Sonunda dayanamayıp bir tam sayfa ilan daha vermişler. Dün gazetelerin 2. sayfalarını görmüşsünüzdür. İki hafta önce bir basın toplantısıyla asrın buluşu olarak lanse edilen "Erke Dönergeci"nin ön tanıtımını yapan Erke Grubu vermiş ilanı. Son derece aklı başında ve açıklayıcı bir ilan metni. Benim derdim zaten devridaim makinası diye tabir edilen bu icadın doğru olup olmamasıyla değil. Ben, bu ve benzeri şekilde ortaya çıkanlar Türk olduğunda hep birlikte takındığımız tavırla ilgileniyorum. Tüm komplekslerimizi kusmak için sanki fırsat kolluyoruz. Anlaşılan o ki, icadın sahibinin Eleşkirt'li otomobil tamircisi ya da büyük sermaye grubu olması da farketmiyor. Dalga geçilmesi için Türk olması yetiyor. Nedendir bu eziklik anlaşılır gibi değil. Erke Dönergeci bir safsata olabilir ama ya değilse, ya yıllardır üzerinde kafa patlatılan devridaim makinesi gerçekten bu ise n'olacak? Küçücük bir ihtimal dahi olsa güzel değil mi? Belli ki bu duyuruyu yapanların arkası sağlam, güçleri olduğundan da ciddiler, o zaman sadece adlarını duyurmak için rezil olmayı göze alabilirler mi? Çalışmaların sürdüğü ortada. Henüz istenilen kıvama gelmese de belki bir yolunu bulacak ve söz verdikleri gibi 2007'de kullanıma hazır hale getireceklerdir. Dalga geçmeyi bırakıp, komplekslerimizi ve hasetimizi bir kenara koyup, en azından köstek olmamaya çalışmaya değmez mi?
Şu yandaki resmi tanıdınız değil mi? Hani hepimizi asrın icadı diye birkaç yıl oyalamışlardı. Hepimiz can-ı gönülden inanıp sabırla beklemiştik. Sonunda çıka çıka bu Segway denilen iki tekerlekli alet çıkmıştı ortaya. Erke de buna benzer bir buluşu önümüze koysa, ki koyabilir, gene dalga geçmeye devam edecek miyiz? Bakın, sevgili arkadaşımız Tamer Kaplan, içinde çalıştığı grubun desteğini alarak, her yıl bir "Buluş Şenliği" düzenliyor. Her yıl belli bir problemin çözümü isteniyor. Aynı probleme pekçok farklı göz ve beyin yorum yapıp çözüm buluyor. Sonunda kimi hüsrana uğruyor, kimi de başarısıyla övünüyor. Bu genç beyinlerin bir gün hatırı sayılır bir buluş yapamayacağının garantisi var mı?
Pazar günü Orhan Pamuk Nobel Edebiyat Ödülünü alacak. İşte bize bir fırsat. Gelin, şunu dedi, onu yaptı kıskacından sıyrılıp, bir yazarımızın aldığı bu ödüle şapka çıkaralım. Sevmek zorunda değiliz ama edebiyat ödülü kazanmış birini eleştirirken hiç olmazsa bir tane kitabını okumuş olmanın gerektiğini bilelim. Okuyamadıysak okuyanların yorumlarına, jürinin verdiği ödüle saygı duyalım. Komplekslerden sıyrılabildiğimiz ölçüde tabi.
Pazar günü saat 21:30'da, MARA, Taksim Hayal Kahvesi'nde albüm tanıtımı için ücretsiz konser veriyor. Çıktıkları bu zorlu yolculukta onların yalnız bırakmayın olur mu? Güzel bir hafta sonu dileğiyle esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Sanırım 1998 Haziranıydı. Kendisinin de kurucusu olduğu ancak ona sonradan kuru bir açılış davetinin bile çok görüldüğü "Ankara Öykü Günleri" kapsamında İmge'de bir söyleşi gerçekleştirmiş, ertesinde kitapları ve okurları arasındaydı.
İlk kez orada görmüştüm Gürhan Uçkan'ı.
Cumhuriyet Gazetesine Stockholm'den yazan, özellikle Pazar Yazılarındaki "insana dair" seslerle kulağıma, yüreğime dolan Uçkan'ı bir de etten kemikten görmek istemiştim. Bir nefeslendiğinde yanına yaklaşmış, azcık ceketindeki ODTÜ Rozetinden de cesaretlenerek lafa girmiştim.
İşte öyle başladı benim arkadaşlığım Sevgili Gürhan Ağabeyimle. Ertesi gün onu yıllardır görmediği üniversitesine götürmüş, bankamatik ve Mc Donalds'lı kampüsle onu çok şaşırtmıştım.
Babasını erkencecik yitirmiş, sonradan şiirlerinde tanıdığım elinde süpürgesiyle peşine gurbet diyarlara koşup gelen annesi ile dört çocuklu Cebecili eğitimli bir ailenin en küçüğüymüş Gürhan Uçkan.
Yetmişlerin başında yüksek lisans yaparım diye önce Finlandiya'ya gitmiş sonra İsveç'e. Gidiş o gidiş otuz yılı aşkın süredir Stockholm'u mesken tutmuştu işte.
Ancak nasıl bir mesken tutuş... Onu çoçukluğundan beri kasıp kavuran edebi aşk, sanat tutkusu önce ülkesindeki edebiyat dergilerine şiirler, denemeler; ülke ve insan sevgisi ise araştırma ve makaleler olarak akmaya başlamış. Sonra... İsveç Edebiyatından başta Tomas Tranströmer ve Tonrgny Lindgren olmak üzere tam ondört çeviriye imza atmış. Kendi kaleminden iki öykü, dört şiir ve iki roman. Gazetesi Cumhuriyete sayısız haber, inceleme ve nihayet onu Türk okuruyla tanıştıran tadına doyulmaz Pazar yazıları. Üç büyük şehrimizi dolaşan Fotoğraf Sergilerini de unutmamalı!
2002 İsveç Yazarlar Birliği'nin Çeviri Ödülü, İsveç'te kurduğu Yarın Yayınları aracılığı ile bugün artık ünlü isimler olarak andığımız onu aşkın yazarın ilk kitaplarının basılması ve ülkesine ulaştırılması.
Otuz yıldır cebinde onurla taşıdığı biricik Türk Pasaportu, kayıtsız şartsız ülke, Atatürk ve onlarla taçlanan katıksız, pırıl pırıl, hemencecik herkesle paylaşılıveren bitmez tükenmez bir insan sevgisi. Alçakgönüllülük anıtı. Bunun ciddiye alınması nedeniyle, her çevrede medyatikliğin, "ikili ilişkilerin" zerresine tenezül etmediği için, başta biricik sevgilisi Cumhuriyet Gazetesi olmak üzere, küçümsenme, unutulma.
Bir veda yazısına yakışmayacak ama anmasam çatlayacağım. Gazetesinin Kitap Eki editörü Turhan Günay'ın bir iki kitaplı kimi "yazar kopyalarına" kapaklarını, sayfalarını açarken, otuza yakın esere imza atmış Gürhan Uçkan'a ait hazırlanmış dosyaları iki kez kaybedivermesi. Yılda bir kez geldiği ülkesinde, okuyucularıyla yegane göz göze gelebileceği anların, toplantıların duyuru ya da ilanlarının gazetesinin Ankara Baskılarında bile unutuluvermesi. Güzelim Pazar Yazılarının, diğer Pazar yazıları gibi haftalardır reklam benzeri nedenlerle çöpe atılması. Daha ne diyeyim? Renkli, boyalı medya, büyük yayınevleri ne yapsın Uçkan'ı?
Aslında bu satırları, onu tanıtmaktan çok insan yönünü vurgulamak için değerlendirecektim. Diyecektim ki...
Trenle binlerce kilometre yaparak İsveç'e gelen beni ve ailemi; bize söylemeden ağabeyini yalnızca iki gün önce İstanbul'da toprağa verip, alalacele yeniden dönüp Stockholm Garı'nda elinde çiçekle karşılamasını;
Ünlü İsveçli Çocuk Kitapları Yazarı Astrid Lingdren (Onun çevirisiyle 'Uzun Çorap Pippi') için ülkesinde yalnızca bir defaya mahsus basılmış çok sınırlı sayıdaki anı madeni madalyadan tümüyle rastlantısal olarak kurrayla kendine düşen örneği oğlum Arda'ya, "Bunu en iyi sen saklıyabilirsin" diye vermesini;
Kas gücüyle beş kıtada beş zirve yapıp, dünyayı dolaşma turundaki Erden Eruçla İsveç'te yaptığı röportaj ertesi kendisinden edindiği anı tişörtü, Erden'in arkadaşım olduğunu duyunca, röportaj orjinali ile birlikte bana göndermesini;
Cebeci'deki içindeki eski eşyaları ile birlikte boş korunan baba evine yılda bir kerecik beş-on günlük konukluklarında, apartmanın kapısında sabahları sürekli bulunduğunu gördüğü simitçi çocuk darılmasın diye, ilerideki simit fırınından aldıklarını özenle gazete kağıtlarına sarmasını;
Gece vakti Kurtuluş Sokaklarına dalan bıçkın taksiciye, "Kardeşim el ayak çekilmiştir ama sokak kedileri dolaşır belki, aman yavaş ol!" diye seslenmesini;
Çok sevdiği Ankarasının, çok sevdiği Atakule Sevilla'sında garsonlara kitaplarını armağan etmesini;
Bir Türkiye seyahatine denk gelen, tutkunu olduğu Milli Takımın naklen futbol maçını Cebecideki eski babaevinde kendi deyimiyle 'çakar almaz' siyah beyaz televizyonda izlemesine gönlüm razı olmayıp, onu birkaç kez evime davet ettigim halde gelemediğini; ancak gece maç başlarken beni arayıp, "aman içine dert olmasın, evdeyim ve bizim çakar almaz çalışıyor" sözlerinin doğru da yanlış ta olsa beni ne çok rahatlattını;
Annesi gibi hala korktuğu Gülsevil Ablasının her Ankaraya gelişinde onu "elinden tutup" yeni giysiler satın almasını onun da "altta kalmamak için" ablasına Net Piknik'te yayın tava ısmarlamasını;
Gazetesinde yayınlanan yazılarından kesip-sakladıklarımı her ay postaya verdikten sonra, eline geçtiğinde mutlaka beni telefonla arayıp teşekkür ettğini ancak bu kesiklerin içine kendi el yazımla birkaç satır not düşmediysem eğer, "Acelen vardı herhalde?" diye inceden sitemlerini;
Çalıştığı Stockholm Büyükelçiliğimizde, Diyarbakır Polis Müdürü Gaffur Okan öldürüldüğünde, görev yapan polis memurlarına haftasonu gidip başsağlığı dilediğinde polislerle birlikte ağlamasını;
Kızı Günseli'ye sevgisini, varlığıyla onu son yıllarında hayata bağlıyan oğlu Barış'ı, babasının traş olduğu Cebeci'deki yaşlı berbere götürebilmek için neleri göze aldığını;
Stockholm Farsta'daki evinde nice yalnızlıklarında sığındığı gölünü, İsveç Çevirmenler Birliği'nden yaşamının son aylarında kendisine verilen para ödülünü oraya davet ettiği dostlarıyla 'yaşayarak' paylaşmasını;
Anlatacaktım. Onu okuru olarak tanıdığım son sekiz senede, yılda birkaç gün görüşerek te, dostlarının, benim yaşamımın unutulmaz nice, nice anısına kaynaklık edebildiğini;
bu anıları /anları; özenle düşünerek, merak ederek, planlayarak, emekle ve sevgiyle yarattığını;
Bir "kaybeden" oyküsünü iyi yazabildim mi? Kedisiyle yalnız başına kira iki oda evinde ölüp giden bu koca adamın cenazesi bu Pazar Stockholm'den gelirken, orada kazananların neyi nasıl kazandıklarını size düşündürtebildim mi?
Çok uzak bir aleve uçan kelebek gibi
Bilmem sana mı uçarım canım, yangınına mı?
Kendi ellerinle hazırladığın o güzelim müzik kasetlerini dinlerken, radyoda senin sözlerinle bestelenmiş şarkılar, olur da bir yağmurlu, sarı yapraklı Ankara gününde çalıverirse,
olur da insanlığı ve insanlığımı merak edecek olursam,
Evden kaçar gibi çıkmak elbette bu fırtınadan kurtulduğum anlamına gelmiyordu. Bundan sonra her karşılaşmamızda bu konuşma daha çetin, dayanılmaz ve bezdirici olacaktı. Annem aklına koyduğundan çabuk vazgeçmez ve bana da rahat soluk aldırmazdı. Ama ortada tartışılacak bir evlilik veya nişanlılık durumu da yoktu. Annemi bu kadar korkutan şeyin ne olduğunu hiç anlamıyordum. Duygularımda benim bile anlamadığım bir şeyler olmaya başlamıştı. Evde geçen bu sevimsiz tartışmadan sonra o kadını eskisinden bile çok sevmeye başlamıştım. Onu eften, püften bir bahane ile bırakmayı aklımın ucundan bile geçirmiyordum. Annemin esas anlamadığı şey o güzel kadınla evlenmeyi istesem bile belki de o bunu kabul etmeyecekti. Henüz ilişkimizin durumu böyle bir teklifi ona götürmeme izin verecek durumda bile değildi. O kadın beni sahiplenmek, bir yastıkta kocamak derdinden çok uzaktı. Söylemiyordu belki ama beni sevdiğini biliyordum. Bu da bana yetiyordu.
Bir süreliğine bu kentten, bu sokaklardan kaçmayı istiyordum. Yıllık iznimin bir kısmını kullanarak kış ortasında tenha bir sahil kasabasına gitmeyi, evdeki gergin havadan kurtulmayı planlıyordum. Patronum hiç sorun çıkarmadan yıllık iznimin bir kısmını kullanmama izin verdi. Niyetimi o güzel kadına anlatınca "İstersen ben de seninle gelirim." dedi. Onunla bir sabah gün ışırken garajdan otobüse binip herkesten uzağa kaçtık. Nereye gideceğimizi daha önce kararlaştırmamıştık. Öylesine binip önce İzmir'e oradan da Fethiye yakınlarında küçük bir köye gittik. Kendimize portakal ve limon ağaçlarının arasında pansiyon ile otel arası bir yer bulduk. Kapısından girdiğimizde n elim ayağım zangır zangır titriyordu. Evlilik cüzdanı sorarlar, "Bayan neyiniz oluyor?" derler diye iyice gerilmiştim. Ayrı odalar tutmak, çalışanlardan gizli bir araya gelmeye çalışmak rezilce bir şey olabilir ve işin bütün tadını kaçırabilirdi. Neyse ki düşündüğüm gibi olmadı. Sadece kimlik bilgilerimizi otel defterine işleyip bize güzel bir oda verdiler.
Kaldığımız yerde harika bir sabah kahvaltısı veriyorlardı. Mevsim gereği hiç tatilci yoktu, balık boldu ve ucuzdu. Şansımıza yazdan kalma güneşli güzel günler denk gelmişti. Balık, şarap ve uzun yürüyüşler yaparak tatilin tadını çıkarıyorduk. O zamanlar cep telefonları daha yeni çıkmıştı. Şimdiki kadar yaygın değildi. Sevgilimin cep telefonu vardı ama ben henüz almamıştım. Zaten neredeyse telefonun çektiği yeri bulmak da imkânsız gibi bir şeydi. Keyiften ikimizi de geberten şiirlerden, şarkılardan güzel, baldan tatlı o kaçamak sevgilimin çalan telefonuyla bölünüverdi. "Kalın sesli bir adam azarlar gibi "Kızın ateşler içinde yanıyor. Sen nerelerdesin?"diyordu. Durum çok ciddi görünüyordu. Eşyalarımızı apar topar çantalarımıza doldurup bulduğumuz ilk arabaya atladık. Dönmek zorunda kalmamız benim canımı sıkmıştı ama başka yapılacak da bir şey yoktu. Ben o güne kadar sevgilimin zaten küçük bir kızı olduğunu bile bilmiyordum. Yolculuk boyunca ona hiçbir şey söylemedim. Hattı ona kızını bile sormadım. Sus pus oturarak dargın iki sevgili gibi geri döndük. Benimle geldiği, kızını ihmal ettiği için suçluluk hissettiğini düşünüyordum.
Yaşadığımız kente geldiğimizde gece yarısı olmuştu. "Ben Balıkesir'e gitmek zorundayım." dedi. Başka hiçbir şey söylemedi. Beraber garajın karşısındaki İstanbul karayoluna çıktık. Aramızda nedensiz, hiç anlamadığım karanlık kadar zifiri siyah bir gerginlik vardı. Ağzımı açsam yaşadığımız her şey yanmış gazete kâğıdı külleri gibi havaya savrulacaktı. Susmak beni delirtiyordu. Yarım saat kadar sonra onu bir otobüse bindirdim. Eve gidip, annemle karşılaşmak istemiyordum. Bir otele gidip yattım. Yaşadığım kentte bir otele gidip kalacağımı bana bir başkası söylese gülerdim.
Sevdiğim o güzel kadın tam bir hafta sonra geri döndü. Haberini alınca akşamı bile beklemeden evine koştum. Bana çok soğuk ve sanki suçluymuşum gibi davranıyordu. Onu otobüse bindirdiğim gece davrandığım kadar sabırlı olamadım. "Neden bana karşı bu kadar soğuksun?" deyiverdim. "Ne olur bana hiçbir şey sorma. Şu anda sorularına katlanamam. Biraz zaman ver. Aklımı toplamam lazım. Sonra ne istersen oturup uzun uzun konuşuruz ." dedi.
Eskisi kadar sık görüşemiyorduk. Onun nedense artık bana ayıracak zamanı iyice azalmıştı. Her gece olmasa bile yine birlikte sokağa çıkıyor, istasyona gidiyor, değirmende suyun ve cümbüşün nağmeleri eşliğinde çayımızı yudumluyorduk. Geceleri beni eskisi kadar evinde görmek ve sevişmek istemiyordu. Bunun geçici bir şey olduğunu, her şeyin düzeleceğini inatla ümit etmek istiyordum. Kafasını topladığı, her şeyi rahat rahat konuşabileceğimiz o zaman sabırla beklememe rağmen hiç gelmiyordu. Kızını ve telefon eden adamın kim olduğunu hiç konuşamadık. Fakat zamanla yeniden yakınlaşmayı da epey başarmıştık.
O güzel kadını öylesine çok seviyordum ki birçok şeyi duymazdan, görmezden, bilmezden gelmeye razıydım. Bahanelerine gözümü bile kırpmadan inanabilir, başka zaman sorun edebileceğim ayrıntılara gülüp geçebilirdim. Kızı hastalandığı için alel acele bitirip geri döndüğümüz tatilin üzerinden iki ay geçmişti. Bir hafta sonu birlikte İzmir'e gittik. İrciraltı'ndaki uçaklı parkın çimenlerinde keyif çatıyorduk. Birlikte güzel bir yemek yemiştik. Mevsim kışı biraz geride bırakmış, bahara dönmeye çabalıyordu. Havada, suda, ilişkimizde değil ama onun cep telefonunda yine bir tuhaflık vardı. İzmir garajına indiğimizden beri zırt pır çalıp duruyordu. Bir ara "Şunu kapatsan ne güzel olacak." dedim. Telefon her çaldığında tedirgin oluyordum. "Benim içimden de şunu kırıp atmak geliyor zaten." diye cevaplamıştı. Ama telefonunu kapatmamıştı. Birkaç kez benim yanımdan uzaklaşarak uzun uzun konuşmuştu. Her konuşmanın ardından yüzü değişiyor, o güzel günün keyfi yavaş yavaş azalıyordu.
Konuşmanın bir tanesindeki;
- Neredesin kızım sen?
- İzmir'deyim.
- Unuttun beni valla, unuttun.
- Unutur muyum, canım aaa,
- Ben de akşamüzeri İzmir'e geleceğim. Nerede olduğunu söyle. Alayım ordan seni…
- Gelemem, zaten akşama kalmadan dönerim.
- Dönme, bu gece İzmir'de kalırız hem.
- Kalamam, sonra konuşuruz. Ben sana anlatırım," şeklindeki diyaloglarını istemeden de olsa duymuştum.
Konuşma bitince yanıma geldi. Gözlerinin içine bakarak
- Bana anlatmak istediğin bir şeyler var mı?, diye sordum.
Sorum onu çileden çıkardı;
- Sana hesap vermek zorunda değilim" dedi.
- Elbette bana hesap vermek zorunda değilsin. Ama unutma ki ben seni seviyorum. Bu bizim her şeyi konuşabileceğimiz anlamına gelmez mi?
- Hayır, efendim gelmez. Beni sevmen için sana yalvardım mı? Tanışmak için ölüp geberen sendin unuttun mu?
- Hayır, unutmadım, bu sence benim hatalı davrandığım anlamına mı geliyor?
Geçen yazımda, Duke Ellington orkestrasını tanımaya çalıştık. Bugünkü sohbetimize Dorsey kardeşlerden başlayalım.
1905 doğumlu Tommy Dorsey trombone çalmaktaydı.Kardeşi Jimmy ile birlikte muhtelif orkestralarda çalışmışlar ve 1933 yılında ise kendi orkestralarını kurmuşlardı. Geçimsizlikleri nedeniyle ayrılan kardeşlerden Jimmy Dorsey, dans müziği çalan bir orkestra kurmuş ve bir hayli de meşhur olmuştu.
Tommy' ye gelince; orkestrasına aldığı davulcu Buddy Rich, tenor saksafoncu Don Lodice gibi virtüoziteye sahip müzısyenler sayesinde caza sağlam bir temelle girmişti.
Orkestranın dans müziği ve baladlarını ise, unutulmaz, benzeri olmayan Frank Sinatra karşılıyordu. Tommy, Onu, Harry James orkestrasından transfer etmişti.İşte üzerinde saatlerce konuşulacak ve sayfalar dolusu yazılabilecek bir müzisyen daha...... Frank Sinatra gerçek bir bariton sese sahipti. En büyük özelliklerinden birisi ise mükemmel telaffuz yeteneğine sahip olmasıydı.Bir 'evet' sözcüğüne bile tam anlamını verip, cazda önemin notaları okumak değil,
sözcükleri okumak olduğunun tam bir örneğidir Sinatra.... Onun hakkında çok şeyler yazıldı ve söylendi. O bir halk çocuğuydu. Haarlem' e beyazların girmesinin mümkün olmadığı bir devirde Sinatra' ya neredeyse karşılama töreni düzenleniyordu. Fakir müzisyenlere yardım etmesi ve sosyal adaletten yana olması nedeniyle de uzun zaman FBI tarafından takibedildi.
Bu denli popülariteye sahip bir müzisyen çok azdır. Neler dinleyelim Sinatra'dan demek istemiyorum. Eminim sizlerde mutlaka yaşamınızın muhtelif anlarında, Onun bariton sesiyle tanıştınız. Benim seçimime gelince; sayısını unuttuğum albümlerinin çoğunu dinlemişimdir. I've Got A Crush On you şarkısı ise en etkilendiklerim arasındadır. (Frank Sinatra - I've Got A Crush On you)
Gelelim bir başka orkestraya; 1909 Şikago doğumlu klarinet ustası Benny Goodman caz dünyasının temel kilometre taşlarından biridir. Kendi caz konsepti ile 1935-45 yılları arasında kurduğu "swing" orkestrasıyla devrinın en güzel müzik örneklerini vermiştir. 1945 lerde başlayan Bop akımını benimsememiş ve kendi çizgisinden ayrılmamıştır. Müzisyen seçiminde çok titiz olan Goodman, genç yeteneklere orkestrasında yer vererek, sonraları ünlü isimler olmalarını sağlamıştır.
Cazın halk müziği olmasını gerçekleştirmiş ve bu nedenle de gösterilen ilgi nedeniyle orkestraların altın devri başlamıştır. Meşhur Sing Sing Sing parçası (Hollywood Hotel filminden) davulcu Gene Krupa nın solosuyla günümüzde bile heyecanla dinlenmektedir. Yanısıra Cocoanut Grove, Goodbye, Clarinet a la King, Time on my Hands gibi caz tarihine geçmiş şaheserler mevcuttur. Benny Goodman, 1935-1942 yılları arasında, siyah orkestralara müzikal açıdan kafa tutan tek beyaz müzisyendi. Bulabildiğiniz her şeyi dinleyin derim Goodman dan… (Benny Goodman (1938) - Opus 1_2)
Caz sevenleri hop oturtup hop kaldıran bir orkestra da " Count" Basie orkestrasıydı. Basie 1904 doğumludur. Piano derslerini ilk önce annesinden almış, sonraları kendi orkestrasını kurarak 1984 yılında vefatına kadar gruplarının kalitesi hep birinci sınıf olmuştur. Basie nin caza katkılarına gözatarsak, iki önemli unsur görüyoruz:
Birincisi "orkestranın başı davulcudur" diyerek orkestrasına, efsanevi Jo Jones' u almıştır. İkincisi ise tenor saksafona önem vererek sayısını 2 ye çıkararak (bir ilk) yeni bir çığır açmıştır. Swing kavramının cazda ne kadar önemli olduğunu bilen Basie, tempo seçimine de önem vermiştir. Kendi piano soloları ritmik katkı için olduğundan, az notalı ve gevezelikten uzaktır. Diğer orkestralar şarkı kalıbına önem verirken, Basie, blues kalılıbına daha çok ağırlık vermiş ve cazın temel ilkesine de sadık kalarak, zamanı geldiğinde modernleşmesini bilmiştir.Orkestrasında, Lester Young, Don Byas, Lucky Thomson, Paul Gonsalves gibi " ağır top" saksafoncuları çalıştırmış olması da onun bu enstrümanı ne kadar sevdiğinin bir işaretidir.
1940 lı yıllarda, büyük orkestrayı çekip çevirme zorlukları başladığından, Count Basie de küçük formasyonlarla devam etti. Ama, 1984 yılında vefatına kadar, en iyi 3 orkestradan biri olma özelliğini hep korudu. En güzel albümleri " live " olarak 1956 da İsveçte yaptığı Shiny Stockings, 1978 Japonya konseri, Counter Block, Basie, gibi albümleridir.Bu arada Basie on Roulette isimli albümde de şarkıcı Sarah Vaughan' ın, Lover Man, There are Such Things, You go to My Hand yorumu çok güzeldir. Bir başka albümde, yine Sarah Vaughn'dan olağanüstü bir "April in Paris " dinleyebilirsiniz. (İleride, bu yeri doldurulamayacak eşsiz şarkıcıdan geniş kapsamlı olarak bahsedeceğim). Hani bazı sabahlar uyanırsınız ve canınız kıpırdamak dahi istemez yatağınızda. İşte o gün ilk işiniz, örneğin İsveç konser albümünü dinlemek olsun. (Sarah Vaughan, Dizzy Gillespie & his Orchestra (1945)- Lover Man)
Birden enerjinizin 100000 volta çıktığını hissedip, güne müthiş bir hızla başlayacaksınız. Mutlu olacaksınız.
Name-ül Arabia'nın külliyesine kaldığım yerden devam edeyim. Otel odaları meğerse aynı değilmiş. Grubumuzun 2 üyesine ( ki sanırım kendileri ya Prens ya da Kral yakini ) tahsis edilen oda, oda değil salon salomanje mübarek. Bir de yatak koymuşlar ki ortaya, yatak değil Kırkpınar güreş meydanı sanki. Görünen 3 yastık amma velakin 5 yastık bile sığar. Arabın fantezisi desem, değil, zira; ya dört eşi varsa ? Eh, anca sığarlar... Diğerlerimizin odaları ise; dü adet yek kişilik. Fantezi olarak sadece bir gece şu döşekte, diğer gece bu döşekte diye düşünebilirsin. Maksat; oda hizmetçisini bir garip meraka gark ettirmekse buyur sana eğlenebilirsin. Bizim oda hizmetçisi de sanki Hintli gibi. Zaten tüm pis işlerini Hint, Sudan, Pakistan gibi ülkelerden gelen insanlara yaptırıyorlar, elbette üç otuz paraya. Tır modeli yatağa sahip arkadaşlara da tavsiyem olmadı değil. Askerlik nöbeti misali yatarsınız artık dedim; 1-3 uykusu için sol cenaha, 3-5 uykusu ortaya, 5-7 uykusu da sağ cenaha ( Sen hiç hayal felan kurma haybeye; orta bölüme yan biçimde uzanırsan sola-sağa savrulmalarda herhangi bir tarafa göbüşünü rahat rahat sığdırırsın. No risk no fantezi yani ! ).
Arabın otelinde kahvaltı hesaba dahil değil, cebimizden ödeyecekmişiz. Uygun bir yer öğrenene kadar kahvaltı başına 40 Riyal bayıldık ( Madem açtık parantezi; parantez içi bilgisi olarak dönüşüm katsayısını 0.4 YTL kullanacağını belirteyim... 16 YTL buldunsa doğru cevap, aksi takdirde haftaya telafi sınavı ve parantez kapanacak ). İşyerimizin yakınında akşam yemeği yediğimiz yerde kahvaltı fiyatının 20 Riyal olduğunu öğrenince, elveda otel kahvaltısı dedik. Noafura gibi bir ismi vardı ama ben Open 24 hour bölümünü sular seller gibi ezberlemişim. Lokantada bir de Türk vardı, sabahleyin bize en kralından kırmızı domateslerden söğüş yapıyordu ( Diğer domatesler ilginçtir ki bunca güneşe karşın pembeden öte kızarmamakta direniyordu ). Herhangi bir işyeri açabilmenin gerek ve yeter şartı kendine bir sponsor Arap bulmak ve en az %51 hisseyi ona bindirmek. Aksi takdirde Arabia sana bindiriyor. Bir de; tüm çalışanları Türk olan bir fast-food lokantası var, ismi Mama Noura ve mama bildiğin mama. Bu lokantayı da genellikle çalışmakla geçen ve namaz vakti sokaklarda dolaşmamak için ( ki istesen de dolaşamazsın ! ) kullandık. Aramızdan birileri sağolsunlar gittiler, aldılar ve getirdiler. Bir kez akşam yemeği için gittik ve Türkçe sipariş vermenin keyfini çıkardık. Tarafımızca test edilip onaylanan yemekleri; bizim dürüme benzeyen Etli veya Tavuklu Şavurma, Felafel, Kaşmir Pirinçli ve Safranlı Pilav, Labneli Pide ve Humus oldu. En beğenilen ise hiç kuşkusuz; bidonla aldığımız ve çeşitli karışımları deneme fırsatı bulup, tadına doyamadığımız meyve sularıydı. Ananas, Havuç, Portakal ve Nar. Kısaca; sana rejimini sürdürebileceğin tek bir lokma bile bulamadım. Ben; "Rejim" dedikçe taşa tuttular, "recim" diye anlarlarmışlar meğerse ! İnanmayacaksın belki ama; "La Havle" deyip durdum bilmukabele mealinde...
Dönüşümden bir gece öncesi; Arap dostlarımız tarafından akşam yemeğine davet edildik. Tıka basa karnımızı doyuracaklar nasılsa diye de kahvaltı üzerini pas geçtik. Havaalanına yakın biryerlere götürdüler, Tamarrah yolu muydu neydi adı bilemedim şimdi. Gele gele bir büyük bahçeye geldik, ortada tek bir masa görünmüyor, lokanta nerede Haci ? İki üç basamak yükseltiye sahip betonlar üzerine çadırlar yapmışlar, içlerinden birine daldık dalmasına ama halıyı ve Arap dostları izleyince ayakkabıları eşikte çıkartmanın farz olduğunu anladık. Çadırın içinde ve kenara bölgelere yer minderleri döşenmiş, attık kendimizi minderlere bir deniz bir de çakkıdı çukkudu eksik bizim minderli Beach'lerden. Dostumuz televizyondan bir de dansöz müzik ve klibi bulunca; "Ahan da, ortaya dansöz felan mı getirecekler acaba ?" sorusuna paralel "Keşke Cem Al-Edi'de burada olsaydı" diye iç geçirmişim. Haybeye hayıflanmışım ki; ortaya getire getire "Nargile" getirdiler. Başladık fokurdatmaya yemek vakti çorba niyetine. Ben diyeyim yarım saat sen söyle bir saat, ne gelen var ne giden yemek adına. Ana yemek niyetine biraz daha baktık nargile hazretlerinin tadına. Anlaşılan yemek mafiş Arabın çadırında, öyleyse tatlıdan önceki yemeği adı da nargile fırında. Madem bu adamlar hırt, çekelim nargileden bir fırt tatlı niyetine derken çadırın kapısı açıldı ve tepsi tepsi yemekler geldi. Geldi gelmesine de ekip bağdaş kurma özürlü yer sofrasında. Kimi yatarak, kimi eğilerek iki büklüm, kaşıkladık karışık etlerle süslenmiş safranlı pilavı kahkahalar arasında...
Tam bir hafta sonrasında gecenin tam ortasında uçaktaydım.
"Riyadh'ın en güzel tarafı İstanbul'a dönüşü" dedim kahvaltı servisi yapan hostese. Soru işareti biçiminde gülümsedi :
"Ne kadar oldu ?" dedi,
- "Bir hafta ama Kırmızı'yı özledim" dedim,
"Merlot ?" dedi yine soru işareti soru işareti,
- "İyi seçim ama ya lastik patlarsa ?" diye karşı soruyu sordum,
"Merak etmeyin, iki de stepne getiriyorum" dedi,
- "Şükraaan" dedim uzata uzata, nasılsa Arapça'm sular seller misali,
"İşte bunu bilemediniz, ismim Türkan olacaktı" dedi,
- "Üç Merlot bitince nasılsa yine Şükran diyeceğim" dedim,
"İyi uçuşlar" dedi...
Uçmuşum... Külliyen hem de...
anıklaH ellahaM mirede malaS neb emte temhaz neS
(İlk Oynanış: Ocak 2001) Yazan: Pierre Barillet ve Jean - Pierre Gredy Türkçesi: Asude Zeybekoğlu Rejisör: Serpil Tamur Dekor-Kostüm Tasarımı: Şirin Dağtekin Işık Tasarımı: Önder Arık Dans Düzeni: Nil Berkan
2001 (5.) Afife Tiyatro Ödülleri
En Başarılı Komedi Kadın Oyuncusu
Başarılı bir diş doktoru olan Julyen kendisini olası bir evlilikten korumak adına sevgilisine "evliyim ve üç çocuk babasıyım" der. Oysaki asla evlenmemiştir. Ancak böylelikle sevgilisi Antonia, onunla evlenme talebinde bulunamaz ve Julyen' da eşinin yanında olduğu yalanını söyleyerek rahat rahat çapkınlık yapabilir. Julyen' un açık sözlülüğü, Antonia' nın çok hoşuna gider, önceki ilişkilerinde bulamadığı dürüstlüğü bu evli adamda bulmuştur. Yine de Julyen' in, eşine (çapkınlık turlarına) kendisinden daha çok vakit ayrılmasına dayanamayan Antonia, intihara teşebbüs eder. Bu teşebbüs Julyen' i tetikler ve hayatını kendi uğruna feda edebilecek bu kadınla evlenmek ister. Ancak Antonia mutluluğunu, terkedilmiş bir üç çocuk annesinin mutsuzluğu üzerine kurmak istemez, bunu kendine yakıştıramaz. Julyen sevgilisini ikna edebilmek uğruna, yalanına yanında çalışan hasta bakıcısı Stephane' yi de karıştırır. Olaylarda git gide karışır.
Oyunun bence en hoş yanı ile başlayalım işe; sahnede tüm oyun boyunca duran "Kaktüs Çiçeği" ile. Oyun güzel bir konuya değiniyor aslında, gerçekte yanı başımızda duranları görmeyip mutluluğu hep uzaklarda arayışımıza. Bu fikri desteklercesine, sahnede tüm oyun boyunca duran "Kaktüs Çiçeği"ni birçok izleyen aslında oyunun finalinde fark ediyor.
Aşk için söylenen yalanları, farkında olmadan sevmeyi, her sabah onu görmeyi, her sıkıntınızda yanınızda olduğunu bilmeyi, sevdiği yemekleri, zevklerini… Bir insanı sevmeyi gösteriyor bu oyun bize. Sevginin nasıl öyle "oluştuğunu, büyüdüğünü" sevdaların nasıl fedakarlıkları büyüttüğünü, sevdiğinden vaz geçmeyi, "sevdiğimin sevdiği sevilmez mi?"yi gösteriyor.Aşk uğruna söylenen yalanları ve yalanların içinden sıyrılıp geçen aşkı anlatıyor bu oyun.
"Kaktüs çiçeklerini bilir misiniz? Çoğu kaktüs çiçek vermez, vereni de pek seyrek uzun seneler sonrasında, aşk da öyle aslında, her zaman çıkmaz karşımıza. Öyleyse bir kaktüs çiçeği görünce, elimize batan dikenlere inat o çiçeği tutup ona sarılmamız gerektiğini unutmayalım" diyor bu oyun her satırında. Satır aralarını okumayanlara buradan duyrulur!
Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz. http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp
Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 7.563 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Cevapsız soru kalmayacak sloganıyla yola çıkan cevapla isimli bir web sayfası var. Öncelikle bir soruya cevap vererek işe başlıyorsunuz. Verdiğiniz her cevap karşılığında size bir soru sorma hakkı veriyor. Örnek olarak http://www.cevap.la/addanswer.php?q_id=2783 kısayolundaki soruyu cevaplayarak işe başlayabilirsiniz. Cevabınızı yazıp cevapla butonuna tıkladığınızda size bir soru sorma hakkı verilecek. Sorunuzu ve alt kısındaki alana mail adresinizi yazarak sor butonuna basınca kendi sorunuzu da kaydetmiş oluyorsunuz. Sorunuza verilen cevaplar doğrudan vermiş olduğunuz mail adresine geliyor.
İnternet üzerinden TV ve Radyo kanallarını online olarak izleyebilmenize olanak sağlayan bir web sayfası http://www.izle.tv/ Alt bant üzerinde "sitene TV player ekle" ve "Sitene Radyo player ekle" kısımlarını web sayfası sahiplerine özellikle tavsiye edebilirim. Sadece tv ve radyo değil gazetelerle ilgili bilgilere de ulaşabilirsiniz.
Yoga denildiğinde aklınıza ne geliyor? Sessiz ve sakin bir ortamda tek başınıza bağdaş kurup düz bir zemine oturmak. Ellerinizi yanlara doğru açıp, avuçlarınız açık durumda ama başparmaklarınız ile orta parmaklarınızın uçları birbirine hafifçe temas edecek şekilde durmak. Sırt dik, gözler kapalı ve aklınızda deniz kıyısında olduğunuzu düşünüyorsunuz. Dudaklarınız kapalı olduğu halde "ımmmmm" gibi genzinizi gıdıklayan bir ses çıkarıyorsunuz. Sizce bu yoga mı? http://www.lifetimetv.com/reallife/health/wellness/yoga/ web sayfasına girip yoga hakkında bildiklerinizi unutmayı ve belkide hiç bilmediğiniz yeni şeyler öğrenmeyi denemenizi tavsiye ediyorum.
Yıllar geçsede genç yaşlı, bilgisayara meraklı her bireyin en az bir kez oynadığı bir oyun vardır Prince of Persia http://www.gamespot.com/promos/princeofpersia-game/flash/ web sayfasında bu oyun yine sizleri bekliyor. Oynamayan kalmasın.
http://www.tipyazilimlari.com/ Kahveci dostlarımızdan Fatih Çakırca yönetimindeki bir yazılım sitesi. “TIPYAZILIMLARI”, GSS (Genel Sağlık Sigortası) ve SSK W-ELF (Web Elektronik Faturalama) sistemleriyle birlikte INTERNET uygulamaları, yenilenen “TIPYAZILIMLARI” Hastane Bilgi Yönetim Sistemleriyle sizleri bekliyor.
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.