Ekonomik Ticaret



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 5 Sayı: 1.076

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 30 Ekim 2006 - Fincanın İçindekiler


 


 Editör'den : TATİL BİTTİ!

İyi haftalar,

Gündem yüklü olunca Ramazanı da, bayramı da, tatili de bir çırpıda geçiyor. Size de öyle gelmedi mi? Mesela ben koca Ramazan ayını unuttum bile. Oysa neler neler oldu değil mi? Şimdilik tarihi bir kenara bırakıp şu son günde yaşadıklarımıza bir göz atalım. Olan bitenden bir tatil tefrikası çıkartalım.

Bayramın hemen öncesinde ortalık lanet bir cinayetler zinciri ile çalkalandı. Rahşan affının bebek yüzlü katilleri, felekten bir gece çalmak adına 2000 kilometre yol gidip, 7 masum cana kıydılar. Yakalandıklarında polisten bile hap isteyecek kadar uyuşmuşlardı. Bu olay bana okuduğum bir yazıyı anımsattı. Yazar, insanın ahlaki değerleri korumasındaki temel etkeni ölüm korkusuna bağlıyordu. Manen ya da maddeten eğer içinizde ölüm korkusu varsa daha dikkatli olmanız, kurallara bağlı kalmanız kaçınılmazdır diyordu. Çok haklı galiba. Mesela bu olayın failleri, yaptıkları işten dolayı ölümle cezalandırılabileceklerini bilselerdi yedi tane canı almaya cesaret edebilirler miydi? Ya da bir başka deyişle, aftan yararlanmış kader kurbanları olarak, suçlarının karşılığında alacakları cezanın devede bit olacağını bilmeleri, onlara en az kullandıkları hap kadar cesaret vermiş olabilir miydi? İdam cezasına hep karşı oldum. Hatta bunun için "ama" ile başlayan cümleler de kurmamaya azami dikkat gösterdim şimdiye kadar. Bu sefer kendimi öldürülen 18 yaşındaki gencin ana babasının yerine koyduğumda "ama" diyorum işte. Hani diyorum, Allahtan korkmayan bu cani beyinleri, kanunun içlerine salacağı ölüm korkusu engelleyebilir miydi?

O yedi genç insan bir manyak elindeki namlunun ucundan çıkan üç kuruşluk mermilere teslim oldular. Peki ya, kendiliklerinden, zevk için bindikleri milyarlık arabalara 5 günde teslim olan 110 kişiye ne demeli? Bayram tatilinin bilançosu 110 ölü, şu kadar yaralı. Son derece sıradan bir haber. Sanki bir yazgı. Dualar trafik can almasın diye değil, alacaksa benimkini almasın diye ediliyor sanki. Ben gaza basayım, hatalı sollayayım, alkollü kullanayım, hem uyuyayım hem gideyim, 10 saatlik yolu 5 saatte alayım ama ölmeyeyim yarabbim! Terörü orada burada aramayı bırakalım. Terörün, katliamın dik alası yollarda. Haydi otomobil üreticilerine soykırım davası açmaya! Tabi onların da bizi AİHM ye şikayet etmelerine ses çıkarmadan.

Mnayas'ta Gemlik'te deprem oldu. Biz İstanbul'lular gene ekran karşısında artist hocalarımızın ağzından çıkacak üç beş lakırdının peşine düştük. Bunun bizimle alakası yok diyenin peşine takılmak işimize geliyor elbette. Ama ben Naci Hoca'nın yanındayım. Yani bunların büyük deprem habercisi olduklarına inanıyorum, inanmak istiyorum, inansınlar artık diyorum. İnansınlar ki, yıllardır almadıkları önlemleri alsınlar, göstermelik tiyatrolarla göz boyamasınlar. Kadercilik etmesinler, gerçeklerin peşinde olsunlar. Evet kardeşim, bu depremler olası Marmara depreminin habercisi, tetikçisi, her ne haltıysa, osudur. Üç vakte kadar bu deprem olacaktır. Ne yapacaksanız yapın artık, gırgırı, traşı bırakın.

Cumhurbaşkanı Atatürk, Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını kabul için TBMM'ye gelirken (29 Ekim 1937) Dünkü gazetelerin içinde en anlamlı başlık Vatan'daydı. "Atam Türban seneye Çankaya’da diyorlar". Cumhuriyetimizin 83. yılında bir vekilin dediği "Seneye Cumhurbaşkanı, bizden biri olacak. O zaman giderim." lafını işitmekten insan sadece esef duyar. Bizler ve onlar! Bunu söyleyen onlar, asla biz değiliz. Meclis ve hükümeti işgal eden bu zihniyetten bir an evvel kurtulmalıyız diye boşuna demiyoruz. Biz o siyah kurdeleyi boşuna asmadık tepemize!..

Bugünlük bu kadar yeter diyelim isterseniz. Giderken pikabımıza da bir güzel şarkı koymayı ihmal etmeyelim tabiki. Leonard Cohen söylüyor, Suzanne. Hepinize tatil sonrası kolay bir çalışma haftası diliyorum. Esenkalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur





Yukarı

 

 Kahveci : Aybars Erdemli


Roman

Sanatların hemen hemen hepsi yaratıcı olmayı gerektirir. Ama bir tanesi var ki gerçek yaratıcılık dedikleri bu olsa gerek. Büyük bir ego! Egoizminde ötesinde henüz tanımı yapılmamış ilahi bir özenti, ilah olma özentisi belki de. Yaratmakta senin elinde öldürmekte… Kendi dünyanda yarattığın karakterlerle gönlünün istediği gibi eğlenme hürriyeti.

Yarattığın bu dünya da dış etkenleri yaratmakta senin tekelinde değiştirmekte. İstediğini başrol oynatmak, istemediğine figüranlığı bile çok görmek… Güneşe ve aya hükmetmek, insanları yaratmak… Sınır tanımadan ve belki de haddini bilmeden özgürce oynamak her şeyle…

Büyük bir cüret gösterisi aslında, farkında bile olmadan, kutsal bir güce sahip olursun kendi çapında. Kurarsın düzenini ve açarsın perdeni sonsuzluğa. Sana mani olacak bir güç çıkıncaya kadar fütursuzca yazarsın, ta ki yaşanmış bir olayı ya da bilimsel bir gerçeği ele alana kadar. Buraya kadardır özgürlüğün bundan sonrası, tartmak zamanı kelimeleri ve cümleleri…

Kendi dünyan ve gerçek dünya iç içe geçer, harmanlarsın iki dünyayı ya da harman olursun iki dünya arasında. Kendinden geçer ve kontrolden çıkarsın tıpkı olmak istediğin gibi. Karıştırırsın hangisinde yaşadığını ve karar veremezsin hangisinde yaşamak istediğine. Kendi dünyanda suda da yaşatırsın insanları, orada buzlar erimez, güneş yakmaz istemezsen… İletişimin zayıflar, bağların kopar, tutturamazsın bazen gerçek dünyanın frekansını… Kendi dünyanın bütün dünyaları kapsadığına inanırsın…

İşte buymuş roman yazanların gerçek hikâyesi. Yaratma çabası, yönlendirme çabası, biraz daha ileri gidersek özgür iradenle bir şeylerin sonunu getirme gayreti. Bunu yaparken akıcı bir dil kullanıp, alışılmadık sonlara imza atarsan başkalarını da alırsın kendi dünyana.

Siyasi kitaplar, şiirler yazarak maalesef ömrünü cezaevlerinde geçirmiş nice insan, duygularını roman olarak kaleme alsalardı, şimdi roman olmayacaktı belki de hayatları. Farklı bir tarz, uzun bir süreç, ciddi bir birikim ama denemeye değerdi bence… Kalemi kuvvetli bir anarşist roman yazarak ta mesajını verebilirdi belki, üstelik dramları diğer kalemlere malzeme olmadan.

Özgür olmak ve egolarını tatmin etmek istiyorsan roman yazacaksın başka bir şey değil. Olanı yok etmek, yoktan var etmek istiyorsan hikâyeler hikâye kalır senin anlatacakların yanında, denemeleri deneme bile yeni bir dünya yaratmak için hele makaleleri kale bile almayacaksın sonsuz bir dünya yaratmak için.

Roman yazarak, gerçek yaratıcılığın aslında; yaratmış olduğun dünyanı yok edebildiğin son sayfa da olduğunu göreceksin…

Aybars Erdemli


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


[Henüz Oylanmamış]
0 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Kahveci : Hatice Mine Bahadır


İNANÇ GÖREMEDİKLERİNİZE İNANMAKTIR

"İnanç, göremediklerinize inanmaktır; bu inancın ödülü ise inandıklarımızı görmektir..."

Kim söylemiş bu güzel sözü bilmiyorum, geçenlerde gazetede bir köşe yazarı tarafından günün sözü olarak yazılmıştı...

Aklıma takıldı, yoğunlaştım bu sözün üstüne, inandığım şeyler hep göremediklerim miydi, ve en sonunda inandıklarımı görebiliyor muydum diye...

İnançla hayal arasında nasıl sıkı bir bağlantı vardır diye...

Hayatta bir şeylere inanmak, yaşama bağlı olma isteğini arttırır, bunu bir çok kez yaşadım, gördüm...

Fakat şu bir gerçektir ki, bir şeylere inanmakla bitmiyor olay...

Çaba gerekiyor, emek gerekiyor, olumlu düşünce gerekiyor ve hayalleri inanca, inancı gerçeğe çevirmek gerekiyor...

Bunlar olmazsa, kalbimizdeki inanç, göremediklerimize inandığımız ve bu inandıklarımızı en sonunda göremediğimiz için dünyamızı karartıyor, bizi bambaşka bir insana çeviriyor...

John Fowles, "Fransız Teğmenin Kadını" adlı o mistik romanında, Charles adlı zengin bir soylunun Sarah adında bir hizmetçiye bir anda aşık olup, onun ortadan kaybolmasından sonra içindeki o nerden geldiği belli olmayan büyük bir inançla yıllarca izini sürmeye başlar bu esrarengiz kadının....

Nerde olduğunu bilmeden, şehir şehir dolaşarak, günlerce, aylarca sürer bu arayış...

Ne olursa olsun Charles'ın içindeki inanç bitmez, tek dayanağı odur çünkü...

Göremediği bir şeye inanmıştır ve ne yazık ki,

Başka güvenebileceği bir şey kalmamıştır...

Ne olursa olsun sevdiği kadını bulacaktır, onu göremese bile ona inanmaktadır, onun yanında olmasa bile onu sonsuz bir aşkla sevmektedir....

Peki siz olsanız ne yapardınız?

Kısa bir süre içinde gördüğünüz bir insana çılgınlar gibi aşık olduğunuzun biraz geçte olsa farkına varsaydınız ve ona koşarak gittiğinizde yerinde bulamasaydınız, üstelik nereye gittiğine, kimin yanında olduğuna dair en ufak bir detay bile öğrenemeseydiniz, ama ne olursa olsun içinizde bir inanç olsaydı?

Ben bu kitabı okurken Charles istediği kadar inançlı ve inatçı olsun, ne olursa olsun Sarah'ı asla bulamayacak ve bu kayboluşun etkisi bir kabus gibi çökecek onun yaşamına diye düşünüyordum...
Ama öyle olmadı...

Yüreğindeki inanç, Charles'ı sevdiği insanı bulmak için zorladı, gidebileceği her yere gitti, bakabileceği her yere baktı, girip çıkmadığı yer kalmadı...

Gazetelere ilan verdi, özel dedektifler tuttu, yolda gördüğü herkese onu sordu....

En sonunda günün birinde Londra'da Sarah'ı bulmaları için tuttuğu özel dedektiflerden onun bulunduğuna dair bir telgraf aldı, koşa koşa gitti ona, içindeki inancın bir gün gerçekleşmiş olmasının verdiği sevinç ve hüzünle....

Onun yanına geldiğinde gördü ki, karşısında artık sevdiği insan yoktu...

Evet, görmediği bir şeye inanmıştı yıllarca ve bunun ödülü olarak en sonunda onu görebilmişti...

Ama acı bir hüsranla bitti bu inancın sonu, Sarah onu çılgınlar gibi sevdiğini bildiği halde Charles'a "uğraşacak yeni ve daha güzel şeyler" bulduğunu, hatta yaşamında başkasının olduğunu söyleyerek bu inancı, bu yarınlara umut veren sevgiyi bir anda yok etti...

Charles, onca zaman göremediği bir şeye yürekten inanmış ve bunun ödülü olarakta onu en sonunda görebilmişti, ama tüm bu umut, çaba ve inanç onun hayatını mahvetmekten başka bir işe yaramadı...

Bu trajedinin sonu şu cümlelerle anlatılıyordu:

"Hayat, gizemli kurallar ve gizemli seçimler nehri, ıssız bir kıyı boyunca akıyordu; diğer ıssız kıyı boyundaysa Charles şimdi yürümeye başlamıştı, kendi cesedinin taşındığı bir cenaze arabasının ardından yürüyen bir adam gibi. Mutlak bir intihara doğru mu yürümektedir? Sanmam; çünkü, sonunda kendinde bir inanç zerreciği bulmuştur, üzerinde bir şeyler inşa edebileceği gerçek bir benzersizlik...hayatın bir simge olmadığını, tek bir bilmece ve onu bilememekten ibaret olmadığını, tek bir yüzü olmadığını ve zarlar bir kere kötü gelmişse hemen bırakılamayacağını anlamaya başlamıştı...."

Evet, Charles'ın inancı gerçekleşmişti ama boşa çıkmıştı...

İnanmanın ona verdiği ödül acı bir deneyimden başka bir şey olmamış, belki onu daha güçlü ve olgun yapmış belki de insanlara ve sevgi kavramı üstüne güvensiz ve olumsuz bir bakış açısı kazandırmıştı...

Hayatta her şey gelebilir insanın başına, kesin olan tek bir şey vardır ki, tüm inançlarınıza, umutlarınıza, beklentilerinize, hüsran ve hayal kırıklıklarınıza rağmen dünya dönmeye devam ediyor ve inancınız bir kez olsun boşa çıktıktan sonra her şeyden vazgeçmek yapılabilecek en basit şey oluyor...

Siz ne yapardınız bilmiyorum, ama eğer benim sevdiğim insan ansızın ortadan kaybolsaydı ve içimde hala bir şeyler olduğunu hissetseydim, ne olursa olsun onu bulurdum, en azından içimde kalanları söylerdim ve kendi iç huzuruma kavuşurdum....

Tüm bunları yapabilmek ve yürekten hissedebilmek için göremediğim bir şeye inanmak pahasına, sırf o sevginin varlığı, o sevgilinin yokluğu içimi acıtmasın, beni saplantılı bir varlığa çevirmesin diye, durmaksızın arardım onu....

Bulduğumda karşıma nasıl ve ne tavırla çıkacağını bilmeden, kalbimdeki inançla, her şeyi göze alarak...

Çünkü sonunda ne olursa olsun, inancımın ödülünü alacağımı bilirdim ve karşı taraf ne yaparsa yapsın, inancımın verdiği ödül, içimde kalanların dışarıya vurulması ve karşımdaki insanın ne olursa olsun onu sevdiğimi bilmesi bana yeterdi...

Belki size az şeyle yetinmek gibi görünebilir tüm bunlar, ama ne kadar inanırsanız inanın, sonunda elde edeceğiniz ödül sizin istediğiniz gibi olmayabilir...

Bir gün taparcasına sevdiğiniz insanın karşısına çıkıp onu ne kadar sevdiğinizi, onun için her şeyi göze alabileceğinizi söylediğinizde size hiç ummadığınız bir şekilde karşılık verebilir...

Belki içinizdeki inanç hüsran dolu bir hayal kırıklığına, belki de eşi benzeri bulunmayan bir mutluluğa sebep olabilir, ama tam olarak ne olacağını kimse bilmez...

Charles sevdiği insanı bulacağına inanmasaydı belki de içinde kalan sözlerle, hislerle ve yok olan sevgilisinin hayaliyle günden güne kötüye gidecek, belki de intihar edecekti...

İnandı ve buldu, ödülünü aldı...

Belki istediği ödül bu değildi ama hiç değilse içinde kalan tek bir şey olmadı, yapabileceği, söyleyebileceği her şeyi söyledi...

Sonra yaşamaya devam etti...

Böyle platonik bir aşkın acısından sonra bile bir "inanç zerreciği" buldu içinde...

Çünkü bir kere inanıpta hüsrana uğramak, bir daha hiçbir şeye inanmamanız anlamına gelmez, aksine sizi daha çok inanmaya ve kendinize güvenmeye teşvik eder...

Tabi bu görüş, bakış açısına göre değişir...

Hayat, öyle mistik, tuhaf, beklenmedik ve farklı kavramlar barındırır ki içinde, yaşayan varlıklar olarak bir şeylere inanmak, bir şeyleri umut etmek ve bir şeyler yapabileceğimize inanmaktan başka bir seçeneğimiz yoktur...

Her şey istediğimiz gibi olmayabilir, çünkü çoğu şey bizim kontrolümüzde değildir...

En azından inançlarımızı biz kontrol edebilir, ne olursa olsun sonunda göremediklerimize inanmanın ödülünü kazanmanın mutluluğunu yaşayabiliriz...

En azından sevgi ve saygımızı biz kontrol edebilir, ne olursa olsun en sonunda ulaşılmaz sandıklarımızı sevmenin ve belki de sevilmenin ayrıcalığını yaşayabiliriz...

"İnanç, göremediklerinize inanmaktır; bu inancın ödülü ise inandıklarımızı görmektir..."

Bu ödülün ne olacağını bilmeden, tatlı bir sürprizle mi yoksa sizi yıkmaya yetecek bir hüsranla mı karşılaşacağınızı bilmeden, inancınıza güvenerek yola çıktığınızda, bence kaybedecek fazla bir şeyiniz yoktur, en sonunda kazanacağınız ödül olumlu veya olumsuz da olsa, sizi daha farklı ve güçlü bir insan yapmaya yetecektir...

Hatice Mine Bahadır

Kaynak: "Fransız Teğmenin Kadını" John Fowles, Ayrıntı Yayınları, 2000, İstanbul


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


[Henüz Oylanmamış]
0 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

İlker Özlük

 Kahveci : İlker Özlük


  Nereden bakarsanız bakın…

Nereden bakarsanız bakın…
Türkiye Cumhuriyeti tarihine Kurtuluş Savaşı sonrasından itibaren nereden bakarsanız bakın tam bağımsız bir devlet olduğunu göreceksiniz.
Bu araştırmayı yaparken bu bağımsızlığın nasıl kazanıldığını da göreceksiniz.
Bu göreceklerinizi ortak adına Laik Türkiye Cumhuriyeti deniyor.
Hem sonra laiklik ilkesi öyle milletin başımızdan bir çırpıda sıvıştıracağı gibi kötü ve çağdışı bir ilke değildir.
Tam tersine bizlerin her şeyi tüm çıplaklığıyla yaşayıp sahtekarların sömürülerine maruz kalmamamız için çağdaşlaşma yolunda benimsediğimiz bir ilkedir.
Bu ilke kimin bir tarafına batar onu bilemem ama batanların battıkça batırdıkları bazı değerlerin ne olduğunu çok iyi biliyorum.
Ki bu bildiğim değerleri etrafımda saf ve temiz insanlar tarafından nasıl uygulanıp hayatın içinde nasıl temiz kaldığını çok iyi biliyorum.
Ülkenin peşkeş oğlu peşkeşçileri tarafından konu edilen bazı ilkeleri dünyanın yanımızda gözüküp arkamızdan kilim dokuyan ve sürekli haritalar çizip bizleri bölmek isteyen milletleri tarafından nasıl işlerine gelir gibi kullanıldığını hepimiz görüyoruz.
Başından beridir karşı olduğum Avrupa Birliği anlayışını hala çağdaşlıkla eşdeğer görenlerden değilim.
Yani İtalya'da tatil yaparak Fransa'nın en meşhur sokaklarında verilen kahve molasının ardından bir daha yılki rotayı ispanya'ya çevirmiş ve bu serüvenin adına medeniyet diyen dalkavuklardan hiç değilim.
Dil, renk ve din ayrımı yaparak asırlardır dünyada sömürgecilik yapmış ülkelerin yanlarında yer alarak bütün suçları üstlenip;
Hayır efendim biz sömürdük.
Soylarını kırdık;
Gibi cümleleri kullanacak olayın en salak kahramanı olamam.
Küreselliği medeniyet sanıp, yavşaklaşma yolunda uygun adım ilerleyen ve bağımlılık karakterlerine işlemiş 180 derece dönenlerden değilim.
Başım sıkıştığında Annemin başörtüsünü alıp kendimi başıma türban gibi dolayarak siyaset yapmadım.
Yaptığım siyaset için direktif almadım.
Güdümlü, bağımlı ve Müslümanların ölümüne atılan bombaların yanındaki milletleri hiçbir zaman sevesim ve onlara godmorning diyesimde olmadı…
Çünkü bunlar bana medeni değil taklitçilik olarak geldi.
Boğazda, yalının penceresinde kafama sıçan kargalardan ilham alarak aynı kargaların gürültüsü gibi alkışlanan salonlarda ne ödül aldım nede ayakta alkışlandım.
Çocuklarım ithalat ihracat yapsın diye hiçbir fabrikanın temelinden sahiplenici bir zihniyete sahip olup emperyalist olamadım.
Önümde papazlarla camilerde fetva verip onlarla birlikte namaz kılmadım.
Benim atalarımı kurşuna dizdiren, satan ve arkasından vuran milletlerin krallarını alıp en güzel arazilerle ödüllendirmedim.
Her zaman zenginden yana olup dinler arası diyalog oluşturacak gibi kendi inançlarım içinde 180 derece dönmedim.
Solcu öğrenciler YÖK'ü protesto ettiklerinde, okullardan atıldıklarında, kimseye gözükmeden simit gıdımlayıp aradan kısa bir süre geçtikten sonra zoruna giden bir uygulamayla karşılaştıktan sonra solcu öğrencilere eylem çağrısında bulunan provokatör rolünde olmadım.
Millete okuyup üfleyip cebini dolduran,
Okuduklarını müridi yapıp zengin konaklarda yaşayan.
CIA tarafından korunan,
İslam dinini kendine göre yorumlayıp çeşit türlü ayetler icat eden, ayeti kelimelere göre bir yaşamdan uzaklaşarak elinde bugün kalem, yarın şişe çevirerek tercih yapabilecek bir kapasitede olmadım.
Sokaklar dolusu fakir insanın elinde son kalan değerlerini kullanıp yine aynı insanları kendime köle olarak görmedim.
Onları kapımdan kovmadım.
Analarına dil uzatmadım.
Ağızlarındaki lokmalarını saymadım.
Ne olduğu belirsiz serserileri eli kolu serbest dolaştıracak ve zaten tükenmek olan bir millete oburcubur hamburger yasaları icat edip;
Bunlar AB'nin…
Medeniyetin…
Yaşam tarzı deyip bizimkini ona benzetmeye ve burada insanların benzetilmesine izin vermedim.
Teröriste yakın, bir insanı alıp yanımda dolaştırmadım.
Benim dolandırıcılıktan aranan arkadaşım olmadı.
Satmaya yönelik, ve her fırsatta yabancılara yer satma derdine düşmüş. Ve Japon balığına benzeyen ağabeyimde olmadı.
Çünkü ben anladım.
Nereden bakarsam bakayım anladım.
Kurtuluş savaşından bu yana olanları;
Karşı çıkanları;
Ne gibi menfaatleri olduklarını;
Kime hizmet ettiklerini;
Anladım.
Yani Cumhuriyeti anladım.
Yanardönerliğin ne demek olduğunu Cumhuriyeti anlayınca anladım.
Kimlerin vatan satabileceğini;
Satabilmek için ne gibi oyunlar oynayıp hangi kılıklara girebileceğini anladım.
Görüşmek üzere o zaman…

İlker Özlük


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

M.Nihat Malkoç

 Kahveci : M.Nihat Malkoç


  SEMİH BALCIOĞLU'NUN NOT DEFTERİ DÜRÜLDÜ

Sayfalar dolusu sözün anlatamadığını bir çırpıda anlatan bir sanat dalıdır karikatür… Bütün dünyada büyük ilgi gören ve baş tacı edilen bu sanat dalı bizde nedense hak ettiği yeri alamamıştır. Zaman zaman meşhur kişiler karikatürize edildiğinde sırf onların isimlerinin büyüklüğünün hatırına bu sanat dalı gündem oluşturmuştur.

Karikatür düşüncenin çizgiye bürünmüş hâlidir. Türkiye gibi sorunların yumak yumak olduğu ve üstümüze abandığı bir ülkede karikatür iyi bir gevşeme vasıtası olabilir(di). Çünkü karikatürde hem düşünce, hem de gülmece saklıdır. Bunlar o kadar iç içedir ki birbirinden ayrılmaları mümkün değildir. Düşüncenin kuruluğu ve gerçekliği gülmecenin yumuşatıcı havasında esnekleşir. Mizah unsuru katı düşünceleri bile sevimli kılar.

Kim ne derse desin mizah herkes için ihtiyaçtır. Çünkü hepimizin gülmeye ve eğlenmeye gereksinimi vardır. Karikatür gerçeği abartılı bir biçimde dile getirir. Karikatüristin temel amacı insanları komik hâle getirmektir. Zaten insanı güldüren unsurlar çarpıtma ve abartmadır. Çarpıtma ifadesini iyi anlamak gerekir. Burada çizgi anlamındaki çarpıtmadan söz ediyoruz. Yoksa çarpıtmayla kastedilen olayları özünden ve oluş noktasından uzaklaştırmak değildir. Mizah, karikatürlerin var olma nedenidir.

Gülmecenin yanında her karikatürün bir de fikir boyutu vardır. Bu, esas verilmek istenen mesajdır. Burada yanlışlıklar komedi unsurlarıyla birleştirilerek ortaya konur. Fakat kişiler her karikatürden aynı şeyi çıkarmaz. Bu da karikatürün anlam derinliğini ve yoruma açıklığını gösterir. Onun içindir ki karikatür göreceli bir iletişim vasıtasıdır.

Türkiye'de karikatür alanında kıymetli sanatkârlar yetişmiştir. Bunlardan birisi de geçenlerde kaybettiğimiz (27 Ekim 2006 Cuma) Semih Balcıoğlu'ydu. 76 yaşında hayata gözlerini yuman Balcıoğlu Türk karikatürüne birbirinden önemli eserlerle katkıda bulundu. Onun çizgileri nerden baksanız özgündü, eski tabirle söylemek gerekirse şahsına münhasırdı. Onun sanatla iç içe geçen hayatı üzerine şunları söyleyebiliriz:

Semih Balcıoğlu, Işık Lisesi ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde okudu, akademinin grafik bölümünü bitirdi. Kalabalık bir ailenin ferdiydi. 15 kardeşin en küçüğüydü. İlk karikatürünü 1943 yılında Akbaba Dergisi'ndeki 'Genç Fırçalar' bölümünde yayınladı, o günden sonra karikatürü hiç bırakmadı. Meslek hayatı boyunca 100'den fazla ödül kazandı ve Gabrova Mizah Evi'nin yaptığı oylama sonucu dünyanın en iyi 106 çizerinden birisi oldu.

Türkiye'de üç boyutlu karikatürü gerçekleştiren ilk sanatçıdır. 1969'da iki arkadaşıyla beraber Karikatürcüler Derneği'ni kurdu ve yedi dönem boyunca derneğin başkanlığını yaptı. 1973-1979 arasında Türkiye Gazeteciler Sendikası'nın başkanlığında bulundu. Karikatürlerini 67 kişisel sergide sergiledi, 18 karikatür albümü yayınladı. 'Kapadokya' adlı karikatür albümü nedeniyle adı Ürgüp'te bir parka verildi. Ürgüp'te düzenlenen karikatür yarışmasının gelenekselleşmesini sağladı.1998 yılında Kültür Bakanlığı'nca verilen 'Devlet Sanatçısı' unvanını almıştır. O, 63 yıla 35 bin karikatür ve sayısız ödül sığdırmıştır.

Balcıoğlu, seramikle yaptığı karikatürlerini İstanbul ve Ankara'da sergiledi. Bugüne kadar 7'si yurt dışında olmak üzere 60 kişisel sergi açtı. 19 karikatür kitabı yayınlanan Balcıoğlu'nun 'Güle Güle İstanbul' adlı eseri, İtalya'da 'Karikatür Kitapları Yarışması'nda birincilik ödülü kazandı. Balcıoğlu, 1999 yılında 'Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü'nü aldı. 15 Ocak 2002 tarihinde Mimar Sinan Üniversitesince 'Onursal Doktor' unvanı verilen Balcıoğlu, Basın Şeref Kartı sahibi, evli ve bir çocuk babasıydı.

Son yıllarda Türkiye'de karikatür çok büyük merhaleler kat etmiştir. Fakat siyasilerimiz eleştirilere tahammül edemedikleri için politik karikatür sahası boş kalmıştır. Bunu derken siyasilere de bazen hak vermiyor değilim. Türkiye'de zaman zaman devletin zirvesindekileri değişik hayvan figürleriyle karikatürize eden basit sanatçılar türemiştir. Adına ne derseniz deyin hiçbir alanda, hakaret içeren eserler sanat olarak nitelendirilemez. İnsanları aşağılamak sanat olamaz. Bu hususta karikatürcülerin de ölçülü olması şarttır.

Karikatür sadece güldürmek değil, aynı zamanda düşündürmek sanatıdır. Yani içeriği gülmeceyle karışık olsa da ciddi bir iştir. Ülkemizde gazeteler karikatüre yeterince yer vermiyorlar. Çünkü karikatür bazılarını incitebiliyor, bu da gazete sahiplerini rahatsız ediyor. Merhum Balcıoğlu vaktiyle kendisiyle yapılan bir röportajda kendi sanat hayatına ve karikatür sanatına ilişkin düşüncelerini şöyle dile getirmişti:

"50 kuşağı Türk karikatüründe önemli bir kuşaktır. Türk karikatüründe modern anlamda ne yapılmışsa bu kuşak yapmıştır. Günde en az 10 saat çalışırım. Çünkü sanatın hiçbir dalı, hele hele karikatür, tembelliği hiçbir şekilde kabul etmez. Eğer Türkiye'de tembellik puan getirse, Türkiye süper bir devlet olurdu. Herkes kahvede, yollarda...
Ben daha dört yaşımdayken, her çocuğa sorulduğu gibi bana da büyüyünce ne olacaksın diye sorulduğunda karikatürcü olacağım derdim. Aile büyüklerim beni gördüğünde 'Semih, oğlum, ne iş yapıyorsun derlerdi', ben de karikatür çiziyorum derdim. Bu soruyu 'Başka ne iş yapıyorsun?' takip ederdi. Yalnız karikatür değil, sanatın her dalı meslek olarak kabul edilmemiştir Türkiye'de."

Doğru söze ne denir ki?... Ülkemizin sanata ve sanatçıya bakışı hiçbir zaman olması gerektiği şekilde olmamıştır. Fakat sanatçılar her zorluğa göğüs gererek yapılması gerekenleri yapmışlardır. Balcıoğlu da bunlardan birisiydi. Uzun yıllardan beri Sabah Gazetesi'nde karikatür çiziyordu. 'Semih Balcıoğlu'nun Not Defterinden' adı altında gündemi çizgiyle yorumluyordu. O yaptığı işin hakkını fazlasıyla veriyordu. Fakat herkes gibi vakti gelince onun da defteri dürüldü. Geride örnek bir yaşam ve büyük bir karikatür arşivi bıraktı. İstanbul'da vefat eden karikatürist Semih Balcıoğlu'nun naaşı, 30 Ekim Pazartesi günü (bugün) Zincirlikuyu Mezarlığı'nda toprağa veriliyor. Sanatseverlerin başı sağ olsun.

M.Nihat Malkoç
mnihatmalkoc@gmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


[Henüz Oylanmamış]
0 Kahveci oy vermiş.

 

Yukarı

 

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 

 Dost Meclisi



Fotoğraf : Ahmet Altan

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 7.297 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı

 

 Tadımlık Şiirler


Yoksul olmak utanç çağı,
Suskunluk gönül dilinde…


Feryat ederdik de, bir türlü anlatamazdık figanı…
Anlayamazdık ya,
Yokuşlar tırmanırdı…
Biz hiçbir zaman ulaşamazdık…

Arda arda bedenler sıralıydı,
Yalnızdık onca kalabalığın içinde.
Aşka cesaret yakışırdı da,
Yaşayarak öğrenilenler sayfasını aralayıp
Titrek elle sayıklardık;
"Senden uzakta hep bir şeyler eksik,
Gönlümde derman yok,
İnan bir nefeslik"
Kulaklarda uğuldayadursun;
Ne zaman kaldırımına sığınsak aşkın,
Dost!
Korkardık…

Radyolar ilan-ı aşk notları;
Her parçada götürürdü yârin diyarına;
Gündüzler acı anı,
Gecelerse hatırlatır anıları…
Yaşlı hayatın çocuksu gözleriydik;
Yoksul olmak utanç çağı,
Suskunluk o günlerde…
Her köşe başında bağdaş kuran gölgelerdik;
Ağlardık!

Her sabah umut tüterdi çayımızdan,
Alel acele kahvaltılarda uyanırdık…
Sabah 8 içtiması adımlarda;
Bir sevdiğin gelirdi aklına,
Bir de haykırmak sevdiğini suratına!
Hal bu ya!
Yapamazdık…

Ders araları tek teselliydi her derde;
Anne kuşun yavrusuyla özlemiydi belki;
Bu fotoğrafın en masum haline bakan gözlerimiz…
Yıllar sonra yürüyüp varacağımız yollar;
Ardında bıraksa da zamanın;
Kursağın düğümünde kalan sevdalarımız vardı.
Dün gerçekle yaşanılan her an gibi,
Bugün yalan dolu mutluluklar gerçeği,
Sarmış da, yok oluşa tutuyor güneşini..

Bir yudum çayın ah ki nerde eski tadı,
Demden yoksun,
Sallama umutlarımız var artık.

Yoksul olmak
Utanç çağı o günlerde,
Suskun olmak;
Haykırıştı gönüllerde…

Murat Tahtacı

Yukarı

 

 Biraz Gülümseyin




Yukarı

 

 Kıraathane Panosu


Katmerli bir ruh gibi, iki ruh

Resim ve seramik eğitimlerini, aynı doğum-yaşam öyküsünden aldıkları ilhamla şekillendiren Azize ve Azime ÖNLÜ şimdi bu özel şekilleri sanatseverlerle buluşturmaya hazırlanıyor. 31 Ekim-9 Kasım 2006 tarihleri arasında YMMO Sanat Galeri’sinde meraklısıyla buluşacak eserler, iki ruhu, katmerlenmiş tek bir ruhta bütünleyen nesneleri merak edenler için hoş bir fırsat niteliği taşıyor.

1971 yılında Kütahya Tunçbilek'te doğan ikiz sanatçılar, en önemli besin kaynaklarının yaşamlarını sürdürdükleri ortam olduğunu şu ortak cümleyle anlatıyor. “Çok güzel bir aile ortamında büyüdük. Ne şanslıyız ki kahramanlarımız; uzaklardan, kitaplardan, dokunulamazlardan değil, evimizin tüm fertlerinden çıktı. Nasıl, ne zaman olduğunu hiç anlamadan yaşamdan biriktirdiklerimizi görsel ve plastik bir dille konuşturma isteği oluştu.”

Azime Dokuz Eylül Üniversitesi Resim Bölümünden, Azize ise; Dokuz Eylül Üniversitesi Seramik Bölümünden mezun oldu. 1997 yılında dört kişiden oluşan Toprak Çocukları Sanat Atölyesini kurdular. Halen İzmir ve İstanbul'daki atölyelerinde çalışmalarını sürdürüyorlar.

Yine ortak bir bakışla sanata ve yaratmaya ilişkin duygularını şöyle anlatıyorlar; “Sanat; gördüklerimizi, okuduklarımızı, sustuklarımızı ve de konuştuklarımızı etlendirme şansını verdi.Böylece sanat yoluyla,yaşamı da şekillendirebileceğimizi öğrendik. Biliyoruz ki, tüm soru ve cevaplarımızın neticesi bu mecradan akacaktır. Rüyalarımız da dahil, düşünsel ve fiziksel tüm mesaimiz bu yöndedir. Tutkumuz bir gün bizim bile yapabildiğimize inanamayacağımız yapıtlar doğuracak. Çünkü biz bu uğurda tüm adanmışlığımızla üretmekteyiz.”

‘SUSTUKLARIM’ Heykel Sergisi
31 Ekim-9 Kasım 2006 / Kokteyl : 31 Ekim 2006 Salı 18:30
YMMO Sanat Galeri – Istiklal Caddesi No:302
Tel:0 212 251 60 90

azizeazimeonlu.com

Yukarı

 

Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

Heykel sanatını sevenlere güzel bir haberim var http://www.azizeazimeonlu.com Resim ve seramik eğitimlerini, aynı doğum-yaşam öyküsünden aldıkları ilhamla şekillendiren Azize ve Azime ÖNLÜ şimdi bu özel şekilleri sanatseverlerle buluşturmaya hazırlanıyor. 31 Ekim-9 Kasım 2006 tarihleri arasında YMMO Sanat Galeri’sinde meraklısıyla buluşacak eserler, iki ruhu, katmerlenmiş tek bir ruhta bütünleyen nesneleri merak edenler için hoş bir fırsat niteliği taşıyor.

Evinizin baş köşesine asıp herkese gururla gösterebileceğiniz bir plaketiniz olsun istermisiniz? Böyle bir plakete kimsenin hayır diyeceğini sanmıyorum. http://www.hemalhemsat.com/main/auctiondetail/435408/diger/plaket_erkek_bayan.php kısayolunda görebileceğiniz ve tamamen Türk zekasıyla üretilmiş muhteşem ötesi bu plaketi lütfen görünüz.

Hayatın nasıl bir kısırdöngü olduğunu anlatan flash formatında hazırlanmış kısa bir film http://koti.welho.com/alaari/lodger/ilove.swf Baştan uyarayım: her ne kadar animasyon bile olsa 13+ olduğunu söylemeliyim.

Uçurtmanın mevsimi olur mu? Olur. Ne zaman olur ben tam olarak bilmiyorum ama http://www.martiuk.org/ uçurtma kulübündekiler biliyorlar ve belirli tarihlerde uçurtma şenlikleri düzenliyorlar. Web sayfalarına girerek ister forumlara katılın, ister şenlik duyurularını takip edin ya da isterseniz online olarak uçurtma yapmayı öğrenin. Asla çocuk ruhunuzu kaybetmeyin.

Yukarı

 

 Damak tadınıza uygun kahveler




http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20061030.asp
ISSN: 1303-8923
30 Ekim 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com