|
|
|
19 Eylül 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Neler oluyor bize?!.. | Merhabalar,
Deşifre programını seyrettim bir müddet. Okullarda yaşanan bitmez tükenmez, önlenemez bağış isteklerinden söz ediyordu. Bu konu biraz yanlış yansıtılıyor gibi geliyor bana. En magazinsel tarafından yayınlanınca insanın gözünün önüne kaçınılmaz olarak döner sermayeci okul müdürleri geliyor. Zaten yayınlanan programın amacı da o. Öyleleri yok demiyorum ama genellikle durum çok daha farklı ve acıklı. Örneğin kışlık yakacak ihtiyacını okul aile birliklerinin topladıkları bu paralarla karşılayan okulları biliyorum. Kırılan bir tek camı takmak için sınıfta para toplandığına, İstanbul'un göbeğinde hala Windows 95 yüklü bilgisayarlarla bilgisayar dersi yürütüldüğüne bizzat şahit oldum. Yani demem o ki bunun adı yolsuzluktan ziyade çaresizlik. Utanması gerekenler elbette var ama bunlar okul çalışanları değil devletin sözde sorumlu yöneticileri. Bütçeden eğitime aktarılan paranın devede kulak olduğu bir ülkenin çocukları da elbette dâhi olamıyor. Matematikte, fende OECD ülkeleri arasında 35. sırada olmamız garipsenmemeli.
Bir de ilginç 3. sayfa haberi var gündemimde. Taksici, biri kadın iki kişi tarafından, Eminönü'nde gündüz vakti bıçakla gasp ediliyor. Kanalın biri kamerayla olayı çekiyor. Seyreden kalabalığın arasında bir de sivil polis var. İddiaya göre "Mesaim bitti." diyerek dönüp gidiyor. Gaspçılar kaçıp içi lebalep dolu halk otobüsüne biniyor, taksici peşlerinden krikoyla kovalıyor ama kalabalıktan otobüsün içine giremiyor. Otobüsten bir Allahın kulu da gaspçıları aşağıya atmıyor. Otobüs şöförü basıp gaza gidiyor. Otobüs gittikten sonra olay yerine polis geliyor, taksiciyi ifadesini almak üzere karakola götürüyor. Vallahi de billahi de "Ah polis olsam" dizisininden bir sahne değil bu anlattıklarım. Tümüyle gerçek. Yahu insanlık öldü mü? Bu nasıl bir vurdumduymazlık ya da nasıl bir korku? Bu kadar sinmiş olmamızın sorumlusu kim? Ben orada olsaydım nasıl davranırdım tahmin edemiyorum ama okuduklarım karşısında küçük dilimi yutuveriyorum. Neler oluyor bize yahu? Haydi hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Kahveci : Neslihan Güzel AT BULUNUR, NAL BULUNMAZ |
|
Hızlı adımlarla yol alıyor, bir taraftan da etrafımdaki güzelliklere bakmaya çalışıyordum. Mağazaların vitrinlerine takılıyordu bazen gözlerim, kırmızılı, yeşilli kıyafetlere. Genellikle mankenlerin üstünde yeşilin tonları vardı. Anlaşılan bu yılın rengi yeşildi, fosforlu, haki yeşili ile bir ormanı andırıyordu vitrinler.
Oldum olası sevmem, girip bir mağazada saatlerce dolaşmayı, kıyafetleri giyip giyip çıkarmaktan da nefret ederim. Bir de bunları benden önce başkalarının giydiğini düşününce iyice rahatsız oluyorum.
Bir mağazaya girdiğim zaman ne aradığımı mutlaka bilirim. Nerede bulacağımı da. Bu yüzden hızla hareket eder, aradığım reyona giderim, aradığım ölçülerde bir şey varsa, bedenime uyacak şekilde ise, hemen alırım. En fazla bir ya da iki elbise denerim, oldu oldu, olmadıysa almadan çıkarım. İnsanları boş yere meşgul etmek iste-mem. Kendim de daha önceden tezgâhtarlık yaptığım için, çalışanların aklından geçen şeyleri tahmin edebiliyordum.
Lüzumsuz yere dağıtılan elbiselerden, deneyip deneyip almadan çıkıp giden müşterilerden hiç hoşlanmazdım. Bir de ne istediğini bilmeyenler vardı tabi ki. Kocaman mağazanın her tarafını gezerler, her reyondan bir şeyler denerlerdi, çoğu bedenini, neyin yakışıp, neyin yakışmayacağını bile bilmezdi. Her gördüğü parçayı açtırır, saat-lerce dener, sonrada yakışmadı deyip, bırakıp giderdi.
İnsanları boş yere meşgul etmek istemediğim için ve fazla vaktim olmadığı için, bu yeşilli mağazaya girmedim.
Bir kaç adım ilerledikten sonra, sağ tarafta, rampaya açılan bir yol vardı, bu yol beni aradığım yere götürecekti. Sahaflar çarşısına. Bir taraftan denize bakıyor, bir taraftan da yürüyordum.
"İşte benim mekânım" dedim sonra. İlk kitapçı dükkânı ile karşı karşıya geldim. Dışarıda eski kasetlerden oluşan bir küme vardı, şöyle bir el attım, ne ararsanız vardı, Bach'tan tutundan, mezlekesine kadar her şey, kimisi orijinaldi, dışında kabı bile vardı. Kimisi de kayıt yapılmıştı, kasetin üstünde yazan isimle, içinde ki parçalar aynı değildi.
Böyle yerleri gezmekten hoşlanırım her zaman. Nedendir bilmem, beni onlara bağlayan bir şeyler vardır hep. Eski eşyalar, eski otomobiller. Burası da eski eşyalarla süslenmiş bir dükkândı, harika parçalar vardı.
Eski bir telefon kulübesi, minyatür tabiî ki, kırmızı renkte. İçinde telefonu bile vardı. Eski günlerim geldi aklıma, telefonun önünde kuyrukta beklediğim günlerim. Bir de bunlara jeton alırdım, küçük, orta, büyük diye üçe ayrılırdı, orasında da küçük bir oluk olurdu. Aslında rengi sarımsıydı ama kirden daha koyu bir renk almış olurdu. Bazense telefonun içinde kalırdı, alttan düşmezdi, insanlarda telefonun kafasına vururdu düşsün diye. Bu ankesörlü telefonları artık göremiyorum, acaba hala varlar mı?
Telefonun yanında ki eski motor bisiklet takıldı gözüme, yeşil renkte olan, ön tarafında da yıldızı vardı beyaz renkte. Arka tarafında ise kahverengi deriden yapılmış bir çantası vardı üç tane tokası olan. Çocukların sevdiği, polis motor bisikletiydi bu.
Onun yanında da amerikan otomobilleri vardı, ön tarafı arka tarafına göre daha az yükseklikte olup, üstü açık olan arabalar. Ön farları dışarı çıkmış salyangozun alıcısı gibi duruyordu. Arkada tek, bütün bir koltuk ile önde iki kişilik, ayrı iki koltuk bulunmaktaydı. Yan tarafta ise yedek, kocaman bir lastik.
Amerikan arabalarının yanında ise, eski model bir mercedes. Açık mavi renkte olup, camları olmayan. Kaç yaşında olduğunu tam, tahmin edemiyorum. Yirmi beş olabilir belki daha da fazladır. Hani şu Ekrem Bora'nın filmlerde kullandığı, herkesin hayranlıkla baktığı, çocukların alkışla karşıladığı arabalardan.
Minyatür arabaları geride bıraktıktan sonra, yolumu eski kitaplar kesti, benim can dostum kitaplar. Eski kitapları hep daha çok severim, yenilerine göre. Onların kokusu, rengi bana daha güzel geliyor. Bazen sayfalarını karıştırırken kendimden geçiveriyorum. 1700 lü 1800 lü yıllara dönüyorum. Yazarın (özellikle Balzac'sa, Tolstoy'sa benim için daha da güzel bir durum) o an ki halini düşünüyorum, satırlarla olan savaşını. Kim bilir ne kadar da çok emek vermişlerdi, bu kitapları oluşturmak için. Geceler boyu gaz lambasıyla, belki de mum ışığıyla çalışmalardı.
Ama onlar öyle derin izler bırakmışlardı ki, yıllar sonra bile, hala en çok satanlar listesinde yerini korumaktaydılar. Bir Montaigne'in Denemele-ri hala çok beğenilen kitaplar arasındadır. Daha bunun gibi birçok örnek mevcuttur.
Bu düşünceler içinde elime bir tane kitap aldım, kirden sararmış olan ilk sayfasını çevirdim. Frıemann Bach ismi büyük puntolarla yazılmıştı, büyük ihtimalle de Bach'ın hayatının anlatan bir kitaptı. Yazarı ise Brachvogel'di. Çeviri kısmında ise Saadet İkesus' un ismi bulunmaktaydı. Epey eski bir kitaptı, hatta bazı sayfalarının eksik olduğunu da fark ettim. Basım tarihine bir bakayım diye ön sayfayı çevirdim, 1946 İstanbul yazısı vardı. Ne kadar da çok zaman geçmişti üzerinden. Sonra yapraklarını elimle açmaya çalıştım, sanki birbirine yapışmıştı sayfalar. 134'üncü sayfadan bir tane telefon numarası çıktı, Elif ismiyle beraber, çok şaşırdım, biraz da güldüm. Kim bilir belki hala yaşıyordur, belki arasam çıkar telefona. Eski kitapların en çok sevdiğim taraflarından biride bu. Bir iz, bir isim, bir telefon numarası çıkması. Beni çok düşündürüyor. Alıp o günlere, o insanların yaşadığı ortamlara götürüyor, çok gülüyorum. Acaba Elif kimdi?
Bu duygularla ve yüzümdeki her zaman ki tebessümümle, bir raf ileriye gittim. Orada da farklı renkte, kimi-sinin ise cildi parçalanmış, kitaplar bulunmaktaydı.
Ellerime bir baktım, kirden simsiyah olmuştu, üstüme değdirmemeye çalışarak yoluna devam ettim.
Küçükten hep çok kitabım olsun isterdim, bir oda dolusu kitabım. Ama bunun hep bir hayal olarak kalacağını sanır, üzülürdüm. Çünkü o kadar kitabı alacak param yoktu. Ama şimdi hayalime ulaştım. Bir oda dolusu olmasa da, istediğim kadar kitabım var. Eğer böyle devam edersem, bir oda dolusu kitaba da kavuşacağım.
Kitaplarım ve kalemim benim için çok değerli. Her zaman yanımda mutlaka bir kitap bulundururum, gerek yolculuklarda, gerekse işte, bir fırsat bulur da okurum diye. Tabiî ki kalemim, o da benim ayrılmaz bir parçam. Aklıma gelen şeyleri kâğıda aktarabilmem için, gerekli olan, en iyi dostum…
Sonra düşündüm, acaba dükkân sahibi bu kitapların hepsini okumuş muydu? Acaba onun çocukları var mıydı, bu kitaplara düşkün olan?...
Burası benim olsa ne kadar da iyi olurdu, akşama kadar kitap okuyabilirdim, insanlara tavsiyelerde bulunur, onlarla tartışabilirdim. Yazarlarla arkadaş olur, onların sırlarını paylaşırdım. Günlerim ne kadar da güzel geçerdi, rengârenk bir bahçede geçer gibi…
Arkama döndüm, dükkânın sahibine doğru yöneldim, bir tane kitap vardı aklıma takılan, onu nerede bu-labileceğimi sormak için. Şişman, bir yetmiş boylarında, kalın siyah çerçeveli gözlüğü olan, esmer bir adamdı dükkân sahibi. Kısık bir ses tonu ile yerini bilemeyeceğini, bu konuyla çalışan çocuğun ilgilendiğini, onun da bugün izin günü olduğunu söyledi.
Üzüldüm sonra, bu kadar kitabın içinde okumayan bir insan. Herhalde sadece para işleri ile ilgileniyordu kendisi, kitaplarla da yanında çalışan çocuk ilgileniyordu. Belki çocukta okuyucu değildi, sadece kitabın dışına bakıyor, ismini ezberliyor, hadi bilemedin, bekli de sadece önsözünü okuyup, kitabı yerine koyuyordu, okuyucu sorunca, bulabilmek için.
Biz ah! Kitap alabilsek, okuyabilsek deriz, onlarda kitabın içinde yüzerler, kapağını açıp da bakmazlar bile.
Bir yerde okumuştum, adam müzik aletleri satıyordu, gitarından tutundan piyanosuna kadar. İstiyordu ki, çocukları bir şeyler çalsın, öğrenmek istesin, ama ne gezer…
Bazıları camdan gitara bakar ah! Çalabilsem diye, bazıları ise gitarla yaşar, dönüp de bu nasıl bir şeymiş diye bakmaz bile...
"At bulunur nal bulunmaz, nal bulunur at bulunmazmış" Ne kadar da, doğru bir söz değil mi?
Neslihan Güzel www.neslihanca.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Kahveci : Nevin Günaydın |
Kristal Vazo
1989 Yılında Adana'da Adana Erkek Lisesinde çalışmaya başlamıştım. Sınıflarımın hepsi Lise Son Sınıf ve öğrencilerim Akdeniz İkliminin özelliğinden olsa gerek, çok uzun boylu ve oldukça yapılıydılar. Aynı zamanda çok güler yüzlü ve şakacı çocuklardı.
Okulun en şamatacı sınıfı 3 Fen/A sınıfıydı. Onlar, her ders masamın üzerine, içinde taze mevsim çiçekleri olan, cam bir vazo koyarlardı. Ders bitiminde de, çiçekleri eve götürmem için, bana verirlerdi. Çünkü, bundan çok hoşlandığımın farkındaydılar.
O gün, yine vazoda çok hoş bir çiçek demeti vardı. İşlenecek konu ile ilgili, birkaç alıştırmanın olduğu, iki kitabı da masaya bıraktım. Konuyu bitirdikten sonra, sıra alıştırmaları tahtaya yazmaya gelmişti.
Alıştırma kitabını almak için, masaya doğru yürüdüm. Elimi uzattım. Nasıl becerdim bilemiyorum ama, elim takıldı, cam vazo düştü ve büyük bir şangırtıyla kırıldı. Çok mahcup oldum ama, öğrencilerim sanki hiçbir şey olmamış gibi, tepki göstermediler.
Haftaya aynı sınıfa derse girdiğimde, masanın üzerinde yeni bir vazo ve içinde çiçekler vardı. Sınıf defterini imzalarken, sınıf başkanı ' Bu sizin tarafınızdan ödenecek' deyip, elime bir fatura uzattı. Kristal bir vazoya ait, oldukça yüklü bir miktarla karşılaştım. Bir faturaya, bir de masanın üzerindeki pekte kristale benzemeyen vazoya bakıp 'Bu faturanın buna ait olduğundan emin misin?' diye sordum. 'Evet hocam, onu ben aldım' dedi. Tam yerine oturacakken döndü ve ' Hocam borcunuz ön tarafta yazan miktarla bitmiyor, faturanın arkasını da okuyun. Hesabınızı ona göre yapın' dedi.
Faturanın arkasını çevirdiğimde gördüklerim şöyle sıralanmış-tı:
1- Dikkatsizlik nedeniyle kazaya sebep olmak 10.000.000 TL.
2- Çıkan şangırtı nedeniyle huzur bozmak 10.000.000 TL.
3- Cam parçaları nedeniyle çevre kirliliğine
sebep olmak 10.000.000 TL.
4- Camların süpürülme ücreti 10.000.000 TL.
TOPLAM 40.000.000 TL.
FATURA TOPLAMI 100.000.000 TL.
GENEL TOPLAM 140.000.000 TL
Başımı kaldırıp onlara baktım. Okullarına yeni gelen bir öğretmendim. Beni tanımıyorlar ve bu nedenle tepkimi merak ediyorlardı. Sanırım bu onlara kendimi kabul ettirebilmem için vermem gereken küçük bir sınavdı. ' Aman Allahım, ben bu faturayı ödeyebileceğimi sanmıyorum. Biraz indirim yapamaz mısınız' diyerek gülümsedim. Meraklı bakışları gülümsemeye dönüşmüştü. Yine başkan sınıf adına söz alarak ' hoşgörünüz için teşekkür ediyoruz, iyi ki Adana'ya geldiniz ve iyi ki öğretmenimiz oldunuz' dedi. Ben de ' bir yerde yeni olmak ürkütür çoğumuzu, ama sanırım önemli olan birbirimizi varolan özelliklerimizle kabullenebilmek' dedim. Bu sözlerim sonraki günlerde gelişecek olan dostluğumuzun başlangıcı oldu.
Aradan seneler geçmesine rağmen o kristal vazo ( ! ) faturasını özenle saklıyorum. Ve çocuklarımı sevgiyle hatırlıyorum.
Nevin Günaydın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Şadıman Şenbalkan |
AB’YE GİRMEK HAYAL Mİ?
Nato üyesi olan tüm Avrupa Ülkeleri, AB’ye girdi ama, bizi bekletiyor Avrupa Birliği yıllardır. Neden?
Nedenleri, aslı astarında herkes biliyor.
Papa 16. Benediktus apaçık belli etmedi mi Müslüman olanların AB’de işi olmadığını.
Haddini aşan ve dinimiz üzerine ahkâm kesen Papa, şimdi çark etmiş olacak ki, ağız değiştirmiş.
“Orta çağa ait bir medeniyetten alıntı yaptım. Alıntı hiçbir şekilde şahsi düşüncemi yansıtmıyor ”diyerek açıklama yaptı, Papa.
Papa efendi, Müslüman dininde; kılıç zoru ile din kabul ettirmek yoktur, olaydı; Fatih Sultan Mehmet, daha 1453 tarihinde Bizans’taki tüm Hıristiyanları kılıç zoruyla Müslüman yapmış, sizin Avrupa’nızda da Hıristiyan dininiz tarihe gömülmüştü. Kaldı ki İslam dininde, söylediğiniz gibi bir zorlama Müslümanlığın ilk yayılma tarihinde bile yoktur, ve Müslümanlık; tüm hak dinlerini kabul eden, zor kullanmayan bir dindir.
AB’YE girme müzakerelerine çeyrek kala, Müslüman Türk Milletine alınan birçok cepheye yenisini katıyor, Avrupa’nın Papa’sı.
Biz, bizi kabul etmek için habire tarih erteleyen AB’YE girsek ne olacak?
Paramız para mı olacak?
Hadi canım...
Ya sonra?
Pasaport kontrolsüz gidip gelmeler, mülk emlak edinmeler daha da meşru hale gelecek.
Eeee...
Avrupalı olacağız yani. Üstelik belki de Avrupa’daki parlamentoya girip milletvekili bile seçileceğiz.
Eeeee daha ne olsun...
Yok yok olmasın... Ne Arap’ın yüzü ne Şam’ın şekerini isteriz.
Fakat burada, bazı gerçekleri hatırlatmakta fayda var:
Osmanlı, henüz yeni çağa girdiğinizde Viyana kapılarına dayanmış, size medeniyeti öğretmemiş miydi? Endülüs’teki o canım eserleri kim yaptı?
Bir tarihte “Barbar” dediğiniz Türkler, siz Avrupalılara kültürünü taşımadı mı?
Sizin Avrupalılar Haçlı seferlerinde Allah’ın Ayetlerini kılıçlarına takmadılar mı?
Bu yukarıda bahsi geçenler; tarihi kanıtlar ama, Avrupalı devletler boyuna açık arıyor, bizim milletimizde.
Yok efendim, soykırım meselesi, yok efendim, böyle ol, şöyle ol.
Hadi oradan...
Esas soykırımı sizin Avrupa yaptı, sayın Avrupa Birliği.
Almanya’nın Hitler’i, yakın tarihte Yahudilerin, Çingenelerin ve Polonyalıların canına okumadı mı?
Yugoslavya’da Bosna Hersek’te ve Kosova’da soykırım yapan kimlerdi o zaman?
Böyle mi olur Avrupalılık, sayın Avrupa Birliği?
Şadıman Şenbalkan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Kahveci : Ufuk Deniz Köse |
RÖLANS
Rölans…
Atıfa rölans demişti ..
Elindeki jokerlerin iki tane olduğunu görünce , gözleri parlayarak söylemişti bu kelimeyi ..
Rölans deyince oyunda kazanılan parayı iki katına çıkarıyordu. Yaşasın !
Bu arada oturduğu yerden az ileride üçlü kanepeye uzanmış olan arkadaşına seslendi ..
-Azıcık bir şeyler yede kursağına yemek gitsin ..
Birazdan iğnecin gelir…
Aç karnına ilaç da yaramaz ..
Hadi sözümüzü dinle ..
Yeşil çuhalı konken masasından bir ses daha yükseldi ..
-benim elim sür der..
Meloş da sür demişti ..
-iyi o zaman hadi ikimiz karşılıklı oynayalım …
Dediler ..
Rölansa karşılık sür !!.
Atıfa'ya karşı Meloş ..
Vay canına oyun dört katına çıkmıştı .
Heyecan , gerginlik, para kazanma arzusu ,telaş, sakinlik yani ortalıkta ne varsa aniden her şey iki-üç katına fırlamıştı.
Yeşil çuha serilmiş konken masanın etrafında oturan yaşı geçgince diğer yedi kişi rölans ve sür diyen arkadaşlarının başlarına toplanmışlardı ..
Oyuncular destenin yerde duran kısmını kendilerine doğru çektiler ..
İri, kocaman kalçalarını sandalyelerine iyice yerleştirerek ellerindeki kâğıt sayısının doğru olup olmadığını kontrol ettiler ..
Ellerindeki kâğıtları daha önceden de elli bin kere dizdikleri belli olacak şekilde gayet büyük bir ustalıkla sıraya dizdiler.
Hemen dört , üç, üç ayırarak jokerleri yerlerine yerleştirdiler …
Meloş'un eli tek kâğıda biterdi..
Yani doğru tek kâğıdı bulursa bu iş tamamdı ..
Ama bugün pek şansı yoktu …
Kendi değimiyle "çok güzel elleri düşüyordu"…
Yani eline gelen kâğıtlar bütünü ne kadar iyi olursa olsun, oyunu kazanma şansı ne kadar fazla olursa olsun, oyunları bir türlü kazanamıyordu ..
Aslında karşısındaki kişilere yani hasımlarına karşı son derece avantajlı durumlarla karşılaşmış olmasına rağmen bir türlü bitemiyordu ..
Yani kazanamıyordu işte ..
Bugün pek şansı yoktu ..
Meloş'un bugün şansı yoktu ama sadece bugün ..
Sündüz Hanım'ın ise artık hiç şansı kalmamıştı ..
Sündüz Hanım konken masasından hayli uzakta üçlü koltuğa uzanmış iğnecinin kapıyı çalmasını bekliyordu ..
Hastalığı ölümcül değildi ama ne yazıktır ki artık hastalığının iyice ilerlemiş safhalarındaydı ..
Başına ne gelecekse çaresizce onu bekliyordu ..
Beklerken de iyi vakit geçirmeye çalışıyordu ..
Ah şu ağrıları yok mu .. ?
Dayanılır gibi değildi aslında ..
Ama alternatifi neydi ki ?
Alternatif var mıydı ?
Evde yalnız başına yatmak, uzanmak mı ? Dinlenmek mi ?
Yorgun değildi ki .. Niye dinlensin ..!!..
Bu muydu yani ?
Evine gidip yatsaydı mesela ..
Böylesi fiziksel ağrılarını ve mental acısını daha mı ? azaltacaktı, daha mı az duymasını, hissetmesini sağlayacaktı ..
Bilemeyiz !.. Belki evet belki hayır ..
Can alıcı nokta burasıydı işte ..
Neden mi ? ..
Ne alakası mı ? var ..
Bütün kuralları, tahminleri filozofileri ve evren kurulduğundan bu yana biriken tecrübeleri ..
Hepsini ve her şeyi bir kenara bıraktırıyordu, insanın içinde bulunduğu her durum ayrı naz istiyordu..
Yani tüm olasılıkları , hepsini masadan aşağı atıp ..masanın üzerinde hiçbir şey kalmadan ..
İyice yükselmemizi istiyordu Sündüz'ün durumu da ..
Evin dışına çıkıp ,
Oradan bakmak gerekiyordu bu olaya ..
Sonra sokağın sonra mahallenin, şehrin, ülkenin dışına çıkıp
Hatta Galaksi ye gelip oradan bakmak gerekiyordu ..
Her şey birden acayip farklı görünüyordu o zaman ..
Buna inanın ..
Bazen kuralları ilk önce atmak gerekir ..
O kuralları kimler koyduysa onlar uygulayabilir ..ama koymayanlar değil ! ..
Sündüz'ün olayında da durum böyleydi ..
Tabii burada bahsedilen vicdani kurallardı. Hukuk kuralları değil !..
Yoksa hukuk kuralları olmazsa insanlar birbirlerini keserlerdi ..
Vicdani kurallarda da uyumsuzluklar ahlaki çürüme boyutlarına vardırılmamalıydı tabiî ki de ..
Sündüz Hanım'ın durumunda işte bu kurallar, tahminler ve tecrübeler bütününün, biri bir gün işlese aynısı ertesi gün işlemiyor bu sefer de bir başkası işlemeye başlıyordu ..
Evet, , elbette çok karışık ve anlaması çok zor ama yine de Sündüz Hanım'ı ve onun içinde bulunduğu durumu anlamak zorundalardı ..
Çükü Sündüz onların arkadaşlarıydı ..
Arkadaşlık bunu gerektiriyordu ! ..
Evet, Sündüz Hanım için tıpkı diğer insanlarda olduğu gibi bir gün kurallar ve filozofi işliyor ertesi gün sadece kurallar işliyordu, bir sonraki hafta ise tahminler ve yanında da az kurallar ..
Tıpkı esnaf lokantalarında ısmarlanan pilav üstü az kuru gibi ..
İşin içine insan faktörü girdiğinde her şey birden bire tıpkı bir kürekle havaya atılan toprak gibi darmadağın oluyordu ..
Karmakarışık, hesapsız, düzensiz ve öngörülmesi imkânsız denecek kadar zor ..
Sündüz Hanım'ın içinde bulunduğu durum karşısında herkesin farklı beklentileri vardı.
Ailesinin, arkadaşlarının, çocuklarının, evlenmek üzere olan kızının, kocasının ailede ayrıca, akrabalarının vs..
Artırmak mümkündü ..
Yani bu beklenti çevresini oluşturan kişi ya da gruplar çoğaltılabilirdi ..
Her bir beklenti grubunun ve kişinin adı bir kâğıda yazılıp sepete atılsaydı, o sepetin içi kâğıttan geçilmez olurdu ..
Aslında bu beklenti kelimesi hiçbir şekilde maddi değildi ..
Maddi kelimesinin para, eşya gibi dünyevi varlıklarla zaten uzaktan yakından hiç alakası yoktu ..
Ruh dünyası ikiye ayrılır maddi ve manevi diye ..
İşte burada sözü edilen o maddiyat ya da maneviyattı ..
Sündüz Hanım'dan çevresindeki beklentilerin hangisinin maddi - ruhani hangisinin manevi - ruhani olduğunu böylelikle daha iyi anlamak mümkündü ..
Mesela arkadaşları ..
Onlar her nasıl düşünürlerse düşünsünlerdi ..
Düşünceleri hangi kalıpta ele alınırsa alınsın daima ama daima arkadaşları Sündüz için iyi niyetle düşünürlerdi ..
Ama ne yazık ki iyi niyet her zaman iyi sonuç vermiyordu ..
Mesela Sündüz Hanım'ın iğneciyi bekleme olayında ..
Sündüz ün arkadaşları belki Sündüz için iyi şeyler düşünüyor ve istiyorlardı Ama nihayetinde yaptıklarının sonuçları Sündüz ün menfaatine olmayabilirdi ..
Mesela Sündüz ün iğneden önce biraz yemek yemesini istiyorlardı ..
Sündüz ün arkadaşları yemek işini tamamen iyi niyetli düşünüyorlardı ama acaba bu yemek yemek işi onun menfaatine miydi !?
Belki yararınaydı belki de değildi bilinmez ..
O halde sonuçlarından emin olmadıkça her dakika bir şeyler söylenmesi gerekmiyordu ..
Ağızdan çıkan kelimelerin önce beyine uğraması gerekirdi ..
Aslında bütün bunların hepsi yani sonuçlardan emin olmak, söyleyeceklerini önceden tartmak v.s. falan çok az konuşan bir insan olunmasına neden olabilir ..
Varsın olsun veya olmasın işte bu gerçek seçim olacaktı ..
Birinde çok konuşan ve az düşünen bir insan modeli diğerinde ise az konuşan ve çok düşünen bir insan modeli söz konusuydu ..
Ne ikisi de doğru ne ikisi de yanlıştı ..
Sadece ikisi de insan davranışıydı ..
-Çok konuşan ve az düşünen insan tipi makbul değildir-denir ..
Öyle mi ?
Tabiî ki de hayır ..
Mesela içi-dışı bir denilen insanlar genellikle bu gruptan çıkar ..
Onlar çok makbuldür aslında. Öyle değil mi ?
Hatta bazen bizi güldürürler bile ..
Bizim söyleyemediklerimizi ya da söylemeye çekindiğimiz şeyleri pat diye söyleyiverirler ..
Her neyse Sündüz Hanım'ın çevresinde ki grup ve bireylerin ondan beklentilerine gelinirse ..
Yani, kurallar, tahminler, tecrübeler ..
Aslında beklentiler, kurallar çerçevesinde olsaydı Sündüz'ün arkadaşları bu kurallara göre onun şöyle olmasını isterlerdi ..
Hasta olan biri halsiz ve yorgun olmalıydı ..
Bu da Sündüz'ün yatması anlamına geliyordu ..
Mantık doğrultusunda yatmak için en iyi yer eviydi ..
O halde Sündüz Hanım evinde olmalıydı ..
Ama değildi !..
Arkadaşlarının tahminleri çevresindeki beklentilerine göre ise
Sündüz Hanım kendini yorgun hissetmiyor olabilir veya yorgun hissediyor ama evde tek başına olmak istemiyor olabilirdi ..
Tecrübelere gelince ise, ah! tecrübeler ! .. Evet, tecrübeler bazen iyi, güzel , sakin-sakin işlerken birden onuncu kattan aşağı düşen bir çuval gibi yere çarpar ve tozu dumanı birbirine katarak ortalığı darmadağın eder.
Yani her şey beşere göre değişiyordu aslında ..
Yani kısaca her şey insandan insana farklılık gösteriyordu.
İşte tecrübeler de bunu söylüyordu ..
Demek ki kurallar ve tahminler bir yerde iflas edebiliyordu .
İşte o yer de insan faktörüydü ..
Tekrar Sündüz'lerin oraya gidelim ..
Konken başlamıştı artık ..
Çıt çıkmıyordu ..
Oyunun kuralları gereği;
Herkes sadece seyredebilir ve kesinlikle ama kesinlikle tavsiyede ya da tavsiye niteliği taşıyacak bir göndermede bulunamazdı.
Hele işaretleşme !! Zinhar yasaktı.
Değil oyuncularla seyircilerin işaretleşmesi ve konuşması, seyircilerin bile kendi aralarında işaretleşmeleri yasaktı.
Zaten oyun dört katına çıkmıştı ve oldukça pahalılaşmıştı.
Rölansa karşılık sür oldukça nadir görülen durumlardan biriydi.
Bu ender rastlanır durumda ortadaki para dört katına çıktığından oyun kurallarına uyum ve disiplinin ciddiyeti de son haddine varıyor ve hiçbir esnekliğe tahammül edilmiyordu.
Ayrıca adaletli olmak da çok önemliydi.
Özellikle oyuncular için söz konusu olan adalet .
Özellikle de Meloş'un bugün çok şanssız olması ve hep kaybediyor olması adalet ve kurallar çizgisinden dışarıya taşmak için geçerli bir mazeret değildi.
Hem de hiç ama hiçbir şey adaletin uygulanmasına engel olamazdı.
Her şey hazırdı ..
Artık oyun başlayabilirdi.
Taraftarlar ve seyirciler yerlerini almış, yerdeki deste kâğıt çekmeye uygun hale getirilerek masanın üzerinde uzatılmış, kurallara uygun olarak ilk kâğıt yere açılmış, masa üzerindeki kül tablaları, kavlar ve sigara cüzdanları oyun sahasının dışına çekilmiş, bardaklar uzaklaştırılmış yani oyunun adil olması ve rahat oynanması için gerekli tüm hazırlık tamamlanmıştı.
Sür demek sadece oyunda mecburcu olan kişinin hakkıydı ve destenin yere açılan ilk kâğıdını beğenip beğenmeme hakkı da ona aitti..
Eğer yere açılan ilk kâğıdı beğenirse onu eline alıp elinde uygun yere oturtturdu yok eğer beğenmezse kapalı durumda olan destenin ilk kâğıdını çeker ve böylece ikinci şansını kullanırdı.
Yani ikinci bir şansı olurdu.
Aslında hayatta insanlara ikinci şans aslında pek sık verilmez.
İkinci şans verilirse de aportta bekliyor olmak lazım ! .
Artık oyuna başlamak için her şey hazırdı.
Meloş sür demişti.
Eli gerçekten iyi idi . Blöf falan yapmıyordu.
Zaten oyun stili gereği blöflü oynamazdı.
Yıllarca onunla konken oynayan bu grup, artık arkadaşlarını çok iyi tanıyorlardı.
Hem karakterini çok iyi tanıyorlardı hem de oyun stilini çok iyi biliyorlardı.
Tabii karşısındaki oyuncu Atıfa Hanım'da buna dâhildi ..
Öyle ya Atıfa Hanım'da gruptan biri olduğuna göre bunu bilmesi çok doğaldı ..
Meloş çektiği ilk kâğıda bitebilirdi ..
Ama yüz ifadesine bakılırsa sanki yere açılan ilk kâğıda bitemediği sanılıyordu ..
Arkasındaki taraftar grubundan yükselen nidalar ve fısıldaşmalara bakılırsa bitmiş ama görmüyor olabilirdi ..
Görmüyorsa çok yazıktı çünkü o elden kazanacağı parayla şimdiye kadar olan tüm zararlarını kapatabiliyor ve tapi duruma geçiyordu ..
Gergin ve heyecanlı ortam kanepede yatmakta olan Sündüz'e de ulaşmıştı ..
Uzanmış olduğu yerden doğrulmuş, olan biteni uzaktan da olsa takip etmeye çalışıyordu ..
Eğer göremeyeceği bir şey olursa da arkadaşlarından biri hemen onun yanına gidip kaçırdığı şey her neyse onu kulağına fısıldıyorlardı ..
Meloş masanın üzerinde açık olarak duran ilk kâğıda baktı birde eline baktı ..
Hala açılan kâğıda bittiğini ve oyun kazandığını görememişti galiba ..
Sonra parmaklarını masanın üzerinde tıklatmaya başladı sonra kafasını kaşıdı sonra derin bir nefes çekti içine, sonra o nefesi gürültüyle dışarı bıraktı sonra üfledi sonra ofladı.
Atıfa da Meloş gibi çok heyecanlıydı ..
Hele beklemek heyecanını iyice arttırıyordu ..
Aslında bugün şanslıydı !
Ama tabii oyun ona geçerde şansını kullanabilirse şanslıydı.
Ve şansının dönmesini de istemiyordu.
Zaten geçen haftaki oyunda çok para kaybetmişti.
Bugün çok kazansa ne olurdu ki ?! Sanki ..
Atıfa daha fazla dayanamadı.
-Hadi Meloş oyna sabaha kadar seni bekleyemeyiz ki ! Ya yerdekini al ya da çek ..
Dedi ..
Meloş öne doğru eğildi elini kâğıtlara doğru uzattı.
Sonunda bittiğini görmüştü galiba ..
Göğsüne iyice dayayarak eğildiği eline aradan bir kez daha baktı ya yerdeki kâğıdı alıp bitecekti ya da bittiğini görmeyip yani kaçırıp yeni kâğıdı çekecekti ..
Herkes terlemeye başlamıştı..
Meloş'un elini görenler yerdeki kâğıdı kaçırmaması için dua ediyorlardı ..
-Ay Allahım İnşallah görmüştü ,,
Evet,evet yerde açılmış duran iskambil kâğıdına eli bitiyor ve oyunu kazanıyordu..
Yeni kâğıt çekmesine hiç gerek yoktu !!..
Herkes birbirinin gözüne bakıyordu .
Karşısında ki Atıfa'nın arkasında biriken kalabalıkta durumu çoktan anlamıştı ..
Evet Meloş'un eli yerde açılan kâğıda biterdi ve Meloş bunu görmemişti Belki de görmüştüde öne doğru uzanmıştı ama acaba onu atlayıp yeni kâğıt mı ? çekecekti yoksa yerdeki kâğıdı alıp bitecek miydi, daha belli değildi ..
Tam hamlesini yapmış kâğıtlara doğru uzanmıştı ki o sırada
-ding .. dong .. ding .. dong ..
Diye bir ses duyuldu ..
Kapı çalıyordu ..
Herkesin kafası kapıya yöneldi .
Evsahibi,
-gelen iğnecidir herhalde ..
Dedi ve kapıyı açmak için salondan koridora geçti..
Evet, gelen hakikaten de iğneciydi.
Sündüz'ün iğne tedavisi bugün başlıyordu.
Sündüz'ün iğne korkusu vardı.
Birçok yıl aradan sonra yapılacak olan bu iğne onun ilk iğnesiydi.
Aslında doktora çok yalvarmıştı.
İğne yerine hap alabilmenin bütün yollarını araştırmış tıp bilimine bile meydan okuyarak başka tedavi yöntemlerinin olabileceğini savunmuş önüne gelen herkesten bu konuda yardım istemişti.
Maalesef başka iki doktorda iğne tedavisini salık vermişlerdi.
O iğne yerine geçebilecek hapın olup olmadığını mahallenin eczanesine, hatta alt kat komşusuna bile sormuş hep aynı yanıtı almıştı. Yok, yok, yok …olmaz, olmaz, olmaz ..
İyiden iyiye köşeye sıkışmıştı ..
Arkası yarın
Ufuk Deniz Köse
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Fotoğraf : Leyla Ayyıldız Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 7.053 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ÇOCUKLAR TEK
Savaşlar ne kadar çok olsa da,
Onların umudu tek.
Geceler ne kadar karanlık olsa da,
Onların ışığı tek,
Senin gülüşün ne kadar çok olsa da,
Onun gülüşü tek.
Senin isteğin ne kadar çok olsa da,
Onun isteği tek.
Senin dilin ne çok olsa da,
Onun dili tek.
Uluslar ne kadar çok olsa da,
Onların ulusu tek.
Neslihan Güzel
Yukarı
|
Küçüksün bari onurlu ol be birader!
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
http://www.haliltum.com Sevgili kahveci Halil Tüm'ün Türk Sanat Müziği ile bezediği şahsi sitesi. Hele güfte ve notalarla ilgiliyseniz mutlaka ziyaret etmelisiniz.
Boo diye bir web dergi var http://www.boodergi.com/ Daha doğrusu varmış ama benim yeni haberim oldu. Hazırlayan arkadaşlara çok teşekkürler. Tam kıvamında bir dergi olmuş, (ne demekse?), yani ben çok beğendim demek istiyorum ve diyorum: "çok beğendim". Hele derginin sunulduğu web sayfasının dizaynı da hiç fena değil hani, görülmeye değer bence...
11 Eylül sabahı Pentagon'a bir Boing 757'nin çarptığını ve ciddi hasarlar meydana geldiğini duyduk ve hatta basından takip ettik. Bunun aslında bir düzmece olduğu hakkındaki bilgiyi de sayın Mehmet Polat'ın "11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ" yazı dizisinden takip ettik. Bir kaynakta benden http://freehost16.websamba.com/pentagonym/pentagon.htm kısayolundaki filmi başından sonuna kadar takip ederseniz, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. O kadar açık ve net kanıtlar sunulmuş ki, sonuna kadar hiç ara vermeden seyredeceksiniz.
E-card olarak da gönderebileceğiniz küçük ve şirin bir mini golf oyunu http://www.purple-twinkie.com/games/xmasminiput.asp ben üç tur oynadım ama hala kimseye göndermedim.
Kafanızda küçük bir senaryo oluşturup, daha sonrada film haline getirmeyi planlayanlardansanız, işte size yarı amatör bir proje. http://myfunmovies.com/ web sayfasına giriyorsunuz ve sırasıyla: öncelikle kendinize filmin çekileceği ortamı ve hava durumunu belirliyorsunuz. Tabiki sırada oyuncular var. Onları da belirledikten sonra senaryonun temel çalışmaları başlıyor. Bu kişiler belirlenen mekana nasıl gelip oradan nasıl ayrılıyorlar. Aynı zamanda neler konuştuklarını da konuşma balonlarına ekliyorsunuz. Olmazsa olmazımız ise ortam müziği. Bunu da belirlediyseniz son olarak giriş animasyonunu; yani intro kısmını hazırlıyorsunuz. Bunca zahmetten sonra oturup keyifle sanat eserinizi seyrediyorsunuz. Eeee bunu başkalarına seyrettirmek mümkün mü diyenlere cevabım tabiki evet olacak. İyi eğlenceler.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|