|
|
|
12 Ekim 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Soykırım yasası oylanıyor! | Merhabalar,
Fransızlar bölündü galiba. Bakın Türk vatandaşı olmak isteyeni de var, lüzumsuz bir tasarı diyeni de. Kararlaştırılan görüşme sürecine göre de büyük ihtimalle tasarı bugün görüşülmeden rafa kaldırılacak. Umarız öyle olur, bizler de abuk önlemler almak zorunda kalmayız. Hem de bir sıfır öne geçeriz. Bir sıfır dedim de aklıma bizim milliler geldi. Helal olsun bizim çocuklara. Moldova deyip geçmeyin, biz böyle beş çekmeye alışık değiliz ki. Hatırlayın Lüksemburg'u, Malta'yı. Sonuç güzel ama ben spor yazarları adına epeyce üzgünüm. Yerden yere vurdukları Hakan Şükür dört tane atınca şimdi kime saracaklar acaba? İşte bu da Allah'ın Hakan'a bir lütfu. Değerini iyi bilmeli.
Maçın devre arasında Cübbeli Ahmet Hoca diye birini gördüm televizyonda. Ama benim gördüğüm cübbenin altına giydiği pembe dondu sadece. Programda cübbesiz hoca diye tanıtılan soytarıya geçmiş olsun artık. Cübbeli ya da cübbesiz, altına birşey giymiyor ki bu sakallı düzenbaz. Ben şimdi yeni kasetler bekliyorum. Kamçılı Lütfü Hoca, Poturlu Hayrettin Efendi, Şalvarlı Emrullah Hoca,vs. Neyse uzatmadan kaçayım. Yarın görüşürüz, esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Cemreler Düşerken : Elif Eser (Zeycan Irmak) MUCİZE AYNA |
|
Ona her baktığımda duyduğum müthiş heyecanı nasıl tarif etmeliyim bilmiyorum. O, benim en büyük mucizem… Yaşama sebebim…
Bütün dengelerimin o geldikten sonra alt üst olduğunu, asıl konfeti yağmurunu onun gelişiyle yaşamımın sonuna dek yaşayacağımı itiraf etmeliyim.
...
Onu kucağıma aldığımda aklımdan geçen ilk şey; onu kucağıma aldığım an'a dek yaşadığım hayatın bir hiç olduğu idi. Yüzüne doyamayacakmışım gibi saatlerce baktım. Benim genlerimi taşıyordu. Benden bir parça nasıl olur da böylesine mucizevi bir şekilde ağzını, burnunu oynatır, yumuk gözlerini açmaya çabalar, açlığını, ağrısını, şikayetini konuşmayı bilmediği minik ağzını açarak minik ciğerleri dolusu avaz avaz ağlardı?
Onu ilk kucağıma aldığımda; ağlamakla kahkahalarla gülmek arası arafta bir yerdeydim. Mutluluk, hüzün, coşku, her şey, ama her şey karmakarışıktı. O güne dek hayatımda yalnızca ana renklerin olduğunu; o hayatıma girdikten sonra başka başka renklerin de varlığını hayretler içerisinde fark ettim. Onsuz geçirdiğim yıllara eshefle üzüldüm. Neden bunu daha önce düşünmemiş, düşünsem de ürkmüş, düşüncesinden dahi uzak durmaya çalışmıştım acaba?
Geceleri artık karanlıkta değil, loş bir ışıkta uyuma alışkanlığı edinmem gerekiyordu. Çünkü onun acıktığı, bezini kirlettiği, gaz sancısının tuttuğu saatler belli olmuyordu. Her şeyi o plânlıyordu ve bana onun plânına uymaktan başka seçenek kalmıyordu.
O hayatıma karışana kadar insanları, yaşamı, doğayı, hayvanları aslında yeterince sevmediğimi anladım. İnsanları, beni sevsinler diye seviyordum biraz da. Sevsinler, beğensinler, ilgilensinler, başarılı bulsunlar, sağda solda anlatsınlar v.s. Halbuki insan dediğin böyle sevilmezmiş ki; koşulsuz, şartsız, çıkarsız, vadesiz sevilirmiş. Ondan ilk bunu öğrendim.
O güne kadar kimse için fedakârlıkta bulunmamıştım. Tamam, aciz olana yardım etmiş, yaşlı birini karşıdan karşıya geçirmiş, müşkül durumdaki herkese olabildiğince elimi uzatmış ve dostlarımın her sıkıntısına ortak olmuştum ama bu yetmezmiş ki. Fedakârlık; kendini bir kenara gözü kapalı itip, onun için canını ortaya koyabilmekmiş.
En tatlı uykundan, iş yerinde çok önemli bir toplantıdan, gitmeyi çok istediğin bir konserden, gerekirse o uygun değil diye ertelemek zorunda kaldığın tatilden, kısacası önceliklerinden, yaşamında önde gelen büyük küçük tüm ayrıntılardan onun sayesinde feragât etmeyi öğretiyormuş sana bir de. Üstelik bütün bunları bir kez olsun şikayet etmeden, gocunmadan yaptığını görüyormuşsun sonradan.
Karşılığında sana sunduğu şeyler mi?
Günlerce ateşler içinde yanıyor. Ateş düşürücü tüm önlemleri alıyorsun. Şuruplar, fitiller, ılık duş tatbikleri, doktorun tavsiyesine uyarak artık ne gerekiyorsa yapıyorsun. Huzursuz, sürekli ağlıyor, uykunu dahi ona göre ayarlıyorsun. Yemek saatlerini de. O uyurken mümkün olduğunca sende uyuyorsun. O uyurken yemeğini alelacele yiyorsun.
Bir sabah, kahvaltısını agucuklarla yedirirken, yemek esnasında en sevdiği oyun kaşığı ısırmak oynuyorsunuz gülücüklerle. Ateşi güç bela düşürmüşsün. Mama dolu kaşığın içindeki mamayı yutup da, kaşığı ısırdığında "tık" sesini duyuyor, dikkat kesiliyorsun. Bir daha yapmasını istiyorsun. Bir daha yapıyor. Evet! Aynı "tık" sesi! Ellerin ona dokunduğun her an önceki zamanlarından daha hijyen, tırnakların daha bakımlı ve kısa. Hemen elini damaklarında gezdiriyorsun. İşte! Tam da işaret parmağının dokunduğu yerde! O an sevinçten ve mutluluktan havalara uçuyorsun. Yetmiyor, kollarının altından tutup hoppalaaa! Onu da havalara uçuruyor, çabucak yükseğe atıp tutuyorsun. Kıkır kıkır gülüyor sana. İlk dişini çıkartıyor.
O, halının üzerinde emeklerken bir akşam, sen dalgın dalgın televizyon kanallarını karıştırıyorsun elinde kumanda. Dikkatini çekmek için türlü şebeklikler yapıyor o sıra. Elleri üzerinde dengesizce ayağa kalkıyor, sana doğru bir… hadi bir tane daha! Hooop! Tam iki adım atıp sana ulaşamadan kıç üstü oturuyor. Gülüyorsun. Birlikte kahkahalarla gülüyorsunuz yine. Ellerinden tutuyorsun hemen. Yeniden ayağa kaldırıyorsun; "hadi bebeğim tay tay! Tay tay!" Yavaşça bırakıyorsun ellerini ve o sana doğru bu kez üç adım atıyor ve boynuna sarılıyor. O kucağında, öylece sarmaş dolaş, birlikte odanın içinde zıplıyorsunuz!
"Annn-nee!" diyor ilk. Sonra da "baabb-baaa!" Artık altta iki, üstte de iki olmak üzre tam dört tane dişi var! Onun için katlandığın sıkıntıların hiçbiri aklının ucuna dahi gelmiyor. Çünkü o, salt mutluluk.
Ona bakarken, başka bir şeylere sinirlenmiş olsan da, geçiveriyor kızgınlığın. Ona bakarken, kederlerini, acılarını, gözyaşlarını öteleyebiliyorsun. Her şey bekleyebilir, her şey bir sonraki zaman yaşanabilir, ama o beklemez, bekletilemez.
O hayatının parçası değil artık. Hayatın ta kendisi. O olmazsa nefes dahi alamayacağını düşünüyorsun. O olmazsa yaşamın hiçbir anlamı kalmayacağını, onsuz bir hayatı tahayyül edemediğini, evlâtlarını her ne sebeple olursa olsun kaybeden anne ve babaların acısını düşünmek dahi istemiyorsun. Varsa yoksa o. Dünya onun ekseni etrafında dönüyor. Sen, bütün dengeleri onun üzerine kuruyor, yaşamını onun saatine göre ayarlıyorsun. Önce o geliyor, sonra sen. Bir daha istesen de önce sen olamıyorsun.
Anne ve babalar çocuklarına "sen benim gözümde daima ilk doğduğun gibisin" der hep. Bu sözün ederini ancak kendi çocuğunu kucağına aldığında anlayabiliyorsun. Daha önce istesen de bu kadar net anlaman mümkün değil.
Aradan yıllar geçiyor. Nasıl geçtiğini algılayamadığın. Onunla bu kadar doluyken farkına bile varamadığın. Bir bakıyorsun boyunca olmuş kerata! "Hay Allah! Daha dün…" diyorsun, hüzünle mutluluk alaşımı dolan gözlerinle. O gerçekten de senin gözünde halâ minicik bir şey, şimdi davransan kucağına sığdırmaya çalışacağın. Kucağına ilk aldığın an nasıl bir sevgiyle dolduysa yüreğin, yaşadığın sürece o sevgi hiç eksilmeden, gün be gün artarak çoğalmaya devam ediyor. En keyif aldığın zamanlar ise ona ilk doğduğu günü, bebekliğini anlattığın anlar. O dizlerine uzanır, sen saçını okşarsın. "Hadi anlatsana, nasıl bir bebektim ben?" diye sorar, başlarsın masal tadında...
Her gece uyumadan evvel, onu yanaklarından, boynundan öpmek alışkanlığın olur. O bazen senin öpmeni bekleyemeden uyumuş olsa bile. Onun senden uzağa düştüğü her santimetrekare, içindeki boşluk büyür. Fakat her ne sebeple ve nerede olursa olsun, onun mutlu olduğunu bilmek sana huzur ve mutluluk verir. En büyük kazancın da budur.
Sevgisi; ne anne, ne baba, ne kardeş, ne arkadaş sevgisine hiç mi hiç benzemiyormuş. Ona duyulan sevgi, sevgilerin en yücesi, en isimsiziymiş.
O, sende yarattığı hezeyanları bilmeden, senin yardımına muhtaç bir şekilde kollarında büyüyüveriyormuş. Ve büyüme evresi sürerken sana; şimdiye dek kitaplardan, öğretmenlerden, hayatın içinden öğrendiklerinin kat be kat fazlasını öğreterek…
Sen doğduğunda nasıl bir şeye benziyordun, ona bakarak bunu rahatlıkla görebiliyorsun. Sen büyürken anne ve babana neler yaşattın, onu büyütürken daha iyi anlıyorsun. O senin hem geçmişine, hem de geleceğine ayna tutmayı başaran tek gerçek. Yaşamla ilgili daha bilmediğin ne çok detayın olduğunu ancak onun varlığı ile ve onu seyrederek farkına varabiliyorsun.
Bana aşkı sorsalar… İşte asıl aşk budur… Mucize ayna. Baktıkça beni ona, onu bana aktaran, geçirimli bir ayna...
Elif Eser zeycanirmak@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
CD'mi Kendim Aldım Tek Başıma Kendim Taktım
Bu bilgisayar çılgınlığı sinirlerimi bozmaya başladı. Daha bilgisayarı alalı iki sene olmadı yeni oyunlar ve işletim sistemleri karşısında katır gibi yavaş. Oyuna başladın, oynadın diyene kadar gazetemi okuyorum. Eğer oyun videolarla doluysa ve bu videoların çözünürlükleri gayet kastırıcıysa gazetemin yanında ekini de alıp güzel de bir kahve yapıyorum. Oyunu bitirmek gibi bir amacım yok zaten. Maksat bilgisayarla kaynaşmak ve jübilesini yapması gerektiğini hatırlatmak. Monitörümüz de LCD olmadığı için kaya gibi masanın yarısını kaplıyor. Aşırı bilgisayar kullanımı gözlere zarar veriyor. Eğer bilgisayarınız benimki gibi bir monitöre sahipse belinize de zarar verir. Eşek ölüsü gibi monitörün yanında gülle gibi bir de kasa var. Ağırlık bakımından para kasalarına benzese de ürettiği ısı bakımından lahmacun fırınına benzer. Bilgisayarı birkaç saat açık tutun multi fonksiyonlu turbo fırın hazır. Oyun oynarken ikinci bölüme gelmeden pideyi atın kasaya oyun bitmeye yakın çıtır çıtır çıkar. Zaten oyunu adam gibi oynayamayacağınız için gazetenizi, kitabınızı, vs.nizi de alın, uzatın ayaklarınızı kasanın üzerine…Kış günlerinde ailecek bilgisayar başında toplanıp bir film açın ve kasanın üzerine demlik ve kestane koyun. İşte bilgisayar keyfi.
Yeni bilgisayarlarda bu tür ekstralar yok. Yok efendim suyla soğutma, bilmem kaç fan, ışık hızında CD yazıcı…Önce eskiyi kullanacaksın ki sonra yeni bilgisayarın değeri anlaşılacak. Maziyi anımsıyorum da…Benim dört hızlı canavar bir CD sürücüm vardı. Sürücü dediğime bakmayın siz. CD'yi içine sürüyorsunuz ama aletin ne yapması gerektiğini anlaması on beş dakika sürüyor. Tabi tecrübeli kullanıcılar olarak gazeteniz ve kahveniz hemen yanı başınızda. CD sürücünün ışıkları yanar da yanar, yanar da yanar. İçerde canlı müzik mi var ne oluyor? Oku da işimize bakalım! Yok! Eğer ki CD'den bilgisayara bir program yükleyecekseniz durumunuz çok daha acıklı. Öncelikle çekin pijamaları. Gece uzun. Sürücüyü açıp güzelce üfleyin ve CD'nizi yerleştirip sürün. Sürücü onbeş dakikalık "ulan ben CD okuyucusu muyum? Bu ne?" gibi bir afallamadan sonra CD'yi okumaya karar verir. Bilgisayar sahibi olarak şöyle bir göğsünüz kabarır fakat acele etmeyin bu heyecan uzun sürmez. Önce hafif bir motor sesi duyulur sonra bu ses Boeing 747'lerin havalanmaya yakın çıkardığı sese dönüşür. Doğal olarak "içerde yeni CD yapıyor herhalde" diye düşünüyorsunuz. Bu kadar gürültüye adamlar Boeing havalandırıyor, bizimki ışık yakıp söndürüyor. Sinirler hat safhada, hava kararmış, kahve bitmiş ne olacak? Aceleye gerek yok! Öncelikle gazetemizin bulmaca ekine uzanalım. Tam sayfa bulmacamızı açıp çözmeye başlayalım. Arada sürücümüzden şaşırtıcı sesler çıkabilir. Kesinlikle yersiz heyecanlara izin vermeyin. Bulmacamızın ilk sorusu Dört Hızlı CD ROM'un Türkçesi, beş harf? Hmm… B-A-L-T-A! Evet tam oldu. Bu tip bir sürücünün CD okumasını beklemeyin. Bilgisayar başına oturmanın amacı zaten gazete okumaktı. Yapılacak en iyi şey sürücüyü hunharca bağlı olduğu portlardan koparıp almak ve en yakın bilgisayarcıya çorba parasına satmaktır. Yok bilgisayarcı kendi çapında uyanıklık edip çorba parasını çok görürse mal sahibi olarak sürücüyü hibe edin. CD sürücüsü olmadığı kesinleşen alet artık elektronik hayatına kamyon sürücüsü olarak devam edecektir. Bu şekilde belki sürümden kazanabilir:)
Hasan Arslan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
UFAK TEFEK BİR HİKAYE
Sedefli mor ojeli parmağım, tıpkı hayatımda yaptığım gibi porselen fincanın içilen dairesel kısmında tur atıp duruyordu. Yaşantımda da aynı kişilerle, aynı hatalarla ve aynı hayallerle dönüp duruyordum. Çemberi kıracak gücüm mü yoktu yoksa bu döngü hoşuma mı gidiyordu karar verememiştim...
Hem benim hem de parmağımın başı dönmüş olmalı ki, gözlerim yorulduğumu bana hatırlatmak için, bakışlarımı fincanın içindeki sek kahveden kopartıp O'na yöneltti.
Ne kadar güzel bir yüzü vardı, zaten hep güzeldi. Sorun şu ki, O'nunla ilgili hatırladığım, unutmak istediğim şeyler güzel kalmamıştı. İkimiz de bir süreliğine sessizliği seçmiştik.
Sanırım insanlar suskunluğu daha çok şey ifade edildiği için tercih ediyorlardı.
Ben, hep birlikte olduğumuz zamanların durmasını, donmasını öylece çakılıp kalmasını isterdim ve bunu bazı zamanlar O'na da söylerdim. Şimdi de benim için zaman durmuştu. İnsan sessiz kalınca ne kadar da geveze olabiliyordu böyle!
Etrafımızdakiler yalnızca silik bir gürültüden ibarettiler artık.
Bu görüşmeyi kabul ettiğim için tuhaftım. Bu tuhaflığın içinde de bir duygu deryası dalgalanıp duruyordu. Gitmek istediği yönden ödün vermek istemeyen bana, dalgalar kucak açıyordu sanki. Biraz evvel "hayır" da tutunan ben, "evet" in bitmek bilmeyen cazibesi karşısında teklemeye başlıyordum..
Bir kadının sevdiği erkeğe karşı iyi olması, iyi davranması iyi bir şey değildir aslında. En azından düşünülünce ilginç bile gelmiyor kulağa.
Zihinlerimiz uygun kelimeleri bulmak için uğraşmaya pek hevesli görünmüyor gibiydi.
Gözlerimi başka bir yöne çevirip, kısa bir süreliğine orada bırakıp, tekrar O'na çevirdiğimde, eskiden olduğu gibi bana ait seven yumuşak bakışlarını görüyordum. Ya da ben istediğim anlamları yüklediğim ama gerçekte o anlamlardan bihaber ve onları asla taşımayacak olan gözlerdi onunkiler. Bunlar benim biricik hayalimin gözleriydi.
Yüzüme hafifçe gülümseyerek "yazılarını okudum" dedi. Aklımdan başka şeyler söylemek geçtiği halde, kelimelerim beni yarı yolda bıraktı ve "senin için yorucu olsa gerek" diye devam ettim.
"Yorucu mu?" diye meraklı bakışlarla sordu.
"Evet, yorucu! Hayatında hiçbir şey için uğraşmadığını hatta uğraşmak istemediğin o kadar fazla şey olduğunu hatırlıyorum da.."
................
"Demek yazılarımı okudun, yani birşey için vaktini harcadın, kim demiş insanlar değişmez diye"
Bu sözler o esnada kayıp gitmişti ağzımdan. Belki başka sözler de sarfetmeliydim diye düşünürken, O'nun bana bunları duymayı arzulamayan gözlerle baktığını farketmiştim.
Söz ağızdan çıktıktan sonra geri dönmüyordu. Geriye de saramıyorduk. Tıpkı zaman gibi!
" Tamam... Ben aptalın biriyim, hatta daha da ötesi korkağın tekiyim"
O bu lafı söylerken, bu benim hep bildiğim, ama kendisinden duyunca daha da emin olduğum bir durum halini almıştı. O'nu hala çok ama çok seviyordum.
Fakat şunu da söylemeliyim ki, bir erkeğin aptal ve korkak gibi nahoş, küçültücü sıfatları kabul etmesi ben de ki sevgiyi sarsıcı bir şekilde sorgulatıyordu...
İnsanlar birbirlerinin bütün söylediklerine salt inansalardı, bu herkes için büyük bir felaket olurdu.
Oysa ben O'nun söylediği herşeye inanmıştım. Şu anda aptal ve korkak olduğunu kabul etmesine de üstelik. Gözlerinin içinden, kalbini gördüğüme inanırdım. Gördüğüm şey kopkoyu bir karanlıkmış...
Hayalgücümüz ve sevilme sanılarımız olmasaydı, hepimiz mutlu olmak zorunda kalırdık. Bizi bu yaşamda mutlu olmaktan alıkoyan bu kadar fazla duygunun olması ne kadar anlamlı acaba?
Eve döndüğümde, akşam çoktan yeryüzüyle buluşmuştu bile. Kardeşim yüzüme gözleri soru işareti yüklenmiş bir vaziyette bakarak ne olduğu merak ediyordu. Hiçbir şey anlatmadım. Zaten anlatacak ne vardı ki!.. Sessizlikten ve birkaç sözcük birikintisinden başka...
Işığı bile açmadan, üzerimdekilerle yattığımı hatırlıyorum.
Ben gözlerimi kapatıp, O'nu kafamdan çıkarmak istedikçe, O'nun her hali beynimde görüntüleniyordu...
O'nu en son gördüğümden bu yana beş hafta geçmişti. Ben de O'na ait ne varsa hepsini bir şekilde yok etmiştim, hayali hariç.
Somut şeyleri yok etmek elimizdeyken, soyut olanları yok edememek yine mi kendi elimizdeydi?
Tüm maillerini silmiş, resimlerinden kurtulmuş ve hediyelerini de birilerine dağıtmıştım...
Birinden ve izlerinden kurtulmak için önce sizde ki materyallerden kurtulmanız gerekliydi. Ve zihinden çıkması içinde zamanaşımına açmalıydınız kapılarını belleğinizin.
Yüzümün tam ortasına bir tebessüm oturtmuştum artık. Herkese böyle bakıyordum. Tatlı ve sıcak bir gülümsemeydi benim ki. Adına da palyaço tebessümü demiştim.
Çünkü hikayelerde anlatıldığı gibi doğruluğu var mıydı emin değildim ama palyaçolar güldüklerinde hüzünlerini saklarlar ve kimse göremezdi. Ne düşünürsen tersini söylerdin, ne kadar mutsuzsan, en mutlu olurdun ve ne kadar üzüntülüysen o kadar tebessüm ederdin.
Son yazımı da editöre gönderip, eve gitmek üzere iş yerinden çıkmıştım. Hava birden hem renginin tonunu değiştirmişti hem de sıcaklığını. Yağmur yağmaya başlamıştı. Anlaşılan bugün cömertliği üzerinde olacaktı. Kendimi hemen gideceğim yöne giden ilk araca attım...
"ben yağmur ağladım bir şehre yağdı,
ben şehre ağladım, bir yağmur yağdı,
ben bir ağladım şehre yağmur yağdı.."
yazıyordu yanımdaki kişinin okuduğu sayfada. Sonra da dudaklarımdan döküldü gerisi;
"Ve bir aşkın izlerini yok edecek başka bir aşk sipariş edildi yeniden"
Genç yüz bana dönüp gülümsedi. Ben de aynı şekilde karşılık verdim. Ama benim ki hakiki bir gülümseyişten çok, hakiki bir hüznü gizleme çabasıydı. Bakışlarımı damlaların süzüldüğü cama çevirmiştim ve orayı gördüm. Rengi kahverengiye bürünmüş olan o küçük kafe.
Dışardan içerisinin buğusundan dolayı sadece ışıkları görülebiliyordu. Evet işte, O'nu düşüncelerimin içine iten ilk sohbet ettiğimiz yer burasıydı.
Sıradan mekanlar, yerler sevdiğiniz biriyle paylaşıldıktan sonra sıradanlıklarını yitirip, sizin için her daim özel kalabiliyordu.
Sevdiğiniz kişiyle yaşadığınız aynı şehir size aynı gelmemeye başlıyordu. Sanki her köşede, her sokakta ansızın O'na rastlayacağınız duygusundan koparamıyordunuz kendinizi. Zihninizi kontrol altına alıyordunuz zaman zaman ama retina hafızanız sürekli O'nunla paylaşılan yerleri, mekanları, caddeleri göstermekte ve zihninizi kontrolünüzden çıkarmaya eğilimliydi.
Bir gün daha güle güle demişti yaşamımdan. Kalan günleri mutluluğu aramaya çalışarak ya da mutluymuş gibi davranarak geçirecektim. Kardeşim de ben de uzanmış, televizyon da ilgimizi çekecek birşeyler arıyorduk. Kanallararası yolculuğa devam ederken, kardeşim seneler evvel izlediğimiz ama bilmem kaç sene de geçse yine izleyeceğimiz o tatlı filmde elini kumandadan istekle çekti.
Sandra Bullock filmin bir yerinde şöyle diyordu;
"Hiç konuşmadığın birine aşık oldun mu?
Hiç komadaki biriyle konuşacak kadar yalnız kaldın mı?"
Film bile olsa, yalnızın daha yalnızı, mutsuzun daha mutsuzu vardı şu dünyada!.. Sanki kadınlar kalıyordu hep yalnız başına. Fakat yaşadıkları onca olumsuz, onca acı veren ilişkiye rağmen bu deneyimler onları yumuşatıyordu. Katılıkları örseleniyordu.
Nietzsche her zamanki gibi haklıydı...
"Kadın olarak seven kadın, ancak daha çok kadınlaşır"
Sevgi buzdağına benziyordu, yalnızca küçük bir bölümü göze görünüyor ve bu göze görünen bölüm konusunda da pek az şey biliniyordu hep...
"Yanımdaki var ya sen olmalıydın
Yanındaki var ya ben olmalıydım
Acı bazen zevk veriyor yaradılış böyle
Teselli girmez koynuna dinmez ki aşk sözle!"
Kulaklıklarımdan içime işleyen bu şarkı, benim O'na olan sitemkar sevgimin en iyi melodisiydi. Denizin derin maviliğine bakarken, yanımda olmasını çok istemiştim. Bana en büyük haksızlığı şu anı benimle paylaşmayarak yapmıştı. Bunun gibi nice anları da paylaşamayarak yapmaya devam edecekti.
Hiç birimiz bizi sevmelerini istediğimiz kadar sevemezdik başkalarını.. Yine de haksızlığa uğramış sayardık kendimizi, istediğimiz kadar sevilmeyince..
Kuşlar semada irili, ufaklı daireler çiziyorladı.
Kızkulesi'ndeydim şimdi... Hep buraya O'nunla gelmenin o çok güzel hayalini kurmuştum vaktiyle. O'na her yeri göstermek, tutkunu olduğum bu şehrin içinde, hep ikimizin olduğu o birbirinden çekici enstantanelerini O'nun hafızasında biriktirmek istemiş ve hatırladıkça mutlu olmasını istemiştim.
Oysa şimdi yaptığım tek şey, bu yerlere sadece kendimi kesip yapıştırmaktı.
Şarkıda ki gibiydi herkesin hali; Herkes sevdiğini istiyordu, sonuçsa tamamen şanstı!
Kendimi duygusallığımla bu kadar üzerken, mantığım her zaman ki keskinliğiyle beni bulunduğum ruh halinden hızlıca çekip çıkarmıştı. İçimdeki başka bir ben bana acıyordu..!
"Kadın, hızla sevilmeye muhtaç şahane bir canlıydı çoğu zaman korktuğunda, korkak bir erkekse mide bulandırıyordu! Üstelik bu korkaklık hayata karşı değil, sade bir çift göze karşı olduğunda daha da eziksi bir durum oluyordu"
Ben hiç bir zaman korktuğumu hatırlamıyordum. Hayatın ayakları altında ezilmek şöyle dursun, devasa sevgimin altında bile ezilmemiştim...
Artık çok eski bir rüzgardı şimdi, benim gibi bir dağa sözü geçmeyecek olan. Arasıra nüks etse de eski özlemler, eski hayaller ve eski istekler hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilecek kadar realisttim. Tutkuları da bir noktadan sonra köreltmek devam etmek için gerekliydi.
Cemal Süreyya bu dizeleri yazarken içlerimizin nasıl tutkuyla dolduğunu hissetmişti belki de,
"Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu, iki kere öpeyim desem üçün boynu bükük.."
Şiirler çoğu zaman insanın bünyesinde hem coşkulu bir canlanmaya sebebiyet veriyordu, hem de zarif bir melankoliye...
Ve herkes büyük olasılıkla değişirdi birini sevince..Sevilen kişiye hitap ettiğimiz "O" harfi bile isminin yerine kullanılınca özel bir harf halini alırdı. Belki de her an her yerde O'nun adı kullanılırdı seven tarafından yerli yersiz. Fakat iki kişi ayrıldığında artık cümlelerde bile yanyana gelemiyorlardı eskisi gibi.
O, her an bana en yakın.. Benden en uzak olacaktı..
***
Yazıyı bitirdiğimde, sanki yazdıklarımı yaşamış kadar olmuştum. Hikayeyi yazan bendim, yaşayansa ablamdı. Ablamın deneyimlemiş olduğu bu mutlulukla karışmış hüzünlü sevgi hikayesini, onunla kendimi özdeşleştirerek yaşadığımı varsayarak yazmıştım...
Sahi, hikayeler gerçekten de yaşananları içtenlikle anlatır mıydı yoksa bizi yazmaya iten sebepler yaşadıklarımız mıydı?..
Gökçe Gerçek
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
SORMASAM ÖLÜRÜM SORSAM ÖLDÜRÜRLERSormasam ölürüm, sorsam öldürürler.
Karacaoğlan, Neşet ERTAŞ
Dört yılı aşkın bir süre bu köyde öğretmenlik yaptığımdan dolayı, okullar tatil olduktan sonra da köye geldiğimde etrafta pek yadırganmadım. Köy, memleketimden kilometrelerce uzaktaydı. Herkes tatilini deniz kenarında ya da ailesiyle birlikte zamanını geçirirken ben, görev yaptığım köye döndüm.
Evim, köyün dışında sayılabilecek bir tepede ve köyü de kuşbakışı gören bir manzaraya sahipti. Karanlık basınca tek katlı, toprak damlı evlerin penceresinden dışarıya süzülen ışıklar bana ateş böceklerini andırırdı. Hafta sonları penceremin kenarına kahvaltı masamı kurar hayallere dalarak bazen köyü izlerdim. Kızların çeşme başına üşüştükleri zamanı izlemek en çok hoşuma gideniydi. Gene böylesi bir izleme anımda vurulmuştum ben ona. Çeşme başına onu görmek için adımlarımı hızlandırdım. Kim olduğunu sormasam ölürüm, sorsam öldürürler. Buralarda kimin kızıdır neyin nesidir sorulmaz. Namus belasına adamı vururlar. Hele, benim gibi dışarıdan gelen birisi için çok zor. Çocuklarını eğitmek için teslim etikleri öğretmenleriydim. Bu sevdayı dile getirmemek beni eritiyordu mum misali. Dibime, yüreğime akıtıyordum.
Yaşlı annesi, babası ve us züğürdü abisiyle beraber yaşıyordu. Sağlık ocağında görev yapan sağlık memuru arkadaşımla, soğuk bir kış gününde babası fenalaşınca tedavi etmeye gittiğimizde öğrendim. Adı Özlem'di.
Hafta sonu İsa amcanın kahvesinde köylülerle sohbet ederken muhtar içeri girdi, telaşlı ve tedirgin. Bana yönelerek;
"Hocam, Mustafa astsubay karakolda mıdır acaba?
"Evet, biz gelirken bahçede askerlere emirler veriyordu, selamlaştık, hayırdır."
"Bizim hasta Mehmet Efendi'nin çocuklarından haber alamıyoruz. Dün geceden beri yoklar ortalıkta."
Ben hemen heyecanlı, muhtardan daha tedirgin bir şekilde
"Özlem'de mi?" diye sordum.
O an ki merak duygularından, kimse benim aşırı tepkimi, tedirginliğimi anlamamış bir tek muhtar'ın fark ettiğini anladım.
"Evet, Özlem de yok ortalıkta" diyerek gözlerimin içine baktı Muhtar.
Köylü ahalisi ve Jandarma el ele vererek, dağ, bayır gidilebilecek tüm yerleri aramalarımıza rağmen tek bir ipucuna rastlayamadık. Bu arayışlar haftalarca sürdü. Ortadan kayboluşları köylü kadınların çeşme başı anlatımlarıyla efsaneleşerek gün be gün abartılarla anlatılıp duruldu.
Ben, uyuyamıyor geceleri gizlice arazide tek başıma dolaşıyor belki bir ipucu ya da bir mağarada rastlarım umuduyla deliler gibi aramaktayım. Böylesi bir gecede aramalarım sonuçsuz yorgun bir şekilde evime gidiyorken, muhtar beni bekliyormuş gibi önüme çıktı.
"Hayırdır hocam, bu saate ve her gece böyle dışarılarda gezinmen"
"Yok, uyku tutmadı."
" Sevda böyledir. Yaşayamadan kaybedersen uyku da tutmaz, veremli gibi gün be gün erirsinde"
" Anlamadım!"
"Kaybolduklarını haber verdiğim gün, gözlerinde yavrusunu kaybetmiş ananın tedirginliğinin acısı vardı"
Sigara uzatarak
"Otur şöyle, biraz laflayalım beni de uyku tutmuyor zaten." Dedi.
Beraber, ay ışığının altında sigarlarımızı nefeslerken, köyde gecenin sessizliğinden hasta babasının inlemeleri bize kadar ulaşmaktaydı. Sefil oğlundan çok, kızının hasretiyle daha da inlemekteydi. Zavallı adamcağız.
"Heder etme kendini. Biliyorsun ki asker bir yandan, köylü bir yandan sen her gece tek başına bir aydan fazladır etrafı arıyoruz, bulamadık."
"Evet."
"Kendini daha fazla yıpratma, vazgeç bu sevdadan. Bilirim, zordur bunu yapman ama başka sansın yok."
Muhtarla vedalaşıp evime gittim. Uyumak adına dualar ettim. Ve uyudum.
Özlem'i unutmadım ama artık geceleri de çıkıp aramaktan vazgeçtim. Her gün yaşlı babasını sağlık memuru arkadaşımla beraber ziyaret eder, teselli ederek ve öğrencilerime sığınarak sevdamın ağır yükünü hafifleterek tatile girdik.
Görev yaptığım okul, şehir merkezine elli yedi kilometre uzaklıkta. Tek ulaşım imkânı sabahın köründe, ilçeye hareket eden minibüsle yapılmakta. Sabah namazında kahvede minibüsü bekliyordum. Muhtar masama oturarak;
"Hocam, üzülme artık, ben bir haber alırsam mutlaka seni ararım" diye kulağıma fısıldadı. Az da olsa ferahladım, mutlu oldum.
Çaresizlikler ya da acılar arasında kalınca, olmayacak umutları ya da dilekleri bir umut gibi aşılar kişi kendine. Ben de işte tam bu durumdaydım. Muhtarın bana bunu demesi o an için inanılmaz mutlu ve de umutlu kılmıştı beni. Helalleşip vedalaşarak ayrıldım.
Aradan iki hafta geçmişti, köyden ayrılalı. Sabah annem odama gelerek "oğlum telefon sana" uyandırarak uzattı bana.
Yarı uykulu;
"Efendim" dedim ve karşımdaki ses,
"Hocam ben muhtar, acil olarak köye gelmen gerek. Mehmet amca her an ölebilir, seni görmek istiyor."
Yataktan fırlayarak toparlanmaya başladım. Ve ilk uçakla görev yaptığım İl'e doğru yola çıktım. İlçeye vardığımda ise köyün minibüsü hareket etmişti. Özel araç kiralayarak köye ulaştım.
Muhtarla, Mehmet amcanın evine gittik, Mehmet amca ölmek üzereydi. Ama yüzünde kızının hasretini andıran ne üzüntü ne de acılarını yansıtacak hiçbir belirti yoktu. Sanki mutlu bir ölümü bekliyordu. Bu haline şaşırdım. Diğer oda da yaşlı karısının "kızım, Özlem'im" diye haykırması şaşkınlığımı sildi bir anda. Muhtarın gözlerinin içine bakınca muhtar başını eğerek gözlerini kaçırdı benden. Bir an önce kalkıp muhtarla baş başa kalmak istiyordum. Mehmet amcanın elini tutup şifalar dileyerek odadan çıktım. Muhtarında gelmesini beklerken benimle gelmedi. Kahveye doğru yürümeye başladım.
Kahvede sedirde oturan köyün yaşlıları vardı. Onların yanına da orta yaşlı, ciddi adamlar gelip oturdu. Benden uzakta idiler. Ne konuştuklarını duyamıyordum ama yüzlerinde Mehmet amcanın ölüm anının dışında, hüzünlü bir şeyler vardı. Sanki benim duymamı istemedikleri konular konuşuyorlardı.
Tam bu sırada içeriye Mehmet amcanın oğlu girdi. Kahvede o gelmeden evvel konuşmalar oluyorken o girince herkes susmuştu.
Bir sandalyeye oturdu. Ona baktım. Önüne bakıyordu. Köylüler sakin, ciddi, adeta haindiler.
Genç adam ayak ayaküstüne atıyor, sonra ayağını değiştiriyor, bir türlü oturduğu yerde rahat edemiyordu. Kahvedeki sessizlik uzadıkça uzuyordu. Muhtar da ortalıkta görünmüyordu. Şaşırmıştım neler oluyordu bilmiyordum soramıyordum.
Tam o esnada Muhtar kapıdan göründü.
"Sizi çağırıyor", dedi. Aklı yerinde ama sabaha çıkamayacak. Ara sıra fena dalıyor. Seni istedi Karahan Ağa. Senide Hacı Ahmet. İstersen sen de gel Hasan seni çok severdi.
Oturanlar ayağa kalktılar. Sandalyede ki oğlundan sanki gözlerini mahsus çeviriyorlardı. Önünden geçerlerken çocuk birden ayağa kalkarak önlerine dikildi.
"Babam, değil mi?" Dedi. "Ölüyor. Görmek istiyorum."
Muhtar " Senin baban değil o."dedi
Çocuk bir şey demeden kapıya yöneldi.
Muhtar "Sakın eve gideyim deme. Kapıda halanın oğlu duruyor gebertir seni!"
Muhtar ve diğer üç kişi kahveden ayrıldılar. Çocukta düşündü. Bütün kararları uçmuştu beyninde. Yüzünde kararsız hatlar belirmişti. Oda arkalarından ama tersi istikamette uzaklaştı.
Ben:
"Nedir bu Allah aşkına? Dedim.
Bir zaman öylece yalnız kalakaldım.
Kapı açıldı. Muhtar içeriye girdi.
"Ruhunu teslim etti", dedi. "Namussuz oğlu savuştu mu"?
Ayağa kalkarak;
"Muhtar Allah aşkına bana anlatacak mısın yoksa bende hemen şimdi burada öleceğim."
"Namussuz oğlu kızı kötü yola sürüklemiş. Muhtemelen de miras için geri dönmüş."
O an gözlerim karardı. Dünya etrafımda benimle ve tüm cisimlerle beraber topaç gibi dönmekteydi. Yere yığılmak üzereyken muhtar kollarımdan tutarak sandalyeye oturttu. Gözlerim uzaklar da bir şey arar gibi daldım. Aslında birkaç ev ötede ki Özlem'i düşünmekteydim.
Babasının cenazesinden sonra köyde kaynayacak dedikodu kazanını hatırladıkça ben ölümler yaşamaktaydım o an.
Her ölüm yeni bir doğumun başlangıcıdır. Babasının ölümü Özlem'i tekrar bana kavuşturmuştu. Hemen o an Özlem'e bu doğumu yaşatmasaydım köyde her gece ölecekti.
Babasının ölümünden bir hafta sonra yaşlı annesini de alarak köyden ayrıldım. Özlem'e bu doğumu bahşederek içimde ölmekte olan sevdamı da doğurttum. Ve her sabah uyanarak beraber, yeniden doğuyoruz şimdi, mutluluktan.
İdris Kenç idriskenc@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Fotoğraf : Mehmet Hamurkaroğlu Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 7.158 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
MERHABA YENİ GÜN!
Gün henüz ağarmamıştı,
Ufukta son nefesini vermek üzere olan
Bir kaç sokak lambasından başka bir şey
Görünmüyordu.
Kurbağaların cırtlak sesinin yerini
Kuş cıvıltıları alıyordu yavaş yavaş,
Yağmur, kimseyi rahatsız etmek istemezcesine
Hafiften hafiften uyandırırken toprağı,
Toprak, yavrusunu kucaklamak isteyen ana gibi
Hasretle açmıştı kollarını yağmura;
Ve her damlasında coşuyordu
Şahlanıyordu adeta.
Doğanın bu müthiş serüvenine tanık olurken penceremden,
Gül ağacı her zamanki gibi gülümsüyordu yerinden;
Belki de oydu yeni güne ilk merhaba diyen.
İçimde yepyeni umutlar,
Yüreğimde garip bir heyecan...
Pencereyi açtığımda
İlkin rüzgardı her yerimi saran.
Titredim!
Uludu durdu bir süre bir şey haykırır gibi kulağıma,
Sonra soğuk bir el gibi
Çarptı birden yanağıma.
İrkildim!
Ne olduğunu anlayamadan bir an,
Bir yağmur damlacığı öpücük kondurdu
Sımsıcak dudağıma.
Tamamıyla uyanmıştım artık uykudan,
Yeni bir gün almış başını gidiyordu zamandan...
Bir gün daha yaklaştım derken garip ölüme,
Umut dolu yüreğim:
Merhaba diyordu,
MERHABA YENİ GÜNE!
Nurettin Dönmez
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
http://tarkanikizler.wordpress.com/
Sevgili yazarlarımızdan Tarkan İkizler oluşturduğu blog'a öykü ve denemelerini yerleştirdi. Hepsini toplu olarak bulmak isteyen kahvecilere duyurulur.
E-devlet projesi kapsamında uygulanan çalışmalardan bir tanesi de internet üzerinden online hizmetler. Bu hizmetler sayesinde doğalgaz, su ve Türk telekom faturalarınızı sorgulayıp ödeyebiliyorsunuz. Sadece bu kadar değil tabiki... http://www.devletim.com/online_hizmetler.asp kısayoluna tıklayıp diğer hizmetlerle ilgili tüm detaylı bilgilere ulaşabilirsiniz.
Yerli ve Yabancı Tv kanallarını Bilgisayarınızdan Ek Bir Tv veya Radyo Kartı Kullanmadan İzlemenize ve Dinlemenize Olanak Tanıyan Kullanışlı ve Küçük bir Program öneriyorum. Canlı TV programını http://www.yenidownload.com/download.asp?id=13476 kısayolundan indirebilirsiniz. Programın benim farkettiğim tek problemi sağ alt tarafta kullanılan reklam banner'ı. Ne tarz reklam çıkacağının pek fazla garantisi yok. Sonra uyarmadı demeyin ve kulaklarımı boşuna çınlatmayın.
Ramazan ayında yemek saatlerinin değişmesine rağmen dengeli ve yeterli beslenmek mümkün. Oruç tutan kişilerin her besin gurubundan (et,süt, tahıl , sebze, meyve, yağ ve şeker) gereksinimleri kadar tüketmeleri gerektiği şartı yerine getirilirse tabi. Oruç tutan kişiler Ramazan ayında en az 12 saat veya daha fazla açlık ile karşı karşıya kalıyorlar. Bu açlık süresi içinde kan şekeri düşüyor. http://www.milliyet.com.tr/ramazan/saglik.asp web sayfasında ramazanda neler yapılmasının doğru olduğuyla ilgili tavsiyeler bulacaksınız.
Mide problemleri oluşursa neler yapmak gerekir. http://www.doktordoga.com/default.asp?BookID=3&PageID=82 ...Meyve ve sebzenin de az pişmiş olarak tüketilmesi daha doğru olacaktır. Az pişmiş meyve ve sebzeler küçük parçalar veya püre haline getirilir ve yoğurt, krema, ayran, şeker, bal, biraz zeytinyağı ve mutfak baharatları ile karıştırılır. Etkili baharatların kullanılmaması gerekir...
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|