|
|
|
15 Eylül 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Yan gelip yatmayan kantin subayı!.. | Merhabalar,
Vallahi de Billahi de bayılıyorum ben bu adama. İçi dışı bir maaşallah. Ağzında bakla değil dili bile ıslanmıyor bu sayın amcanın. Hazret gene demiş diyeceğini; “Önümüzdeki süreç final süreci. Faul yapacaklar, oyuna gelmeyin.” Bu neyin finali Tayyip Bey? Allah muhafaza, evlerden ırak, hasta falan değilsiniz değil mi? Çünkü ben asıl şu kanlı mı kansız mı gelecektiniz ya hani, işte onun finalini merak ediyorum. Siz Çankaya'da bir beyaz atın üstünde, arkanızda Gül komutasında devlet erkanı. İlk icraat, tekke ve zaviyelerin açılması. Öyle ya, kapalı olmaları gerekliyken bile aslında açıklar. Bizzat devlet tarafından korunup kollanıyorlar. Bırakın da bari özgürce görevlerini yerine getirsinler. İşte final dediğiniz bu ve benzeri imtiyazlara ulaşma durumumu acaba diye merak ediyorum. Ettiğiniz sözden anladığım ise şu; "Köprüyü geçene kadar ayıya dayı diyeceğiz, sakın siz benim gibi şaşırıp abuk subuk konuşmayın, milleti uyandırmayın, ortalığı bulandırmayın. Finalde havai fişekler bizim için patlayacak nasılsa."
...
Yukarıdaki resim bir arkadaşımdan geldi. Gazetede görmemiştim. Çakı gibi askermiş Tayyip Bey vallahi. Askerliği de torpilsiz, en alasından kantin subayı olarak yapmış. Tayin nedeni, ticari bilgi ve becerisiymiş. İleride memlekete başbakan olacağını bilselerdi en kaymaklısından karargâh komutanı yaparlardı mutlaka.
...
Duydunuz mu, Annan "Lübnan'daki Barış Gücünün görevi Hizbullah'ı silahsızlandırmaktır." demiş. Şimdi buna mı inanacağız yoksa memleket büyklerimize mi? Hayır biz silahsızlandırmaya karışmayız, gidiyoruz desek adımız ya korkağa ya da terörist yatakçısına çıkacak. O zaman kim dinleyecek bizim asıl arzumuzun vatan evlatlarımızın yok yere ölüp gitmesini engellemek olduğunu? Kime anlatacağız derdimizi? Ayrıca bizim Hizbullah'ın silahsızlandırılmasını istediğimize inanan var mı ki? Benimki de soru yani.
Gelin bugün de eski bir şarkıyı dinleyelim birlikte. Soft Cell çalıp çığırıyor, Tainted Love. Hepinize güzel bir haftasonu ve okul açılış hazırlığı diliyorum. Pazartesi görüşmek üzere hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SABAH |
|
Pazar sabahlarını severim. Sizi bilmem ama erkenciyimdir. Siz de sabahı içinize çekmek için tatlı uykunuza kıyabilenlerdenseniz beni anlarsınız. Kapıdan çıktığımda bütün evler, sokaklar henüz uykudadır. Diğer sabahlarda gün ağarırken başlayan telaştan hiçbir iz yoktur. Ana yollardan bile sallana sallana karşıdan karşıya geçebilirsiniz. Bu sadece Pazar sabahlarına ait bir lükstür. Eğer şanslıysanız semtinizde açık bir çorbacı ya da börekçi bile vardır. Daha tüm kent uykudayken ağır ağır çorbanızı içebilir, karnınızı doyurabilirsiniz. İhtimal ki gözleriniz dalar bazen, ağzınızdakini lokmayı çiğnemeyi bile unutursunuz. Melankoli ile kim bilir nerelere gitmişsinizdir? Aklınızda çok uzak ve eski sabahlar canlanmıştır. Sonra kendinize gelirsiniz. Kaldığınız yerden çorbaya veya böreğe devam edersiniz. Sizi bilmem ama ben Pazar sabahları sağlığımla ilgili kaygıların hepsini aklımdan silerim. Bu hoyratlığın bedelinin çok ağır olabileceğini bile bile …
Aslında böyle sabahlarda oltanızı alıp sahile gitmelisiniz. Güzel bir kaya üstüne oturup oltanızı denize, uzağa fırlatmalısınız. Balık mı vurdu? Yemi mi alıp gitti? Kancaya mı takıldı? Kimin umurunda? Çünkü amaç balık tutmak değil sabahın tadını çıkarmaktır.
Sonra, karşınızda, tam karşınızda önce turuncu bir top güneş yükselmeli. Yükseldikçe kırmızıya dönmeli. Önce yansıması denizde oynaşmalı. Bütün deniz kırmızıya kesmeli. Bu kırmızılığın içinden şöyle irice bin kefal atlamalı. Tam üç kez, peş peşe… Şlap şlap şlap. Kırmızı çizgilerden birbirini sürükleyen halkalar oluşmalı. O anda dudaklarınıza güzel bir ezgi tutunmalı. Önce mırıldanıp sonra kimseye aldırmadan ıslıkla çalmalısınız. Zaten etrafta aldıracağınız kimse de yoktur. Dert etmeyin. Üstelik şarkılar güneş denizde yıkanıp çıkıncaya, kadar da sürmeli.
Diyelim ki tam kendinizden geçmişsiniz, sersem bir balık gelip oltanıza vurmuş. Misinayı boş bırakın yemi alıp, gitsin. Balıkla uğraşarak bu güzelliği damarlarınızda hissetmekten sakın vazgeçmeyin. Balık nasılsa yeniden gelir. Ama güneş birazdan yükselip gidecektir. Kendinize izin verin. O sabahın her saniyesi bedeninize ve yüreğinize aksın.
Sabah sona ermek üzereyken güneş biraz yükselecek ikinci perde başlayacaktır. Yengeçler, küçük balıklar sığ sularda dolaşmaya başlarlar. Onları denizin uyanmaya başladığı bu saatlerde akvaryumdaki kadar kolay görebilirsiniz. İşte o zaman kayanın üzerine uzanın. Sadece denizdeki uyanışı izleyin. Yosunların değişen rengini, suyun lacivertten maviye dönüşünü, güneşin mavilerin üzerinde çizgi çizgi ışık ışık oynayışını göreceksiniz. Sonbahar yaklaşmışsa çinakoplar birazdan kıyıdaki yavru balık sürelerine saldıracaklardır. Sırtları beyaz çizgiler gibi görünen yavru balıklar kurtulmak için suyun üzerine zıplayacaktır. Gördükleriniz, hissettikleriniz hayatın ta kendisi, en saf ve yalın halidir. İçinizi nedensiz bir sevinç kaplayacaktır. Her şeye rağmen sabah dipdiri avuçlarınızdadır ve çinakopların kovaladığı yavru balık olmadığınız için kendinizi çok şanslı hissedersiniz.
Hala kayanın üstünde yatıyorsanız artık zamanı gelmiştir. Birazdan tekneler denizden dönecekler. Denizden ağları almışlardır. Ağlar hala sabah, yosun ve deniz kokuyordur. Kayıktakiler genellikle iki kişidirler. Biri dümende uykulu gözlerle martıları izlerken, diğeri kayığın başında uyukluyordur.
Siz onları göremediniz. Az önce biri küreklerdeydi, diğeri kayığın kıç tarafında ağları çekiyordu. Yanınızdan geçerken ağlardan süzülen denizle hala ıslaktırlar. Kıyıya yakın geçenlere selam vermeyi, el sallamayı sakın unutmayın. Mutlaka selamınızı alırlar. Çünkü güneşle birlikte uyananlar birbirlerini tanırlar. Hepsinin gözünde o sabahın, o güneşin gülüşü kalmıştır.
Güneş iyice yükseldiğinde, sabah geçip gittiğinde bile oradan ayrılmak istemeyeceksiniz. Bundan adım gibi eminim. Sahili, denizi, sabahı bırakıp gitmek zordur. Çünkü sabah, deniz, kayıklar sizi artık büyülemiştir. Şimdi uzandığınız yerden kalkıp oltanıza yem takabilirsiniz. Ya da yemi değiştirip oltanızı yeniden denize atın. Eğer iğneye küçük bir izmaritse takılırsa ya da ispari… Kancadan kurtarıp yeniden denize salın. Ağzını yırtmadan ama, dikkatlice incitmeden… Avuçlarınızda çırpınan denizdi işte az önce. Hissettiniz, azıcık dikenliydi, değil mi?
Pazar sabahım, ince esintim, balığım, teknem, dalgam denizim, çorbacıdaki melankolim, bakmaları, görmeleri, hissetmeyi umursamadığım zamanlarım. Hepinizden özür diliyorum. Gereksiz telaşların, geçim derdinin, olur olmaz koşuşturmamaların, gereksiz hüzünlenmelerin kancalarından kurtulduğumda yine size geleceğim. Sözüm söz…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
MuratHoca : Faik Murat Müftüler TELEFON |
|
Dikkat!
Bu öyküdeki tek suçlu,
sonunda ölüme mahkum olan telefondur.
Belki bir de yazarın ta kendisi…
Johann Sebastian Bach'ın 2 numaralı si minör Fransız süitinin son bölümü, cep telefonunun kulak tırmalayan midi tonlarıyla, duvarlarda çınlıyordu. Şiirsel bir hüzünle matem rengine bürünmüş kadın yüzünü, kesif karanlığa rağmen görülür kılan tek ışık, telefonun deniz feneri işgüzarlığıyla parlayan ekranından yayılıyordu. Bir mezar gibi karanlıktı oda… Bir tabut gibiydi tahta masa… Bir anıt gibiydi kadın ve türbe başındaki kandili andırıyordu telefon.
Masanın üzerinde yorgun bir yüreğin temposuyla kesik kesik titreşen telefon her titremesinde, yanıtlanmasına kalan saniyeleri sayan ibre gibi bir yöne doğru ağır ağır dönüyordu. Ona uzanması gereken eller, dizlerini çenesine doğru çekerek büzüşmüş bedenin karnı üzerinde kavuşmuştu. Karın ile bacakların arasına hapistiler. Üstlerinde bir çift memenin ağırlığı…
Sağ el sol ele "dur yapma!" diyordu sanki… Sol el daha mı iradeliydi ki sağ eli tutmuş engellemeye çalışıyordu. Kadınlık onurunu taşıyan beyin ise hepsinden güçlüydü muhakkak. Ah o beynin bir tek göz pınarlarına gücü yetmiyordu. Dudakların içinden o pınarların damarı mı geçiyordu ki ısırıyordu kadın var gücüyle? Yoksa bir ıstırabı bastırmak için daha büyük bir ezayı mı yayıyordu dudaktan kalbe doğru; tüm bedenine… Asiydi gözler; dur durak bilmiyorlardı. Diyafram adalesi ise tüm bedeni hıçkırıklarla sarsmak için telefonun susmasını bekliyor olmalıydı ki mide bulandırıcı bir gerginlikte kasılmıştı.
"A$KIM arıyor" "Yanıtla" "Reddet"
İki saat önce "Allah belânı versin" diye bir mesaj yollamıştı Esat'a. Mesajı görmemiş olmalıydı ki bir buçuk saatlik suskunluğun ardından telefon çalmaya başlamış ve o dakikadan beridir neredeyse hiç susmamıştı. Şebeke çalma süresi dolan aramayı kestikçe, dört beş saniye aralıktan sonra yeniden çalmaya başlıyordu. Türkân ise mazoşist bir zevk alıyormuşçasına, ne telefonu kapatmış, ne de sesini kısmıştı. Bach'ı severdi zaten.
Sadâkat, insanın kendi erdeminin üzerine kurduğu hibe edilmiş bir duyguydu. "Sadaka" sözcüğüne olan benzerliği de bundandı muhakkak. Hibe edilen her şeyde olduğu gibi, ardından "Helal-i hoş olsun" denen. Ve tabii ki hibe edilen her şeyde olduğu gibi, benzer bir karşılık alınmadığında, insana kendini enayi gibi hissettiren.
Türkân kendini enayi gibi hissediyordu şimdi. İki yıldır kayıtsız şartsız bir sadâkatle sürdürmüştü ilişkisini. Acaba bu Esat'ın ilk ihaneti miydi? Belki ama Türkân'ın içindeki kemirgen kurt, bunun ilk olmadığını söylüyordu. Kim bilir ne zamandır ve kaçıncı kez aldatılıyordu?
Masanın üzerindeki telefon titreşimleriyle olduğu yerde bir tam turunu tamamlamıştı. Badinerie susmak bilmiyor, ortamın kasvetine ters düşen agresif bir neşeyi yansıtıyordu.
"A$KIM arıyor" "Yanıtla" "Reddet"
Türkân, akşamüzeri işten biraz erken çıkmış, bunu fırsat bilerek sevgilisine sürpriz yapmayı planlamıştı. Esat'ın çalıştığı semtteki şık restorana uğrayıp rezervasyon yaptıracak, sonra da işyerinin kapısında onu karşılayacaktı. Restoranın geniş bahçesinden geçip kasaya doğru ilerlerken, deniz tarafındaki masalardan birinde Esat'ı gördü; bir kızla beraberdi ve sarılmış öpüşüyorlardı. Esat ise Türkân'ı görmemişti.
Bir anda yerle bir olan dünyasını sığdırmakta zorlandığı zihni, algılarından içeri sızmaya çalışan kent keşmekeşinin saldırısına maruz kalmıştı. İçeriden ve dışarıdan kuşatılmıştı gözleri. Ağlamaya direniyorlardı. Bu zulümden kaçar gibi bulduğu ilk taksiye atmıştı kendini. Şoför üç kez nereye gitmek istediğini sormasına rağmen Türkân'dan.yanıt alamamış, aracını siya sandal trafiğin akışına bırakmış, Gümüşsuyu yönünden, Taksim'e doğru yol almıştı. Türkân ise o sırada, telefonun mesaj hanesini açmış, "Allah belânı versin" yazıp mesajı göndermişti. Neden sonra gücünü toplayıp gideceği adresi şoföre söyleyebilmişti. Annesinin evine gidecekti. Yani Esat'ın gelemeyeceği tek yere. Eğer anne ve babasının evde olmadıklarını bilseydi gelirdi tabii. Neyse ki bunu bilmiyordu Esat.
"A$KIM arıyor" "Yanıtla" "Reddet"
Çalmaya başladığı saatten beri telefonun şarj göstergesi iki çentik azalmıştı. Yakında Esat'ın da şarjı bitecekti mutlaka. Şarj aletini yanında taşımaya alışkın değildi.
Esat'ı hâlâ çok seviyor olmasaydı Türkân'ı bu kadar zedeler miydi ihanet? Belki de umursamazdı bile. Acı, ancak sevgi kadar büyük oluyordu; bir damla bile fazla değil… Ama ne yazık ki sevgi damla damla akarken, aldatılma acısı olanca gücüyle bir anda saldırıyordu. Yağmur gibi sevgiye karşı, sel gibi acı.
Türkân, eski sevgilisi Faruk'la ayrılışlarını hatırladı. Esat'la ilişkileri başladığında henüz Faruk'la birlikteydi. Bu başına gelen, Tanrı'nın ilahi adaletiyle ördüğü bir kader olmalıydı. Faruk'a ettiğinin cezasını çekiyordu bugün. Kendisi yakalanmamıştı ama ayrılmalarının hemen ertesi günü Esat'la çıkmaya başlamasından Faruk anlamıştı mutlaka aldatıldığını. Aslında tam olarak aldatma bile denemezdi. Sadece kısacık bir öpüşmeydi o kadar.
Esat'la Faruk, ortak firmalarda çalışıyorlardı. Birbirlerini pek sevmemekle birlikte, iş gereği arada bir görüşüyorlardı. O yüzden Türkân yeni ilişkisini saklamaya çalışmamıştı. Er geç öğrenecekti nasılsa. Hem bu sayede Faruk'tan ve ısrarlarından kurtulabileceğini biliyordu. Faruk'un birkaç gün içinde çöktüğünü, saçlarının yer yer ağardığını, bir hafta içinde hissedilir derecede zayıfladığını gözleriyle görmüştü. Yalan yok; üzülmüştü de… Ama rûhu söz konusu olduğunda, ruh kadar bencil olabiliyordu insanoğlu. Faruk işinden ayrılıp Konya'ya giderken Türkân'a bir mesaj göndermişti: "Allah belânı versin" .
"A$KIM arıyor" "Yanıtla" "Reddet"
Bu kez her seferinde olduğundan daha çabuk kesildi arama. Esat'ın telefonunun şarjı bitmiş olmalıydı. Birkaç dakikalık suskunluktan sonra telefon yeniden çalmaya başladı. Bu sefer çalan melodi, genel arama bildirimiydi. Beethoven'dan Für Elise... Sokağın başındaki ilköğretim okulunun teneffüs zili de aynı ezgiydi. Şimdi bu ses teneffüs müydü yoksa paydos mu? Elbette ki aşka teneffüs, Esat'a ise paydostu.
"+902121164356 Arıyor" "Yanıtla" "Reddet"
Faruk'la durumu farklıydı ama… O olay bir birikimin eseriydi. Duygusal tatminsizliğinin aylar boyu birikmesi sonucu kapılmıştı Esat'a… Faruk duyarsız adamın tekiydi. Varsa yoksa TV'de maç seyretsin, futbol yorum programlarını izlesin, evde bir camız gibi yatsın, semirsin… Ne özel bir günde baş başa yenen yemek, ne bir güzel söz ne de işten güçten çalınmış ufak tefek romantik anlar… Arada bir "Seni seviyorum" demesinin dışında romantik sayılabilecek hiçbir davranışı yoktu. Çok az konuşur, konuştuğunda ise çoğunlukla kendinden ve olmayan meziyetlerinden söz ederdi. Yakışıklılığı dışında narsizmi hak edecek hiçbir başkalığı olmayan bir adamın böylesine ukalâ olması dayanılır şey değildi doğrusu.
İlk zamanlarında, nasıl olup da ona kapıldığına, böyle bir adama sevgi besleyebildiğine şimdi hayret ediyordu. O yakışıklı çehrenin çevresine, kendi hayalleriyle bir beyaz atlı prens örmüştü. Uzun süre de ördüklerinin yalan, gördüklerinin gerçek olduğuna inanmak istememişti.
Faruk'taki görülen gerçeklerden ciddi şekilde rahatsızlık duymaya başlaması, aşağı yukarı ilişkilerinin ilk yılının bitimine rastlamıştı. Keşke bir yıl daha ona katlanmasaydı. Sadece verdiği emeğin hatırına beraberliğini sürdürmüştü. Bir de içinde kalan son sevgi kırıntılarıyla beslenen umudunun hatırına…
Son yıllarında beş kere terk etmişti Faruk'u. Ama her seferinde tam aradığı, görmeyi istediği adamı bulmuştu karşısında; yalvarıp yakaran ve sonunda mutlaka ikna eden… İki üç gün tam bir romantik oluyor, nezaketi, inceliği yerlere göklere sığmıyor, gözlerinde yanan aşk dolu pırıltılar Türkân'ın ruhunu aydınlatıyordu. Ama bir süre sonra yine eski haline dönüyor ve o iki üç günün mahsulünü bir sonraki terk edilişe kadar afiyetle yiyordu.
"+902121164356 Arıyor" "Yanıtla" "Reddet"
Aslında Türkân için bu bitmiş ilişkiyi biraz olsun katlanılır kılan, mutlu olmak için bir adama, hatta herhangi bir adama ihtiyaç duymamasıydı. Türkân o berbat ilişkinin içinde bile istediğinde mutlu olabiliyordu çünkü. Tek ihtiyacı olan biraz kendisiyle yalnız kalmasıydı. Faruk gibi bir adamla bu hiç zor olmuyordu. Düş gücüyle yarattığı yaşamlarda, yarım saat içinde kurguladığı halde bir ömür sürdüğünü var saydığı hayal aşklarla mutluydu. Bulaşık yıkarken, ütü yaparken, yollarda yalnız yürürken, Faruk'un yanı başında -güya- televizyon izlerken, sehpaların tozunu alırken, bir sinema filmi gibi gözünün önünden geçerdi o olamayacak olası aşklar.
Filmlerin aktörleri ise herkes olabilirdi. Akşamüzeri eve gelirken dolmuşta gördüğü yakışıklı bankacı çocuk, öğle yemeğinin self servis kuyruğunda arkasında bekleyen kıvırcık siyah saçlı, yeşil gözlü güvenlik görevlisi, bir akşam kız kıza gittikleri bardaki iki omzu ve boynu dövmeli barmen, vs. vs… Bir daha asla görmeyeceği aktörler seçmesi, ikinci kez görmesi halinde kapılacağı utançtan kaçışıydı.
Bir keresinde, hayallerinin en can alıcı yeri olan ilk öpüşme sahnesinde, kendini aynada görmüş ve yüzünde beliren tebessümü fark edip utanmıştı. Belki de o duygu utanç değil, korkuydu. Düşlerinin dışa yansımasıydı çünkü gülümsemesi. Delirmeye başladığını düşünmüştü.
Esat'a rastlayana kadar, bu senaryoların, kötü giden ilişkisinden kaçmasını sağlamadığını, aksine, başını kuma gömmüş bir devekuşu gibi bedenini riske attığını fark edememişti. Damla damla doldurduğu bardağın son damlası olmuştu Esat…
"+902121164356 Arıyor" "Yanıtla" "Reddet"
"Batarya zayıf"
Dalgın halde denizi izlediği bir gün, yüzünde silik bir tebessümle, en samimi arkadaşı Şûle'ye, yakalanmıştı. "Mutsuz bir kadının dili sustuğunda, beyniyle yüreği sohbet etmeye başlar. Bazen çok baştan çıkarıcı şeyler konuşur onlar" demişti Şûle. Türkân'ın itiraz etmesine fırsat bırakmadan, "Hani derler ya 'Namus bacak arasında değil beyindedir'… Eğer gerçekten öyleyse ben namussuzun tekiyim" diye eklemişti arkadaşı ve kahkahayı basmıştı. Dakikalarca gülmüşlerdi bu söze.
Bu olayı hatırlayınca, istemekle yapmak arasındaki farkı düşündü. Dünya toplumlarındaki hiçbir adalet mekanizmasında istemek cezalandırılmıyordu. Çalmayı istemek, öldürmeyi istemek, bir yeri bombalamayı istemek, sadece beyinde başlayıp bitiyor ve eyleme dönüşmüyorsa, ne suç sayılıyordu ne de günah. Ceza ve yasak hep yapılanlaraydı. O halde namus da ihanet de salt beyinde olamazdı. O söz mesnetsiz bir feminist avuntusundan başka bir şey değildi. Kirliliği veya temizliği asla ispatlanamayacak olan beyni namuslu gösterme ve bedeni de bir sözle özgürlüğüne kavuşturma çabası gibi…
Tüm suçlar, beyinde defalarca işlendikten sonra eyleme dönüşüyordu. Başka türlüsü pek mümkün değildi zaten. Belki de gerçek eylemi kabullenilebilir kılmak için kurgulanıyordu suçlar. Düşünce boyutunda, cezadan, ayıplanmaktan uzak, güvenli kamplarda eğitiliyor, suça alıştırılıyordu ruhlar. Düş gücü çok yüksek olan insanlar o zihin kamplarında çok mutlu olabiliyor ve gerçek eylemi hep bir sonraki sefere erteleyebiliyorlardı. Bu sayede hiçbir zaman işlenmeyebiliyordu gerçek suç.
"+902121164356 Arıyor" "Yanıtla" "Reddet"
"Batarya zayıf"
"Batarya zayıf"
Bunları düşündükçe, Faruk'la beraberliğinde, en son olaya kadar namussuzca davranmadığını kendine kabul ettirmeye başlamıştı. Çünkü her şey hayallerinde başlayıp bitiyordu. Zaten Esat'la yakınlaşıp o ilk öpücüğü dudaklarından kaçırıverdiği gün işin daha ileriye gideceğini anlamış, Faruk'u terk etmişti.
Kendince avunabilmek için o olaya da "Aşk sürçmesi" diyordu. "Her ne kadar sürç-ü lisan ettiysek affola" kadar kolay affedilebilir miydi aşktaki sürçmeler? Sürçme sözündeki gizli masumiyetin, faili avutmaktaki becerisi mef'ûlü teselli edebilir miydi? Birkaç saat önce aldattığını öğrenmişken, aynı bahaneyi Esat'a yakıştırabilir miydi mesela? Kabul edebilir miydi bunu? Asla… Gerçekten bir sürçme bile olsa asla…
"+902121164356 Arıyor" "Yanıtla" "Reddet"
"Batarya zayıf"
"Batary………………..
Telefon sustu. Dört saattir tetikte bekleyen diyafram adalesi nefes kesen hıçkırıklarla boşaldı. Telefon ekranının kararmasıyla iyice siyaha boyanan oda, pencerelerden gelen zayıf kent ışıklarıyla duvarlarını bulmaya çalışıyordu. Nihayet nefes alıp haykırmaya başladığında Türkân'ın büzüşmüş bedeni açılıp gece boyunca esaretin kucağında, ten sıcağıyla terlemiş olan elleri azat etti. Öfkeli eller yordamsızca uzandı masanın üstüne. Telefonun duvarda patlamasıyla çıkan ses, dağılıp odanın her köşesinden başka seslerle yankılandı. Ekran, arka kapak, pil, tuş takımı, kasa… Ayrı yönlerden kendilerine özgü serzenişleriyle biçimsel parçalanışı ezgisel bir bütünlükle bertaraf etmek istemişlerdi sanki. Lâkin başaramadılar. Hıçkırıklarla patlayan haykırışlar, telefon parçalarının duvar dibindeki son şıngırtılarını bir lokmada yutuvermişti. Er geç gelecek olan uyku da acıları yutacaktı elbet. Sadece sırasını bekliyordu. Sabırlıydı uyku. Bekliyordu. Yaklaşıyordu. Uyku. Uykuuuu…
* * *
"+902121164356 Arıyor" "Yanıtla" "Reddet"
Türkân, duvar dibindeki aynalı konsolun altında yatan çatlak telefon ekranına bakıyordu. Üzerinde yine o bildik yazılar… Biraz ilerde, halının saçaklarının üzerinde duran tuş takımı da ekranla birlikte parlıyordu. " 1 2 3 4 5 6 7 8 9 * 0 # " … Yemek masasının altına savrulmuş lityum-iyon pil olduğu yerde kesik kesik titreşiyor ve her titremesinde bir yöne doğru ağır ağır dönüyordu. Sinir bozucu bir ibre gibiydi. Telefonun hoparlörü kim bilir hangi cehennemdeydi ki görülmüyordu; ama pencere tarafından yine o aynı ezgi geliyordu.
Für Elise …
Soluk kesen bir hiddetle uykusundan sıçradı. Görüntüler bir anda kaybolmuştu. Telefonun tüm parçaları dağıldıkları yerlerde cansız yatıyorlardı. Ama Für Elise çalmaya devam ediyordu. Ses gerçekti. Neden sonra anladı o sesin sokağın başındaki ilköğretim okulundan geldiğini. Bir programlama hatası yüzünden hafta sonları da çalan teneffüs zili, bu absürd rüyayı ekmişti Türkân'ın zihnine.
Uyanmaya direnen gözleri, üzerinde uyandığı kanepenin ucuna vurup döşemelik kumaşın renklerini göz kamaştırıcı bir şenliğe çevirmiş olan güneş ışığına dalmıştı. Yüzünde gözyaşlarıyla akıp kurumuş rimelin gerginliğini hissedip elini yanağına götürdü. Altı noktalı Braille alfabesini okuyan bir kör gibi ellerini yanaklarında gezdirdi. Orada ihanet acısının bir gecelik öyküsünü okudu, anımsadı… Yüzünden birkaç avuç suyla silinebilecek matemi yüreğinden de atabilecek miydi? Zor olacaktı ama imkânsız değildi elbet.
Für Elise bitmek üzereyken aşkın teneffüsüne çıkması gerektiğini anladı. Bir daha asla ihanet acısı çekmeyeceğine dair yemin edemeyeceği kadar bilinmezlerle dolu yepyeni bir aşka kadar…
Faik Murat Müftüler murathodja@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Kahveci : Atiye Şeker |
BİR İNTİHAR KARARI
Biliyorum çok zor…Zaman insanı tüketiyor…Günler sonra dönüp bir baksan bahçedeki ağaca yapraklarının açtığını görür şaşırırsın bazen….Ne zaman oldu bu?..Yalnızım bu gün…Kendimle baş başayım.Kendimle kahve içiyor,kendime kitap okuyor,balkondan çevreyi izletiyorum..Ağaçların ne güzel göründüğünü,havanın ne kadar güzel olduğunu,çiçeklerin ne güzel koktuğunu anlatıyorum…Yıllar önce gördüğüm bir rüyayı hatırlıyor yüzümü asıyorum..
Nereye gittiğini bilmeden son sürat ilerleyen bir arabanın içindeyim sanki..Yolun nerde biteceğini merak ediyorum..Bazen yolun sonuna varabilecek miyim diye…Bazen de bu yolculuğa artık bir son vermem gerektiğini düşünüyorum..
Herkesin olduğu yerde kalamıyorum…Herkes gibi olmaktan herkesle birlikte olmaktan sıkılıyorum çünkü.Bazen sırf bu yüzden ilerlemeliyim diye düşünüyorum.Çünkü yolculuğuma son verirsem bulunduğum yer çekilmez olacak benim için.ilerlemeliyim..İlerleyeyim ki daha fazla insan tanıyayım.İlerleyeyim ki değişik coğrafyalarda değişik canlıların varlılığına ve yaşayışına tanık olayım.İlerleyeyim ki kendimi bulayım…Hatta denk gelirse öteki beni de…
Hayatı haksız yere suçluyoruz bizden çaldıkları konusunda.Ortada bir hırsız varsa biziz..Hayattan çalıyoruz durmadan…Hem kendimizin hem başkalarının hayatından.Bazen bile isteye,bazen hiç farkında olmadan.
Demiştim oysa bu her şeyin sonu olur diye.Niye gidiyorum diye sorup dursam da kendime bir neden aramadığımı biliyordum.içimdeki yolculuktu belki çıktığım ,içimdeki bendi keşfetmek istediğim.Sonu gelen başka şeylerin hiç önemi kalmıyor çünkü hep kendimden verdim.Her şeyi bitirmezsem şayet ben bitecektim.
Ilık bir koşuşturmaca,telaştan ibaretse hayatın, göremezsin soğuk ve durağan olanları yada cayır cayır yananları.Ayakların yere basıyor,adımlarını sağlam atıyor ve hep geleceğe bakıyorsan göremezsin havada uçuşanları yada toprağın altında yatanları.''İnsan bir şey olmak isterse kendisi olamaz! '' demişti bir yazar.Sorun şu ki insanlar bunu bir ayakları çukura indiğinde fark ediyorlar.
Bu da benim kendim olma hikayemdi…
Hayat benden hiçbir şey istemezken ben ondan bu kadar çok şeyi hangi yüzle istiyordum?Hayat beni hiç önemsemezken ben neden onu bu kadar çok önemsiyordum?
Uzun yıllar kendime bu soruyu sorup durdum.Hayattan bir şey beklemediğimi ve onu ciddiye almadığımı kanıtlamak istiyordum.VE KENDİMİ O KÖPRÜNÜN ÜSTÜNDE BULDUM….
Hatırladığım yada hazırlandığım bir son yoktu.Çağlardan beri süregelen bir savaşın içinde olduğumu biliyordum sadece.Vurdum,yıktım,parçalandım,öldürdüm,yaralandım.kan kokusunu tanıdım.Hayat gibi kokuyordu,kavga gibi ,savaş gibi,insan gibi…En güzel duyguları anlatabiliyordu acıtırken.
Günahsızdım herkes kadar ve günahkardım da.haklıydım davalarımda en azından insan olduğum için.HAYALLERİM VARDI ,umut ettim.Engeller çıktı,endişelendim.Başarınca sevindim,yenilince üzüldüm.VE KENDİMİ O KÖPRÜNÜN ÜSTÜNDE BULDUM…
Derinlerimde çok derinlerimde bir yerde bir şey vardı ki beni alıp götürüyordu.''benim iki dünyam var; biri gerçek ,biri hayal…''demişti bir başka yazar. HAYALLERİM derinlerimde çırpınıyordu.
Kocaman bir şeydi yüreğim.her şeye sevgi duyuyordu ve herkese. Tarifsiz bir boşluktu yaşadığım.Yüreğim o kadar büyüktü ki evrene sığmıyordu.yüreğime sığındım,hayallerimin peşinden koştum.VE KENDİMİ O KÖPRÜNÜN ÜSTÜNDE BULDUM.
Gecenin içinden sesler gelirdi…Ama sadece dinlemeyi bilenler duyar onları.arabalar, kedi köpek sesleri ve ıssızlığın ahengi ,karanlığın gizemiyle birleşir ve sadece uyumaman koşuluyla o geceyi sana armağan eder,hiç uyumamak lazım geceleri.
Gece yalnızlık,kendi içine sığınmışlık,gece gürültüden uzak,kalp sesinden ibarettir.En derin acılar gecelerde yaşanmıştır.Geceler boyunca arayışlar hiç bitmemiştir. Her gece gününün katilidir.Güneşin her batışı faili meçhul bir cinayettir.Güneş batarken o gün ,buna daha fazla tanıklık etmek istemediğimden gözlerimi kapadım. Koştum koştum koştum… VE KENDİMİ O KÖPRÜNÜN ÜSTÜNDE BULDUM.
Yaptıklarım yapacaklarımın garantisi olmamıştı hiçbir zaman. Aynası işi olan kişi de değildim.İnsanlara arkadaşlarımı anlattığımda bana kim olduğumu asla söyleyemeyeceklerdi.
Kimliğim konusunda karar kılınamaz,benim de iki dünyam vardı.İşin kötüsü ben ikisini de sonuna kadar yaşıyordum.Daha da kötüsü artık ikisini de istemiyordum.VE KENDİMİ O KÖPRÜNÜN ÜSTÜNDE BULDUM.
Yolları düşündüm.Bitmezdi insan aklımızla düşününce.Herkes en kısa ve kestirme olanı tercih ederdi bu yüzden.Onlar için önemli olan varacakları yerdi.Ama benim için yolun kendisiydi ve yolculuktu önemli olan.Bilmediğim yollara girdim hiç gözümü kırpmadan..Cesaretten değil ama sırf merakımdan.
Nasıl bir şeydir acaba cebinde hiç parası olmaması insanın yada harcayamayacağı kadar çok parası olması?Ya da parayı boş verelim düşününce bile midemi bulandırıyor bazen.
Şöhretli olmak mesela herkes seni tanıdığı için ilgiden sokağa çıkamamak.Kimse seni önemsemediği kimse seninle ilgilenmediği için komplekslere girmek.Yapayalnız,kimsesiz olmak,aile kalabalıklığının yada kurallarının arasında boğulmak.hangi durumda olursak olalım zıddını isteriz.Ben bazen hepsini isterdim ve hayaller kurardım, senaryolar yazardım.
O gün hiç birini istemedim VE KENDİMİ O KÖPRÜNÜN ÜSTÜNDE BULDUM.
bir yazar şöyle demişti:''tanrı bazen ne usta bir kaptan olduğumuzu bilmemizi ister.ama ne yazık ki kaptanın ustalığı deniz durgunken anlaşılmaz.'' denizin coşkusundan korkmak olmaz.
Coşkuyu yaşamak hissedebilmenin ta kendisidir aslında.coşkuyu yaşamak yürüdüğünün ,ilerleyebildiğinin farkına varmaktır.Zaman öylece,habersizce geçmemiş sen onu harcamışsın kullanmışsın demektir. O gün çok coşkuluydum.Coşkuyla ağlıyordum.Hem çok mutsuz,hem de çok mutluydum.Aynı anda dünyanın bir kaç yerinde birden olmak istiyordum ve bu imkansızdı bedenim parçalara ayrılmadığı sürece.O an fark ettim ki coşkuyla ölmek istiyordum ve bunu kendim yapmalıydım.Zamanını ben seçmeli ,hikayemin sonunu ben yazmalıydım.
KÖPRÜDEN BAKINCA NE KADAR DA KÜÇÜKTÜ ŞEHİR……
KÖPRÜDEN BAKINCA NE KADAR DA HUZURLU GÖRÜNÜYORDU İNSANLAR,SANKİ ÇOK SEVEREK İSTEYEREK YAŞIYORMUŞ GİBİ..
KÖPRÜDEN BAKINCA NE KADAR DA GÜZEL GÖRÜNÜYORDU HAYAT ,SANKİ GİTMEK İSTEYEN BENDEN BAŞKA KİMSE YOK GİBİYDİ…İNSANSIZ KALMAYA DAYANAMAZDIM!..
KÖPRÜDEN BAKINCA HAYATA ÖLMEK İÇİN DEĞİL YAŞAMAK İÇİN GÖNDERİLDİĞİMİ ANLADIM.HER ŞEY ,HER YER,HERKES BENİ BEKLİYORDU YAŞANMAK İÇİN.
Ne demişti o 33 yaşındaki yazar: ''Bir insanı tanıdım hayatım değişti.Tanımak tam 33 yılımı aldı.'' Evime dönmeliydim. Çünkü kendimi bulmuştum. Ve bulur bulmaz kaybetmek olmazdı.
Atiye Şeker
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Bir Adam vardııı... |
|
Bir adam vardı, kendini kovboy yerine koyardı...
Bir başkan oldu, başkanlık seçimi şaibelerle doldu...
Bir ekip kurdu, nerede petrol varsa dünyanın orasını vurdu...
Bir senaryo yazdı, yazmakla kalmayıp üstüne üstlük azdı...
Zavallı insanlar sadece mezar kuyularını kazdı...
Yenilir yutulur değil bir yalan lokma yuttu, bir de kendine uşak tuttu...
Uşak zaten dünden hazırdı, sömürgecilik ruhunda hem hazır hem nazırdı...
Bir tezgah ürettiler, savaşı yeniden türettiler...
Bir yalan uydurdular, çocuklar inanmayınca onları da vurdurdular...
Bir petrol için dellendiler, binlerce çocuk öldürüp fütursuzca yellendiler...
Bir akıllı halkı vardı, ikinci kere seçtiğine belki de yanardı...
Bir adam vardı canı sıkıldı, canı sıkıldı, canı sıkıldı...
Binlerce yıllık tarihi eserler bile bu sıkıntıya dayanamadı yıkıldı...
Bir adam vardı, ölüm kokardı...
Nefret ve kin saçardı...
Silah satardı...
Barışla yatardı...
Savaşla kalkardı...
Bir adam vardı, dünya ona yetmezdi...
Deliye sorsan; o adam da ona göre beş para etmezdi...
Bir adam vardı, kendine dev aynasında bakardı...
Halkı bir şans verdi, partisi murada erdi...
Bir seçim hüllesi yaptı, zirveyi çabucak kaptı...
"En iyisini ben bilirim" derdi, Taliban'ın dizinde secde ederdi...
"Değiştim" derdi, değiştim diye kasım kasım gezerdi...
Bir adam vardı, canı sıkılan adama; "Beni kullanın !" diye haber salardı...
Bir adam vardı, karakucak usulü her mevzuya dalardı...
"Kullanalım bari !" dediler, lakin ilk seferinde tekmeyi yediler...
Yemediler içmediler, para ellerinde olduğundan yine geldiler...
Nasılsa bir adamları vardı, o "He" derse diğerleri sorgusuz sualsiz uyardı...
Her ihtimale karşılık onları "Bu kez fire vermeyin" diye uyardı...
Bir adam vardı, zaten sorgu sual edeni azarlardı...
Bir adamı vardı, ülkeyi babalar gibi pazarlardı...
Gerekirse; resmi tarihi bile yeniden yazarlardı...
Bir elleri balda idi, diğer elleri "Kaç para verirler" diye açtıkları falda idi...
Bir adam vardı ki takkesi artık düşmüştü, keli olanca çıplaklığı ile görülmüştü...
Bir sepet ördü ülkenin başına, dönüp bakamaz artık anaların gözyaşına...
Bir barış vardı, savaşlardan çıkıp bir türlü belini doğrultamayan...
Bir savaş vardı, gözünü kan bürümüş silah tüccarlarınca doyulamayan...
Bir vatan vardı, bunca vurguna rağmen hala bütünüyle soyulamayan...
Bir umut vardı, içindeki hayalleri çabucak eritmiş...
Bir hayal vardı, içindeki dünyayı yeşertmiş...
Bir dünya vardı, belki de sevgiyi yüreklerde çoktan tüketmiş...
Bir yürek vardı, mangalda kül bırakmaz delice atardı...
Bir sevgi vardı, mangal yüreklerde sıcacık güneş gibi yatardı...
Bir güneş vardı, anne koynu gibi ezbere bildiği yerden batardı...
Bir anne vardı, gencecik evladı yüzünden yüreğinden yıkılan...
Bir evlat vardı, "Barış istiyoruz, savaş değil !" dediğinden içeri tıkılan...
Bir adam vardııı... Canı sıkılan...
Canı sıkılan... Canı sıkılan...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Kahvenin Köpüğü : Melis Mine |
Sil Baştan
Tür: Romantik / Dram / Komedi / Romantik Komedi
Gösterim Tarihi: 18 Kasım 2005
Yönetmen:Michel Gondry
Senaryo:Charlie Kaufman , Michel Gondry , Pierre Bismuth
Görüntü Yönetmeni: Ellen Kuras
Müzik: Debbie Wiseman
Yapım: 2003, ABD , 108 dk.
Oyuncular: Jim Carrey, Kate Winslet, Kirsten Dunst, Tom Wilkinson, Elijah Wood, Mark Ruffalo, David Cross
"Eğer yeniden başlayabilseydim hayata, ikincisinde hata yapardım daha fazla" * diye başlayan o meşhur şiiri bilirsiniz herhalde, kaçırılan fırsatların, geride kalan zamanların ne denli önemli olduğundan dem vuran o dizeleri.
Peki ya yapmadıklarınızdan değil de çoğunluk gibi, yaptıklarınızdan pişmansanız? Ya o zaman ne yaparsınız? Unutmaya çalışırsınız. Teselliyi belki içki kadehlerinde, belki yeni deneyimlerde, belki dost omuzları ıslatmakta bulursunuz. Peki ya unutamıyorsanız yaşananları, yapılanları, paylaşılan güzel zamanları? Ya da öyle demeyelim, bilinçli olarak değil de bilmeden, fark etmeden hala geri dönsün, yeniden başlasın istiyorsanız her şey ve öte yandan da aslında bir daha eskisi gibi olmayacağını biliyorsanız? İşte o zaman filmimizin kahramanlarını gözlemeye başlayın derim ben. Bakın neler oluyor?
"Eternal Sunshine of the Spotless Mind" yani bizdeki çevirisiyle "Sil Baştan", bundan iki üç yıl öncesinde dilime pelesenk olan "format attırmak istiyorum beynime" teranesini hatırlattı bana. Hayatımdan mutlu olmadığım zamanlarda bulduğum "parlak" bir çözüm yoluydu bu format işi, formattan sonra MS-Dos yükleme planları ile daha da ileri götürüyordum bu hayali üstelik. Ancak bir süre sonra, ciddi bir beyin ameliyatı geçirecek bir yakının hafızasını yitirmesi ihtimali, bütün anıların da silinmesinin ürperticiliği beni bu format masalından vazgeçirdi. İşte, bu filmde de benzer bir hikâye var, kötü anıları silmek isterken hayatının o bölümünün olduğu gibi yitip gideceğini anlayan bir adamın hikâyesi.
Sevdiği kadın tarafından terk edilmenin acısını bir türlü sindiremeyen adamımız, unutmanın çare olmasını bekleyen biri değildir zaten. O, her şeyin düzeleceğini sevdiğinin tekrar ona döneceğini düşünen iflah olmaz bir romantiktir. (Aslında romantik tanımım bu adam gibi değildir pek, ama işte burada denk düştü) Ancak, sevgilisinin kendisini unuttuğunu - daha doğrusu onunla ilgili her şeyi hafızasından sildirdiğini - öğrenince o da pes eder, sevgilisini unutmaya karar verir. Hem de aynı yöntemle!
Başlangıçta her şey güzel gitmektedir, tüm kavgalar, anlaşmazlıklar, - hani o her ilişkiye limon sıkan "o diş macunu ortadan sıkıyordu, ben ise alttan, macunun kapağını da açık bırakmıştı…" bezginlikleri, tatsız olayları silinirken her şey güzeldir. Ama bunlarla birlikte bütün güzellikler - tanışma, ilk randevu, ilk öpücük… - de silinmeye başlayınca, işin rengi değişir. Anılarından vazgeçmek istemez adamımız… Uyanamadığı bir uykunun içinde kıyasıya bir mücadeleye başlar.
Jim Carrey sevenlerine farklı bir gösteri sunuyor, bugüne kadar izlediğimiz çoğu filminin aksine kendisini hala sevmeyenlere bile sevdiriyor müthiş oyunculuğuyla… Sadece Jim Carrey için bile izlenmeye değer bir film olmuş diyorum ben bu adamı sevmeyen biri olarak. Kate Winslet ve Kirsten Dunst güzellikleriyle ve oyunculuklarıyla Jim Carrey'e yetişmeye çalışıyor gibiler, Eliaj Wood ise "Yüzüklerin Efendisi"nden sonra burada "geçerken uğradım" ruh halinde sanki.
Son birkaç söz daha söylemeden bitirmek olmaz bu yazıyı: Neyi hatırlamak ve neyi unutmak istediğinize dikkat edin, unutmayı en çok istediklerinizin içinde en değerli anılarınız saklı duruyor olabilir!
* Jorge Luis Borges'in "Anlar" isimli şiirinden
Melis Mine
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Leyla Ayyıldız Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 7.053 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Pervaneler ve Kelebekler
Uçuşur karanlığın gölgesinde
Rüzgâra teslim…
Hayâl olur…
Pervaneler….
Kelebeklerin öyküsünde
Kelebek:
Geceme dolan ziya
Yırtar kör kuytuları
Korkarım parlaklığına
alışmaktan…
Bir seherlik ömrümde
Sabaha varmaz
rüyalarım
Pervane:
Uçuşur siyah tülden siluetin
Görmez uykumdaki halini
Süzülürsün…
Ve dans edersin avuçlarımda
Avuçlarımı açmaya…
korkarım
Kelebek:
Anlarım konuşmasan da
Gül kokulu kanatlarına
Sığınırım…
Kelimelerin gözlerindir
Okurum kendimi
inceden
ağlarım…
Pervane:
Sanadır yaşamışlığım
Dur…
Gitme…
Kelebek:
Sanadır adanmışlığım
Bırakma…
Açma avuçlarını…
Elif Eser
Yukarı
|
Seyyar Çamaşırhane - Müteşebbis diye bu adama denir!..
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Boo diye bir web dergi var http://www.boodergi.com/ Daha doğrusu varmış ama benim yeni haberim oldu. Hazırlayan arkadaşlara çok teşekkürler. Tam kıvamında bir dergi olmuş, (ne demekse?), yani ben çok beğendim demek istiyorum ve diyorum: "çok beğendim". Hele derginin sunulduğu web sayfasının dizaynı da hiç fena değil hani, görülmeye değer bence...
11 Eylül sabahı Pentagon'a bir Boing 757'nin çarptığını ve ciddi hasarlar meydana geldiğini duyduk ve hatta basından takip ettik. Bunun aslında bir düzmece olduğu hakkındaki bilgiyi de sayın Mehmet Polat'ın "11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ" yazı dizisinden takip ettik. Bir kaynakta benden http://freehost16.websamba.com/pentagonym/pentagon.htm kısayolundaki filmi başından sonuna kadar takip ederseniz, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. O kadar açık ve net kanıtlar sunulmuş ki, sonuna kadar hiç ara vermeden seyredeceksiniz.
E-card olarak da gönderebileceğiniz küçük ve şirin bir mini golf oyunu http://www.purple-twinkie.com/games/xmasminiput.asp ben üç tur oynadım ama hala kimseye göndermedim.
Kafanızda küçük bir senaryo oluşturup, daha sonrada film haline getirmeyi planlayanlardansanız, işte size yarı amatör bir proje. http://myfunmovies.com/ web sayfasına giriyorsunuz ve sırasıyla: öncelikle kendinize filmin çekileceği ortamı ve hava durumunu belirliyorsunuz. Tabiki sırada oyuncular var. Onları da belirledikten sonra senaryonun temel çalışmaları başlıyor. Bu kişiler belirlenen mekana nasıl gelip oradan nasıl ayrılıyorlar. Aynı zamanda neler konuştuklarını da konuşma balonlarına ekliyorsunuz. Olmazsa olmazımız ise ortam müziği. Bunu da belirlediyseniz son olarak giriş animasyonunu; yani intro kısmını hazırlıyorsunuz. Bunca zahmetten sonra oturup keyifle sanat eserinizi seyrediyorsunuz. Eeee bunu başkalarına seyrettirmek mümkün mü diyenlere cevabım tabiki evet olacak. İyi eğlenceler.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|