|
|
|
16 Ekim 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Nobel'e Fransız mı kalalım! | Merhabalar,
Hafta sonu Fransa, Nobel ve Orhan P. arasında dolaştım durdum. Bir gayret sarfetmeye gerek kalmadı pek tabi. Her yan onlarla dolu olunca insan ister istemez ilgileniyor. E bir de serde editörlük olunca insan bir başka gözle bakmaya çalışıyor olaya. Düşüncelerim amip gibi bölüne bölüne her tarafa hak vermeye başlayınca korktum kendimden. Adamın dediklerini hatırlayınca kızmamak elde değil elbette ama işin içinde Nobel olunca hoş görmeyi de hesaba katıyor insan. Dost Meclisinde araştırmacı yazar Serdar Kuzu tarafından geçen yıl yazılmış bir Orhan P. yazısı var. O meşhur vecizesini söyledikten sonra yazılmış bu yazıda Orhan P. yi özel geçmişiyle tanımak mümkün oluyor. Farklı bir yorum olduğu için sizlerin de okumasında yarar gördüm.
Genelde kazanamadığımız ödülleri siyasi nedenlerlerle açıklarken ilk defa kazandığımız bir ödülü siyasi olarak nitelendiriyoruz. Hatta iade edilmeli diyoruz. Bu bizler için çok yeni bir davranış biçimi. Bunu sadece adamın ettiği 2 cümleye bağlamanın bize haksızlık olacağını düşünüyorum. Anadilinde anlaşılamayan bir yazar olduğunu kendi ağzıyla söyleyen bu adamın asıl sorunu o ya da bu nedenle sıradan Türk okuyucusu tarafından beğenilmemesinde sanıyorum. Tek kitabını (Benim Adım Kırmızı) ancak okumuş biri olarak sıradan okuyucuyu gayet iyi anlıyorum. Yurtdışında bunca satan bir yazarın en az bir kitabını okumam gerek diye okumuştum. Ve hiç sevmemiştim. Kar'ı aldım ama başlamaya hala cesaret edemedim. Olabilir, demek ki bana hitap eden bir yazar değil. Ama bir rivayete göre, yabancı dillere çevrilirken profesyonel yazarlar tarafından adeta yeniden yazılan romanların yazarı demek ki Edirne'den sonra seviliyor.
Siyasi bir kukla tanımlamasına katılmam da kolay olmuyor. Nedir yani? Nobelli bir Türk yazar o lafları etti diye Türkiye suçlu mu olacak? Ya da Türkiye'yi suçlu göstermek için kuklaya gerek var mı? Bak adamlar gıyabında yasa bile çıkarıyorlar. Peki aynı adamın ödülü kaptıktan sonra kendi hemşehrisine hoş görünmek için değişik laflar etmeyeceğinin garantisi var mı? İşte bu sorulara verilecek cevaplar "hayır" olduğundan ben Nobel kurulunun Orhan P. yi seçip eline 1,5 milyon dolar verebileceğine inanamıyorum. Kendimce açıklamasını şöyle yapıyorum: İyi bir pazarlamacının ürünü, başından sonuna iyi cilalanmış, yetkin bir ekip elinde beslenip büyütülmüş bir Nobel adayı. Bu tarafından bakınca da bu gibi büyük hedeflere ulaşmanın tek yolu buymuş gibi görünüyor. Bakın birkaç yıl sonra belki biz adamı sevmemeye devam edeceğiz ama o, Edirne'nin dışında Nobelli bir Türk yazar olarak anılmaya devam edecek. Beş on sene sonra bizler de yaşananları unutacak ve belki adamdan övünerek bahsedeceğiz. Dünya hali bu herşey olabilir. Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli!
Fransa'ya dışarıdan verilen tepkiler bizim açımızdan epeyce olumlu gibi görünüyor. Chirac bile Tayyip Bey'i arayıp günah çıkarmış baksanıza. Bir bildikleri var elbette. 106 tane dangalağın pişmiş aşa su katmasını hazmedemiyorlar. Hazır Güney Kıbrıs'ı tanımamız konusunda baskılara başlamışken nereden çıktı bu inkar yasası diye hayıflanıyorlar besbelli. Gene de aklın yolu bir elbet. Böyle aptalca bir yasanın haklılığı ve geçerliliğini kim savunabilir ki. Bakalım önümüzdeki günler ne gösterecek. Takipteyiz.
...
Dizi dizi dizilerimiz televizyonlarımızı kaplayınca bir başka sektöre daha hareket geldi farkındasınızdır. Her dizi artık kendi özgün müziğini yaratıyor. Ve hepsi birbirinden güzel oluyor. Geçenlere yeni başlayan Sıla isimli diziye şöyle bir takıldım ve oldukça hoş bir jenerik müziğiyle tanıştım. İnternette arayınca da hemen buldum. Ama kim yazmış, kim söylüyor bu konuda bir bilgiye henüz ulaşamadım. Ben en iyisi hatırlayasınız diye size dinleteyim, siz de bana biliyorsanız besteci ve yorumcuyu söyleyin. Hepinize az yağışlı güzel bir çalışma haftası dilerim, esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
Şampiyon
Önce okumak sonra anlamak daha sonra yorumlamak. Aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp beynimize bilgiler yığmak, sonra bunları kümelemek ve lüzumlu lüzumsuz sözlü ya da yazılı bazen de sadece düşünerek kullanmak.
Öğrendiğimiz hiçbir şey ilk öğrenildiği gibi en sade ve en basit haliyle kalmıyor. Görsel olarak zihnimizde yer eden ilk bilgileri düşünün. Elma; sadece annemizin babamızın öğrettiği kırmızı yuvarlak bir meyve. Belki de meyve olduğunu ilkokulda öğretmenimizin yaptığı ayrımdan biliyoruz. Top; yuvarlak zıplayan bir nesne, Kedi; evinizde varsa şanslısınız yoksa dışarıda gördüğünüz köpeklerden kaçan bir fare avcısı.
Bırakmak lazım sanki bazı şeyleri ilk öğrendiğimiz halleriyle. Yığmamak lazım daha derin bilgileri üzerine. Bilginin çeşitliliği olmalı her şey hakkında iyi kötü fikir sahibi olmak! Yine de üstünkörü olmalı, yalın kalmalı asıl bilmen gereken tarafı. Riske sokmamalı üzerine koyduğun bilgiler temel olanı yani asıl olanı. Merak uğruna, destek fikir uğruna, aslında yerli yersiz ulu orta ahkâm kesmek uğruna değmez. O kadar gereksiz bilgileri koyuyoruz ki temel bilgilerimizin üzerine, sonuçta kullanılmayacak bilgi yığınlarını yeri gelse de kullansak diye beklemekle geçiyor ömrümüz. Karşılaşmıyor muyuz çevremizde hiç alakası olmayan konuda konuşurken damdan düşer gibi bilgiler sıralayan insanlarla. Çok basit aslında, dolu bardağa su koyarsan taşar! Beyninde şişen bilgileri bir şekilde dışarı atmak. Bak hiçbir fizik bilgisi olmadan belki de 3 yaşında görerek öğrendiğim basit bir bilgi bile çözmeye yetti yorgun beyninin sorununu. Belki de; işte tam zamanıydı yeri geldi kullandım; demek ki boşa öğrenmemiş olmak egosun dışa vurumu!… Öğrendiğin bilginin faydalı olduğunu hissetmen lazım; olmadı çevrendekilere hissettirmen lazım. Faydalı olmak gibi lüzumsuz bir arzu yani üstelik kendinin ya da çevrendekilerin ne istediğini bilmek gerekliliği bile hissetmeden.
İlgi duymak bir şeylere; basit bir ilgi! Gördüğün, duyduğun, tattığın, kokladığın ya da hissettiğin derecede kalmalı bu ilgi için gereken bilgi. Bilgi sahibi olmanı gerektirmemeli, en azından kalıcı bilgi, yani beyninde yer işgal eden, yani çevrendekilerin beyninde ağır tahribatlara yol açar nitelikte bir bilgi olmamalı... Bilgi ilgi duymayı gerektirebilir ama ilgi duymak bilgi sahibi olmayı gerektirmez. İlgisiz olduğun bir konuda bilgi sahibi olmak zorunda da kalabilirsin. Fakat ne büyük bir şans ki ilgili olduğumuz bir konuda bilgi sahibi olmak tercihlerimize kalmış. Hiçbir bilgi sahibi olmadığımız uzayın bilinmezlikleri, fizik ötesi, farklı boyutlarda yapılan tanımlamalar gibi birçok konuya karşı milyonlarca insanın ilgisi var. Alınacak bilginin bile muamma olduğu bu tür konularda bile insanlar gereksiz birçok bilgiyi beyinlerine doldurmak için birbirleriyle yarışıyorlar. Üstelik ilgili bilim adamlarının bile hem fikir olmadığı, üzerinde kesin bir yargıya varılmamış konular olmasına rağmen.
Kullanmayacağımız her şeyi sadece duyu organlarımızla anlayabildiğimiz ölçüde tanımlamak belkide, tam olarak istediğim... Topla ilgili bir iş yapmıyorsan futbol, fizik, alım satım, vs gibi, sadece büyüklüğünü ve rengini görmen, zıpladığındaki sesini duyman, yumuşaklığını, sertliğini hissetmen gibi temel şeyler yeterli top hakkındaki dünya görüşün için. İçindeki hava basıncına göre ne kadar zıpladığı, renginin yansıma yoluyla nasıl gözümüzde canlandığı gibi lüzumsuz bilgiler hem seni yoracaktır hem de çevrendekileri…
Ama adet olmuş bir kere lüzumsuz bilgi edinmek, Lüzumsuz bilgiler prim yapıyor da ben mi göremiyorum acaba? Düz mantık! Bilgi Lüzumsuzsa buna prim veren insanda farklı değildir. İnanılacak gibi değil! Fuzuli bilgi yarışması yapılsa jüri birinciyi seçmekte zorlanır. Neyse ki bu sefer içlerinden bir tanesi sivrilmiş. Eee planlı ve sistemli çalışmasının semeresini şimdi görüyor. Üstelik günü gününe de çalışmış, hiçbir lüzumsuz bilgiyi heba etmemiş günü gelir kullanırım diye. Aferin sana! Artık yılın en lüzumsuz bilgi sahibi olan şahsiyeti sensin, üstelik senin için çocuklarına ve torunlarına gururla gösterebileceğin lüzumsuz bir de kupa hazırlanmış, evinin en güzel köşesinde saklaman, lüzumu halinde göstermen için. Unuttuğumu sandın herhalde ama yanıldın. Benden de yılın en lüzumsuz adamına naçizane, "Acısız Kansız Kalp naklinin incelikleri ve püf noktaları, Bilinmeyen yönleriyle Pisagor ve Dayısı, Fösük bir Kemirgenin Günbatımında ki halet-i ruhiyesi" Üç dev eser! Üç başucu kitabı! Üstelik resimsiz! Tam bir bilgi hazinesi, hem de bol örnekli, arkasında deneme sınavı olanlardan seçtim. Lüzumu halinde sınarsın artık kendini ve karşındakinin sabrını. Teşekkür mü? Hiç lüzumu yok! Uzak dur yeter…
Aybars Erdemli
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yukarı
|
Kahveci : Hatice Mine Bahadır |
GİDEN Mİ KALAN MI YALNIZDIR
Giden mi kalan mı yalnızdır bilinmez demiştin, gözlerimi gözlerinden ayırmak istemediğim o hüzün dolu ayrılık akşamında...
Bu ayrılık diğer ayrılıklara benzemiyordu. Sen bunu benden önce fark ettin.
Bense, hissettiğim halde görmezden geldim...
Dünyanın neresine, yaşamın hangi ücra köşesine gidersem gideyim, sensizlik bana en dayanılmaz acıları, en çekilmez hüzünleri yaşatacak ve bunları bile bile yaşamak zorunda kaldığım için, senden uzak kalmak uğruna yangına körükle gittiğim için artık alışmıştım bu iç çekişlere, bu sonsuz yalnızlığa, kabus sensizliğe...
Gözlerimin içine bakıyordun, yeni başlayan ve sanki hiç bitmeyecek olan bir özlemle...
İçimdeki fırtınaları dindirmek istiyorum gözlerinde... diye yazmıştın...
O akşam kelimeler, içindekiler, kalbine sığdırmaya uğraştığın onca yoğun duygular, bana söylemek istediğin halde bir türlü söyleyemediğin, gözlerimin içine bakarak o anlamlı bakışlarınla anlatmaya çalıştığın o kaos içinde çırpınan tüm kelimeler artık isyan ediyordu...
Senin ruhundan benim kalbime doğru hücum ediyordu hepsi, ve ben, ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilmeyen, baskı altında olan insanların yaptığı gibi kıpırdayamıyor, konuşamıyor, ne olacağını düşünemiyordum...
Adeta kilitlenmiştik o anda, ve biliyorum, ikimizde aynı şeyi düşünüyor ve aklımıza takılan bu zor soruya cevap bulmaya çalışıyorduk...
Giden mi yalnızdır kalan mı?
Bu sorunun cevabını her gün, her an düşündüm sevdiğim...
Senden uzak kaldığım o işkence dolu günlerde, o uykusuz saatlerde, seni düşündüğüm, yüzünü hayal ettiğim zamanlar hep bu soru hançer gibi saplanıyordu yüreğime...
Senden çok uzaktaydım artık, günlerdir konuşmuyorduk...
Seni, benliğini o kadar özlemiştim ki, sanki baktığım her tarafta senin o vazgeçilmez yüzünü, o benliğinin açıkça yansıdığı o eşsiz yüz ifadeni görüyordum...
Ama içimden gelen alışkın olduğum o his, bana yalnız olduğunu ve bana sorduğun o sorunu cevabını senin çoktan bulduğunu, kalanın yalnız olduğunu kabullendiğini ve bedeli ne olursa olsun senin yanında olmamdan başka bir şey istemediğini söylüyordu...
Ama bilirsin, içimden gelen o seslere inanmayı sevmem ben...
O hisleri yaşamımda karşılaştığım yapmacık insanlara benzetirim.
Ne olduklarını ve neler yapabileceklerini bilirim, ama asla inanmam ve güvenmem onlara...güvenmek istemem...
Sanki ben istediğim, ben düşündüğüm için iyi görünürler gözüme, ama gerçekle hiçbir alakaları yoktur...
İşte bu yüzden inanmak istemiyordum yalnız kaldığına, acı çektiğine, beni özlediğine ve ne olursa olsun beni bekleyeceğine...
Acı çektirmeyi sevmem ben, bilirsin.
Acı çekmek, yalnız kalmak ve o sessiz yalnızlıklarda içimden ismini sayıklamak, yanımda olman için umutsuzca yalvarmak bana göre...
Beni buna sen alıştırdın, ben yıllardır buna alıştım, acı çekmek artık yandaşım...
Ben bunları yaşarken aynılarını senin de yaşamanı kaldıramam.
Yalnızlığı ben yaşamalıyım, sensizliğin acılarını, isyanlarını ben çekmeliyim, tek başıma...
Sen ne kadar anlamaya çalışsan da, sensizken yaşadıklarımı asla yaşayamazsın, hissedemezsin.
Kalan değil, gidendir yalnız kalan sevdiğim...
Giden yalnızlık için, acı çekmek için, isyan etmek için bırakır gider, kalan aynılarını yaşamak zorunda kalmasın diye...
Yalnızım işte...bunu yaşayacağımı bile bile kalmadım, kalamadım yanında...
Yalnız kalmaya, sensiz olmaya, acı çekmeye ve buna ne kadar dayanabileceğimi görmeye ihtiyacım vardı.
Sensiz kalmak bana çok şey öğretti...
İlk öğrendiğim, son dakikalarımızda bana sorduğun o sorunun cevabı oldu...
Gidendir yalnız kalan sevdiğim...
Yalnız değilsin, biliyorum.
Yalnızım, görüyorsun...
İkinci öğrendiğim şey ise ben burada sensizken, mutsuzken, içimde hayata karşı hiçbir istek, hiçbir beklenti ve yaşama hırsı yokken, senin orda yalnız olmadığını ve seni düşündüğüm, seni yaşadığım kadar beni yaşamadığını çok iyi biliyorum...
Senden uzaklaşmak, sensiz yapıp yapamayacağımı görebilmek, bu korkunç yalnızlığa ne kadar tahammül edebileceğimi görmek içindi seni orda bir başına bırakıp, bu sürgün yaşamda yalnızlığı, sensizliği seçmem...
Bir gün mutlaka döneceğim, biliyorum...
Çünkü bu ölümcül yalnızlığa daha fazla dayanamayacağımın farkına vardım.
Ben burada yalnız olsam da, senin orda yalnız olmadığının ve sırf tek başına olmamak için en olmadık, sana ve ruhuna en yabancı ve bilinmez insanlarla birlikte olduğunun farkındayım.
Bütün bunlarla yüz yüze geleceğini bilerek terk ettim seni ve yola çıktım kendi yalnızlığımla...
Yalnızlığımı yaşadıkça, sensiz olduğumu hissettikçe aklıma sorduğun soru geldi, sorunun cevabını bulmaya çalıştıkça aklıma sen geldin, ve sen aklımda oldukça bu yaşadığım hayat, bu hissettiğim yalnızlık, durmadan duymazdan geldiğim o içimdeki sesler ve yalnız olanın ben olduğumu kabullenişim çığrından çıktı içimdeki fırtınalarda...
Seni, bile bile en olmadık zamanda, çok bildik bir mekanda ve ruhuna en yabancı olan insancıklarla bir başına bırakıp terk ettim...
Döneceğim seni bıraktığım o yerlere, giden ve gittiği gibi geri dönen olacağım, biliyorum...
Oysa biliyorum, kalan değil, gidendir yalnız olan...
Oysa özlediğim, biliyorsun, giden değil kalandır terk eden...
Bir de gör beni, giderken bana yazdığın yazıda, kendi gözünden ve kendi kalbinden:
"Karanlığıma gömerken seni sessiz çığlıklarım vardı içimde...korkularım, yine bana kalan yalnızlığım vardı. Zormuş; bu kadar yakın olupta uzak durmak,bu kadar uzak olupta seninle dolmak...yazmanın en iyi şey olduğunu söylerdin hep bana inan ki o bile durduramıyor içimde sana doğru akan seli...iki düşünüp bir yazıyorum her zamanki gibi öyle alışmışım ki kendimi sınırlandırmaya...gidiyorsun artık çok uzaklara,.varlığını ilk defa bu kadar derinlerde hissedip,kendimi sana açmışken gidiyorsun işte...içimdeki yerini zor fark etti benliğim, yokluğunla daha da yorulacak,belki de darmadağın olacak...gözlerimdir konuşan sadece .isyanlarımı,korkularımı,daralan zamanımı,yalnızlığımı anlattı herkese hiç kimsenin onları hiç kimsenin anlayamayacağını bildiği halde,.belki de buydu onu rahatlatan....inan ki içimdeki dünyam, içinde bulunduğum dünyadan daha büyük...en büyük farkları; içimdeki... benim dünyamda herkes olması gereken yerde,hakkettiği gibi...
Gidişini düşünmek bile korkutuyor beni...
Tarifi olmayan duygularımla sana uyanıyorum her sabah,
Varlığınla çoğalıp yokluğunla eksiliyorum..."
Hatice Mine Bahadır
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
|
Kahveci : Vedat Sümbül ORHAN PAMUK NOBEL ALDI, YAŞASIN(!) |
|
Gazeteler sürmanşet geçtiler haberi; televizyonlar da ilk haberler arasına koydular: Orhan Pamuk Nobel ödülü aldı.
Nobel ödülü alan yazarlar ve eserleri incelenirse evrensel temaların ön plânda olduğu, güncel kimi oyunlar üzerine yazılmış eserlerin dikkate alınmadığı görülür. Örneğin Heinrich Böll geliyor aklıma. Savaşın dehşetini, savaş sonrası yaşanan travmaları anlatarak almıştı aynı ödülü. Yani yüzyıllar boyu insanlığı paramparça eden, yaralar açmaya devam edecek olan evrensel bir temayla. Üstelik de herhangi bir gücün çıkar penceresinden bakmadan. Sadece insanlık penceresinden bakarak, hak etmişti tüm ödülleri… 1936 Nobel Ödülü'nden başka, 1920,1921,1928 ve 1957 yılları Pulitzer Ödüllerini de almış olan Eugene O'Neill incelendiğinde de bu ödülün kime, nasıl verildiği; en azından böyle verilmediği görülecektir. Dahası, bazı dönemlerde bu ödülün verilmemesi apayrı bir mesaj taşır kendi içinde. Böyle verilecekse, verilmemiştir kimseye yani…
Elbette herhangi bir sanatçımızın ulusal-uluslar arası başarı(lar) kazanması hepimizi sevince boğuyor; dahası açız buna belki… Ancak ödül sözcüğünün büyüsüne kapılıp kimi gerçekleri görmezden gelmek de kabul edilebilir şeylerden değil.
Yazık ki Orhan Pamuk'a verilen ödülle ilgili süreç dikkatle incelendiğinde ödül sinmiyor içimize; dahası, utanç verici geliyor. Hangi sürecin arkasından geldi Pamuk'a verilen Nobel?
Tüm uluslar arası barış ve kardeşlik düşmanları, Türkiye üzerinde Ermeni oyunu tezgâhladılar. Ülkemizin içinde bulunduğu coğrafyadaki çıkarları güçlü, bütünlüğü sarsılmaz bir Türkiye görüntüsüyle uyuşmadı. Devasa çıkar plânları, Türkiye'nin zayıf bir ülke konumunda olmasını gerektiriyordu; bu noktada ellerinde birkaç güçlü koz vardı: Birçok kez denedikleri ve zaman zaman başarılı oldukları gibi, Kürt meselesini kaşımak, Ermeni sorununu gündeme getirmek, mezhep çatışmalarını körüklemek…
Sanki bu ülkede yaşayan Ermeni'yi, Kürt'ü, Laz'ı, Çerkez'i bizden çok seviyorlardı onlar… Sanki Kızılderili soyunu tüketen, Afrika'yı yüzyıllardır iliklerine kadar sömüren, Ortadoğu'yu, Balkanlar'ı kana boyayan, dünya savaşları çıkarıp milyonlarca insanı katleden, atom bombasını icat edip Hiroşimalı, Nagazakili çocukların zayıf bedenlerinde deneyen onlar değildi.
Sanki bu ülkede herkes eşit koşullarda ve gönlünce yaşasın diye yırtınıp gençliklerinin en güzel yıllarını 12 Eylül zindanlarında geçiren gençler, aydınlar değil de sevgili Orhan Pamuk düşünüyordu en çok, Ermenileri ve diğerlerini.
Uluslar arası canavarların karıştıracakları ülkelerde satılık kalemlere ihtiyacı vardı. Öyle ya maşa dururken ellerini niye yaksınlardı. Gazeteler, dergiler başka zamanlarda başka satılık kalemlerin ne marifetleri olduğunu bolca yazdılar.
Son oyunun arifesine baktığımızda büyük yazarımız(!) Orhan Pamuk'un ABD'yi mesken tuttuğunu görüyoruz. Bir kırmızı halılarla karşılanmadığı kaldı oralarda. Takdir edildiğini mi sandı böylece? Sanmam. ABD'nin takdirle falan işinin olmadığını en iyi bilenlerden olmalı Pamuk. Bir ayağı orada, bir ayağı burada bir güzel öğrendi kendisine verilen rolü. Bu ülkenin Ermenileri için en büyük dost oluverdi birden bire ve Fransa başta olmak üzere birçok emperyalist gücün kullandığı malzemenin aciz tetikçisi olarak da karşımıza çıktı gecikmeden. Cezayir'in hesabını vermeye gerek duymayan Fransa'nın, Kızılderililerin ve daha nice masum insanın kanını içmiş olduğu halde hayasızca barış havariliği yapan ABD'nin sevgili oğlu oldu ve hepimizden daha büyük bir insan hakları savunucuna dönüştü muhterem zat.
Bu ülkede her türlü soruna kalemi eline aldığından beri dokunan, eleştirilerini sakınmayan; ama edebiyattan da ödün vermeyen Yaşar Kemal, bu ödülü almış olsaydı, avuçlarımız patlayana kadar alkışlardık kuşkusuz. Ama yeni dünya düzenini kanla kurmak derdinde olanların son malzemesi olan Ermeni meselesini, hele de böyle bir dönemde, tam da ağa babalarının istediği gibi işleyerek bu ödülü alan Orhan Pamuk, sadece utanç veriyor bizlere.
Ağababaları 1.4 milyon dolar vererek ödüllendirecekler, maşaları Orhan Pamuk'u. O da en büyük Türk romancısı olarak tarihe geçecek. (O öyle sanacak da biz, en utanılacak yurttaşlarımızdan biri olarak yazacağız onu defterimize) Tabi işi bundan sonra daha da zorlaşacak: Ona bu serveti ve ayrıcalıkları sunanlar başka iğrenç oyunlarında başka roller üstlenmesini isteyecekler onun; o da onurlu(!) bir edebiyatçı olarak aldığının hakkını vermeye devam edecek. Tüm satılık kalemşörler gibi…
Orhan Pamuk, ödülü aldığı anda hemen kızını aramış. Sevgili kızı dersteymiş ve büyük bir yazarın kızı ya derste cep telefonunu açık tutma hakkı varmış. Babası ulaşıvermiş hemencecik ona. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi kızına anlatmış aldığı büyük(!) ödülü. Büyük romancının kızı "Baba dersteyim, öğretmen bakıyor, konuşamıyorum." demiş; ama Nobel ödüllü adam için bahane mi bu?.. "Öğretmenini ver, gerekiyorsa onunla konuşayım." demiş. Böylece 20 dakika konuşmuşlar ders sürerken. Eğitim tarihine geçecek bir saygısızlık örneği. Utanmazlığın, hafifliğin bu kadar çirkin bir örneği olabilir mi?
Olur tabi, arkasında kim var onun? Kılına bile dokunamazlar. Derste neymiş? Okulların kuralları da neymiş? Zaten Türk eğitim sistemi lanet olası bir sistem değil mi? Orhan Pamuk, elini bulaştırmışken eğitim sistemini de düzeltiverir ve bir ödül daha kazanır belki. Buna hiç sesini çıkarmayan Milli Eğitim Bakanı'na ne demeli şimdi?
Sonuç:
Bu ülkede yığınla yanlış yapıldı, yapılıyor, yapılacak; ama bunlarla mücadele, uluslar arası canavarların rehberliğinde yapılamaz. Hele de dersin ortasında kızıyla cep telefonuyla konuşabilecek kadar hafifleşmiş bir yazarın(!) ne için verildiği belli ödülünden hareketle hiç yapılamaz.
Yaşar Kemal, neden alkışlamış Orhan Pamuk'u, tam anlayamadım. Bu ülkeyi dinamitleyip çevresinde daha rahat at koşturma sevdasındakilere kalemini sattı diye olmamalı bu. Orhan Pamuk'u zengin edenler, sen ve diğer aydınlarımız zulme uğrarken neredeydiler? Sivas'ta ateşe atılan aydınlarımız cayır cayır yanarken neredeydi ödülcüler?
Bu ülkede yapılan yanlışlar, bu yanlışları yapan beceriksiz siyasetçiler yüzünden gözü kapalı düşman olmayınız bu ülkeye. Sizin romanlarınızla ve romanlarınızdan öğrendiğimiz hümanizmayla büyüdük. Çocuklarımızı da öyle büyütmeye çalışıyoruz. Elimizi, ayağımızı kırmayın; utanca boğmayın bizi.
Bu ülke köylüsüne kurşun sıkan, ağıt yaktıran Fransa'nın tezgahında motif olacak kadar küçültmeyin kalemlerinizi; daraltmayın yaşama sevincimizi, umudumuzu köreltmeyin.
Büyüksen Orhan Pamuk ve yürekliysen, reddet 1.4 milyon doları. Senin kızın yaşındaki nice kız çocuğunun kirletildiği, cephelerde ayaza kesmiş elleriyle cephane taşıyıp emperyalizme direndiği günleri unutma.
Alıp başlarına çalsınlar Nobel'lerini. Sen de Kızılderili Şef'in ABD başkanına yazdığı mektubu başına çal ve silkinip uyan gaflet uykundan.
''Bana layık görülen ödül Türkiye'de kabul görmeli ve coşkuya vesile olmalı. Biz bunu, olağanüstü bir geçmişi ve büyük önemi olan Türk edebiyatı için bir şeref vesilesi olarak kutlamalıyız. Ben Türkçe yazıyorum, bu edebiyatın bir parçasıyım ve ödüle layık görülen bir kişi olarak da bunun bir temsilcisiyim'' demişsin Alman efendilerinin dergisine verdiğin demeçte. Biz şerefi Alman dergilerine verdiğin demeçlerden öğrenmeyecek kadar şerefli bir toplumun üyeleriyiz. Kalemini sattığın için mi şeref duyup coşkuya kapılacağız? Bir yazar tartışmaları başlatan kişi olmalıymış teri gelince. Bunu da eklemişsin Almanları mutlu eden beyanatında ve kandırmaya çalışmışsın onları. Sen mi başlattın Ermeni meselesi tartışmasını ki görevini yapmış aydın olarak ödülünü alma utanmazlığını sergileyebiliyorsun?
Bizim size sunduğumuz yürekler, bin Nobel'den daha büyüktür, emin ol… O yürekler silerse seni efendilerine sığınmak zorunda kalırsın diğerleri gibi…
Vedat Sümbül
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Kahveci : İklim Burçak Eryüksel |
MAVİ EN GÜZEL SEVGİLİM
Seni bazen çok özlüyorum mavi en güzel sevgilim. Beni bırakıp, dönüşü olmayan yolda giderken neler hissettin acaba? O cehennem geceden sonra hep bunu düşünüyorum. Son zamanlarda pek olmuyor ama bazen geceleri seni görüyorum. İçim acıyor, utanıyorum suratına bakmaya ama yavaşça bana yaklaştığını hissediyorumo anda. Saçlarımı okşuyorsun, küçücük bir çocık gibiyim. Ellerin iki yanağımı kavrıyor ve yüzüm yüzünle karşı karşıya geliyor. Açamıyorum gözlerimi. Gözyaşın düşüyor gözkapaklarıma, içim yanıyor. Ölmek istiyorum ama Tanrı yaşamam gerektiğini düşünüyor. O'na karşı koyamıyorum...
Bazen özlem içimi yakıyor. En çok, beni sevmeni özlüyorum. O, sürekli içimde hissettiğim sıcacık duyguyu, saçlarımı okşayışını, uzun uzun beni izleyişini... Ne kadar mutlu olacaktık, 'neden gittin ki...' diye bağırıp ağladığım günleri umarım görmemişsindir. Üzülmekten öte, kahrolurdun. Ben buna dayanamam. Hatırlıyor musun; bir gün telefonda bana bir şey demiştin, doğruymuş dediğin mavim ama neden bu kadar çabuk, bunu anlayamıyorum.
'Ölene dek yanındayım mavi en güzel sevgilim' bunu duyduğumda çyle çok sevinmiştim ki, hiç ayrılmayacağız sanmıştım. Ama diyorum ya, sanmak yanılmak oldu senden sonra... Hatırlıyor musun; bir gün beni aramıstın akşam üstü, öylesine konuşurken 'bugün evde misin tüm gün?' diye sormuştun. Telefonu kapattıktan iki, üç dakika sonra kapıyı çalmıştın. Kapıyı açtığım andaki şok anını hala unutamıyorum. Göz yaşımı sildiğin, beni kucağında bir bebek gibi uyuttuğun günleri özlüyorum. Seninleyken sadece ikimiz vardık ve her yer maviydi... Gökyüzü, sokaklar, evler, arabalar, her yer alabildiğine maviy alabildiğine sendi... Maviye dalar ayrı ayrı hayaller kurardık ama nedense hep hayallerin sonu aynıbiterdi. Sen, ben ve sonsuzluk....
Hayaller yandı kül yok, duman yok, hiç ama hiçbir şey yok!
Bana melekler gönder geceleri, üşüyorum
Yokluğun bir ton gri
Sen gittin ama beni götüremedin
Özlüyorum hep bir ton koyu gecelerde
Özlüyorum, üşüyorum...
Mavi en güzel sevgilim.....
İklim Burçak Eryüksel
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yukarı
|
Orhan Pamuk Dosyası.
Sevgili dostlar edebiyata olan ilgimden dolayı aslına bakarsanız yazı
insanlarının ufak tefek hatalarını maruz görür ve onları çok gündeme getirmemeye çalışırım. Çünkü yazar
dünyayla sıkıntısı olan insandır ve temel olarak yaptığı sıkıntısını yazıya dökmektir. Bunu en iyi
kendimden bildiğim için yazı insanlarının bazı çıkışlarını çok önemsemem. Orhan Pamuğun son yaptığı
açıklamalarla beni “yazara dokunma” prensibimi bozmak zorunda bıraktırdığı için üzgünüm. Nedense
edebiyatçılarımız siyaset yapmadan duramıyorlar ve bu siyasetlerde ne hikmetse hep vatanımız aleyhine oluyor.
İstihbarat dünyasında “kuş yumurtası üretmek” diye bir deyim vardır. Diyelim
ki X ülkesinde bundan 20 sene sonra yapmak istediğiniz uzun vadeli bir operasyon var. Bu operasyon için size
çeşitli provakatörler lazım ve en güvenilir provakatör kendi yetiştirdiğinizdir. Bu iş için yetenekli
ama geleceği parlak olmayan zayıf karakterli bir “yumurta” bulunur.
Mesela bu genç üniversitede devşirilir ve aşama aşama önce öğretim görevlisi
daha sonrada medya parlatmaları ve şirket sponsorluklarıyla ülkede sözü dinlenen
bir Profesör haline getirilir. Gerekirse tüm araştırma ve kitapları da eline hazır olarak verilir. Ülkedeki insanlar bu kişinin yazdığını
sandıkları muhteşem eserleri okur ve ona olan saygıları artar. Böylece yumurta kuluçka aşamasını
bitirmiş ve çatlayıp güzel bir kuş olma zamanı gelmiştir. Belirlenen zamanda bu profesör medya yoluyla
müthiş radikal açıklamalar yapmaya başlar ve tüm ülkeyi karıştırır. Aynı anda kendisi gibi yetiştirilen
diğer yumurtalarda farklı faaliyetlere girişirler. Neyse konu uzun benim yerim dar ama ilgilenenler için Doğu
Bloğunun çöküş dönemine bakmalarını salık veririm.
Bu alakasız konudan sonra gelelim Orhan beye. Ferit Orhan Pamuk Beyin (kimsenin
bilmesini istemediği göbek adı Ferit’tir) ülkesine bu kadar muhalif olmasını hiç anlayamamışımdır. Hani
fakir ve hayatını zorluklar içinde geçirmiş birisi olsa belki anlayacağım ama Orhan Pamuk sülalece aristokrat
tabakasına mensuptur ve bugün eleştirdiği devletin çok ekmeğini yemiştir.
Mesela dedesi Cumhuriyetin ilk mühendislerindendir ve özellikle Atatürk,İnönü
dönemlerinde yapılan demiryolu hamlesinde büyük ihaleler alıp kısa zamanda zengin olmuştur. Oğulları bu koca
servetin büyük kısmını sefahatle tüketseler de Orhan Pamuğun zengin bir hayat sürmesine yetecek kadar
servet kalmıştır. Babası deseniz Türk özel sektörünün duayenlerinden Gündüz Pamuk. Amerikanın IBM
Şirketinin Türkiye’ye atadığı ilk genel müdürlerden. 1959-1964 yılları arasında IBM firmasının tüm devlet
birimlerine ve silahlı kuvvetlere sattığı cihazları pazarlayan kişi. 1964 yılından sonra Koç
Holding’de Aygaz Genel Müdürlüğü, Koç Holding Plan Grubu Başkanlığı, Arçelik müdürlüğü yapmış ayrıldıktan
sonra iki senede PETKİM’in başında bulunmuştur. Yani Orhan Pamuğun babası Türkiye’nin başarılı özel sektör
yöneticilerinden biri. Bu kadarda değil Gündüz Pamuk İsmet Paşanın yakın dostudur ve
SODEP’in kurucularındandır. Kısacası Pamuk ailesi dönemlerinde zengin oldukları Halk Partisine büyük bir
sadakatle bağlı.
Anne tarafı deseniz o da aristokrat. Anne tarafından
büyük dedesi 1700’lü yıllarda Girit Valiliği yapmış
İbrahim Paşa. İbrahim paşa geniş torun yelpazesine
sahip ve bu kanaldan Orhan Pamuğun ilginç akrabaları
var. Mesela Hürriyet Gazetesinde edebiyat yazıları
yazan papyonlu Doğan Hızlan ve eski İş bankası genel
müdürü Ferit Basmacı Orhan Pamukla uzaktan akraba.
Karısı Aylin Pamuk bile aristokrat. Aylin hanımın anne
tarafı Beyaz Rusya’dan göç etmiş ve daha sonra Osmanlı
hizmetine girmiş bir Rus soylusuna dayanmakta. Babası
ise Osmanlı Adliye Nazırı Kazım Beyin oğlu. Kısacası
sevgili dostlar bugün Türkiye’deki sisteme binlerce
eleştiri yağdıran Orhan Pamuk bu eleştirileri yapacak
en son kişidir çünkü Osmanlıdan beri bu ülkeyi yöneten
aristokrasinin tam bir üyesi kendileri. Peki Orhan
Pamukta oluşan bu sistem düşmanlığı nereden
kaynaklanıyor ve acaba “yapay” bir düşmanlık mı
sorularına cevap arayalım.
Orhan Pamuğun hayatının ilk evrelerine baktığımız
zaman koca bir başarısızlık olduğunu görüyoruz. 30
yaşına kadar iki okul değiştirmiş ve sırf askerliğini
kısa dönem yapmak için Gazetecilik okumuş bir insan.
İlk başlarda ressam olmak isterken sonra yazarlığa
sarıyor. Yıllarca evinin odasına kapanarak ödüller
alan ama kimsenin para vermek istemediği romanlar
yazıyor. Tam artık buraya kadarmış aşamasına geldiği
anda sihirli bir değnek değmiş gibi Orhan Pamuğun
kitapları satmaya ve yurtdışında tanınmaya başlıyor.
Peki bu sihirli değnek acaba nerede değmiş olabilir.
Benim kanaatimce bu değneğin izini Amerika’da sürmek
lazımdır.
Amerika’ya gitmeden önce Orhan Pamuk üzerinde derin
etkileri olduğu anlaşılan birisinden bahsetmek lazım.
Bu kişi Orhan Pamuğun erkek kardeşi Şevket Pamuk.
Şevket Pamuk Orhan Pamuğun ilk dönemlerinin aksine
oldukça başarılı bir insan. Amerika’da Yale,Berkeley
gibi sağlam üniversitelerde ekonomi okuduktan sonra
Türkiye’de bir çok üniversitede ders veren Şevket
Pamuk Osmanlı ekonomisi üzerinde tanınmış bir uzman.
Kendisi pek çok yabancı üniversitede Osmanlı ve
Türkiye ekonomisi üzerine dersler vermiş. Bu
üniversitelerden en ilginci İsrail’de bulunan Negev
Ben Gurion üniversitesi. İsmini İsrail’in ilk
başbakanı,İsrail’in kurucularından ve hatta anarşik
faaliyetleri yüzünden Osmanlı tarafından Filistin’den
kovulacak kadar fanatik siyonist
olan David Ben Guriondan almıştır. Üniversitenin
derslerini MOSSAD’ında ilgiyle takip edip raporlar
hazırlattığı bir “Ortadoğu çalışmaları” bölümü
bulunmakta. İşte sayın Şevket Pamuk böylesine kaliteli
bir bölümde ders verebilecek kadar yetenekli bir
ekonomi uzmanımız. Ben Gurion üniversitesinin başında
14 sene Dünya Bankasında çalışmış ve daha sonra bu
başarılarından ötürü Rotary ve Lions klüplerinin 2000
yılının adamı olarak seçtikleri Prof.Avishay Braverman
bulunmakta. Böylesine başarılı bir ekonomistin
yönettiği üniversitede ekonomi dersi vermenin önemini
anlamışsınızdır. İşte Orhan Pamuğun kardeşi Şevket
Pamuk bu kadar değerli bir hocamız.
Evet biz Orhan Pamuğun Amerika yolculuğuna dönelim
gene. 1985-1988 arasında tam üç sene Amerika’da kaldı
Orhan Pamuk. Bu dönemde Amerika’da harıl harıl kitap
yazmanın dışında çok önemli bir kursuda başarıyla
bitirdi.Bu kurs Iowa üniversitesi bünyesinde verilen
International Writing Program (IWP) isimli çok ilginç
bir kurs. Kursun amacı dünyanın değişik bölgelerinden
gelen ve kendilerinde potansiyel görülen yazarların
Amerikan hayatını tanımaları ve kitaplarını
yazabilecek güzel bir ortama kavuşmaları. Bu
“iyiliksever”programın bünyesinde her sene 20 kadar
yazar ağırlanıyor. İşte Orhan Pamuğun bu kurstan sonra
hayatı değişti. Yani onun deyimiyle “Bir kursa gitti
hayatı değişti”.Bu arada kurstan 2004 senesinde mezun
olan bir başka Türkün ismi de Mahir Öztaş aklınızda
bulunsun çünkü geleceği parlak. İnsan düşünmeden
edemiyor bu üniversite bu kadar insanı çaşırıp onları
aylarca yedirip içirecek ve ağırlayacak parayı nereden
buluyor diye. Cevabı basit. Bu yazar eğitim kursu
programının baş sponsoru Amerikan Dışişleri Bakanlığı.
Orhan Pamuğun şansı Amerika’da bundan sonra oldukça
açılıyor. Baktığımız zaman Orhan Pamuğun Amerika’da
basılan kitaplarının tamamına yakını aynı yayınevinden
çıkmış. Bu yayınevi Random House. Yayınevinin
sahipleriyse dünyaca ünlü Alman Bertelsmann
yayıncılık. Bertelsmanın kurucusu ve şu anda emekli
hayatı süren dünyanın en zenginlerinden Reinhard
Mohnda sihirli değnek örneklerinden. Bay Mohn İkinci
Dünya Savaşında general Rommelin Afrikakorps
birliğinde asteğmen olarak savaşıyor. Burada
Amerikalılara esir düşerek Kansasda bir esir kampına
tıkılıyor. O zamana kadar kitaplara ilgi duymayan Mohn
biranda kitap sever oluveriyor. Savaştan sonra
komünizm tehdidi altındaki ülkesine dönen Mohn aniden
bir yayınevi açarak ilahi kitapları ve dini kitaplar
basmaya başlıyor. İşte Bertelsmanın kuruluşu böylesine
mütevazi. 1991 senesinde emekli olduşu zaman
Bertelsmann dünyanın en büyük yayıncılarından ve
kendiside karun kadar zengin. Bu Amerikalılar asteğmen
Mohna esir kampında ne yedirdilerse adam başarının
sırrını buluveriyor bir anda. Bertelsmanın bir diğer
ilginç özelliği Doğan Holdingle 2001 senesinde Müzik
piyasasına yönelik bir ortaklığa gitmeleri. Bu
ortaklığın tüm görüşmeleri bizzat Aydın Doğanın kızı
Hanzade tarafından yapıldı. Buna göre şu an Türkiye’de
yayınlanan pek çok yabancı müzik albümü hep bu
ortaklığın sayesinde Türkiye’ye ulaşıyor.
İşte bu büyük grup Orhan Pamuğu çok sevmiş olacak ki
tüm kitaplarını satsa da satmasa da ısrarla onlar
basıyorlar.
Orhan Pamuğun en büyük başarılarından biride dünyaca
ünlü IMPAC Dublin ödülünü almış olması. Bu ödül
öylesine basit bir plaket değil tabii ki çünkü ödül
jürisi “Benim adım Kırmızı” kitabını öylesine beğenmiş
ki birde hediyesi olarak 115 bin dolar vermişler. Peki
bir Türk yazarına kendisiyle aynı mesleği yapan çoğu
meslektaşının hayatları boyunca bir arada göremeyeceği
meblağı veren kurumun arkasındaki güç kim. Bu şirket
ödüle ismini veren IMPAC şirketi.
IMPAC tüm dünyada yaygın yönetim danığmanlığı
hizmetleri veren bir Amerikan şirketi. Yönetim
danışmanlığı adı altında güzel istihbarat hizmetleri
verdiği de bilinir. şirketin başındaki Dr James Irwin
İrlanda’yı ve kitapları çok sevdiği için böylesine
güzel bir ödül ortaya çıkarmış ve her sene başarılı
bir yazara bu ödül veriliyor. Edebiyatsever dostumuz
bay Irwin çok da aktif birisi. Kendisi Amerikanın önde
gelen Cumhuriyetçilerinden ve Amerikan ordusuyla arası
harika. O kadar harika ki Amerikan Askeri akademisi
West Pointden üstün hizmet ödülü almış.
Orhan Pamuğa verilen ödülün sponsoru bay James Irwin
“International Democratic Union” derneğinin de baş
üyesi ve muhasebecisi. Bu dernek dünya çapındaki
merkez sağ partileri bir araya getirmek için kurulmuş.
Kurucuları arasında Ronald Reagan,Margaret
Thatcher,Baba George Bush, Helmut Kohl ve Jack Chirac
gibi önemli isimlerde bulunmakta. Derneğin Türkiye’den
de iki üyesi var. Bunlar Anavatan Partisi ve Doğru Yol
Partisi. Derneğin şu anki başkanı Avustralya’nın
Amerikan yanlısı başbakanı John Howard.
James Irwin bunun dışında Washintonda bulunan “Center
for Democracy” derneğinin de üyesi. Tüm dünyaya
Amerikan demokrasisi getirme amacındaki bu derneğin en
ilginç siması artık hepimizin tanıdığı Henry
Kissinger. Kissinger dendi mi o demokrasinin nasıl
geleceğini hepiniz tahmin edersiniz herhalde.
Orhan Pamuğun otuz yaşlarına kadar odasından çıkmayan
biri olarak çok büyük aşamalar kaydettiği büyük bir
gerçek. şu anda kazandığı ünün ve paranın keyfini
çıkarmakla meşgul. Taksim meydanına yakın ve muhteşem
boğaz manzaralı teras katında yeni eserleriyle
uğraşıyor. Duvarlarında Japon edebiyatına kadar tasnif
edilmiş yüzlerce kitap bulunan lüks dairesini sadece
çalışma amaçlı kullanıyor ve bazen de yakın
dostlarıyla yemek yiyor. Bu eve sık sık gelen yakın
dostlardan biride Yahudi asıllı Amerikan gazetecisi
Jeri Liberdi. Bu şahsiyeti hafızası güçlü okurlar
hatırlayacaklardır. Kurucusu olduğu insan hakları
izleme komitesini temsilen Türkiye’deki insan hakları
ihlallerini konu alan bir rapor yazmıştı. Sonra bu
rapor kitap haline de dönüştürüldü. Bu raporda Türk
ordusunun Kürtlere katliam yaptığını iddia edilmiş ve
Türk ordusuna açıkça “serseriler” diye hitapta
bulunulmuştu Bu kitabın çevirisini yapan Ertuğrul
Kürkçü ve Ayşe Nur Zarakoğlu hakkında dava açılınca
Jeri Liber onlara destek vermek için hemen Türkiye’ye
gelerek mahkemelere katılmıştı. Herhalde Sayın Orhan
Pamuğun fikirlerinin oluşmasında Jeri Liberle özel
teras katında yaptığı yemekli sohbetlerin büyük etkisi
olmuştur.
Evet sevgili dostlar uzun bir yazının sonuna geldik.
Keşke Orhan Pamuk gibi yazarlarımız bu şekilde
açıklamalar yapmasa da bizde edebiyatçılarımızla
ilgili böyle uzun yazılar yazmasak. Bu arada yazıyı
yazarken sabahı etmişiz gene ve dışarıdan kuş sesleri
geliyor. “Kuş sesleri” çok güzel ama her “kuşun” sesi
değil tabii ki.
Sevgilerimle
Serdar Kuru Şubat 2005
<#><#><#><#><#><#><#>
Fotoğraf : Leyla Ayyıldız Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz. <#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 7.297 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
SAHAVET HANIM
Oturmuş Sahavet Hanım
oturmuş
Temmuz ayında yıldızların altında
oturmuş
denize karşı
oturmuş da bir türkü tutturmuş
geçen günlere karşı
"Üsküdar'a giderken bir mendil buldum"
İlahi Sahavet Hanım
"Mendilimin içine lokum doldurdum"
Sahavet Hanım'ın aklı rahmetlide
Suat Taşer
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
http://tarkanikizler.wordpress.com/
Sevgili yazarlarımızdan Tarkan İkizler oluşturduğu blog'a öykü ve denemelerini yerleştirdi. Hepsini toplu olarak bulmak isteyen kahvecilere duyurulur.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|