|
|
|
4 Ekim 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : İrtica vardır elbette! | Merhabalar,
Kuralların ihlal edildiğini gördüğümüzde yarı şaka yarı ciddi söylediğimiz bir cümle vardır; "Başka İstanbul yok" ya da "Başka Türkiye yok". İyi bir laftır, söyleyeni masum, söyleteni suçlu yerine koyuverir. Tabi ki sanal bir sözdür, gerçekliği içerdiği anlamdadır. Oysa son günlerde yaşanan "İrtica vardır yoktur" tartışması insana bu sözün doğruluğunu ve gerçekliğini hatırlatıyor. Üst yönetimin büyük kısmı vardır derken, yürütmeyi elinde tutan seçilmiş hükümet yoktur diyebiliyor. Aydınlarımız bile bölünmüş. Bir grup aydın demokrasi adına somut tehdit arayışında. Demek ki neymiş? Başka Türkiye varmış. Bir tarafın gördüğü Türkiye ile öbür tarafın Türkiye'si hepten aykırı. Hayır yoktur diyenlere sormalı aslında, çünkü vardır diyenlerin elinde delil ibadullah. Şöyle bir bakalım sağlık ve eğitim kurumlarımıza. Kadrolaşmanın ağa babasına yok demek için kör olmak lazım. Seksen üç yıllık Cumhuriyetimizde bir Meclis Başkanı çıkıyor ve "Laiklik yeniden tanımlanmalı." diyor. Makamın arkasına saklanarak anayasal suç işliyor. Ve bu amcanın hedefi memlekete Cumhurbaşkanı olmak. Diğer adaydan söz etmeye bile gerek yok.
Şahin Bakan "Geçenlerde Fatih Çarşamba’ya çok yakın olan Fevzipaşa Caddesi’nde dolaştım, cüppeli kimseye rastlamadım." demiş. Bunun doğruluğunu gazeteciler yandaki resimle tespit etmiş. Hoş buna bile gerek yok, sarıklı cüppeli adam aramak için Fatih'e gitmeye gerek var mı ki? Ama belli ki Şahin Bakan katarakt olmuş, görmüyor. Oysa bunun gözle hiç ilgisi olmadığını biz iyi biliyoruz. Laikliği yeniden tanımlamak gereğini hissedenlerin gönül gözüne katarakt inmiş, beyin damarları yağdan tıkanmış, kan gitmiyor içinden çamur akıyor çamur.
Bugün 4 Ekim, önemli bir gün. Dünya Çocuk Günü ve Dünya Hayvan Haklarını Koruma Günü. Her 2 günü bir araya getiren en güzel resimlerden birini yukarıya koydum, gereğini hep birlikte yaparız umarım. Bugün biz Özbaturlar için de güzel bir gün. 30 yıl arayla aynı gün doğan Özbaturlara nice sağlıklı yıllar diliyorum. Benim sizi çok sevdiğimi zaten biliyorsunuz.
Bugünlük bu kadar. Hoşçakalın efendim.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
HEY GİDİ GÜNLER!
Roman kahramanları vardı önceleri… bize anlatılan hikayeler. Yaşamak için canımızı verdiğimiz hikayeler vardı. Güçlü, kahraman karakterlere özenirdik çoğunlukla; güçleri kılıçlarından değil de konuştuklarındandı. Onlar anlattıkça kitap dile gelir, başlangıçta siyah-beyaz, buğulu kalmış görüntüler yavaş yavaş renklenir, netleşirdi. Ardı ardına akan film karelerine dönüşürlerdi. Sonraları giderek görüntüler konuşur oldu. Öyle ki bir tavır, göz kırpışı ya da kafa sallayışı mesela, pek çok sözün yerine geçer oldu. Eskilerin deyişiyle, " bir bakışından anlardım ne düşündüğünü."sözü şimdi, fotoğraf kareleri, sinema filmleri, tv programlarındaki insanların dediklerini anlar olmamızı doğruladı. Resimlerin konuşması güzel geldi hepimize. Kimimiz için zamanla bozulan gözler yüzünden( kesintisiz metinler hele bir de karınca dualarına özenmişse zor olurdu aralıksız okuması), ve gözlerinin feri daha yeni parlamış kimilerimiz içinse okuma sporunun yoruculuğundan muaf tutması nedeniyle(!)
Başı, eli, ayağı bağlı o Afgan kızın yeşil gözlerinin kitabını, görerek okuyan kim unutabilir ki? Ya da savaşın ortasında yenilmiş bir bedenin başında dikilen o akbabayı? Ki o kanı akıtan tarafın simgesel gücünü de temsil ettiği düşünülürse…
Bir nesil olayları bu fotoğraflarda gördü. Bazıları sayfalarla gözlerini aynı hızla çevirmeyi yeterli görse de, gören bazıları okuyabildi. Ve okuduklarını, binlerce farklı üslupla kelimelere dökebildiler. Fotoğrafın açık gizi burada saklıydı. Konuşan, yazan görsel metinlerdi. Herkesin kendi diliyle kurguladığı özgür metinler.
Daha sonraki dönemde, aralarında konuşan ve sürekli akan hareketli fotoğraf bileşenleri olarak tarif edebileceğimiz sinema filmleri dünyası çıktı karşımıza. Artık önceden hazırlanmış, yazılmış, çizilmiş, çekilmiş, söyleyeceğini söylemiş ama bitirip, bitirmemeyi kendine pek de dert etmemiş "yapımlar" vardı.
Karakterler, canlı, heyecan, sinir, sevinç, kızgınlık gibi ifadeleri kurgusal aktaran ' gerçek adamlara' dönüşüyorlardı. Tartışılan sermaye filmleri, dramatik ve trajedi odaklı Avrupa filmleri, kuzey-güney, Latin, Hint, Doğu sineması ve diğerleri… Bir şey anlatmayı öyle ya da böyle iş edinmiş filmler. Birbiriyle konuşan ve seyirciye direkt bakmayan bu metinlerde, bize yeni bir favoriler müptelası kitle olmanın kapılarını açtı. Bizi, artık seyrettiğimiz, sevdiğimiz, karakteri canlandırana özendiğimiz ve o büyük beyaz perdenin ışıltılı boyalarıyla güzelleşeceğimiz, güzelleştikçe büyüyeceğimiz bir alanın, ki adı kitledir, içine aldılar. Mutlu bir başka dünyanın içinde 'oynaya oynaya gelen, uyuyup da büyüyen "çocuklar" olduk ama ne de olsa bilirdik ki onlar eni sonu kurmacaydılar ve en uzunundan bir buçuk iki saat sonra biteceklerdi. Karanlık salonlardan, sokağın ışığına çıkacaktık sonunda. En fazla birkaç gün, yürüyüşümüzü başrol oyuncusununkine büründürecek, onların laflarıyla edalanarak konuşacaktık.
Bir uzun devir de böyle yaşadı en heyecanlısından işte…
Ve geldi çattı o meşhur televizyon günleri. Dizileri, müzikleri, çizgi filmleri, bitti miii Bitmediii!!! Daha pembesi, moru, minisi, uzunu filmleri, ana haberleri, üstüne bir de ara haberleri. Açık oturumu vardı bir de ya; kamusal ' açık' ve 'kapalı' (kapatılmış) alanların tartışıldığı. Evimizin gitmek bilmez, yemez-içmez ama bizden çok konuşup gülüşen, ağlayan, anlatan misafirleri oldular. Sahibinin sesi oldular dediler ya sahibi kim bir türlü anlatmadılar(!) kimi söylediler, dinlediler ya da gösterdiler pek çakamadık. 'dık' derken biz diyorum hani şu 'kitle'leştirilen biz vardık ya.
Oldu bittiye getirdiler seni-beni. Baktık ki sabahları karşımıza dikilen birkaç ablamız daha olmuştu. Akşamları da memleket meselelerini tartışan ikinci, üçüncü büyük amcalarımız.
Çocukların mucizesi gibi, gittikçe büyüyordu ailemiz. Genelde şen şakraktık da arada bir bombaların düştüğünü görüyorduk evimizin salonuna. Hacıyatmaz gibi dimdik bizi temsil eden ve koruyan televizyonumuz, canımız, yine kendi eserlerinden biri olan Jetgillerin, annemgillere armağan ettiği ilk uzay çağı konuşan robotuydu. O konuştu biz dinledik. Ne de güzel anlattı yıllarca. Masallar gibi uzadı gitti, uykumuzu getirdi!
Hey gidi günler! Biz ki senelerce okuduk, yazdık, dedik, ettik. Ya da en azından demeye, etmeye çalıştık. Gün geçti, devran döndü. Bebeklere benzedik. Masallar dinlemeden uyuyamaz olduk…!
Serda Semerci
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
İşte yağmur işte şehir…
Yağmurlu günleri tilkiler severmiş, büyüklere öyle der… Ama ben hiçbir yağmurda tilki görmedim…
Hiç seslerini duymadım. İnsan kılığında dolaşanlar var elbet fakat neden bilmem onlarda kaçıyorlar yağmurlar…
Sanki az sonra yüzlerindeki o sahte ve şekerden yapılmış maske eriyecek ve rezillikleri meydana çıkacakmışçasına kaçışırlar hep sundurmaların altında gezerler. Şemsiye ellerinden düşmez…
Yüzlerinde ürkek bir ifade ile korkarak hatta aşağılık sefiller gibi yalvararak dolaşırlar sokaklarda…
Çok pislik temizler yağmurlar…
Bilinmez derelere sürükler ve götürür kimse karşı koyamaz…
Her yağmur bir başka şehrin siluetini getirir gözlerimin önüne,bazen Ankara kokar bazen Harput’un henüz yollarının yapılmadığı tozlu toprak kokusu gelir burnuma…
Gelenleri hiç gitmeyecek sanırız…
Bu yüzdendir bunca yıpranmışlık,bu isyankarlık,bu asilik,ısrarcılık…
Tane tane su damlaları,ben sırılsıklam türküler söylerim şehrin yağmuru altında ve şemsiyelerden hiç haz etmem…
Ama gelmez lanet olası…
Gelmesi gerekenler yağmurda da gelmez…
Açarım en hicazkar bestemi la minör basarım tüm notaları,şehrin tüm hüzünleri bende birikir…Yağmur yağar tilkileri izlerim yüzlerindeki zavallılığa bakar ses etmeden geçerim…
Sadece yürürüm…
Gözlük camlarım ıslanır ve bilirim ıslanır başka gözlük camları da…
Gözlüğüm kardeşi olan gözlüğün camları…
Sadece dua ederim belki kent yağmurlarında…
Öğrendiğim ve öğretilen tüm duaları okurum kiminin Türkçe anlamını bilmeden… Kabul olsun isterim…
Yağmurlu günlerde yakışırız hani bıçkınlığımız daha bir belirginleşir…
Çürük dişli lanet olası, ahlaksız,kişiliksiz,sıçanları da görürüz…
Sadece lanet okur geçeriz…
Şarjöre sürülmüştür mermi ya. Yaratandan korkarız,yoksa he desek basar tetiğe tırnaklarımız ama biz yemeyi tercih ederiz…
Yağmur yağar ben yıkanırım en kabul olduğunu düşündüğüm abdestimi yağan suyla alırım…
Ağzıma ve burnuma üçer kez su veririm birde ruhuma…
Gök gürler…
Ve Derki: Ey sahtekarlar, ey güneşin sıcaklığına aldanan zavallı budalalar bu gök gürültüsü sadece kulaklarınıza çalınmasın, gürlüyorum çünkü az sonra sadece gürlemekte kalmayıp az sonra yağacağım şimdi gürlüyorken kaçın, yağınca yüzünüzdeki o şeker olduğundan tatlı görünen fakat yağmurda eriyecek olan maske düşecek… Ve o zaman yüzünüzdeki ve ruhunuzdaki tüm gerçekler su yüzüne çıkabilir ki linçe uğramanız olası… onun için gürlüyorken kaçın ki bedelini ağır ödemeyin….
...
Bulutları kızdırmışlar bazen öyle hiddetli yağıyor ki. Şemsiye altındaki tilkilerin yüzlerine damlıyor damlalar…
Temirağa Demir temiraga@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
|
Kahveci : Solmaz Akça SEVGİLİYE MEKTUPLAR 2 |
|
Canım;
Biz neyin sevdasına düştük böyle? Nedir peşinden koştuğumuz duygunun adı. Bizim yaşadıklarımız ne diye adlandırılır. Aşk mı? Sevgi mi? Yoksa tutku mu? Söyle hangi duygu sağınağı bizi bir araya getirdi. Ve bu duygu sağınağı nasılda üç yılda bizi birbirimize benzetti. Senin bir parçan ben olurken, benim bir parçam da sen oluyordu. Çok iyi anlıyorduk birbirimizi. Ama yine de saklıyorduk birbirimizden gizli kapımızın kilitlerini. Açmıyorduk birbirimize kilitlerimizi. Çünkü ikimizde artık bıkmıştık yaşamın iç karartan ikiyüzlülüğünden belki de. Bir zamanlar aldatılmanın acısını yaşadık belkide en acı veren şekliyle. Aramızdaki mesafelere rağmen, biz aslında bir dostluğu da paylaştık farketmeden seninle... Birbirimizi özlemek için zaman tanıyoruz artık birbirimize. Eskisi gibi sık çalan telefonlarla boğmuyorduk birbirimizi. Haftalar koyuyorduk araya. Ve sadece sesimizle ulaşabiliyorduk birbirimize. Eskisi gibi sustuğumuzda gözlerimiz konuşamıyor şimdilerde... Sen nasıl değiştiysen, geçip giden zaman beni de değiştirdi. Bir şeyleri alıp götürdü benden. Beni hastalıklı ve yarım bıraktı geçip giden zaman....
Şimdi düşünüyorum da neyin peşine düştüm. Hangi geçmişin sırrına vakıf olmak niyetindeyim. Seninle yaşadığım dakikalara mı? Aşka olan tutkulu bağlılığıma mı? Yoksa çocukluk yıllarıma mı? Hangi aynanın sırrına karıştı düşlerim! Ve şimdi karşısına geçtiğim bu aynada kendi suretim bile ne yazık ki düşman gözlerle süzüyor aksini....
Öyle bir kapı açtım ki, cehennem ağzı. Acı ve ızdırap değiyor hep tenime. Gözlerimden umutlarım akıp gidiyor. Sözlerim hep dilimi yarıyor, kalemime mürekkep olan kan, benden akıyor. Acılar tükenmiyor, ruhumun deli ızdırabı geçmek bilmiyor. Kabuk bağlayan yaralarımı kaldırıyorum sürekli. Sanki canımı yakmaktan gizli bir zevk alıyorum. Geçmişte sakladığım anılarımı çıkarıyorum hep sepetimden. Bana acı verdiğini bile bile sarılıyorum geçmişin mutlu anılarına. Ve ne yazık ki; koştuğum ve yetişmeye çalıştığım zamanın geçmişim mi, yoksa geleceğim mi olduğunu bilmiyorum!
Solmaz Akça solmaz.ca@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Sehpa : Hüseyin Yusuf Deniz |
Mektuplar (1)
Merhaba,
Umarım iyisin ve sağlığında olumsuz bir şey yoktur ki bir zaman sağlığının kötü olduğunu duymuştum. Bende şöyle böyle iyi olmaya çalışıyorum işte…
Mektubunu aldım, tebessümle, sarı sıcak bir tebessümle okudum. Sana asla kızmayacağımı, kızamayacağımı bilirsin kendi doğrularını anlatmışsın, ama benimde doğrularım var.
Senin bir çocuk olduğunu anlamam çok uzun sürmedi. Ama ne afacan bir çocuk nede muzip, pek herkesin sevdiği türden bir çocuk değil, daha çok anne babanın tek çocuğu şımartılmış tek çocuk… Paylaşmayı bilmeyen ama içinde her şeyi paylaşmak isteyen, özgürlüğü keyfiyet zanneden, kendini dünyada tek acı çeken insan zanneden… Oysa etrafına dön bir bak, ortalık ölülerle dolu. Senin benim gibi sokaklarda yürüyen, taksi bekleyen dolmuşa binen koşuşturan ölüler… Sakatlarla dolu ayağı olmadığı halde koşabilen... Birçoğu durumlarını biliyor ya konuşamıyor, ya yazamıyor ya da bilerek ve isteyerek anlatmıyor. Zamanın o acımasızlığına bir sel gibi sürükleyiciliğine karşı kaybedeceklerini bilerek oraya buraya tutunmaya çalışan insanlarla dolu etraf. Ama öyle değil, bir tek sen acı çekiyorsun. Sen o selde bir yere tutunmayı denemedin bile, rüzgârlara bıraktın kendini. Buna bir özgürlük şiarı gibi rüzgârlarla sevişmek diyorsun. Teslim ediyorsun kendini ama seni savurup attığı zaman bir köşeye, oyuncağı kırılmış bir çocuk gibi zırlıyorsun. Rüzgârla dost olabilmen için önce rüzgâra karşı uçmasını bilmelisin tıpkı bir Don Kişot gibi… Belki başaramayacaksın belki uçamayacaksın belki her denemede patır patır düşeceksin; yuvadan ilk uçmaya çalışan bir kuş gibi… Rüzgârlarla herkes uçar o çok sevdiğimiz uçurtmalar bile. Ama dönektir rüzgâr her seferinde yönünü değiştirmek ister keyfidir, bencildir tıpkı senin gibi. Sen belki razı olabilirsin rüzgârın seni götürmek istediği yere, belki savrulmaya. Ama ben olamam. Ben hep benim istediğim gibi yaşamaya çalıştım başka bir ortamda da yaşayamam. Patronum, amirim olmadı benim. Bir kez denedim ama başaramadım. Ben pek tesadüfleri sevmem ama onları da yadırgamam. Hayatımda ince ayrıntılar projeler falan çizmedim ama hiçbir rüzgâra da teslim olmadım. Buna fırtınalar ve boranlarda dâhil ve şahittir. Onlara karşı uçabilmeyi öğrendiğim için onlarla bir kavgamda yok hesabımda. Özgürlük bizi ezmeye çalışan doğaya teslim olmak yerine onunla dost olup bize dayattıklarına aldırmadan ve ona zarar vermeden doğayı değiştirebilmektir. Onu yok etmek değildir çünkü bizde yok oluruz onunla birlikte, bir parçasıyız onun. Sen özgürlüğün bir sorumluluk gerektirdiğinin farkında bile değilsin. O özgürlüktür sana seçim iradesini veren ama her yaptığımız seçimde de sorumluyuz. O seçimin bizi mutlu etmesi de olasıdır mutsuz etmesi de… Önemli olan bunu göğüsleyebilmektir. Zırlayıp dövünmek değil. Bazen olaylar irademiz dışında gelişir, yapabileceğimiz bir şey yokmuş gibi gelir, kader der pek çok kimse… Ama onlara da müdahil olabiliyorsan daha çok özgürsündür. İşte müdahil olup olmamakta başlar irade…
Anan baban okutmadı mı seni, zırlamayacaksın bir yolunu bulup okuyacaksın. İşler ters mi gidiyor paniğe kapılmayacaksın bir daha bir daha deneyeceksin. Ama sen koy verip zırlıyorsun. Çevrendeki yavşak ilişkilere bakıp dünyayı böyle sanıyorsun onlardan daha kurnaz ve yavşak olursan ayakta kalabileceğine inanıyorsun. Gerçeğin bu olduğunu düşünüyorsun sonra içinde bir başka ben yaratıyorsun iyilikleri ve güzellikleri ona yüklüyorsun gerçekten kopuk benle oynuyorsun avunuyorsun. İçindeki egonun fırtınası tatmin etmiyor bir ben daha yaratıyorsun onunla başka bir dünya sonra bir başka ben daha… Şizofren bir intihardır bu. Ne diye hayatı bir bütün olarak kabul etmeyi denemiyorsun. O benler her seferinde gerçeğin duvarına çarpıyor çarptıkça kaçıyorsun yeni bir ben daha yaratıp bu sefer başka bir yöne, rüzgâr çıktığında uçmayı deniyorsun ve her seferinde düşüyorsun. Çünkü rüzgâra karşı hayata karşı bir duruşun yok. Bu sefer düşüşü kutsuyorsun. Kendine acımaktır bu bir tür savunma mekanizması aksi halde egon katlanamaz buna. Ego çekirdeğinin parçalanmaması için birden fazla değişik egolar yaratıyorsun, bir tiyatro oyuncusunun maskeleri gibi… Sen pişman olmazmışsın öyle mi? Ne kadar yapmacık… Pişmanlıklarımız insan olduğumuzu anlatır bize hata yapma özgürlüğüdür insanı insan yapan yani seçmek… İstemediğimiz sonuçları verse bile.
Şöyle bir bak etrafına her tarafın kısa süreli dostluklarla dolu, köklü dostlukların yok. Gezgincilik mi? Güldürme beni hayatım ülkeyi gezmekle geçti. Hepsi köklü ilişkiler çünkü biz dosta da kızmayı bildik dostun uyarısına da kırılmadık. Diğer arkadaşlarıma göre daha serseriyim doğrudur. Ama sorumsuz bir serseri olmadım hiçbir zaman… Bir aile serserisiydim, duygusal serseriydim. Çünkü bir şeyi istersem yapabileceğimi biliyordum sadece bana maliyetleri önemli bu işin. Ben hep tek başıma uçtum tıpkı bir kartal gibi. Ama seninle güvercinler gibi uçmak isterdim. Oynayarak takla atarak. Ustayım usta olmasına pek çok işte ama benim ustalığıma mahkûm olmanı istemedim. Sadece birlikte uçmak istedim. Ama şimdi anlıyorum ki bunda senin hiçbir sorumluluğun yok kartal güvercin olamaz tıpkı bir kurdun köpek olamayacağı gibi.
Sadece o güzelliği belki yaşayabilirim diye düşünmüştüm ama sirk güvercinlerinin işiymiş o güzellik… Takla atmalar parende atmalar… Kartal yapamaz bunları yüksekler ve yamaçlar gereklidir ona. Biliyorum uğraştığım meseleler senin canını sıkan şeyler, bizler kurban yaratıldık. Ama şimdi bizlerin içindeki adanmışlığı sende anlıyorsun. Kimsenin kendisini bir başka şeye adamasını beklemiyorum ama bu da benim; ben buyum. Dediğim gibi patronumuz efendimiz olmadı ama bir başkasını da köle yapmayı düşünmedim. Şimdi ben buraya kapattılar her şeyin sorumlusu olarak. Veremeyeceğim hesap yok ama kime karşı… Gönderdiğin mektup sitem dolu bile olsa teşekkür ederim.
Güzellikler senin olsun, oyuncaklar senin olsun. Yüreğinin sıcaklığını yazmana gerek yoktu onu herkes biliyor. En güzel tarafın da bu değilmi? Ben uçmaya devam edeceğim yükseklerde bir yerlerde…
Sevgilerimle,
Kendine iyi bak.
Hüseyin Yusuf Deniz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
BEBEKLER DE OKUR
"Okuduğunuz eser, sizi fikren yükseltir, içinizi iyi ve
mert duygularla doldurursa, onun hakkında
karar vermek için bu duygu yeterlidir."
-Alexandre Pope-
"Okullarımız diplomalı cahil yetiştiriyor" deriz de, bunun sebebi üzerinde pek durmayız. Bence bunun en büyük sebebi, gençlerimizde ve insanımızda okuma alışkanlığının ve kitap sevgisinin olmamasıdır
Her konuda olduğu gibi bu konun da kökü çocukluğa dayanıyor. Hepimiz bir zamanlar çocuktuk. İnsanlığın altın dönemi diyeceğim çocukluk döneminde edinilmemiş alışkanlıklar doğal olarak çoğunlukla erişkin olunca da sürüyor. Böylece çocuklarımıza kendimiz kadar alışkanlık kazandırabiliyoruz. Hiçbir alışkanlık "söylemekle" kazandırılmaz. Örnek olarak ama göstermelik değil yaşam tarzı olarak yani sürekliliği olan davranışlarla örnek olarak kazandırılabilir. Bu sorun kesinlikle çocuklardan kaynaklanmıyor. Önce aileden gelen alışkanlıklar sonra çevreden (öğretmenler, arkadaş, mahalle sakinleri ve her kademede yöneticiler vs) etkilenme önemli unsurlardır.
Yaptığım araştırmalardan çıkardığım sonucu özetle yazmağa çalışacağım.
İnsanlığın ilk dönemlerinden beri bilgi, toplumların yeme, içme, barınma gibi temel gereksinimlerinden biridir. Son dönemlerde Internet ve televizyon kanalları önemli gereksinmeyi gölgede bıraktı. Magazin programları doğruyu yanlışı karıştırdı. Bu durumda bebeğimizi önce bizim eğitmemiz gerekiyor. Aksi halde duygu karmaşası içinde bir çok gencimizin boğulduğu gibi boğulmasına seyirci kalmaktan başka bir şey gelemez elimizden.
Anne adayları, doğmamış çocuklarını dünyaya hazırlamak için ( anne karnında bebekler sesleri algılıyor) kitap okumalı. Müzik gibi, okumanın da ahengi vardır.İster şiir, ister öykü, masal, ister roman olsun önemli olan o ritmi hissetmesidir. Doğduktan sonra hemen eline kitap verilmeli. Bu dikkat edilmesi gereken konuların önemlilerindendir. Her kağıt parçası bebeğin eline verilmez. Bebekler için gördüğüm kitap kumaştan yapılmış. Kitap gibi düzenlenmiş, yazılı, resimli, sesli , renkli bebek kitabı. Kitap bebeğin eline verilince kitabın üzerinde görsel olan her şeyi zaman içinde algılıyor. Ellerinin işe yaradığını hissediyor. Kitabı elleyip, değişik noktalarından çıkan farklı sesleri ve yerlerini keşfediyor. Bir çok öğreti yanında güven duygusunu farkında olmadan ediniyor. Ana-baba bebeğin eline kitap verdik tamam dememeli. Bebeğin kitabını ve başka kitapları sesli olarak okumağı sürdürmeli. Bebekler gibi gerçek dinleyici olamaz. Bunun değerini bilmek gerekir.
Haberleri değişik kaynaklardan edinebilirsiniz ama mutlaka eve gazete alınmalıdır.Çocuk gazete okuduğunuzu görsün. Gazete okuyan baba önemli bir modeldir. Gazete okurken çocuğunuz bir şey sorarsa " görmüyor musun gazete okuyorum " demek yerine sorusunu yanıtlayıp gazeteden onun ilgisini çekecek bir yazıyı okuyabilir, bir fotoğrafı gösterebilirsiniz. Zaman zaman alışverişten sadece kitap alarak dönün. Kitap fuarlarına gidin, gidemeseniz de takip ettiğinizi hissedirin. Fuar dönüşlerinizde bayram havası estirin. Bu günü özelleştirin. Yemek yaparken kitaptan tarifleri okumasını isteyin. Birlikte kitap okuyun. Bunu oyun haline getirin. Okumalarınızı teybe alın. Dinleyin bu işin tadına varmasına öncülük edin. Hediye listelerinin başına kitabı alın.Okuma alışkanlığı olmayan arkadaşlarına bile kitap hediye etmesini önerin. Yaşına uygun dergilere abone olmasını sağlayın. Nerelere para veriyoruz. Önceliklerimizi belirlemeli bütçemizden okumaya, kitaba yer açmalıyız.
Kitaplığınız olsun. Çocuğunuzun da kütüphanede bir köşesi bulunsun. Bebekken okuduğu kitaplar da bura da bulunsun. Eğer televizyonun karşısından kalkamayıp, kitap okuyamıyorsanız, çocuğunuzun da bir kitap kurdu olmasını beklemeyin. Yani ona model olun. Çocuğunuzun kitap bölümüne okumasını istediğiniz kitapları serpiştirin. Dikkatini çekecek ve bir gün okuyacaktır. Okuduğu kitapları paylaşmasına fırsat verin. Dinleyin. Okuduğunuz kitabın önemli olduğunu söyleyin. Dikkatini çekecek bölümlerinden söz edin. Tartışması için yüreklendirin. Dinleyin, konuşun.
Genel olarak ana- babanın çocuğuna göstereceği alaka ve vereceği destek çocukların bugün ve gelecekte okuyan, kütüphane kullanan ve ne istediğini bilen bireyler olmasını sağlayacaktır.Sözünü ettiğim konuların çoğu okul öncesini kapsıyor. Demek ki önce aile ….
Bu gün ve her zaman güneşin altın tozları sizi bulutsuz gökyüzü ile kucaklasın.
Seher Türker
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Gülendam Oğuz Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 7.158 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ÇENGELKÖY'DE BİR ŞAFAK KARŞILAMASI
Bir gidiş değil benimkisi, her seferi bir tümevarım
her seferi bir çizgi eksiliyor alnımdan
ve doğuyorum dudaklarından…
başlayıp başlayıp
yarım bıraktığım şiirler gibi
bu yağmur peşimsıra
bu çocuk sesi tıpırtıları gecenin
ah çekip kolundan
gitme diyemedim
bir salınımı daha sensiz bedenin
ah gece
kimbilir boynunda hangi
nefesi
bir martıya eşlikti tüm derdi
kanatlarım kopuk
yürümek yakışmadı gözlerime
uçmak gerek
ellerim / hayırsız ellerim çok korkak / ellerine
ve saçlarının alazında karabatak
bir dalıyor bir çıkıyorum
yosungözlüm denizine
hava sessiz bir rüzgarı
çırpıştırıyor
sisli pörsümüş bakışlarım
vardı meyhanenin bir köşesinde
artık kadehler de yalnız
ve yok olup gitmek kaldı geriye
bir kadın vardı sigara ve çiçek satıyor
birden seni anımsatıyor çektiği bir nefes
yüzümü gömüyorum toprağa
ve topkapı ayasofya galata
bir vapurun sağrısında
bir sigara... bir sigara
uçup gidiyor gülümsemen
bir çocuğun omuzlarında
bense bir efiltiydim
esip geçiverdim kafandan
haydi git bir rüyaydı herşey
yüzleşme vaktiydi
kaşlarım yüzüme dökerken
yalnızca dudakların bırak
belki bir Zeki Müren şarkısı değillerdi
ve fakat oniki martıyla yola koyuldular.
Nihat Polat
Yukarı
|
- Sana yolladığım emaili almadın mı?
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
E-devlet projesi kapsamında uygulanan çalışmalardan bir tanesi de internet üzerinden online hizmetler. Bu hizmetler sayesinde doğalgaz, su ve Türk telekom faturalarınızı sorgulayıp ödeyebiliyorsunuz. Sadece bu kadar değil tabiki... http://www.devletim.com/online_hizmetler.asp kısayoluna tıklayıp diğer hizmetlerle ilgili tüm detaylı bilgilere ulaşabilirsiniz.
Yerli ve Yabancı Tv kanallarını Bilgisayarınızdan Ek Bir Tv veya Radyo Kartı Kullanmadan İzlemenize ve Dinlemenize Olanak Tanıyan Kullanışlı ve Küçük bir Program öneriyorum. Canlı TV programını http://www.yenidownload.com/download.asp?id=13476 kısayolundan indirebilirsiniz. Programın benim farkettiğim tek problemi sağ alt tarafta kullanılan reklam banner'ı. Ne tarz reklam çıkacağının pek fazla garantisi yok. Sonra uyarmadı demeyin ve kulaklarımı boşuna çınlatmayın.
Ramazan ayında yemek saatlerinin değişmesine rağmen dengeli ve yeterli beslenmek mümkün. Oruç tutan kişilerin her besin gurubundan (et,süt, tahıl , sebze, meyve, yağ ve şeker) gereksinimleri kadar tüketmeleri gerektiği şartı yerine getirilirse tabi. Oruç tutan kişiler Ramazan ayında en az 12 saat veya daha fazla açlık ile karşı karşıya kalıyorlar. Bu açlık süresi içinde kan şekeri düşüyor. http://www.milliyet.com.tr/ramazan/saglik.asp web sayfasında ramazanda neler yapılmasının doğru olduğuyla ilgili tavsiyeler bulacaksınız.
Mide problemleri oluşursa neler yapmak gerekir. http://www.doktordoga.com/default.asp?BookID=3&PageID=82 ...Meyve ve sebzenin de az pişmiş olarak tüketilmesi daha doğru olacaktır. Az pişmiş meyve ve sebzeler küçük parçalar veya püre haline getirilir ve yoğurt, krema, ayran, şeker, bal, biraz zeytinyağı ve mutfak baharatları ile karıştırılır. Etkili baharatların kullanılmaması gerekir...
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|