları, bulutları, bir daha bu dünyaya gelemeyeceğimin bilinciyle, hatayı ben yaptıysam kendimi, başkası beni üzdüyse beni üzeni affediyorum. Her şeyden önce kendime ve yaşadıklarıma saygı duyuyorum. Dün olmasaydı bu gün olmazdı. Bu gün olmasaydı yarına yaklaşamazdım. Bu sebeple benim de kalbimde bir kara delik varsa da o büyümüyor, gün geçtikçe küçülüyor. Daha iyi bir yolun varsa sen söyle?" diyor.
- "Haklısın, hadi uyuyalım, yaşadıklarımız yanımıza kâr kalsın" diyerek çeviriyorum başımı aynanın sırlı yüzünden, deliksiz ve huzurlu bir uykuya dalmak üzere uzanıyorum yatağıma.
Sahip çıkalım yaşadıklarımıza, eğer biz dünümüzü unutursak o da yarınımızı çalar bizden. Kapatmayalım kara deliklerin üzerini. Bırakalım onlar kendiliğinden küçülsün, erisin gözümüzün önünde....
Elif Eser zeycanirmak@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Kahveci : Nurten Karahasanoğlu |
OTOBÜSTE
Hızlı adımlarla, biraz canı sıkkın, üzerinde Akmerkez yazan otobüs durağına geldi. Beklemeye başladı. Beşiktaş'a ne kadarda bir otobüs geliyordu acaba? Saatine baktı, henüz yedi olmamıştı, on dakika içinde otobüse binerse sekize çeyrek kala evde olur akşam yemeğini hazırlayabilirdi. Beşiktaş'taki marketten de köfte almalıydı. İyi ki hazır yemekler var dedi; bu saatten sonra eve git, kıymayı yoğur, şekil ver… Yok olacak iş değil. Bu market hem köfteyi kıyma fiyatına satıyordu hem de çok lezzetliydi. Bir de makarna ile salata ekledi mi tamamdı.
Bir iki otobüs geçti Eminönü'ne, çok kalabalıktı binmedi. Karşıdaki reklam panosuna baktı bir süre. Yeni vizyona giren bir Türk filminin afişi vardı panoda. Ne zamandır bir sinemaya gidemiyordu. Her hafta bir filme gittiği günler geldi aklına. Şimdi ne vakti vardı ne de alım gücü o günlerdeki kadardı. Film yerine kitaplara harcıyordu parasını. Doğru dürüst bir giysi bile alamıyordu. Hep klasik renklerde bir iki etek bluz. Her zaman giyebilsin diye. Üzerindeki eteği de annesi dikmişti, pazardan alınan ucuz bir kumaştan. İyice, biraz da modaya uygun olmuştu, şifondan, tam da bu sıcak yaz günlerine uygun.
Sonunda gözüne kestirdiği, gelen en tenha otobüse bindi. Arka taraftaki karşılıklı oturulan geniş koltuklara oturdu. Kitabını açıp okumaya başladı. Köy enstitüsü mezunu bir yazarın anılarını anlattığı bir kitaptı. Geçen gün Eminönü'ne gittiğinde İstanbul Maarif Kitaphanesi'nin önünden geçerken vitrinde görmüştü. İçeride de Kitaphanenin sahibi hanımefendi vardı. Hemen içeri girdi ve vitrindeki kitabı istedi. Bu hanımla tanışmak istemişti hep. Yıllardır bu çevrede çalıştığı halde bir türlü cesaret edip içeri girememişti nedense. Doksanlarına gelmiş olan bu kadının öyküsünü bir kitapta okumuştu. Hâlâ sabahın erken saatlerinden akşamın geç vakitlerine kadar çalışabiliyordu. Yaptığı işe olan sevgisine ve saygısına hayran olmamak elde değildi. Kendini tanıtıp hayranlığını anlatınca hanımefendi de ilgilenmişti onunla ve tatlı bir sohbet etmişlerdi. "Çok tuhaf birisiyim ben" dedi, kendi kendine. Sırf kadının imzası olsun elinde diye satın aldığı kitabı imzalatmıştı ona. O anda doğal gelmişti, ama şimdi düşününce biraz garip olduğuna iyice inanıyordu.
Planladığı saatte eve gidemeyeceği anlaşılıyordu, trafik çok sıkışıktı. Karşısındaki koltuklarda oturan iki genç kız da hiç durmadan konuşuyorlardı. Kitaba kendini bir türlü veremedi. Kendisinin, çocukluğunda Metin Ersoy'dan dinleyip çok sevdiği "Ah o gemide ben de olsaydım, açık denizlere yol alsaydım" sözlerinin bulunduğu şarkıyı kızlar yeni duymuşlardı, ama yeni bir şarkıcının sesinden. Üstelik o şarkıyı o yeni şarkıcının sanıyorlardı. Yaşlandığı hissine kapıldı. Yeni yetişenler bu kadar mı habersizlerdi eskilerden, oysa Metin Ersoy hâlâ yaşıyor ve bu şarkıyı söylüyordu bir müzikli lokantada. Kızlar moda ve makyaj üzerine de bolca konuştuktan sonra indiler de onunla birlikte otobüste bulunan birkaç kişi rahat etti. Tekrar kitabına döndü.
Bir iki durak sonra karşısına bir adam oturdu. Kırmızı tişörtlü, iri yapılıydı, çenesinde ufak keçi sakalı ve elinde de bir Bond çanta vardı. Tekrar kitabına döndü. Ara sıra nerede olduğunu öğrenmek için başını okuduğu kitaptan kaldırıyordu. Bir ara, kitabın satırlarında gezinen gözlerinin bir şeye dikkati çekildi. Kırmızı tişörtlü adamda hareketlenmeler vardı. Bakmıyor, ama görebiliyordu. Adam bir elini önüne koymuş ileri geri hareketler yapıyor.. Bir türlü durmuyor. "Gerçekten düşündüğüm şeyi mi yapıyor?" diye meraktan çıldırmak üzereydi. Başını kaldırıp dışarıya bakar gibi yaptı, sonra da alenen adamın önüne, iki bacağının arasındaki eline baktı. Evet, inanılmaz bir şey, adam pantolonunun üzerinden mastürbasyon yapıyor ve gözlerini ondan ayırmıyordu.
Oturduğu sıranın iki koltuk uzağındaki adama baktı ve hayretle kılının bile kıpırdamadığını gördü. Otobüsün arkasında sadece üç kişiydiler. Öndekiler ise arka arkaya sıralanan koltuklardaydılar ve olan bitenden haberleri yoktu. Haberleri olsa acaba onlar da bu yanındaki kılını kıpırdatmayan adam gibi mi tepki verirlerdi? Birden ateş bastı her yanını, sonra da soğuk bir ter boşandı. Başını kitabına eğmiş, ne yapacağını düşünüyor, bir yandan da kırmızı tişörtlü adamın elini takip ediyordu. Elin hareketleri daha da hızlanmıştı. İlk durakta inmeye karar verdi. Bu arada öndeki koltuklardan birinin boş olduğunu fark edip yerini değiştirdi çabucak. Neyse ki inene kadar bir daha görmeyecekti bu insan müsveddesini. Başını pencereden yana çevirip çevreyi seyrediyor bir yandan da bir an önce durağa gelmek için dua ediyordu. Otobüs durağa yaklaşınca düğmeye basmak için kalkmak üzereydi ki yanı başında adamı gördü. Şimdi artık kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. Yine ateş bastı ve peşinden yine soğuk bir ter boşandı. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Değil bu durakta, Beşiktaş'a kadar hiçbir durakta inemeyeceğini anladı. Nutku tutulmuştu sanki. Ne yapabilirdi ki? Adama bağırıp çağırmak istiyordu, ama ya adam sapıksa. Sapıksa ne demek tabi ki öyleydi. O zaman, otobüsün içinde hiç kimseyi umursamadan mastürbasyon yapandan her şey beklenirdi. Hayır, adamın yüzüne baksan gerçekten adam gibi adam sanırsın. Temiz görünüm, düzgün bir fizik, iş güç sahibi düzgün bir adam. Karşıdan bakıldığında insanda uyanan intiba kesinlikle böyle olur.
Başını tekrar pencereden yana çevirdi ve dışarıya bakmaya başladı. Ne uzun bir Beşiktaş yolculuğuydu. Görmediği halde biliyordu adamın onu gözleriyle soyduğunu. Bu gerçek onu iliklerine kadar ürpertti. İndiğimde mutlaka bir polis bulurum dedi ve içini biraz olsun rahatlattığını düşündü. Evet, mutlaka bulurdu. Koskoca Beşiktaş'ta polis olmaz mıydı?
Genç kızlığında, bir kız arkadaşıyla birlikte seyrettiği ilk porno film aklına geldi. İş çıkışında akşam Salacak sahilindeki bir barda bir iki kadeh içip çakırkeyif olarak eve gelmişlerdi. Evde kimsenin olmamasının verdiği rahatlıkla da o sırada video kaset işi yapan kardeşinden erotik film istediler. Sabaha karşı uyumaya çalıştıklarında arkadaşına söylediği sözü dün gibi hatırlıyordu. "Artık kesinlikle eminim, bu erkekler bu filmleri seyredip sapık olmasın da biz mi olalım? Bu kasetler peynir ekmek gibi satıldığına göre, ortalıkta gözleri bizi her daim çıplak gören bir sürü sapık dolaşıyor."
Bu adam onlardan mıydı bilmiyordu, ama çok korkuyordu.
Otobüs son durağa geldi. İçerideki üç beş kişi yavaş yavaş indi. Korku içinde çantasını sıkıca kavradı, kapının önünde dikilip onun inmesini bekleyen adama hiç bakmadan ve değmemeye çalışarak indi. Bu ne çarpıntıydı böyle. Bir kere de bir gece, geç vakit eve gelirken çarpmıştı kalbi yine aynı. Yine bir adam yüzünden, körkütük sarhoş bir adam yüzünden. Ama sarhoştan kurtulmak kolay oluyordu doğrusu.
Adamın arkasında yürüdüğünü bilerek ve fark ettirmemeye çalışarak sağına soluna hızlı birer bakış fırlattı. Çok tuhaf, ortalıkta hiç polis görünmüyordu. Çabuk adımlarla kalabalığın arasına karışarak vapura binip izini kaybettirmek daha iyi olacaktı galiba. Önce motor iskelesine seyirtti, sonra vapura binmenin daha akıllıca olacağını düşünüp yolunu değiştirdi. Koşar adım vapur iskelesine giderken tanıdık bir sesten kendi adını duyunca derin bir oh çekti. Annesinin oturduğu apartmandan tanıdığı Öznur'du karşıdan ona doğru gelen. Şimdi artık yalnız değildi. Arkasındaki adamdan daha kolay kurtulabilirdi. Fakat Öznur başka bir ismi de çağırmıştı ve onun arkasına bakıyordu gülümseyerek. Adam da Öznur'un yanına geldi sonunda.
"Ne büyük tesadüf "dedi, Öznur. "Sana daha önce sözünü ettiğim arkadaşım Serhat, yakında nişanımız olacak. Bunu söylememiştim değil mi? Yolum Beşiktaş'a düşmese ikinizi birden görüp tanıştıramayacaktım. Ne güzel oldu, değil mi Serhat?"
Serhat arsız bir gülümseme ile yanıt verdi. Sonra, "Herhalde karşıya birlikte geçiyoruz, vapurda daha yakından tanışırız" dedi daha on dakika önce otobüste taciz ettiği kadına bakarak. Kadın, yaşadıklarına inanamayan, kendine bile yabancı bir sesle:
"Bugün karşıya geçmiyorum, çarşıdan bir iki şey alıp kayınvalideme gideceğim. Buyurun siz binin vapura, iyi akşamlar" deyip arkasını döndü. Koşarak iskelenin karşısındaki parkta bir banka oturdu, titreyen elleriyle sigara tabakasından bir sigara çıkarıp yaktı. Çantasının fermuarını açıp içinden cep telefonunu çıkardı, Öznur'un telefon numarasını buldu, hiç duraksamadan mesajını yazdı:
"Evlenmeyi düşündüğün adam bir sapık"
Telefonu tekrar çantasına yerleştirdi ve bir motora binip karşıya geçti.
Nurten Karahasanoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
KAÇIŞTA YİTİŞ
Yüreğim ve yurdum hakkında söyleyecek pek bir şeyim yok. Kötü davranışlar ve uzun yıllar beni birinden uzaklaştırdı, diğerineyse yabancılaştırdı. Bana miras kalan fakirlik, hayat okulunda iyi bir eğitim almamı sağladı ve düşünmeye yatkın zihnim sayesinde okul yıllarımda yaptığım sıkı çalışmaların birikimi analiz etme yetisine eriştirdi beni. Beni en çok köyümdeki ağa takımının davranışları etkilerdi; onların kötü davranışlarına hayranlık duyduğumdan değil, analiz yetim sayesinde onların hatalarını rahatlıkla saptayabildiğim ve buna karşı duruş sergilediğimden. Mizacımın kuruluğu yüzünden çok eleştiriye uğradım; her şeyi açık seçik ve ulu orta dile getirdiğimden bu bana bir suçmuş gibi yansıtıldı ve bu davranışım bana sürekli kötü bir ün getirdi.
Hayatımda ki bu kötü gidişat nedense doğuştan miras kalan fakirlikle yakamı bırakmadı bir türlü. Sevmeye her kalkışmamda da ucu bucağı belli olmayan girdaplara sürükledi ve bu sürüklemelerin yoğun olduğu bir dönemde nereye gidileceği belli olmayan bir yola koyulmak istedim evet tam anlamıyla bir yolcuydum, bir şeytan gibi peşimi bırakmayan sinirli bir huzursuzluktan başka bir yolculuk sebebim yoktu. Bununla beraber uzaklaştığım yüreğime bir terbiye vermekti amacım, sevmeye dair olan başarısızlıklarımı irdelemek ve bir sonuca ulaşmaktı beynimin arka taraflarında beni bu yolculuğa iten.
Gemimiz dört yüz tonluk tahtaları bakırla tutturulmuş ve Hint meşesiyle inşa edilmiş güzel bir gemiydi.
Çok hafif bir rüzgârla yola çıktık. Bir akşam kıç vardelasına yaslanmış bakarken kuzey batıda ki çok tuhaf, tek bulutu fark ettim. Hem rengi yüzünden hem de İstanbul'dan ayrıldığımızdan beri görülen ilk bulut olduğu için ilgi çekiciydi. Onu dikkatle gün batımına dek izledim. Deniz hızla değişiyordu ve su her zamankinden saydamdı. Huzursuzdum.
Ancak huzursuzluğum uyumama engel oldu ve gece yarısı civarında güverteye cıktım. Bir anda hızla dönen bir değirmen çarkınınkini andıran yüksek bir uğultuyla irkildim ve bunun ne anlama geldiğini kavrayamadan geminin her tarafı sarsılmaya başladığını fark ettim. Bir an sonra dev, köpüklü bir dalga bizi alabora etti, baştan kıça doğru hızla ilerleyerek güverteyi yıkadı.
Beni ölmekten hangi mucizenin kurtardığını bilmek olanaksız. Ama ya yüreğime vermek istediğim terbiye ya da onun bana yaşatmak istedikleri olacağı bir anda beynimde şimşek gibi çakan şoku sersemlettikten sonra kendime geldiğimde kıç direğiyle dümenin arasına sıkışmış olduğumu fark ettim.
Az sonra benden başka kurtulan olmadığını fark ettim. Güvertede bulunan ben dışında herkes denize düşmüştü. Kaptan ve yardımcıları uykularında ölmüş olmalıydı, çünkü kamaralar suyla dolmuştu. Fırtınanın ilk şiddeti azalmıştı ve rüzgârdan fazla bir tehlike beklemiyordum; ama yılgınlık içinde tamamen durmasını ümit ediyordum. Çünkü geminin şu haliyle buna dayanamayacağından, kaçınılmaz olarak öleceğimden emindim. Yanıldım gemi beş gün beş gece boyunca dayandı- bu süre içinde tek yiyeceğim büyük güçlükle temin ettiğim az miktarda çiğ balıktı. Altıncı günün gelmesini boşuna bekledim o gün benim için hala gelmemişti. O vakitten sonra zifiri karanlığa gömüldüm öyle ki geminin yirmi adım ötesini göremiyordum. Sonsuz gece beni kuşatmayı sürdürdü. Benim ruhuma ve yüreğime sessiz bir hayret duygusu hâkimdi. Gemiyle ilgilenmeyi, bunun faydasız olmasının ötesinde zararlı olduğunu düşünerek, bıraktım ve kendimi olabildiğince sıkı şekilde mizana direğine bağlayıp, o okyanus dünyasına acı acı bakmaya başladım. Zamanın geçişini hesaplamamın yolu yoktu, bulunduğum yer hakkında tahminde yürütemiyordum. Bir anda geminin hızla bir kayalığa binmenin etkisiyle bağlı bulunduğum mizana direğiyle beraber güverteye düşerken direkten kurtuldum.
Bu arada rüzgâr hala kıç tarafımızda esiyor ve brandalarla yüklü olan gemi bazen denizin üstüne fırlıyor. Ah dehşetlerin en fecisi! Yüreğim dile geliyor; kaderim üstüne düşünecek pek vaktim yokken çemberler hızla daralırken, girdabın içine hızla atılıyoruz, ufukta el sallayan melek misali, haykırıyor yüreğim "lanetlendin sevmeye dair, bunu anlamak için ölümüne yolculuğa çıkmaya gerek yoktu yaşadıklarından analiz etmeyi beceremediğin tek konu sevmekti" ve gemi okyanusla fırtınanın kükremeleri, böğürtüleri arasında titriyor, aman Allahım! Ve aşağı dibe iniyor…
İdris Kenç idriskenc@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : M.Nihat Malkoç GEMİLERİ YAKMAK YAHUT ÜMMETİN AHVALİ |
|
Geri dönüşü olmayan olaylar için kullanılan bir deyimdir 'gemileri yakmak'… Cesur insanların bütün riskleri üzerlerine alarak kendilerini öne atması ve kahramanlık göstermesiyle ilgili olarak söylenir. Gemileri yakmak herkesin yapabileceği bir iş değildir. Kararlılık ifade eden bu deyimin bir de hikâyesi vardır. Daha doğrusu bu deyim yaşanmış bir hadiseye dayanıyor. Dilerseniz bununla ilgili anekdotu sizlerle paylaşayım:
Berberiler Batı Afrika'da yaşayan göçebe bir toplumdur. Kökenleri Orta Asya'ya uzanan bu topluluk, Emevi Müslümanlarının buralara yayılmaları sonrası Müslüman olmuştur. O dönemde Kuzey Afrika valisi Nusayr oğlu Musa idi. Avrupa'ya yayılmak için Berberi askerlerden oluşan bir ordu hazırlaması için, gene bu halktan olan kölesi Ziyad'ın oğlu Tarık'ı görevlendirdi. Tarık on iki bin kişilik bir ordu hazırlayıp, gemilere bindirerek, karşı sahildeki bir dağa ulaştı ve oraya Tarık Dağı adını verdi (Cebelitarık)
O dönemlerde o bölgede kökenleri Cermen ırkına dayanan, Batı Roma İmparatorluğu'nu yıkarak, Roma'yı yağmalayan Batı Gotları (Vizigotlar) adlı barbar bir kavim hüküm sürmekteydi. Bunlar oradaki halka ağır bir şekilde zulmetmekteydi. Tarık'ın, ordusu ile bu bölgeye geldiği haberini alan Vizigotlar sayıca daha üstün olan ordularını onların üzerine doğru sürdü. Çarpışma yaklaşıyor ve gerilim yükseliyordu. İşte bu noktada Tarık, askerlerinin zoru görünce kaçmasını önlemek için, oraya gelmek için kullandıkları tüm gemileri ateşe verdi. Askerlerine "Artık bizim için geri dönmek imkânsızdır. Önünüz düşman, arkanız deniz ile çevrili bulunuyor. Direnmekten başka şansınız yok. Canınızı kılıçlarınızla kurtarmaktan başka bir şey yapamazsınız. Kısa bir süre derde ve güçlüğe katlanmayı göze alırsanız, uzun süre rahat edersiniz. Ben düşmana hücum ediyorum, siz de arkamdan gelip saldırın. Ben ölürsem zafere ulaşana ya da şehit olana dek savaşın".
Savaşın sekizinci günü Tarık'ın ordusu sürekli tazelenen Vizigotlar karşısında yorulmaya ve geri çekilmeye başladı. Bunun üzerine Tarık tekrar askerlerine " Kahramanlar nereye gidiyorsunuz? Gaflete kapılıp, nereye kaçmayı düşünüyorsunuz? Unuttunuz mu önünüz düşman ve arkanız denizdir. Bana bakınız ve ben ne yaparsam siz de onu yapınız" diyerek düşmana doğru atıldı. Kendisine barbar kavmin sancağını hedef aldı. Sancağın yanındaki, kıymetli taşlarla süslü tahtında rahat bir şekilde oturan Vizigot kralı Rodrik'i bir anda karşısında bulan Tarık, hasmını öldürdü. Bunun etkisi ile Vizigot ordusu dağıldı. Ancak Musa, Tarık'ın başarılarını kıskanarak, Tarık'a kaçanları kovalamamasını bildirdi. Ancak böyle davranmak büyük bir hata olacaktı. Tarık mantıklı olanı yaptı ve düşmanı kovaladı. Gotların başkenti olan Toledo kentini alarak, 350 yıllık barbar Got hâkimiyetini yıktı. Bundan sonra Batı Avrupa'da yaklaşık sekiz yüz yıl sürecek farklı bir uygarlık dönemi başlayacaktı.
Bunların dışında Endülüs'ün fethiyle ilgili, yine bazı garip olaylar da anlatılır. Şöyle ki, Tarık b. Ziyad, Cebel-i Tarık Boğazı'nı geçip Endülüs'e girince, esirler arasında yaşlı bir kadın ona şöyle demiş: '- Böyle olayları iyi bilen bir kocam vardı. Buralara gelip galip olacak bir komutandan bahsedip dururdu. Bu komutanın sol omuzunda kıllı bir ben olduğunu söylerdi.' Tarık elbisesini kaldırınca, söylendiği gibi bir ben görüldü. Tarık ve yanındakiler bunu da bir fetih müjdesi saydılar.
'Gemileri yakmak' zamanla dilimize yerleşerek deyimleşti. Bugün kararlılık ifade eden bir manaya büründü. Bilindiği üzere başarmanın yarısı inanmaktır. Siz evvelâ kendinize güveneceksiniz ve inanacaksınız ki zafer peşinden gelsin. Tarihteki zaferler hep inananların ve inandıkları davanın peşinde kararlılıkla yürüyenlerin olmuştur.
O insanlar davalarında ısrarcı ve kararlıydılar. Onların kor gibi yürekleri vardı. Ölümden korkmuyorlardı. Çünkü Allah ve vatan için ölmenin ecrini çok iyi biliyorlardı. Ölüme düğüne gider gibi tebessümle gidiyorlardı. Hayatı ve ölümü takdir eden Allah'a sığınıyorlardı. Haysiyetlerinden asla taviz vermiyorlardı.
Bugün İslâm dünyasına baktığımızda büyük bir enkazla karşılaşıyoruz. Müslümanlar darmadağın ve paramparça… Ümmet şuuru kaybolup gitmiş… Haysiyetli davranış ve tutumlar mumla aranır olmuş… Ortadoğu'da ve Arap Yarımadası'nda dolar milyoneri idareciler saltanatlarını sürdürmenin peşindeler. Lübnan'da ve diğer İslâm beldelerinde kan oluk oluk akarken onların kılı kıpırdamıyor. Utanmadan, sıkılmadan hiçbir şey olmamış gibi zevk ü sefasını sürdürüyorlar. Müslüman kanı emen çağın vampirlerine karşı imanın en zayıf işareti olarak kin bile duyamıyorlar.
Vaktiyle yönetimin temel kuralını Hz. Muhammet(SAV) şöyle açıklamıştır: "Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz." Demek ki Müslümanlar hâl ve hareketleri nedeniyle böyle idarecilere müstahak oldular. Buna bir çeşit ceza da diyebiliriz. Dünya Müslümanları tez elden uyanmalı, titreyip kendine dönmelidir. Fakat bunu bugünkü idarecilerle gerçekleştirmek mümkün değildir.
Suriye'de, Arabistan'da, Irak'ta, Sudan'da, Tunus'ta, Mısır'da, Afganistan'da devleti idare edenler Batı'ya ve ABD'ye göbekten bağlanmışlardır. Bunların birçoğu Batı'da yetişmiş ve bugünkü makamlarına atanmışlardır. Bunların hiçbirinden Müslümanlara hayır gelmez. Halk acı ve sefalet içinde yüzerken onlar ancak dolar milyoneri olarak sefalarını sürerler. Onların yerine asil ve ümmetçi idareciler gelmesi için öncelikle bizler hizaya gelmeliyiz, temizlenmeliyiz, manevî kirlerden arınmalıyız. Allah Müslüman ümmetini korusun ve gaflet uykusundan uyandırsın. Rabbim bize, yeri gelince gözünü kırpmadan gemileri yakabilecek Tarık bin Ziyatlar nasip eylesin.
M.Nihat Malkoç mnihatmalkoc@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf : Leyla Ayyıldız Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 7.053 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Cumhuriyetin Çocukları Büyüdü Artık
Kahpe dikenleri çıkarırken ayaklarımızdan,
temizlerken süt beyaz parmaklarımızdan
yapışan balçığı,
alnımız açık
kararlı,
ayaklarımız kadar
yüreklerimiz de nasırlı.
şimdi.
Biz büyüdük anne
yalnızlık türküsünü söylerken,
balçık ile diken aşk yaşarken,
kirli bir aşkın tam ortasında.
büyüdük.
Dermek isterken cihana
barış kokan gülleri
gözyaşlarımızla sularlarken
büyüdük.
Kin'e fer değerken,ten'e ter değerken
göz'e göz değerken
kardeşliği kurşuna dizerlerken
büyüdük biz
anne.
Uyusun da büyüsün ninnini
seninle birlikte onlar da söylediler.
Kan çanağı gözlerimizin
uykuya özleminin
dayanılmazlığında
büyüdük.
Sen göğsünde saçlarımızı okşarken,
kardeşliği belletirken bizlere
söylerdin ninnilerini,
Onlar bastıkları topraklara barut saçarken
kundaklara sıkarken kurşunları
söylediler.
Bizler de
ağzı süt kokulu düşlerin
analarıyız artık.
mutlaka bir gün
bir gün barış kokan güller
derilecek yurduma,
sonra da serilecek
cihan'a.
Belki başımızda selviler heybetiyle salınırken
belki de ayaklar adımlara küserken
kimbilir,
Bir gün mutlaka.
Doğacak sen ve senin gibilerin neslinden
Cumhuriyetin kızları,delikanlıları,anaları,babaları,
bu vatan için bu topraklar için
yetiştireceğiz evlatlarımızı.
Zamanlar hayatlara ihanet ede dursun
ne diken ne de balçık
bölemeyecek topraklarımızı,
biz ne kurşun ne de barut
mayınla döşeyeceğiz gözü dönmüş akıllarını,
meşalemiz ile yakacağız kan ile yunmuş karanlıklarını,
Gözün arkada kalmasın
Cumhuriyetimin anası,
biz büyüdük
Cumhuriyetin Çocukları Büyüdü Artık...
Özlem Gökdem
Yukarı
|
Çizen: Semih Bulgur Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
http://www.resize2mail.com Hala bir resim editörünüz yoksa ama koca koca resimler yerine daha küçük boyutta resimleri arkadaşlarınıza göndermek istiyorsanız, işte size tüm bu işleri online yapabileceğiniz bir site. Küçültmek istediğiniz resmi kendi bilgisayarınızdan seçiyor, olmasını istediğiniz boyutu belirliyor dilerseniz resmin bir kısmını atıyorsunuz. Sonuç elde ettiğini resmi tekrar bilgisayarınızda saklayabilyorsunuz. Daha ne olsun?
Uydu sistemleriyle ilgilenen kişilerin danışmanlık alabileceği sağlam bir web sayfası tavsiye ediyorum http://65.75.149.180/ Bir çok uydu alıcısı ve kart okuyucusunun tanımlandığı ve şifre listelerinin verildiği bu web sayfası meraklılarının çok işine yarayacak.
Basit cilt sorunlarından tutunda, çağımızın korkunç hastalığı kanser tedavisinde bile şifalı bitkiler kullanılmaya başlandı. Hemen hemen her türlü hastalığa karşı kullanılan şifalı bitki ve bitki özlerini elbetteki bilinçli şekilde kullanmak gerekmektedir. http://bitkiselsite.com/index.php kısayolunda bitkisel tedavi yöntemleri hakkında detaylı bilgiler bulacaksınız.
Bütün gazeteleri tek bir web sayfasından takip etmenin bir yolu da http://www.egazete.net/ Bütün gazetelerin web adreslerini tek tek araştırmak yerine bu web sayfasından tamamına ulaşabilirsiniz. Ayrıcayabancı basın ve yerel medya web sayfalarına da bu sayfadan ulaşabilmeniz mümkün.
Hergün 14 yeni bulmaca, hem de kare bulmacalar dahil, bilgi yarışmaları ve daha neler neler. http://www.superbulmaca.com/ bulmaca adına ne varsa bu web sayfasında. Aklınıza ve zihninize kuvvet.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|