Dün sevgili Müfit Uzman'ın blogunda rastladım bu kucaklama grubuna. Meğerse epeydir bu konuda çalışıyorlarmış. Bir sıradan kucaklama filmi seyredip gözlerimin dolacağı hiç aklıma gelmezdi. İnsanın içini kıpır kıpır ettiren bir 3 dakikalık film. Dün ulaşabildiğim tüm dostlarımla paylaştım. Bugün de sıra siz kahvecilerde. Dün şu notu düşmüştüm mesajıma: "Seyredince beni kucaklayasınız gelir." Şimdi aynı not size. Yandaki resme tıklayın ve sonuna kadar seyredin, hissettiklerinizi başkalarına da anlatın. Sevginizi, dostluğunuzu uzaktan değil, yakından kucaklayarak gösterin. Bu oluşumun sitesine ulaşmak için şu adrese gitmelisiniz. http://www.freehugscampaign.org
Tabi her kucaklama bu kadar masum, bu kadar güzel değil. 17 aylık bebeği kucaklayan aşağılık yaratıkları unuttum sanmayın. Sadece görmezlikten gelmeye çalıştım. İlk günden sonra medyada çıkan haberlerden sonunun böyle bağlanacağını tahmin etmiştim. Haberlerin tamamını bile okuyamadım. Sapıklığın da bir raconu olmalı be. 17 aylık bebek size ne verebilir ki, nesini aldınız? Bu nasıl bir zevktir? Eğer Yaradan gerçekten istendiğinde bela da veriyorsa, o belaların en kötüsü sizin olsun. Anneyiz.biz ekibi bu konuda bir kampanya başlatmış, duyurusu aşağıda. İlgilenirseniz ne mutlu onlara.
Bugün size 1969 yapımı gerçek bir 45'lik çalacağım. Hem de gerçek bir ilahtan. Elvis Presley söylüyor, Memories. Hepinize az yağışlı bir hafta sonu diliyorum. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
29 Ekim hem Cumhuriyetimizin hem de benim yaş günüm. Ne mutlu bana!
Cumhuriyetimizin ilanının geçen Pazar günü 83. yıldönümü yaşandı, bence bu bir kutlama olmamalıydı, en gerçekci başlığı rejimle adaş gazetem seçmişti: "Tehlikenin Farkındayız"
Gelelim bana. 45 yıla ilişkin duygu ve düşüncelerimi birkaç satıra dökmek istedim azcık hani "Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı, eğer" diye baslayan unutulmaz yaşam dökümünü, sorgulamasını yapan ve sonunda da "ama işte 85'indeyim ve biliyorum... Ölüyorum..." diyen Arjantinli şair-edebiyatçı Jorge Luis Borges (1899-1986)'den esinlenerek. (Azcik ta onun yaşında da bir döküm yapabilmeyi umarak!)
46 yaşındayım... Geçen 45 senede...
daha fazla gezmek, daha farklı coğrafyaları tanımak isterdim. Ancak son beş altı yıldır bu 'yeni zaman kaşifliği'ne bilinçle ve seçimle soyunabildim. Daha fazla gezmek, görmek ve tanımak için ömrüm olmasını istiyorum. Yoksa zamanımı, paramı ve gönlümü ayırabileceğimi biliyorum.
daha fazla okumak, okudukça daha fazla paylaşmak isterdim. Geçen sürenin yarısından fazlası bu keyfi ıskalayarak geçti. Artık okuma keyfine vardığım süreyi katlayarak yaşayabilmek istiyorum. Biraz daha fazla kişiyi bu "okuma hastalığıyla" tanıştırabilsem diyorum.
yeniden dünyaya gelebilseydim gazeteci olmak isterdim, bunu dillendirdim kimi zamanlar. Ancak nicedir benim anladığım gazeteciliği Türkiye'de yapamayacağımı, yer bulamayacağımı, bulsam da 'uzun ömürlü' olamayacağımı görmüyor değilim. Belki başka bir ülkede dünyaya gelseydim? Ama ülkemi de çok seviyorum. Eee, "gazeteci olma" keşkesini seslenmiyorum artık. Ancak yaptığım işi 'değerlerin tuz buz olmadığı' bir dünya ve Turkiye'de, örneğin otuzların ya da altmış-yetmişlerin Türkiyesinde yapmak, tüm kısıt ve acılara karşın, insan olmanın, ütopyası olmanın keyfini sürmek isterdim!
daha az duygulu ve duyarlı olmak isterdim. Böylece 'daha az insan' olacağımı kestirebildiğim halde! İnsanları, dostlarımı, ülkemi -45 yılın birikimiyle-bugünkü, belki fazlası kadar merak etmek ancak yaşananlardan, tepkisizliklerden, boşvermişliklerden, emeklerin heder oluşlarından, vurdumduymazlıklardan, unutulup gitmelerden daha az etkilenmeyi, daha az acı çekebilmeyi isterdim. Sanki bu mümkünmüş gibi? Bilmiyorum! Keşke ömrümün kalan kısmında bunu birazcıcık olsa becerebilsem!
daha az kontrollü yaşamayı dilerdim. Yaşama ait adı konanların ve kendi kurallarımın daha az kısıtlamasını isterdim, kendi hissettiğim gibi yaşamayı. Sanırım kalanında da beceremeyeceğim!
daha fazla insan ömrüne tanıklık etmek, daha fazla ömrün içinde yer almak, daha fazla ömrü birlikte şekillemek isterdim. Artık ne demekse?
Bütün bunların farkına varmışım da...
Bugün milyonlarca insan;
metroyu kaçırmamak icin koşuyor ancak bir gün de "inadina kaçırma" düşü görüyor ve bu düşü hiç bir zaman gerçekleşmeyeceği kabullenmişliğindeyse,
emekli olacağı günleri düşlüyor, ev taksidi ödüyor, borsaları canlı izliyor; bir göl kıyısında kazların üç beş saatlik kendiliğinden hareketlerini kayıtsız izleyemiyor; uçan bir kelebeğin burnunun dibindeki renklerini farkedemiyor ve bütün bu ıskaladıklarını hiç düşünmüyor ya da düşünmek istemiyorsa,
aklından geçenleri, asıl yapması gerekenleri yalnızca o bu statü ya da statüko bozulmasın diye yapamıyor, küçük fiskeleri meydan savaşları sayıyorsa,
dünyaya mal, para ve ailevi dökümü dışında minicik bir çentik bile atmadan, atamadan; örnegin 'sokaktaki simitçiye bir şiir okumadan' göçüp gidecekse;
ve ben de bugün hala bunlardan biriysem ve yarın da olacağımı düşünüyorsam.
Kamyoncu Ali'nin en belirgin özelliği şöyle veya böyle dünyanın merkezi olmaktı. İlgi odağı olmayı az çok herkes sever. Ama o bulunduğu yerde bütün dikkatleri üzerinde toplayabilmek için kendini paralardı. Hani olmaz ama diyelim ki Kamyoncu Ali kahveye geldiğinde masadakiler Einstein'in izafiyet teorisinden söz ediyor. Sen bir fukara kamyoncusun. Anlamazsın, etmezsin, konuya biraz uzak dur. Siz olsanız en azından böyle davranırsınız. Kamyoncu Ali kesinlikle konuya hemen atlar. Sazan gibi diyeceğim, sazana hakaret olacak.
Bir gün kahvede oturmuş, avcılık ve balık üzerine sohbet ediyorduk. Kendi hesabıma avcılık, özellikle kara avcılığı hakkında hiçbir şey bilmem. İyi kötü balığa gitmişliğim vardır. Denizde biraz çapari, biraz yemli olta sallamışlığım, tutamamışsam bile inatla tutanlara bakmışlığım olmuştur. Kamyoncu Ali her zaman yaptığı kimi konuya balıklama atlayıp "Ben," dedi, "Ben tek kırmayla bir atışta sekiz domuz öldürdüm." Buyur buradan yak. Avcı palavraları hoştur, eğlencelidir ama en azından anlatıcının kendince bir ırıbı vardır. Anlatacaklarının yalan olduğunu bile bile keyifle dinlersin.
- Bunun dedesi de böyle atıcıydı, vurmuştur, inanırım.
- Hem de bir fişekte sekiz domuz. Hadi sığırcık sürüsüne atsan neyse…
- Mutlaka domuzları üst üste koyup arasına karbon kağıdı koymuştur.
- Sen ava çıkacağın zaman söyle de hayvanlara anons edelim. Ortalıkta görünmesinler. Hepsin soyu tükenir valla…
- Dinleyin, ben atlayım da ister inanın ister inanmayın. Birkaç sene önce Sarıçam
Köyü'ne ava gitmiştik. Yanımda Meriçli, Topal Ahmet ve Avrupa'lı da vardı. İnanmazsanız gidin onlara kendiniz sorun. Kuru ot çıtırtısı duyunca bir ağacın dibine gizlendim. Yedi yavru ile bir anne domuz köpeklerin sesinden ürküp benim üzerime doğru gelmişti. Önümde epey yüksek bir tepe vardı. Tepenin ucu bir yarla kesiliyordu. Domuzlar uçurumun önüne kadar gelip durdular. Öndeki anne etrafını kolaçan edip gidecek yer arıyordu. İyice nişan alıp ateş ettim. Anne domuz vurulup yardan aşağı düştü. Yavru domuzlar da annesinin peşinden atladılar. Aşağıya inip baktığımda yavrularla birlikte tam sekiz domuz ölmüş, yatıyordu.
- Yalancı Kamyoncu, kim bilir bu palavrayı kimden aşırdın.
- Biliyorum siz zaten inanmazsınız. Gidin kendiniz sorun kardeşim o zaman.
- Meriçli ile Topal Ahmet sana nasıl şahitlik edecek. Mezarından mı kaldıracağız…
- Bu beni hiç ırgalamaz. İnanmazsanız ruhlarını çağırıp sorarsınız gari.
Gülüşmeler, atışmalar sona erdikten sonra konu başka bir yere kaydı. Kamyoncu Ali, "
Duydunuz mu bilmiyorum. Hacı Kazım ölmüş. Dün Hacırahmanlı'da cenazesi varmış. Duysaydım kesin giderdim." dedi. Öteki arkadaşlarda "Keşke haberimiz olsaydı. Giderdik." dediler. Şenol, " Hacı öldüyse İrfan'a gün doğmuştur. Desene adamın bütün parası pulu damadına kaldı. Bak sen şu işe be, taş atıp kolu yorulmadan adam zengin oldu." diye mırıldanır gibi bir tonda söylendi. Gerçek aslında tam da böyleydi. İrfan Hacı'nın damadıydı. Ve adamın kızından başka kimsesi yoktu. Zaten geçimini de kayın pederinin tarlalarından, zeytinlik ve bağlarından sağlıyordu. İrfan'ın her işine koşan Remzi diye biri vardı. Elbette babasının hayrına koşmuyordu. Gündeliğini tastamam alıyordu. Remzi sanki mal sahibi gibi her işe yetişir, İrfan ise tarlaya gitmek bir yana toprağa basmayı bile istemezdi.
- Hacı'nın çok parası var diyorlar. Bankalarda eşek yüküyle banknotlar…
- Bize ne oğlum elin parasından. Zenginin parası züğürdün çenesini yorarmış.
- Zamanında kafayı çalıştırıp kızı kapmalıymış. Şimdi ne güzel köşe olurdum.
- Para için de çirkin bir kızla koca ömür geçirilmez yahu.
- Şimdiki aklım olsa ben valla kaçırmazdım. İnsan geçlikte işin nereye varacağını bilemiyor.
- Haklısın, para herkesi güzel gösterir. Ben bunu bilir bunu söylerim. Oturup kendi salaklığımıza yanalım.
- Zeynep liseye giderken bana hastaydı. Ama o zaman ben Nurgül'ü seviyordum. İlgisini seziyordum ama yüz vermiyordum.
- Ulan kamyoncu, işin gücün yalan…
- Yalan ha, yalan… Biz lisedeyken Zeynep ile Gülseren sürekli birlikte geziyor muydu? Söyleyin bakalım, en yakın arkadaşı kim di?
- Gülseren'le geziyorsa ne olmuş. Gülseren'e mi âşıktı diyeceğiz yani…
- Gülseren benim teyzemin kızı değil mi? Onu da alıp ders çalışma bahanesiyle hep bize gelirlerdi. Mutlaka göreniniz olmuştur.
- Ne yalan söyleyeyim ben gördüm. Size geldiklerini biliyorum.
- Kız benim tipim değildi. Benim etrafımda çok dolandı ama anlamazdan geldim.
- Kamyoncu galiba bu kez doğru söylüyor.
- Evet, evet doğru söylüyor.
- Asıl mesele, Zeynep'e İrfandan önce Hulisi asılıyordu. Hatta kaç kez bana şu kızı ayarla ya sadıç diye yalvardı. Çay, kola ısmarlayıp beni razı etmeye çalışıyordu.. Önceleri ben bu işlere karışmam dedim. Yalvarıp yakarınca yüreğim yumuşadı. Gittim ve kıza durumu anlattım. Önceleri ilgilenmiyormuş gibi davrandı. Aradan biraz zaman geçince bunların dere kıyısındaki kargıların dibinde buluştuklarını gördüm. Aralarında ne oldubitti bilmiyorum. Ama altı yedi ay sonra nasıl gidiyor diye sorduğumda kız bana sakın Hulusi'den söz etme. Senin kalbini kırarım yoksa dedi.
- Ulan Kamyoncu Ali, sana ne Hulusi'den, mulusiden sanki. Kafanı biraz çalıştırsan bu gün nakliye şirketin olurdu. Ayağına gelen fırsatı tepmişsin, oğlum…
- Biz delikanlı adamız icabında, başkasının yavuklusuna yan gözle bakmayız.
- Atma şimdi, o zamanlar gözün Nurgül'dne başkasını görmüyormuş. Bize boşuna racon kesme.
- Arkadaşlar ayıp yahu, siz Hacı Kazım'ın öldüğüne aldırmıyorsunuz. Parasını kim yiyecek onun derdindesiniz. İrfan parayı nasıl yerse yesin. İsterseniz bu akşam hep beraber kasabaya gidip bir baş sağlığı dileyim. Bize böylesi yakışır. İçimizde Hacı'nın Bakkalından cam şekeri aşırmayan yoktur. Cimriydi ama çocuklara kıyamazdı. Öyle veya böyle hepimize hakkı geçmiştir.
- Salih doğru söylüyor, bu akşam gidelim. "dedi.
O akşam hep birlikte hacının evine gittik. Kızına, damadına ve öteki akrabalarına baş sağlığı diledik.
Sonbaharın geldiği, iyiden iyiye hissedilmeye başladı. Ben ise bu yazımı hazırlarken, Woody Herman orkestrası eşliğinde, unutulmaz bir "Early Autumn " parçasını tenor saksafoncu Stan Getz'den dinliyorum. (Woody Herman & his Orchestra - Early Autumn)
Early Autumn, erken gelen sonbaharla birlikte, hüzünü, dalgalara kendinizi kaptırmışcasına, öylesine hissettirirki… Ama nedense bir anda mutlu olursunuz çıkan seslerden…Caz insana değişik duyguları aynı anda yaşatabiliyor.
Stan Getz 'in vasiyeti, öldüğünde, küllerinin, " Early Autumn " eşliğinde okyanusa serpilmesiydi. Kendisine çok yakin birkaç müzisyen bu isteği gerçekleştirdiler.Sizlere de büyük orkestranın en güzel örneeklerinden biri olan, tüm Woddy Herman albümlerini dinlemenizi tavsiye ediyorum.
Yukarıda adıgeçen parçayı ise şarkıcı Ella Fitzgerald ve seslerini enstrüman olarak kullanan Double Six grubundan da dinleyebilirsiniz. Yıllar öncesine döneceğim. O zamanlar, yurt dışına gidenlerden caz plağı getirmeleri rica edilirdi. Yabancı radyolarda duyduğumuz parçalara, plak üzerinde dokunmak isterdik sanki. Ülkemizdeki müzisyenler ise notaları çıkarabilmek için, onlarca kere dinleyerek, her sesin adını bulmaya çalışırlardı. Öylesine güç bir iştirki bu…O nedenle bir avuç Türk caz müzisyenlerinin hep bir ayrıcalığı olmuştur benim gönlümde. Şimdilerde ise, internet aracılığıyla herşey ne kadar kolay.. Hem dinleyebilmek hem de notaları bulmak…
Bu yazımda 20.yüzyıl başlarına döneceğiz.
Ilk olarak " Ragtime " ı görüyoruz.Cakewalk denilen danstan esinlenerek, Fransızların 18.nci asır müziklerine dayandığı ve hatta klasik müzik formları olduğu söylenebilir. Stravinsky'nin " Piano Rag Music " Milhaud'nun Three Rag Caprices, bu müzikten esinlendiklerinin en güzel örneklerindendir. Daha sonraları Boogie-Woogie tarzı gelişti. Önceleri gitarla çalınan bu müzik türü sonraları yerini pianoya bıraktı. O nedenle pianistler gitar tekniğinde piano çalarak hızlı bir ritme ulaştılar.1930-35 yılları arasında altın yıllarını yaşadı Boogie-Woogie.
New Orleans tarzı müziğe gelince : Ilk örneklerini 1.nci dünya savaşından sonra görüyoruz. Birçok caz parçalarına, adı geçen şehrin mahalle isimleri bile verilmişti. "Canal Street Blues" Storyville gibi.....
Müzisyenler, Mississippi nehrinde, gemilerle gezgincilik yaparken aynı zamanda da Memphis, St.Louis gibi şehirlere müziklerini taşıdılar. Tamamen ayrı bir bölgede ve kuzeyde olan Chicago şehrinde beyaz müzisyenlerin icra ettikleri bu müzik türüne Dixiland, güneyde ise New Orleans denilecekti.
Bu devrin en önemli müzisyeni trompetçi Louis Armstrong' dur. O da başka bir trompetçiyi etkilemiştir: Bix Beiderbecke. Armstrong, caz dünyasının efsanevi adlarından biridir. Ilk kurduğu "Hot Five" ve "Hot Seven" grupları, insanlara dinlerken büyük bir enerji verdiğinden, caza o devirlerde "hot" denmiş bu da Bop devrine kadar devam etmiştir. Bu önemli müzisyen, popüler olmayı başarmış olduğundan, müzikle ilgili çoğu kişinin tanıdığı bir simadır.
1923 de ilk büyük caz orkestrası olarak, Fletcher Henderson'u görüyoruz. Bu orkestrada sonraları caz tarihine geçecek, tenor saksafonculardan Coleman Hawkins, Ben Webster, Benny Carter, trompetçilerden ise Rex Stewart, Roy Eldridge gibi isimler yetişmişti.
Caz bilen veya bilmeyen çoğu kişinin tanıdığı bir başka isimde Duke Ellington dur. O devırde fakirlik çekmeyen ender siyah müzisyenlerden biridir. Son derece şık olduğu için kendisine " Duke " olarak hitabedilirdi. Küçük yaşlarda piano eğıtimi alarak 1923 de New York'a gelmiş ve orkestrasını kurmuştu.
Bazılarına göre Ellington, 20.nci yüzyılın en büyük kompozitörüydü. Caz ona çok şey borçludur. Piano çalışına gelince; 1927 delerde hızlı parçalarda ragtime etkisi altında kaldığını görüyoruz. Örneğin, "Caravan" isimli parça bu devire aittir. Otodidakt olan Ellington' un orkestrasında Johnny Hodges, Barney Bigard gibi isimler yetişmişti. 1927-32 yılları arasında ünlü Cotton Club de çalışmış ve dans müziği yapmıştır.1940 yılına kadar verdiği eserlerinin arasında en güzelleri "Mood Indigo", "Prelude to a kiss", "Solitude", "In a sentimental mood", Sophisticated Lady "gibi büyük klasiklerdir. Bu melodiler akla gelen bütün caz müzisyenleri tarafindan çalınmıştır. 1939 yılında orkestraya aranjör ve besteci olarak giren Billy Strayhorn ise başka bir boyut getirmişti. 1940-42 yıllarında adeta metamorfoza giren orkestra efsanevi kişiliğine bürünmüştü.
Strayhorn'un bestelerinden Take theA Train, After All, Chelsea Bridge ve özellikle Lush Life adlı besteleri ise mücevher niteliğindedir.
Ella Fitzgerald'ın Duke Ellington orkestrası eşliğinde albümleri vardır. Benim Ellingtonla ilgili bir başka tercihim de var. O da, ileriki tarihlerde trio olarak yaptığı bir albümüdür.
Davulda Max Roach, kontrebasta ise Charlie Mingus. En sevdiğim yorum ise Solitude adlı parçayla ilgili olanıdır. Sinemaseverler "Suzy ve Baker Kardeşler" filmini hatırlayacaklardır. Son derece sempatik ve müzisyenlerin yaşamlarını hissi ve gerçekçi açıdan ele alan bu filmde, Solitude ve Prelude to a kiss adlı bestelerin icrası oldukça başarılıdır . (Solitude - Duke Ellington)
Duke Ellington ve orkestrası elemanlarıyla ilgili olarak söylenecek ve yazılacak o kadar çok şey var ki... Ben sizlere bulacağınız kadar bulun ve dinleyin diyorum
Oldum olası; ne sinemaya ne de tiyatroya gereken özeni gösterebilmişimdir. Bana kitap okumak, nedense daha sürükleyici gelmektedir. Kimbilir belki de; "Ben olsam şöyle sahnelerdim, falancanın yerine filancaya yer verirdim veya kızla erkeğin buluşmasını falanca açıdan çekerdim" gibi bir takım eleştirilere olan tembelliğimdendir. Sanırım en doğrusu; kitabın satırlarını kafamda canlandırmanın beni daha fazla mutlu etmekte olduğu fikridir. Tek ayrımcılığım ise; her zaman Ferhan Şensoy olmuş ve devam etmektedir. Onu sahnede izlemekten ya da kitaplarını okumaktan aldığım keyif bir başka türlüdür. Kelimelerle yaptığı cambazlık ise hayallerimi süslemektedir. Hemen hemen tüm kitaplarını okuduğum ve tüm oyunlarını izlediğim bu değerli insan ile son oyunu ( Kiralık Oyun ) sonrası tanışabilme fırsatım da oldu. ( Kendisine Okan Bayülgen ve Axess kızı Özgü Namal'da eşlik ediyor. Her ikisini de çok başarılı buldum. Rasim Öztekin'e zaten eskiden beri bayılırım, yine harikaydı ). Bende bulunmayan iki kitabını ( Elveda SSK ve Hacı Komünist ) daha satın aldım. "Oyundan sonra arzu edenlere kitaplarını imzalayacak" haberini alınca da beklemek kaçınılmaz oldu. Kısacık ama hoş bir sohbetimiz oldu imza işlemi sırasında :
"Kime imzalıyorum ?" diye başladı. Adımı ve soyadımı söyleyince;
"Grup Gündoğarken ile akrabalık var mı ?" dedi,
"Yok ama akraba sayılırız, ilk kez sizin; "İçinden Tramway Geçen Şarkı" oyununuzda tanışmış sonra da birkaç kez tesadüfen bir araya gelmiştik, beni gayet iyi tanırlar" dedim. Gülümsedi, imzaladı.
"Size geçmiş olsun, elimdeki tüm kitaplarınızı üçer-beşer imza için getireceğim" dedim. Meşhur alaycı tavrı ile; "Siz manyak mısınız ?" demedi ama karşılıklı gülüştük.
El yazısı da güzeldi ki ben el yazısına oldukça düşkünümdür. Nasıl ki; doktorun iyisi kargacık burgacık yazanıdır, sanatçının iysinin yazısı da hattat kadar güzel olmalıdır. Baktın ki; güzel bir yazın yok, o halde sanatçı olmayacaksın. Doktorluk neyine yetmiyor, değil mi ama ? Ben neden doktor olmadım sanıyorsunuz ? Haydi onu boşverin doktora bile yapmadım yanlış anlaşılmasın diye..!
Elbette ve öncelikle o bir tiyatro delisi ama ben oyunları yanısıra yazdığı kitaplardan da keyif almaktayım. Türk dili üzerinde yaptığı müthiş cambazlıklara ve hayatın içine gümbür gümbür kazandırdığı kelime ve cümlelere de hayranım. "Anlat anlat, heyecanlı oluyor" sözünü unutamam örneğin. Sayısını bile hatırlayamadığım ve sanırım ölümüne kadar oynayacağı "Ferhangi Şeyler" belki isminden türeyebilecek kolaylıkta ve fakat "Denememeler" ismine ne demeli ? Ya; "Felek Bir Gün Salakken" ismindeki ironi ? Türkiye'de malzemeden bol birşey yok, aksi takdirde o oyun bunca senedir oynanabilir miydi ? Onun gibi cin fikirli birinin gazeteleri şöyle bir göz gezdirmesiyle elde ettiği malzeme yıllardır devam ediyor. Ben bile bugün gazetedeki haberi okurken "Al sana malzeme, Ferhan !" dedim. Sahnelese şöyle derdi belki de :
"Marmaris'de vatandaşlarca yaptırılan bir okulun açılışında "Türkiye'de çok cami var, cami sayısı okul sayısını geçti, netekim artık okul yapılsın !" diye demeç veren kişiye muzipçe gülüp; "Lem biz bu Alzheimer hastalığını yaşlılarda olur sanırdık, meğerse yaşlılıktan 20 yıl önce de olunabilirmiş !" derdi. Gazetecilere ve medyaya çatıp; "Ellerinde belge varsa getirsinler, kapım açık !" diyene de, "Arka kapıyı kapatsanız da eski dosyalar ceryan yapıp uçmasa bari !" der miydi acaba ?
Her neyse; merakla beklediğim konulardan birisi de meşhur simgesel "Kavuk". Sırasıyla; Kel Hasan, İsmail Dümbüllü, Münir Özkul ve onun kafasına yakışan bu simge kimbilir kime gidecek ? Güme gitmesin de...
Oyuncular: Uğur Polat , Taner Birsel , Rüçhan Çalışkur , Mahmut Gökgöz , Ali Fuat Çimen, Ali Ersin Yenar , Celal Kadri Kınoğlu , Canan Sanan , Mete Horozoğlu
6. Afife Tiyatro Ödülleri
En İyi Erkek Oyuncu
(İlk Oynanış: 19 Ekim 2001)
Simidi çıkarırsanız ortasında ne kalır?
Edip Cansever'in 'ölmeden önce sahnede görmek istediği' ırmak şiimdi oynanıyor yazık ki, ölümünden 18 yıl sonra...
Muhtemelen ilgi çekmeyecek konuları, ince düşünceleri, kasveti, ihtirası, güneşli cumartesileri, şehveti, hüzünleri, "kendiliksiz" olmayı, hayal kurmayı, kendini bilmemeyi ama sürekli sorgulamayı, ölümü, ölümlüyü, cinayeti, katili ve kurbanı... Hepsini "Ben Ruhi Bey Nasılım?"ın içinde bulabilirsiniz sanırım, ya da belki de aslında hiç biri yoktur içinde, simidin ortasındaki boşluk gibidir her şey, belki yerçekimsiz bir karanfildir beklediğiniz ya da şu adını unuttuğum pasajdaki ermeni kürkçü ve karısı, belki o sürahide sararmış bekleyen su gibi bir kâtip...
Belki aşk uğruna ölen bir kadın, belki öfkesini yemeklerle dindiren bir biçare, belki bir cenaze işleri sorumlusu âdem, belki çapkın bir barmen.
Nedir aradığınız? "Aslında ben, nasıl olan ben, Ruhi bey nasılım?" Ağır bir oyun "Ben Ruhi Bey Nasılım?" belki akşam saatlerinin oyunu değil, yorgun ruhların, düşüncelerini tartıp taşımayanların oyunu değil bu oyun, durup düşünmeyi sevenlerin oyunu.
Çocuk uçarılığının değil kasvetin çöreklenip oturduğu ruhlara hitap eden bir oyun "Ben Ruhi Bey Nasılım?" Dinlenmiş, huzurlu, dingin değilseniz eğer, kapıdan bile girmeyin, arkanızı dönün ve meydanı geçip (Taksim Aziz Nesin Sahnesi'nde oynanıyor çünkü oyun) İstiklal Caddesi'nin büyülü kalabalığına doğru yürüyün. Ruhunuzu bu karmaşada, bu capcanlı akan hayatın içinde dinlendirebilirsiniz. Çünkü bu oyun size "huzursuzluk" vaat ediyor. Bu oyun size izlerken "bitsin, yoruldum" dedirtiyor. Ama sonra, sonra tiyatrodan çıkıp İstiklal'de yürümeye başladığınızda şu soru takılıveriyor aklınıza, "Peki ya ben, ben nasılım?"
Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz. http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp
Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 7.386 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Ben kırda yaşayan bir papatyayım,
Sonbaharda dinlenir, ilkbahar da doğarım,
Büyürüm sonra upuzun olur ince belim…
Gün gelir kuşlar konar yapraklarıma,
Onlarla söyleşirim gizli gizli.
Çimenler benim yatağım olur,
Ay ışığı ise yorganım.
Ben bir papatyayım düzlükte açan,
Yanakları bembeyaz,
Yüreği ise kocaman.
Sabah olunca gün ışığıyla uyanan,
Akşam olunca ay ışığı ile kucaklaşan,
Rüzgârın sesiyle raks eden,
Yağmurun suyuyla sulanan,
Kır çiçeklerinin arkadaşı,
Bulutların ise yoldaşı,
Ben bir papatyayım Akdeniz de açan,
Yeşil bir kilimdir, benim yuvam,
Toprak anam olur,
Yağmur ise babam,
Yıldızlar ise sırdaşım,
Ben bir papatyayım Akdeniz de açan.
Bir gün koparacaklar beni dalımdan,
Gideceğim, bilinmeyene doğru…
Belki hediye olacağım, çiçek sepetinde,
Belki de güzel bir düğün tacı,
Kim bilir? Belki de çelenkte olacak yerim,
Son yolculuğuna uğurlayacağım, yolcuyu…
Gözlerinizle
gördükleriniz, kulaklarınızla duyduklarınız, yaşadıklarınız ya da şahit
olduklarınız sizi korkutmuyor mu?
Olması kuvvetle muhtemel bir
depremin ayak sesleri içinizi ürpertmiyor mu?
Ya o tecavüz edilen
siz, kardeşiniz, arkadaşınız ya da çocuğunuz olsaydı bu kadar sessiz ve
tepkisiz kalabilir miydiniz? Sokakta taciz edilen siz olsaydınız, ya da
caminin avlusunda tecavüze uğrayan?
Okulda bacağına bıçak saplanan
sizin evladınız olsaydı ya da komşunuzun çocuğu, yine susar
mıydınız?
Tarikatçıların eline düşen canınızdan bir parça olsaydı
ve artık sizi tanımaz hale getirilmiş olsaydı!
Neyi bekliyorsunuz?
İlk çığlığı biz atıyoruz buradan, anneyiz.biz'
den!
Resim ve seramik eğitimlerini, aynı doğum-yaşam öyküsünden aldıkları
ilhamla şekillendiren Azize ve Azime ÖNLÜ şimdi bu özel şekilleri
sanatseverlerle buluşturmaya hazırlanıyor. 31 Ekim-9 Kasım 2006
tarihleri arasında YMMO Sanat Galeri’sinde meraklısıyla buluşacak
eserler, iki ruhu, katmerlenmiş tek bir ruhta bütünleyen nesneleri merak
edenler için hoş bir fırsat niteliği taşıyor.
1971 yılında Kütahya Tunçbilek'te doğan ikiz sanatçılar, en önemli
besin kaynaklarının yaşamlarını sürdürdükleri ortam olduğunu şu ortak
cümleyle anlatıyor. “Çok güzel bir aile ortamında büyüdük. Ne şanslıyız
ki kahramanlarımız; uzaklardan, kitaplardan, dokunulamazlardan değil,
evimizin tüm fertlerinden çıktı. Nasıl, ne zaman olduğunu hiç anlamadan
yaşamdan biriktirdiklerimizi görsel ve plastik bir dille konuşturma isteği
oluştu.”
Azime Dokuz Eylül Üniversitesi Resim Bölümünden, Azize ise; Dokuz Eylül
Üniversitesi Seramik Bölümünden mezun oldu. 1997 yılında dört kişiden
oluşan Toprak Çocukları Sanat Atölyesini kurdular. Halen İzmir ve İstanbul'daki
atölyelerinde çalışmalarını sürdürüyorlar.
Yine ortak bir bakışla sanata ve yaratmaya ilişkin duygularını şöyle
anlatıyorlar; “Sanat; gördüklerimizi, okuduklarımızı, sustuklarımızı
ve de konuştuklarımızı etlendirme şansını verdi.Böylece sanat yoluyla,yaşamı
da şekillendirebileceğimizi öğrendik. Biliyoruz ki, tüm soru ve cevaplarımızın
neticesi bu mecradan akacaktır. Rüyalarımız da dahil, düşünsel ve
fiziksel tüm mesaimiz bu yöndedir. Tutkumuz bir gün bizim bile yapabildiğimize
inanamayacağımız yapıtlar doğuracak. Çünkü biz bu uğurda tüm adanmışlığımızla
üretmekteyiz.”
‘SUSTUKLARIM’ Heykel Sergisi
31 Ekim-9 Kasım 2006
YMMO Sanat Galeri – Istiklal Caddesi No:302
Tel:0 212 251 60 90
Heykel sanatını sevenlere güzel bir haberim var http://www.azizeazimeonlu.com Resim ve seramik eğitimlerini, aynı doğum-yaşam öyküsünden aldıkları ilhamla şekillendiren Azize ve Azime ÖNLÜ şimdi bu özel şekilleri sanatseverlerle buluşturmaya hazırlanıyor. 31 Ekim-9 Kasım 2006 tarihleri arasında YMMO Sanat Galeri’sinde meraklısıyla buluşacak eserler, iki ruhu, katmerlenmiş tek bir ruhta bütünleyen nesneleri merak edenler için hoş bir fırsat niteliği taşıyor.
Evinizin baş köşesine asıp herkese gururla gösterebileceğiniz bir plaketiniz olsun istermisiniz? Böyle bir plakete kimsenin hayır diyeceğini sanmıyorum. http://www.hemalhemsat.com/main/auctiondetail/435408/diger/plaket_erkek_bayan.php kısayolunda görebileceğiniz ve tamamen Türk zekasıyla üretilmiş muhteşem ötesi bu plaketi lütfen görünüz.
Hayatın nasıl bir kısırdöngü olduğunu anlatan flash formatında hazırlanmış kısa bir film http://koti.welho.com/alaari/lodger/ilove.swf Baştan uyarayım: her ne kadar animasyon bile olsa 13+ olduğunu söylemeliyim.
Uçurtmanın mevsimi olur mu? Olur. Ne zaman olur ben tam olarak bilmiyorum ama http://www.martiuk.org/ uçurtma kulübündekiler biliyorlar ve belirli tarihlerde uçurtma şenlikleri düzenliyorlar. Web sayfalarına girerek ister forumlara katılın, ister şenlik duyurularını takip edin ya da isterseniz online olarak uçurtma yapmayı öğrenin. Asla çocuk ruhunuzu kaybetmeyin.
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.