|
|
|
21 Aralık 2006 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Sille-i Millet!.. | Merhabalar,
Hergün olmasa da iki günde bir şu bizim siyah kurdelenin neden orada durduğunu soran mesaj alıyorum sizlerden. Başsağlığı dileyenler, bu kadar yas tutmanın fazla olduğu konusunda eleştirenler de çıkmıyor değil. Sanırım aranızda onun rengi şaşmış bir süs olduğunu sananlar da vardır. Tabi ki gerçek bunlardan hiçbiri değil. O kurdelenin oraya ne zaman takıldığını bilenler anlamını da hatırlarlar. O siyah kurdele, 17 Mayıs 2006'da Danıştay'a yapılan baskında öldürülen Mustafa Yücel Özbilgin'e ithaf edilerek 18 Mayıs'tan itibaren kullanılmaya başlanmış ve o katil meczuba dolaylı ya da dolaysız cesaret veren zihniyetin elebaşıları AKP ve Tayyip Bey yönetimden gidene kadar da kaldırılmayacaktır. Demokrasi adına Çankaya'ya haremini taşımaktan bahseden, sanki Cumhurbaşkanı adaylığına karşı çıkılmasının tek nedeni Emine Hanım'ın türbanıymış gibi pişkinlik yapıp bundan nemalanmaya çalışan bir zihniyetten kurtulana kadar o kurdele orada kalacaktır.
Gündem CHP'nin sine-i millete dönmesine düğümlendi kaldı. Oysa teknik olarak bu işin olanaksız olduğu gün gibi aşikar. Bu konuda ki kararlılık sadece meclis içi muhalefetin gücünü göstermesi açısından yararlıdır, söylemeye de devam edilmelidir. Ama bu konuda asıl görev bizlere, yani sıradan insanlara düşmektedir. Elimize geçen her fırsatta, demokratik çerçevede kalmak kaydıyla, uyarı görevimizi yerine getirmeliyiz. Yani sine-i millet belki zor ama sille-i milleti hükümete ve Tayyip Bey'e hissettirmek elimizde. Sillenin şiddetini de yiyenin algılama gücü belirleyecektir elbette.
Teknik sorunlara daldım gündem hakkında ağzıma geleni söyleyemedim içimde kaldı. Bu nedenle birkaç kelam etmek zorunluluğunu hissettim. Oysa sorunumuz aynen devam ediyor. Çözümleri denemeye devam ediyorum. Umarım birinden biri derdimize merhem olur. Neyse, gelin şimdi sevgili Ferda'nın isteğini yerine getirelim ve Alan Parsons Project dinlemeye devam edelim. Eye In the Sky. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Gülümse'nin Dilinden : Gülcan Talay Mutluluk Sokağındaki Kız -5- |
|
V. Bölüm
Telefon çalınca kalbi heyecanla atmaya başladı. İnşallah odur, diye geçirdi içinden.
- Efendim.
- Merhaba Levent. Bugün için özür dilemek için aramıştım. Telefonda sana haksızlık ettim. Canım sıkkındı biraz.
- Önemli değil Aylin. Özür dilemene gerek yok.
- Kırılmamış olmana sevindim. Bu arada yanılıyor olabilirim ama sanırım arkadaşın Metin benim karşımdaki apartmanda oturuyor. Ben de az önce fark ettim. Cama doğru bakıyordu.
- (Levent bir an ne diyeceğini şaşırdı. Sonra durumu toparlamaya çalışmak istedi ama bu daha büyük hata olacağından doğruyu söyledi.) Şey, nasıl desem? Biz Metin ile birlikte yaşıyoruz. Seninle komşu olduğumuzu ilk karşılaştığımız gün fark ettim. Metin' in bir suçu yok. Ben söylemek istemedim ilk başta. Az önce de senin için endişelendiğimden ben istedim sana bakmasını. Ama seni göremediğini söyledi.
- (Aylin afallamıştı. Bir belaya daha mı bulaştım diye düşünmekten içi kabarmıştı.) Böyle bir şeyi nasıl yaparsın, anlamıyorum? Senin farklı olduğunu sanmıştım. Beni düşündüğünden de olsa, beni izletmen çok çirkin.
- Lütfen Aylin. İnan kötü bir niyetim yoktu. Bana izin verirsen her şeyi anlatırım sana. Gelebilir miyim yanına?
- Hayır. Şu an yüzünü bile görmek istemiyorum. Kapatmak zorundayım.
- Aylin..!
- …
Aylin paniklemişti. Neden hiç doğru insan çıkmıyordu karşısına. "Allah'ım ne günah işledim ben" dedi. Durumun ne olduğunu anlayamamıştı Serap. Aylin' i sakinleştirmekle meşguldü. Sürekli sakin olmasını tembihliyordu.
- Her şeyi mahvettim Metin. Elime yüzüme bulaştırdım. Şimdi benden nefret ediyor. Neden sakladım ki sanki.
- Konuşur hallederiz. Seni anlayacaktır.
- İstemedi, ama ben böyle elim kolum bağlı duramam. Kalk hadi, Aylin' e gidiyoruz.
Levent arkadaşını da peşi sıra sürükleyerek koşarak indi merdivenleri. Az daha düşecekti. Aylinlerin apartmanına girdiğinde, el yordamıyla duvardaki düğmeyi bulmaya çalıştı. O sırada Metin yaktı ışığı ve arkadaşının koluna girdi. Üçüncü kata çıktıklarında kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Geri dönemezdi artık, bugün halletmeliydi. Ya onu ilelebet kaybedecekti ya da geri kazanacaktı… Kapıyı vurdu.
- Sana gelmemeni söylemiştim.
- Lütfen içeri girmeme izin ver Aylin.
- Sakin ol Aylin, izin ver de anlatsınlar. Sonra karar verirsin. (Serap ile Metin birbirine hayran hayran bakıyorlardı. Aylin Serap' ı dirseklemese uzun süre öylece kalabilirlerdi.)
- Tamam, ama çok kısa.
- Teşekkür ederim.
Levent ile Metin dar bir koridordan geçerek salona girdiler. Koridor boyunca duvarda asılı tablolar bir sergi salonunu anımsatıyordu. Metin resimlerin altındaki imzadan Aylin tarafından çizildiğini anlamıştı. Hepsi çok güzellerdi… Geniş salonda az eşya vardı. Fazla incik boncuk sevmediği kesindi. Oldukça sade döşenmişti. Sağ duvarda geniş bir vitrin önünde bir masa, sol tarafta koltuklar vardı. Metin ile Levent üçlü kanepeye yan yana oturdu. Bir mahkeme salonunda ifade vermeye hazırlanan sanıklar gibiydiler. Aylin ile Serap da tam karşılarına oturmuşlardı. Aylin bacak bacak üstüne atmış ve kollarını göğsünde kenetlemişti. Bir yandan üsteki bacağını sabırsız bir şekilde sallıyordu. Levent derin bir nefes çekip anlatmaya başladı.
- Seninle ilk karşılaştığımız gün, sen gittikten sonra Metin ile bir kafede oturduk bir süre. Eve dönerken seni karşımızdaki apartmanın kapısını açarken gördük. Metin seslenmek istedi, ama ben o günün büyüsü bozulmasın diye seslenmek istemedim. Daha sonra mutlaka öğrenecektin zaten. Seninle karşılaştığımız gün içime büyük bir yangın düştü. İlk defa aşık oluyorum ben. Saçmalamam da bundan. Aslında benim iki gözümde de yüzde elli görme kaybı var. Bu yüzden genelde insanların yüzünü ve cisimleri çok az görüyorum. Bunu öğrendiğinde benden uzaklaşacağını düşündüm o yüzden bir yalanın içine girdim. Metin benim gözüm gibidir. Ben uzaktan seni göremeyeceğimden, Metin camdan sana bakıyordu. Bugün sana görünmeden evden çıkmayı bu şekilde başardık. Hatta daha önce bir iş görüşmesinde kullandığımız bir alet vardı. Uzaktan Metin beni yönlendirebilsin diye. Bugün kafe de kulağımda fark ettiysen, kulaklık gibi bir alet vardı ya, o telsiz gibi bir şeydi. Metin beni duyamıyor ama ben onu duyabiliyordum. Bugün kafede uzaktan bize bakıp, paniklediğim anlarda sesiyle beni yönlendirdi. Çok utanıyorum yaptığımdan ama gerçek bu. Başka yalan yok inan. Çok çocukça ve büyük bir hata olduğunu biliyorum. Seni kaybetmek istemediğim için yaptım. Lütfen inan bana.
- (Aylin, bir an durdu düşündü. Sonuna kadar dinlemişti.) Şu an için ne diyeceğimi bilemiyorum. Bu kadar yalan ile başlayan bir arkadaşlık nasıl devam edebilir onu da bilmiyorum. Kendimi bir komplonun içinde gibi hissediyorum. Bu şaşkınlığı atlatmama izin ver. Şunu bilmeni isterim sadece. İnsanları eksikleri ile değil, karakteri ile değerlendiririm. Bu yüzden çok iyi görememem benim için önemli değil. Şu anda anlattıklarının da doğru olduğundan ve içtenliğinden eminim. Yine de söylemiş olduğun yalanlarını hazmedebilmem zaman alacak.
- Umarım beni anlarsın Aylin. İnan bana sana kötülük etmek için yapmadım.
- Biliyorum.
Serap ile Metin sanki başka dünyada gibiydiler. Arada kulak kabartsalar da yanı başlarındaki konuşmalara, genelde baş başa gibiydiler. Bu yüzden Serap kendisine gelebilmesi için Aylin' den ikinci bir dirsek yemek zorunda kaldı. Levent, Aylin' e kendisini dinlemesi için fırsat verdiği için teşekkür ederek kapıya doğru yönlenirken, Metin ile Serap tanışmalarının memnuniyetini bildiriyorlardı birbirlerine. Aylin her ikisini de mesafeli bir tokalaşma ile uğurladı kapıdan. Serap ise çok mutluydu.
Devam edecek…
Gülcan Talay
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
KAHVE-TUR : Cem Polatoğlu |
12 EYLÜL ÇOCUĞUYUM
1977. iTÜ Gemi inşaatı fakültesini kazandım. Babamın vefatının henüz 40’ı dolmamış. Ben Ankara ana kucağından İstanbul cehennemine geldim. Sağ-sol çatışmalarının en yoğun yaşandığı dönem. Okul kayıt işlemleri tamam. Kalacak yer de buldum. TCDD Sirkeci Öğrenci Yurdu. 12 kişi bir oda (koğuş) dayız. Okul ise Gümüşsuyu’nda. Gidiş otobüsle Taksim. Ama dönüşte rota; otobüse para vermemek ve de eğlence olsun diye Beyoğlu, Galatasaray, Zürafa sokağına bir göz atıp, Galata köprüsü ve Sirkeci. İlk geceler Sirkeci öğrenci yurdu civarı yaptığım “çevre tanıma” gezileri istanbul’un diğer yüzünü erken tanımama vesile oldu. Gözüme çarpanlar; “telefon kulübesinde” kadın, ara sokaklarda döviz, kaçak sigara ve uyuşturucu pazarlayan tacirler ve sanki bir yere yetişecekmiş edası* ile önünden hızla geçtiğim o zaman ki Sirkeci 1.Şubeden (Sansaryan Han) gelen bağırışlar.
*Nedenini daha sonra algıladığım, büyüklerimizden ilk öğreti de “asla polisin gözüne bakma”
Yurtta, hafta içi sabah ve akşam yemekleri var. Yemekten sonra ağabeylerimiz iki saat mecburi “etüd” adı altında siyasi eğitim veriyor. Anlamıyorum birçok kelimeyi ve cümleyi. Proleterya, komün, oligarşi, ajite, burjuva, lümpen, emperyalizm, ajan provakotör v.s. Aptal, aptal dinliyorum. Ama herkes anlıyor gibi baktığından ben cesaret edip soramıyorum bu her cümlede iki, üç tanesi kullanılan kelimelerin anlamını. 3. haftada elime kalın bir kitap (Kapital) tutuşturdular. “Oku bunu! Haftaya tartışacağız seninle kitabı”. Her akşam okuldan gelir gelmez kitabı açıyorum. 1., 2. sayfa... Boğuluyorum. Anlamıyorum. Bitmez tükenmez ağır cümleler. Anlaşılmaz kelimeler. Offff. Bitirmeliyim bu kitabı. Bitirmeyi bıraktım, anlamalıyım. Onu da bırak bir de tartışmalıyım... imkansız... Henüz, bu hafta başlayacak vize imtahanı için derslerimi dahi çalışamamışım. Bu kitap okuma işi de nereden çıktı şimdi? Kitabı yanıma aldım. Gündüzleri de anfide kitabı çalışıyorum ders dinlemek yerine... Geceleri masada çökene kadar kitabın başındayım... Olmadı.. dörttte birini dahi bitiremedim kitabın. Vakit doldu. “Etüd” zamanı; Abilerim sordu. “Evet Cem. Anlat bakalım”. Ehh.. şeyy. bitiremedim. Dersler v.s. ... “Peki sana bir hafta daha müddet. Haftaya hazır ol. Yoksa yaptırım uygulamak zorunda kalacağız”. Yaptırım mı? Ne gibi yani?... Hani ortaokulda kimya dersinde falan kötü gidersek özel hoca tutardık ya. Acaba bunda da olur mu öle bişi acaba? Olur valla. Gittim kendime yakın bir ağabeyime. Dedim. Sen okumuşsundur. 1) Kitabı özetle. 2) Bana bi sözlük yapmama yardım et. Ohhh beee... Yırttık. Etüd zamanı. Başladım ezberlediklerimi anlatmaya. Her cümleye “bu anlamda, son tahlilde, somut durumun somut tahlili” diye başlayıp, sözlükten de 2 değil 3-5 kelime sıkıştırarak harika bir sunum yaptım. Ben bile kendimi alkışladım sonunda. İlk imtahanı geçmişim. Şimdi sıra pratikteymiş. “Pratik?” o da nedir ya? Yazıya çıkacaksın!.. Yani duvar yazısı yazma görevi. Ne yazcaz? “Kahrolsun Oligarşi” “Emperyalizme Ölüm”... İyi de abisi, ben daha bunların tam anlamını bile bilmiyorum. Ne yazması. Zaten okuyoruz, duyuyoruz. Duvar yazısı yazanları ya karşıt görüşlüler “zımbalıyorlar” ya da polisler yakalayıp, yakın yer sirkeci Sansaryan Han’da bağırttırıyorlar. 1.Şubenin önünden gelip geçerken hep merak ettim insanların neden bağırdıklarını. Ama yaşayarak öğrenmeye hiç mi hiç niyetim yok.
Ertesi gün eşyalarımı da alarak yurttan ayrıldım. Geçici olarak Harbiye’de bir arkadaşımın evine yerleştim. Henüz 3.gün. Polis bastı. Apartmandan şikayet gelmiş. Örgüt evi imiş orası, biz de örgüt üyesi. İşin komiği diğer 2 arkadaşım benden beter “burjuva” Vizyonda hangi film varsa giyim, kuşam, saç aynen filmin jönü. O günler “Saturday Night Fever” vizyonda, John Travolta ise başrolde. Arkadaşlarımın, bırakın “favorileri” nin çenelerine kadar sarkmasını, yürüyüşleri bile dans eder gibi. Tabi polis abiler hemen anladılar “örgüt üyesinin hangimiz olduğunu”... 1 Haftalık zorunlu ikametin ardından “pekişmiş” olarak Sirkeci’de ki yurduma döndüm. Yerim bana kelimelerle hava atanları. Yürüyüşüm bile değişti. Kıdemli olmuştum artık. Bir saygı bir saygı... Sakal bile bıraktım. Kasket, tespih ve yeşil kapşonlu parka ile imajımı tamamladım. Ağır abi durumları yani. 12 kişilikten, 4 kişilik odaya terfi oldum. Neden içeri girdiğimi de detaylı olarak anlatmanın gereği yok. Kimse de sormaya cesaret edemiyor ayrıca.. Bu adam ufak işlerle uğraşmıyor diye düşünseler gerek, bırakın yazıya çıkmayı, bir kere dahi etüde katılmamı istemediler. Yanaşıp ağzımdan laf almaya kalkanlara en bi gizemli halimle ve küçümseyerek, “Hadi herkes işine” bakışımı kullanıyorum.
Öğrenim gördüğüm Gemi İnşaatı Fakültesi’nde, sadece bir kız öğrenci vardı. Bu nedenle kız öğrenci yurtları yakınlarındaki kıraathaneler okul çıkışı en uğrak yerlerimizdi. Birgün kıraathanede kız arkadaşlarımızı beklerken büyük bir kavga çıktı. Mesele kız kavgası. Kaldık arada. Kapılar tutuldu. Polis geldi. Aldı hepimizi. Haydii.. Fişlendik ya. Bir beni ve 2,3 çocuğu alıkoydular. Kıdemim gitgide artıyordu. Öğrenci Yurduna dönüşüm muhteşem oldu. Hani mümkünü olsa, yurtta 4 kişilik odadan bu kez “kral dairesi”ne terfi edeceğim.
Yaz ayı, staj ayı. Tedbili mekanda ferahlık vardır. Ablamlar İzmir Aliağa’da çalışıyorlar. Ben de Karşıyaka Tersanesi’ne yazıldım staj için. Hıdrellez zamanı. İzmir’de bir başkadır Hıdrellez. Eğlencesi, Rituelleri ile yaşamaya değer. 3 erkek, bir kız arkadaş eğlenceye dalıp, kız arkadaşın öğrenci yurduna giriş saatini (Kadifekale Kız Öğrenci Yurdu) atladık. Bırakmak olmaz. Sokağa çıkma yasağı da var. Girdik bir meyhanenin bahçesine: Banklarda karşılıklı oturuyoruz sessiz sessiz. Bir hışırtı duyup kafamı kaldırdım. Bekçiler. O zaman geceleri sokaklarda bekçiler vardı. Silahları doğrulttular. Kalkın! N’apıyordunuz lan burda? Bööle bööle. Anlattık. Hele gelin bakalım. Aldılar bizi boş bir araziye. Kızı ayrı bir köşeye bizi ayrı bir köşeye. İnandılar “anarşist” olmadığımıza. Ammaaa. Hanginiz ulan bu kızın sevgilisi? Açın ellerinizi.. KÜÜÜT. Bacaklara KÜÜT... Sabaha kadar. En çok da bana. Kız benim karşımda oturuyormuş da, Benim tipim onun sevgilisi gibi görünüyormuş. Onla yatıyor-kalkıyor muymuşum. Kız bakire miymiş? Konuşşş. KÜÜT.. Gün doğarken bizi serbest bıraktılar. Sabah, arkadaşımızın babası olan Cumhuriyet Savcısına olayı anlattığımızda “bundan bişi çıkmaz” demesi beni elimden, bacaklarımdan daha çok acıtmıştı. Hala avuçlarımda ve bacaklarımda cop patlağı izleri durur.
Dönem başı yine Sirkeci Öğrenci yurduna döndüm. Avuç ve bacaklarımda ki izler, apoletlerde bir yıldız daha eklemişti sanki. Bacaklarımda ki izler gözüksün diye sabah akşam yurtta şort giyiyorum. Eller zaten meydanda. Gözlerden okuyorum. Len helal olsun. Ne yaptıysa adam. Baksana gördüğü işkenceye. Yine de dimdik ayakta.
O sene dönem sonu gelmeden İTÜ’ nün kendi yurdu açıldı. Adı, Abdi İpekçi Öğrenci Yurdu. Maçkada. Nişantaşına 2 adım. Tam benlik. Cafeler, Butikler, Şık hatunlar... Yazıldık hemen. Odalar 4’er kişilik. Hem sınıf arkadaşlarımdan da çok kişi var orada. Bin kişilik bir yurt. Orada da iki günün biri “etüd” var ama o kadar kalabalık ki. Bize “eğitim!” anlatılırken dahi çaktırmadan arkada pişti oynayabiliyoruz. Ancak o ne. Yurt her gece kurşunlanıyor. Yurttan vurulanlar, ölenler dahi oldu. Örneğin yan odada ki Suriyeli bir çocuk. Hiçde bu işlerle alakalı olmayan biri. Bir akşam odadayız “ağabey” lerden biri girdi odaya. “Nöbet sırası sizde” dedi. Ne nöbeti? Kimimiz en üst katta, kimimiz dışarıda nöbet tutacakmışız. Olası “düşman” saldırısına karşı gerekli birimleri uyarmak için. Haydaa. Benim nekadar “kıdemli” bir adam olduğumu bilmiyorlar ki bu yurtta. Yoksa bana böyle “ufak tefek” işler yaptırırlar mıydı? Nitekim açılalı bir sene dolmadan yurdumuz “tadilat”a, okulumuz boykot’a girdi. Bir sonraki sene (1980) Topkapı Atatürk Öğrenci Yurduna geçtik.
Burada bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim. Yurt 3 bin kişilik. İç tarafta bulunan tuvaletlerin lambaları, odalardakiler patladıkça yer değiştiriyor. Yani tuvaletler zifiri karanlık. Hepsi “Alaturka” zaten. Yani hacet ederken bile hizayı tutturup tutturamadığımızı ancak “şlop” sesinden anlayabiliyoruz. Pisuvarları ise kimse kullanmıyor. Direkt büyük tuvaletler kullanılıyor. Çünkü hizalama derdi yok. Neyse. Sıcak su haftada bir veriliyor. Biz birkaç arkadaş, dışarıdan gelen ışıklar yardımı ile girişteki lavabolarda çamaşır yıkıyoruz. Filistinli sınıf arkadaşım Mehdi; büyük hacetini gidermek üzere ilk baştaki tuvalete girdi. Hani, biraz ışık gelsin diye de kapıyı açık bırakıp bizi nöbetçi kıldı. Bir ara ufak hacetini gidermek amacıyla hızla içeri giren bir delikanlı bizim hyooop durrr dememize fırsat bırakmadan içeri daldı. Tuvaletten gelen glup, hılk sesleri üzerine de aynı hızla dışarı kaçtı. Offf. Mehdi’yi düşünüyorum. Tam karşısında ışığını kesen bir siluet, Kafa hizasında bir uzuv. Suratına nişanlanan sidik. Nutku tutuldu adamın zaar. Yarım türkçesi ile “Kimdi ağzıma s...n herif?” diyerek sırılsıklam dışarı çıkan Mehdi’ye gülmekten cevap dahi veremedik.
Aradan birkaç gün geçti. Yurttayız. Sabaha karşı büyük bir gürültü ile uyandık. 12 Eylül. Yurdun içi jandarma ile dolu. Bahçeye dizildik teker teker. Akşama kadar sürdü aramalar. Aman Allahım. “Bu sefer nasılsa tombala bana vurmadı” dedim..de. aynı akşam yabancı bir arkadaşa derslerinde yardımcı olabilmek amacı ile kütüphanedeyim. Jandarma bastı. Pankart asılmış kütüphanenin kapısına. Hoop içerideyiz. Bu sefer öyle haftalık da değil, aylık zorunlu ikametteyiz. Mahkemeye çıktık. Anlattık hakime. “Ya pankartı biz assak ne işimiz var sonra içeri girip ders çalışalım?” Sol başparmağımda ki “kapı pervazı sıkışması” sonucu düşmüş tırnak izi hatırası o döneme aittir. Kıdeme bak.
Bir daha Öğrenci Yurdu mu. Tövbe billah. Sağolsun; babası babamın arkadaşı olan Hayrettin Belli isimli okul arkadaşım Kozyatağında kendi oturduğu apartmanın yan dairesini kiralayabileceğimizi söyledi.Toplandık üç-beş arkadaş. Kiraladık evi. Arkadaşımın babası Mihri Belli. O sıralar İsveç’te sürgünde. Ama Annesi Sevim Abla gerçek anamız gibi bakıyor bize. Kapıda 24 saat “devriye”ler, kapı, pencere, dürbün, telefon dinlemeler. Oysa içerisi gırgır kıyamet. Biz siyasetin “S” sini konuşmuyoruz. Öğrencilik hayatımın en enteresan günleri bu evde geçti. Kısmet olursa birgün Kozyatağı anılarımı ayrıca dile getirmek isterim. Şimdilik 12 Eylül’den bukkadar.
Cem Polatoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
İÇİMİZDEKİ TANRI
"Eğer insanlar Tanrı olsaydı, kendilerini demokratik olarak yönetebilirlerdi
İnsanlar Tanrı olmadıklarına göre, mükemmel bir devlet insanlara göre değildir."
Rousseau
Muallaktayız. Boşluğa asılmış bir ipin dairesel sarnıcına sokmuşuz kafamızı. Bir ileri, bir geri sallanıyoruz.
Muğlak bir çelişkinin özgürlük hevesine dönmüşüz kapalı kimliklerle.
Adımız var, soyadımız da var çok şükür ancak sustuklarımız bizim yüzümüzü dar bir çerçeveye sığdıran, silik tablolara
dönüştürüyor. İfademiz ise; ne olduğu belli olmayan garip imgelemlerle kendini gösteriyor.
Halbuki "ifade özgürlüğü" önemli bir yansımasıdır kişiliğimizin.
Düşünceler, fikirler yanlış olabilir, keza bu yanlışlıkta tartışıladabilir fakat ifade özgürlüğü üzerine söz edilmez. Çünkü; fikir, benimdir, hür irademdir.
En azından bu ülkede yaşarken bize bu savunma verilmiştir (mümkünse lütfen).
Hoş bizim ülkemizde özgürlük çokta sınırlı değil.
Bilindiği üzere metropolün orta yerinde iki "ünlü" gazetecinin birbiriyle boğaz boğaza haline gelmesi durumu "şişman egolu" özgürlüğümüzün
net bir ifadesidir.
Bir de kelimelerinin tutsağına düşen "düşünen" insanlar vardır.
Nihayetinde "insan, düşünen hayvandır". Cümleleri ve " düşünebilmesi" sebebiyle görevine son verilen Profesörlerin bu ülkede yaşıyor olması
Türk olmanın cabası!
Bilakis incitici bir "ederidir" de bilgili olmanın.
Sınırlarımız bu kadar genişken sözcüklerimizi kısmak, kesmek daha da kötüsü konuşamamak üzücüdür.
Düşünme imkanına sahip olmak bu coğrafyanın en ağır bedellerinden biri. Bildiğimiz gibi kimilerinin asılı düşünceleri kaldı bir yerlerde.
Düşünmeden yapılan şeylere yahut söylenen sözlere daha çok değer verir olduk. Hoşgörü bizim topraklarda daha farklı alanlarda
nem bulmakta. Saygıya çok mâhal ver(e)miyoruz.
Saygı göstermek ethiktir. Dinlemek ne olursa olsun katılalım ya da katılmayalım ahlak unsurları içerisinde insani değerlere
yaraşan bir davranımdır. Olgun bir yapının davranım gerekliliğidir.
Tartışmak olağandır ancak hakaretler girmemelidir bir aklın sınırlarına. Çünkü; onur kırıcı, kişilik zedeleyici mücadeleler temel ahlaka
uygunsuzdur kuşkusuz. İşte bu yüzden muallaktayız.
Davranışlarımızı kontrol ederken egolarımızın hain pençeleri bizi avcuna alıyor.
Sartre "Tanrılarımızı öldürdüğümüzde özgürleşiriz" der. Çünkü Tanrı eğer varsa, insanları yaratmıştır ve de bir belirlenimlilikle
beraber yaratmıştır. Bu durumda da bizi belirleyen bir şey varsa özgürlüklerimiz sınırlıdır onun anlatımına göre.
Bana göre içimizdeki "kalpsiz tanrıları" öldürmeliyiz. Esas hatlarımızı çizen, önümüze geçen onlar oluyor
farkettirmeden.
Bizi kemiren tanrılarımız var. Hüküm giymiş, sığ denizlere demir atmış, biraz "nadan" bir o kadar "nobran" dürtüler.
Belki bir ifrat ile tefrit ortasında kalmış benliğimiz ama bu denizler aşılmalı!
Dipsiz çukurların sınırı yoktur, sonsuzdur ve bilinemez, nereye, ne kadar gidileceği..
Son tahlilde düşünceler çizilecek yolun işaretleridir. Yön belki hemen bilinemeyebilir ama doğrultu kendini gösterir.
Benim anlayış sınırlarım içerisinde ise kibir öldürmemiz gereken ilk tanrıdır. Zira, kibir ile alçakgönüllük arasında "kendini bilme" vardır.
Kendini bilmek, ne olduğunu bilmek önemlidir kuşkusuz.
Bilmeyene bildirmek lazım, olumsal sınırlar çerçevesinde ve de özgün cümlelerle...
Sonuç olarak "eğitim şart" !
Özgürlük ise bu eğitimin ardından ayaklarını sürümeli, iz bırakmalı her köşesinde.
Ve insan, özgür aklının Tanrısı olmalı kanatlarının gölgesinde.
Mine Bal
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
Bir yazar, kara olabilir mi?
1990 yılında Kara Kitap yayımlandıktan sonra, Orhan Pamuk hakkında yazılanlar, açıklanan düşünceler, edebiyat dergilerinin dışına çıkmaya başladı. Televizyonlarda ve gazetelerde, kültür-sanat için ayrılan bölümler dışında da Pamuk hakkında görüşler açıklanmaya devam ediyor. Fakat onun eserlerinden çok kişiliği ve amacı üzerinde durma eğilimi artarak sürüyor.
Yazınsal eleştiriler de öznel oldukları kabul edilerek değerlendirilebilir. Sonuçta yazılan, o eleştiriyi, analizi yapanın kişisel görüşleridir. Fakat ortada somut bir metin vardır; tartışılır.
Oysa bir yazının yazılma nedeni o kadar somut değil. Yeterli veri olmadan, bir yazının, bir kitabın neden yazıldığı ile ilgili yapılan tahminler, daha çok o tahmini yapan için bir ölçüt olur. Erich Fromm'un dediği gibi, A'nın B hakkında söyledikleri, B'den çok A'yı tanımamıza yarar.
Diyebilirsiniz ki Orhan Pamuk'un amacı, aydın sorumluluğunu yerine getirmek. Asıl işini iyi yapan her meslekten bütün insanlar gibi, doğrudan işi olmayan konularda da görüş açıklama hakkını kendinde buluyor. Hatta kendisine önem veren bir kitle karşısında, bazı konularda suskun olmayı, tepkisiz olmayı bir suç olarak görüyor. Kişisel çıkar gözetmeksizin, yaptıklarını, doğru olduğuna inandığı için yapıyor. Rahat uyuyabilmek için. İçinde yaprak kımıldamadan, ellerini başının altına koyarak, denizi duyarak uyumak...
Bu nedenle,
Dün
o
şehrin meydanına gidip
"Onlar için
kardeşlerimizi öldürmiyelim
ölmiyelim!"
dedi
Birçok köşe yazarı ise Pamuk'un sözlerini ve yazılarını, dikkat çekmeye çalışmak, reklâm yapmak olarak yorumluyor. Nobel ödülü için sempati toplamaya, popüler olmaya çalıştığını ileri sürüyorlar.
Bu iddialar doğru olsaydı da, ortada yazılmış yazılar, söylenmiş sözler var. Orhan Pamuk, düşüncelerini, gerçekten "kötü" amaçla açıklıyor olsa bile, içeriklerine ciddi eleştiriler getiril(e)miyor. Ağırlıklı olarak "nedeni" üzerinde duruluyor.
Bu yaklaşım, şüphe uyandırıcı değil mi? Yazılara, açıklanan düşüncelere böyle bakanların yazdıkları şaibe altında kalmıyor mu? Onlara soramaz mıyız; siz, şimdiye kadar yazdıklarınızı neden yazdınız? Resmi ideoloji ile uyuşmayan yazılarınızı (varsa) yayımlama amacınız neydi? Sistem için faydalı yazılarınızı hangi çıkarlar için yazdınız?
Yazılara onların açısıyla bakmak yanlışsa, bu soruları sormak haksızlık olacaksa, o zaman şunu sorabiliriz:
1930'da yazılmış Nazım Hikmet'in bu şiirindeki duyguyu anlayamıyor musunuz?
ARİFE
Bu gece değilse
yarın
gece
gireceğim kodese...
İçimde yaprak kımıldamıyor
Deliksiz uyku gibi rahat
geniş
içim...
Rahat
geniş
içim...
havalarda mavilikleri
yeni doğmuş bir çocuk gibi
seyredişim -
- den...
Dün
ben
şehrin meydanına gidip
"Onlar için
kardeşlerimizi öldürmiyelim
ölmiyelim!"
dedim
Ve bu gece değilse
yarın
gece
gireceğim kodese...
İçimde yaprak kımıldamıyor...
Ellerimi başımın altına koyuyorum...
Denizi duyuyorum...
Uyuyorum...
Bir yazarı sevmediği için kimse eleştirilemez. Bir romanın, bir düşüncenin kötü olduğunu düşünmek ve bunu ifade etmek herkesin hakkı. Ama konular birbirine karıştırılınca, hile yapıldığı görüntüsü oluşuyor. Orhan Pamuk'un kötü yazar olduğu, düşüncelerini kişisel çıkarına uygun olacak şekilde açıkladığı, başarısının reklâmcılıktan kaynaklandığı, yazdıklarının zor anlaşıldığı, yurtdışındaki Türk düşmanlarına yaranmaya çalıştığı gibi konular, karmakarışık şekilde, sürekli dile getiriliyor.
Oysa eleştiri yapanın net olması gerekir. Birden çok konudan söz edecekse, bunu, konuları birbirinden ayırarak yapmalı. En önemlisi, eleştiride neleri ölçüt olarak aldığı, hangi değerleri savunduğu açıkça anlaşılmalı.
Hatta kitapları ve yazarları daha kapsamlı inceleyebilmek için, sosyal gelişmeleri, konjonktürü de göz önüne almak gerekebilir.
Pamuk'un ilk kitabı, Cevdet Bey ve Oğulları, 12 Eylül'ün hemen sonrası dönemde çıktı. Peşinden, Sessiz Ev ve Beyaz Kale, kısa aralıklarla yayımlandı. Kara Kitap, Beyaz Kale'den dört yıl sonra basıldı. Ondan sonra, Yeni Hayat, Benim Adım Kırmızı ve Kar, dörder yıl arayla geldi.
Medyanın bir işlevi de yıldız yaratmaktır. Çünkü medya, o yıldızları kullanarak insanlara çekici görünmeye çalışır. Romancılıkta yaratılacak bir yıldız için aranan özellikler nelerdi? Bir kere 70'li yıllarda yazmamış olsa iyi olurdu. Yazıları nitelikli; estetik değeri yüksek olmalıydı. Siyasi bir kimliği olmamalıydı. Hatta mümkünse yeni bir tarzı, anlattıklarının içeriği ve şekliyle alışılmışın dışında olmalıydı. Seçtiği temalar, gündelik hayatlarla, sıradan insanlarla değil de yazınsal ve felsefi konularla ilgili olmalıydı. Biraz da postmodern olmalıydı.
Pamuk, ilk iki kitabıyla kendisini bir "yazar" olarak kabul ettirdi. Üçüncü kitabı, "Orhan Pamuk tarzında" diyebileceğimiz ilk kitabıydı aslında. İçinde çeşitli oyunlar olan, teknik olarak gelişmiş, dolu, zengin bir romandı, Beyaz Kale. Doğu-Batı sorunu, kimlik konusu işleniyordu.
Sırada Kara Kitap vardı. Bu kitabın adındaki "kara", dışarıya bir gönderme yapmayışından da geliyordu. Bilindiği gibi, maddeler, üzerine düşen ışığın bir kısmını yansıtırlar; bir kısmını tutarlar. Yansıyan ışıkların insan gözüne ulaşmasıyla onların rengini görürüz. Işığı yansıtmayan maddeleri ise siyah renkte görürüz. Ana teması "yazılı metin" olan, gerçek hayata bir müdahale amacı olmayan, bir kitap.
Sosyalliği çok sevmeyen, kitaplar arasında yaşayan, kendini yazıya adamış bir yazar… Yazdıklarının yazınsal niteliğiyle edebiyat dünyasının dikkatini çekiyordu. Üstelik yapıtlarının toplumsal bir işlevi olsun diye uğraşmıyordu. Medya için arayıp da bulunmayacak bir fırsattı. Hem nitelikli hem zararsız! Kara Kitap'la birlikte Orhan Pamuk kitleselleşti.
Bu arada Tahsin Yücel gibi bazı ustalardan olumsuz eleştiriler de alıyordu. Özellikle dili kullanışı açısından yetersiz bulanlar oluyordu. "İyi yazar olmadan iyi edebiyatçı olunabilir mi?" türünde sorular da geliyordu. Çekirdek denilebilecek okur kitlesi de epeyce mesafeli yaklaşıyordu bu yeni yıldız yazara. Belki, düzeyli onca romanın, onca iyi romancının değeri anlaşılmazken, bir yazarın, güzel de yazsa, bu kadar popülerleşmesi bir haksızlık olarak görülüyordu. Kim bilir, bazıları da kitleselleşmiş sanatçıları sevmeye, beğenmeye alışkın değildi. "Az kişi tanısın, herkes beğenmesin, halktan benim farkım olsun." Elbette yazınsal açıdan bakarak olumsuz yaklaşanlar, bir yabancılık hisseden, alışkın oldukları tarzdan farklı bulan iyi okurlar da vardı.
Zaten bir romanı, bir romancıyı sevmek, arkadaş edinmek gibi değil midir? Çok fazla düşünerek verilecek bir karar değil. Açıklamasını pek yapamasak da bazı insanlara kanımız kaynar, bazılarıyla ise pek görüşmek istemeyiz. Orhan Pamuk'a farklı düzeylerden okurların farklı yaklaşması da normaldi.
Ama inkâr edilemez bir gerçek; Kara Kitap, Türkiye'deki düzenli roman okuyan insan sayısından çok daha fazla insana ulaştı. Üstelik birçok okurun, okur özelliklerinin değişmesinde etkili oldu. Bir romanı, kendi içindeki bölümler arasındaki bağlantılarla, daha önce yazılmış ve klasikleşmiş eserlere yapılan göndermelerle, yargılamadan, çözümleyerek algılamak, bir üstkurmaca olarak incelemek, içindeki oyunlara katılmak gibi konular okur-yazar çevrelerde daha fazla konuşulmaya başladı.
Bu durumda, sıradan okur tarafından algılanmasının güç oluşunun, zor okunuyor olmasının sıkça dile getirilmesini de normal kabul etmek gerek.
Kara Kitap, adı, hatta içeriği öyle olsa da, işlev olarak "kara" olamazdı. Bilinçli bir tercihle olmasa da çok sayıda insana bir etkisi oldu. Yoruma göre olumlu ya da olumsuz denilebilecek etkileri vardı, topluma. En azından kitap okuma konusu gündeme biraz daha fazla geldi.
Zor okunuyor, eleştirilerinin etkisi oldu mu bilinmez, bir sonraki kitabı "Yeni Hayat", daha kolay okunan bir romandı. Üstelik çeşitli sosyal, siyasal göndermeler içeriyordu. Roman, yine bir üst kurmaca olarak tasarlanmıştı. Yeni hayatın içinde, "Yeni Hayat" adında bir roman daha vardı. Başkahramanın hayatı, bu romanı okuduğu için değişiyordu. Aynı romanı okuyan diğer insanları arıyordu. Yeni Hayat'ı okuyan insanları bulup yeni bir hayat kurmak istiyordu. Uzun otobüs yolculukları, oldukça ayrıntılı şekilde verilmişti. Bu yolculukların ebette mecazi anlamı vardı. Anlatılan, biraz da zihinsel yolculuklardı.
Roman kahramanı, bir bölümden sonra, biraz olumsuz bir kahramana dönüşmeye başlıyordu. Nereden sonra? Güdül Kasabası'nda otobüsten indikten sonra. Kenan Evren Lisesi'nin önünden geçiyordu. Dr. Narin diye bir adamın güdümüne giriyordu. 60, 70 ve 80 model dolmuşlarla seyahat ediyordu.
O kasabanın adı neden Güdül? O lisenin adı, arabaların modelleri? Yine de siyasi bir roman değildi, Yeni Hayat. Gerçekçi bir yapıda da değildi. Murat Belge'nin dediği gibi, "postmodern romanın oluşturduğu teknik ve biçimlerin hepsini de ustaca seferber" etmişti, Pamuk. "Sanatın hayat olduğu yanılsamasını yaratmaktansa, romanın yapma bir nesne", bir kurgu, insan zihninin bir ürünü olduğunu çeşitli yollarla hissettirmeye devam ediyordu.
Bu arada Orhan Pamuk, İstanbul'un lüks semtinden dışarıya daha çok çıkmaya, insanların içine daha çok girmeye başlamıştı. Artık iyice ünlüydü. Gazetelerde, radyolarda, televizyon programlarında sıkça görülüyordu. Çeşitli konularda sorulara muhatap oluyordu. Yazıların arasına, kurgu dünyasına gömüldükçe, bu özelliğinden dolayı medya tarafından desteklendikçe, popülerleşiyordu.
Ne dediği takip edilen, tavırları önemsenen biri olmuştu, artık. Bu durum, gittikçe daha çok toplumsal sorumluluk duymasına neden olmuş olmalı. Ne de olsa bir yazardı o; duyarlılığı yüksek, ötekini anlamaya, dünyayı tanımaya çalışan bir insan. Kitlesi oluştukça, önemi arttıkça, Sartre'ın on yıllar önce dediği gibi, kendisini, kaçınılmaz olarak "sadece söylediklerinden değil, söylemediklerinden de sorumlu bir sanatçı" olarak hissetmeye başladı.
Denilebilir ki, Türkiye'nin çoğu yazarından farklı bir şekilde kamuoyu önüne çıktı. Belli bir duyarlılığın etkisiyle, toplumsal bir sorumluluk yerine getirmek için yazar olmadı. Tersine, yazar olduğu için, toplum tarafından söz hakkı verilen biri olduğu için kendini sorumlu hissetmeye başladı.
O sıralarda bombalanıp gazetecilik yapması engellenmeye çalışılan Özgür Gündem gazetesine destek vermek zorundaydı. Açlık grevlerinde, hem eylemciler hem kamuoyu tarafından önemsenen bir aydın olarak, ülkenin diğer aydınlarıyla birlikte hareket etmeliydi.
Artık, yaşadığı ülkedeki fırtınaların ulaşmadığı kurgular dünyasına sığmıyordu. İçinde yapraklar uçuşuyordu. Ellerini başının altına koyup denizi duyarak, huzurla uyuyamıyordu. Vicdani yükü artıyordu. O da gerekeni yapıyordu. Asıl işini her zaman romancılık olarak görerek. Benim Adım Kırmızı'yı, sonra da Kar'ı yazarak. Yazmaya devam ederek. Sorulanlara cevaplar vererek…
Zafer Köse
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 7.563 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Yalnızlığım
Ağdalı, boz bulanık bir geceye kavuştu gün,
Lacivert oldu bulutlarımın rengi...
Uzun bir uykuya dalacağım birazdan,
Gece ise bir çığlık gibi hızla büyüyecek.
Bense çığlıkların arasından,
Yalnızlığıma ağlayacağım…
Neslihan Güzel
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
http://www.msdewey.com Yepyeni bir arama motoru!.. İnternet teknolojisi ile yaratıcılığın geldiği üst noktalardan biri. Arama da yapıyor ama size tavsiyem hiçbirşey yapmadan bir süre seyretmeniz.
Prison Break dizi filmini seyreden ve yayınlanmış bölümlerini arşiv yapmak isteyenlere güzel bir kısa yol http://rapidshare.de/users/p0p3qz Bu web sayfasında dizinin bir çok bölümü kayıtlı. Bilgisayarınıza indirebilir ve istediğinizde seyredebilirsiniz. Hazırlayan arkadaşın ellerine sağlık.
Aslında daha önce tanıtımını yaptığım ama sesli şiir hizmetinden bahsetmediğim bir site http://www.antoloji.com/siir/sesli_siirler/ size doğrudan sesli şiir sayfasının adresini veriyorum. Şiirler mp3 veya benzeri ses formatlarında hazırlanmış. Şiir dinlemeyi sevenlere büyük bir zevkle tavsiye ediyorum.
…The original Santa Claus, St. Nicholas, was born in Turkey in the 4th century. He was very pious from an early age, devoting his life to Christianity. He became widely known for his generosity for the poor… http://wilstar.com/xmas/xmassymb.htm web sayfasında Christmas nedir ve kullanılan semboller nelerdir diye merak edenlere açıklamalar yapıyor.
İşte bu da kurban bayramına özel sms seçenekleri http://www.komsu.net/hazirsms/kurban_bayram_mesaj.html kime ne göndereceğimi düşünüyorum ama bulamıyorum diyen arkadaşlarımıza kolaylık olsun diye veriyorum. Hem de kurban bayramına özel.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|