Ekonomik Ticaret



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 5 Sayı: 1.120

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 29 Aralık 2006 - Fincanın İçindekiler



 



 Editör'den : Yılbaşı Bayramınız Mübarek Olsun!..

Merhabalar,

Başlık benim değil elbette. "Yabancı Damat" dizisinde duydum ama güzel değil mi? Bu kesişmeyi en güzel anlatan cümle olmuş. Acısıyla tatlısıyla geçrdiğimiz bir koca yılı davulla zurnayla, kurbanlarla uğurlayıp, yeni yıla da kurbanlar vererek gireceğiz. İşte bu da o kesişmenin en büyük çelişkisi. Varsın olsun... Herşeye rağmen yeni bir yıl yeni umutlar demek, bayram, sevdiklerimizle buluşmak için bir şenlik, sevmediklerimizle en azından uzlaşmak için bir fırsat demek. Bana düşen bu şenlik içinde elinize geçen fırsatları iyi değerlendirmenizi hatırlatmaktan ibaret, gerisi size kalmış.

Kahve Molası, bayram nedeniyle 8 Ocak 2007 Pazartesi gününe kadar tatile giriyor. O gün yepyeni en taze umutlarımızla tekrar bir araya gelmek dileğiyle, tüm kahvecilerin yeni yılını ve bayramını kutlar, başarı, mutluluk ve esenlik dolu günler dilerim. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur








Yukarı


 


Cumhur Aydın

 Önce İnsan : Cumhur Aydın


  Yeni bir yıl…

Yeni bir yılın başlangıcı. Geçen yıl neler yaşadım? Neler planladım? Neler yapabildim? Sevindiklerim. Üzüldüklerim.

Yılbaşlarında. Böyle bir döküm, hesaplaşma -kıyısından köşesinden- yapmaz mıyız?

Yapmaz mısınız?

Bitirmekte olduğum yılı yaşadığımı nasıl kanıtlayabilirim kendime?

Okumuş muyum? İzlemiş, dinlemiş miyim? Gezip, görmüş müyüm? Tanımış mıyım?

Hangi kitapları okudum? Hangi filmleri, hangi konserleri izledim? İlk kez gördüğüm yerler oldu mu? Bir kez daha keyifle, heyecanla dolaştığım köşeler? Yaşadığım şehirde? Anadoluda, dünyada? Yeni insanlar tanıdım mı? Küstüm, kırıldım mı? Barıştım mı?

Önce filmlerden başlayayım. Şimdi dilimin ucuna geliverenler. Saklı örneğin. Michael Haneke'nin bir Fransız entellektüel aileyi, Cezayir katlimı ile ilgili, seneler sonra bir hesaplaşmaya götüren müthiş çarpıcı filmi. İzlerken bende yarattığı hesaplaşma düşüncesi bir yana, aylar sonra Fransız Parlementosunun hem suçlu hem güçlü ülkemin önüne benzer bir gerekçeyle dikilmesi ne büyük ironi! İyi filmleri unutulmaz yapan, biraz da yaşamla, yaşadıklarımızla izdüşümleri değil mi? Sil Baştan'ı unutmamalıyım. Michel Gondry'nin çok keyifli, bir o kadar da ilginç filmini bugün bile afişinde de yer alan film spotuyla anımsıyorum: "Beyin unutur ama kalp asla".

Geçen yıl izlediğim birbirinden ilginç siyah beyaz filmlerden bu kişisel dökümde mutlaka söz etmeliyim. George Clooney'in İyi Geceler, İyi Şanslar'ı. Benson'un Angel-A' sı ve Gela Babluani'nin 13 Tzameti'si. İyi Geceler, İyi Şanslar'ın anlattığı Mc Carthy'li soğuk savaş yıllarında toplumun ve basının sus pus kesildiği dönemde yürekli bir avuç gazetecinin verdiği sesin kıymetini bugün korkudan çok parayla yönlendirilen dünya ve Türkiye medyası için akla getirmek, filmin nasıl da eskimeyen bir konuyu ele aldığını düşündürtmüyor mu? Angel-A 'yı ayrı bir yazı konusu yapmayı ne çok istemiştim yıl boyu! Hele Aslı Selçuk'un film ve yönetmeniyle ilgili yazısına seçtiği başlık gözümün önüne geldikçe: "Sevmek öğrenilebilir bir şeydir!"

Sevmek, sevgi öğretilebilir, öğrenilebilir bir şey midir?

Woddy Allen'in Maç Sayısı. Yaşamın bütün yönlendirme çabalarımıza ve bunun anlamına, önemine karşın, biraz da şans işi olduğunu kabullenmiyelim mi yani? Şimdi teker teker isimlerini anamayacağım, Ankara Film Festivalinden, Gezici Festival'den güzelim seçkiler. Nihayet bu yıl biterken Nolan'ın Prestij'i.

Türk Filmleri. Çağan Irmak'ın Babam ve Oğlum'u 2006'ya damgasını vurmadı mı? Bize, hepimize kendi babalarımız ve oğullarımız üzerine öyküleri anımsatmadı mı? İnsan duyarlılıklarımızı ?

2006'da ben çok sevdiğim İngiliz Yazar Julian Barnes'ı bir diğer yönüyle daha tanıdım. "Seni Sevmiyorum" ve "Aşk Vesaire" ile Kahve Molası Dergisine'de konuk ettiğim Barnes, Dan Kavanagh takma adıyla meğer dört tane polisiye de yazmamış mı? "Bendeniz Duffy", "Yalan Dolan Kenti", "Tekmeyi Yapıştırmak" ve Çulsuzlar" meğerse hep Ayrıntı'dan yayınlanmış, bende kaçırmışım! Yakaladım!

Ünlü İsveçli yazar Torgny Lindgren bir başka keşfimdi 2006'da. İsveç taşrasının bir çeşit sakatatla ürettiği yemek 'Pölsa'nın, aşkla özdeşleştirilmesi. Çok özel "Pölsan" romanında "Onlara (insanlara), hayat ile pölsa arasında bir tercih yapma şansı tanıyorum. O zaman hayatı tercih ediyorlar. Ama az sonra pişman olup, keşke pölsa'yı seçseydik diyorlar." diye yazan Lindgren hayatın tekdüzeliği ama korunaklığı ile, aşkın tadı ve tehlikeleri arasında yapılan/yapılamayan seçimi sorgulatmıyor mu? Yazarın, "Yılanın Yolu" ve "Arı Balı" nı da okumaz mısınız bu keyiften sonra?

Liste uzun ama. Selçuk Altun'un benim 2006'da okuduğum "Ku(r)şun Lezzeti" ve "Annemin Öğretmediği Şarkılar"ı anmalıyım.

Anıp, kesmeliyim çünkü Lindgren -elbette bana- o güzelim satırlarını Türkçeye kazandıran Gürhan Uçkan Ağabeyi anımsattı.

2006'yı her şeyden önce Gürhan Ağabeyi yitirdiğim yıl olarak anacağım yıllar sonra.

Keşke öyle olmasaydı...

Keşke hep güzel okumalar, güzel filmler, güzel tınılar, benim 2006'ya sıkıştırdığım Güney İtalya, Prag ve Berlin gezileri, gözlemleri gibi yeni keşiflerle anımsayabilseydim geçen yılı.

Sizlerle de öyle yapabilseydiniz.

Keşke... Ne Irakta öldürülen binlerce çocuktan, insandan, ne de ülkemin yaşadığı -hala yaşamakta olduğu- fırtınalarla anmayacak olsaydım 2006'yı.

Sözü daha fazla uzatmadan.... Bu köşeye dair, burada hep dillendirilmeye çalıştığım insana, "Önce İnsan"a dair, geçen günlerde okuduğum, kafama -hiç silinmeyecek şekilde- yazdığım şair Nahit Ulvi Akgün'e ait dizelerle veda edeyim 2006'ya, merhaba diyeyim 2007'ye.

Kazanırken yitirdiklerime, yitirirken kazandıklarıma bir selam göndererek....

"Bir şey var aramızda
Senin bakışından belli
Benim yanan yüzümden.
Dalıveriyoruz arada bir.
İkimiz de aynı şeyi düşünüyoruz belki,
Gülüşerek başlıyoruz söze.

Bir şey var aramızda
Onu buldukça kaybediyoruz isteyerek.
Fakat ne kadar saklasak nafile
Bir şey var aramızda.
Senin gözlerinde ışıldıyor,
Benim dilimin ucunda."


Cumhur


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,839,839,839,839,839,839,839,839,839,83
6 Kahveci oy vermiş.

 


 


Seyfullah Çalışkan

 Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


  ARSIZ SİZE KURBAN OLSUN

Her çocuğun kendi bayramları vardır. Belki de mendiller, şekerler, mantar tabancaları, renkli cam bilyeler birbirine benzerler. Salıncaklar, atlıkarıncalar ve kiralık bisikletler bile… Bayram yerleri, sokaklar, evler birbirine ne kadar benzerse benzesin yine de her çocuğun kendi bayramları vardır.

Babam o sonbahar Çoban Rıza'dan bir kuzu almıştı. Bizim bağda ve tarlada sürüsünü otlattığı için kendince bir bedel ödemişti. Üstelik kendince de bize kendince bir güzellik yapmıştı. Babam kötü bir kınnapla bağlanmış kuzuyu bahçe kapısından avluya saldığında akşam yemeğine oturmaya hazırlanıyorduk. "Bu senin Engin, ona iyi bak emi." dedi. Oysa ben arkadaşım Nedim gibi bahçeye bir kümes yapıp güvercin beslemeyi istiyordum. Babama her söylediğimde "Bakarız, tamam, şimdi sırası değil. Sonra düşünürüz. " deyip beni başından savıyordu. Bu kuzu senin deyince kızmıştım. "Ben kuzuyu ne yapayım? Güvercin istiyorum."deyivermiştim. Ama babam duymazdan gelip hayatta kurulan sofraya oturmuştu..

Kuzu o gece bahçede sabaha kadar meledi. Annesini, sürüdeki arkadaşlardı aradı. Yaslaya koyduğumuz arpaları, kepekleri de yemedi. Hatta suyunu bile içmedi. Bahçe içinde bir uçtan öteki uca gidip geliyor, sürekli meliyordu. Hayvanın bu haline hepimiz üzülüyorduk. Ertesi gün okuldan döndüğümde annem kuzuyu biraz çıkarıp otlatmamı istedi. Boynuna eski bir pantolon kemerinden yaptığı tasmayı geçirmiş, babamın eve getirirken bağladığı o kötü kınnabı da çıkarıp atmıştı. Tasması ve yeni ipiyle onu alıp demir yolu kıyısındaki çimenliğe götürdüm. Yerleri koklayıp durdu. Hiç otlamadı. Elimde sürekli kuzunun ipiyle peşinden dolanıp durmak canıma tak edince onu yolun kıyısındaki karaağaca bağladım. Ben de çimenlerin üzerine uzanıp gökyüzünü seyre daldım. Aradan on, on beş dakika geçmeden o da gelip yakınıma yatıverdi. Ben kalkınca kuzu da kalktı. Yanından uzaklaştığımda bağlı olduğu için peşimden gelemiyordu. Ama melemeye başlıyordu. İşte o zaman kuzunun bana alışmaya başladığını anlayıverdim. .

İki üç gün bir şey yeyip içmedi. Sadece meleyerek bahçede dolanıp durdu. Benimle birlikte tren yolu kıyısına gidince çok melemiyordu ama pek otladığı söylenemezdi. Ama artık okul çıkışı mahalleden arkadaşları da alıp onu otlatmaya götürmek alışkanlığımız haline dönüşüvermişti. Kuzu da biz de halimizden memnunduk. Biz otlayamıyorduk ama kuzu fazlasıyla çocuk olabiliyordu. Kırmızı mavi çizgili lastik topun peşinden koşturduğunda hiç birimiz ona yetişemiyorduk. Peşimize takılıp çukurlardan, dikenli çalıların üzerinden atlıyordu. Önce küçücük boynuzları vardı. Zaman geçtikçe kıvrım kıvrım uzayıp kalınlaştılar. Arkadaşlarıma söz geçiremediğim için onu tos vurmaya alıştırdılar. Elimizi alnını hizasında tuttuğumuzda ön ayaklarının üzerinde sıçrayıp başıyla balyoz gibi vuruyordu. Topu atmazsak, tarla sınırlarından yolduğumuz taze otları yemesine izin vermezsek kaşla göz arası tosu yapıştırıveriyordu. Ondan kaçarak kurtulmanın imkânı yoktu.

Aylar içinde kafası alacalı güzel kuzum kocaman, zaptedilmez bir koça dönüştü. Neyse ki sürekli etrafında gördüğü çocuklara karşı fazla asabi davranmıyordu. Yoksa hepimizin kolunu, bacağını kırabilirdi. Bakımı hiçbir zaman zor olmadı. İpinden tutmadığımız zamanlar öyle kendi başını alıp gitme huyu yoktu. Bütün hayvanlar trenden korkarlar. Bizimki tren sesine bile alışmıştı. Ona elimden arpa ve ekmek dilimleri yediriyor, bakkaldan aldığım leblebiyi bile paylaşıyordum. Komşumuzun oğlu Cemal elinden bisküvisini alıp yediği için ona arsız diyordu. Zamanla arsız sözcüğü bizim de dilimize yapışınca hayvanın adı Arsız kalıvermişti. Başında iri siyah lekeler vardı. Bir gözünün etrafı kara ötekisi beyazdı. Diğer kuzulardan ne farkı vardı bilmiyorum ama o bize göre okul gitse okuma yazma bile öğrenebilirdi.

Okullar tatile yaz tatiline girince Arsız ile birlikte tarlaya bahçeye gidiyorduk. Çapa yaparken, bağ sularken bütün günü birlikte geçiriyorduk. Bizim yapışık ikizler gibi dolaşmamız evdekilerin canını sıkıyordu. Çünkü çalışırken Arsız beni pek rahat bırakmıyor, işleri engelliyordu. Bağladığım zaman ise hiç susmadan saatlerce meliyordu. Annemin yüreği dayanmıyor, " Git, şunu çöz. Bağırıp durmasın. Başım ağrısı tuttu." diyordu. Tarla dönüşü ona her zaman akşam yemesi için kocaman bir deste ot biçiyordum.

Ağustosun sonuna doğru ortalık sıcaktan kavrulurken kurban bayramı gelip çattı. Babam her yıl kurban kesmezdi. Üç beş yılda bir bazen bir keçi veya kuzu alıp keserdi. Ben Arsız'ı koç olarak görmediğim için babamın onu kurban etmek isteyeceğini aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Bayram namazından çıkıp eve gelmiş, kuşluk yemeğimizi yiyorduk. Sofradan kalkacağımız sırada Kasap Ahmet bahçe kapımızdan içeri girdi. O zaman Arsız'ın başına gelecekleri anlayıverdim. Bahçeye koşup Arsız'ı bahçe kapısından sokağa saldım. Kaçsın, çok uzaklara, dağlara gitsin istedim. Arsız kasaptan, kurbandan ne anlasın? Hayvancağız bizimle oynamaktan koç olduğunu unutturup nerdeyse kedi köpek gibi insanlara eve düşkün bir şey olmuştu. Sokakta küçük bir tur atıp kapı önüne gelip durdu. Bahçe duvarına tırmandım. Arsızdı evden uzaklaştırmaya, kovalamaya çalıştım. Gitmek bir yana dursun nerdeyse duvarın üstüne sıçrayıp yanıma gemlik istiyordu. Babam kapıyı açıp Arsız'ı içeri aldı. Bahçeye bir çukur kazdılar. Arsız'ı kesmeye hazırlanıyorlardı. Babama onu kesmeyin diye yalvardım. Kendimi ağlayarak ayaklarının altına attım. Yalvardım, yakardım. "O benim koçum, onu ben büyüttüm, kesemezsiniz."dedim. Ama kimseye dinletemedim. Arsız'ın gözlerini bir bezle kapattılar, ayakları bağladılar. Çukurun başına yatırıp dualar söyleyerek kestiler. Kanları etrafa sıçradı. Biraz çırpındı, kaçmaya çalıştı. Sonra kendini bırakıverdi. "Hepiniz katilsiniz, sizde hiç insaf yok mu? Sizi de böyle kesmek lazım."diye bağırdım. Bana aldırmadılar, sadece gülüştüler. Annem boynuma sarıldı. Üzülme oğlum, Arsız şimdi cennete gitti. Allah onu kesilsin diye bize gönderdi. Ne yapalım onun da yazgısı böyle."dedi. Arsızın yazgısına sövüp evden çıkıp gittim.. Babam arkamdan ; " Engin çabuk eve gel." diye seslendi. "Gelmiyorum, sen katılsın."deyip arkama bile bakmadan koşmaya başladım. Bu evden, sokaktan, hatta kasadan çok uzaklara gitmek istiyordum. Nefesim tükenene, dizlerimin dermanı kesilene kadar koştum Nuriye Kasabasındaki teyzeme gittim. Bayram sonuna kadar eve dönmedim. Aradan yıllar geçmesine rağmen kurban eti yemeyi bir türlü sevemedim.

Kurban Bayramınız ve Yeni Yılınız Kutlu Olsun

Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
8 Kahveci oy vermiş.

 


 


Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


  Sene-i Name

Nasıl da çarçabuk geçiverdi günler ? Nasıl da geliverdik senenin sonuna ? Taktı sepetini koluna, 2006 da döndü mazinin yoluna. "Sene-i Name" ile noktalayayım dedim "Name" serisini, 2007 ile yakalamak umuduyla yazıların yenisini. Arkasından konuşmak gibi olmasın ama pek de tadından yenmeyen bir yıl olmadığı inancındayım 2006'nın. Eco gibi nice koca çınarlar yitirildi bu yılda, koca koca da çamlar devrildi. Ülke olarak az gidildi, uz gidildi, deve tepe apronda düzüldü, derisi de Kurban Bayramı beklenmeden yüzüldü. Alay edenler bir güzel eğlendi güldü, "Al da git" dedikleri analarımız ayrı, "Yan gelip yatma" dedikleri askerlerimiz ayrı üzüldü. Ama lafını sözünü esirgemeyenler ne süzüldü, ne utanç içinde büzüldü. 2007'nin de memleket meseleleri yerine eften püften çekişmelerle geçeceğini söylemek için kahin olmaya gerek kalmadı. Tek çare yıldızlarda, astrolojide. Olur a; hepimizin huyu suyu değişir yıldızların etkisiyle. Nedeni olabilir mi bilmiyorum ama en kötü eğleniriz diyorum sanki bir çıkış yolu var bu habere göre. Üstelik; külliyatı da eski, yıllanmış bir name anlayacağımız üzere...

1930'lı yıllar, henüz pireler berber, develer tellal iken. Bu takımı 9'a çıkarmalıyız dediler ve çıkardılar. Hepimiz onları 9 olarak belledik, kitaplara öyle yazıldı, resimleri öyle çizildi, soruları o şekilde soruldu. Son yıllarda yine tartışmaya başladılar. Aslında kadroyu 12 yapabiliriz dediler, bazıları itiraz etti, epeyce sürdü tartışmalar. Herşeyin küçüğü sevilir derler ama küçüklüğünü dert ettiler. Daha sonra tek ölçütünün büyüklük olmadığı söylenmeye başladı ama ondan büyüklerinin varlığı da inkar edilemiyordu. Sadece küçük değil konuya da çok uzak kalmıştı garip. Üstelik 3 tane de yavrusu vardı. Bir sürü belgenin değiştirilmesi de cabası. Düşündüler, taşındılar, sonunda 2006'da karar verdiler. Yavruları da var diye ayrıca kıyak yaptılar, ne de olsa 46 yıl vardı birlikte geçen. Kısaca; "Sen 134340'sın, yavrularına da 134340 I, 134340 II ve 134340 III diye seslenebilirsin" dediler. Yavruları; Charon, Nix ve Hydra alıştılar mı bilmiyorum ama Plüton artık sizlere ömür... O bir 134340 artık... Takım da 8'e inmedi, zira bilim adamları onun yerine 2003UB313'e transfer teklifi götürdüler. Antik Yunan'da; kaos ve karışıklık tanrısının adı olan Eris'i uygun gördüler üstelik. Tam 46 yıl sonra, maziye terkedeceğimiz 2006 yılının Ağustos ayından beri de durum böyle. Memleket meselelerine çare olur mu dersiniz ? Plüton'un vefatı Eris'in devreye alınması yıldız haritalarını değiştirir mi ? Plüton'un etkisi altında kalarak 2006 yılında gereken tadı tuzu veremeyen siyasetçilerde bir değişiklik yaşanır mı ? Her yeni yıl, yeni umutlara gebe, 2007'den de umutlanabilir miyiz ? Neden olmasın diyorum ve bu konuyu araştırmacı gazeteciniz olarak memleket meseleleri ile ilgili kişilere sorayım dedim, sordum hatta...

Herman LAFIGEDİĞİNEKOROĞLU : Sevgili Şansal, bir defa Eris'in yaptığı sportmenliğe aykırı, ben Plüton'un yerinde olsam çoktan kafayla dalmıştım.

Cenan DEVREN ( Kiralık ) : Ben olsam; Charon'u da Nix'i de Hydra'yı da sallandırırdım netekim... Bunca sene Plüton'u beslediler, şimdi de sıra Eris'e mi gelmiş ?

Deha MUHTAR : Benim huyum değişmez bir defa, yaparım piştiyi sürerim sefa. Plüton gezegenlikten çıktı ama "Acı var mı efenim ?" o önemli.

ULUÇTAN AL Hıncını : Charon da fıstık ama bence Hydra süper azizim, keh keh keeeh !

Sülombursman : 134340 artık bir gezegen deeldir, 6241US313'de bir gezegen deeeldir, binanaleyh yürümekle gezegen olunmaz, var mı bunu başka izah tarzı ?

Cansu FİLLER : Hydronix'li yavruların anası, Plütis ve Eron'un da bacısı olduğumu bir kenara koyarsak meseleyi ağar ağar kökünden hallederiz diyorum. Plütis de bu vatana şerefle hizmet etmiştir, 134340'da.

TRE : Canım ne alakası var, söyleyin o Plüton'a bir girmediği haremimiz kalmıştı, Eris kim ulan, tövbe tövbe...!

Herşeye HINÇ : Şeyini şeyttimin Plüton'u gitmiş, şeyini şeyttireceğim Eris gelmiş. Önce gezegen tanımı üzerinde şeytmemiz gerek yahu ..!

Bay OLDUĞUNGİBİKAL : Aman döne döne döne Eris geliyor, yavrum döne döne döne Plüton gidiyor. Biz de 2006'da dönemedik ama 2007 sine-i millete dönme vaktidir.

AB : Plüton'un gezegen statüsünden çıkartılması sizi etkilemez ama Eris'i de sonuna kadar tanıdığınızı ve limanlarınızı ona da açmanızı 2007 müzakereleri içinde dayatma biçiminde size yeni kriterler olarak getireceğimizden kimsenin kuşkusu olmasın.

Anadolu Yakalı Gaffur : Plüton'u da Eris'i de anladın sen ..! Tenhada kıstırmasınlar ?

Edi AL-Cem : Lem ihtiyar, milleti bilmem ama Plüton seni bozmuş, Eris de tamamen etki alanına almış görünüyor. 2007 için "Elemterefiş, Kahve Molası kem gözlere şiş" diyeyim de ben, neme lazım.

eniŞTe : Eris'li Eris'siz, Plüton'lu Plüton'suz, sizlere sevgim 2007'de de sonsuz. Eskiyen yılın sonundan başlayarak gelen Bayram tadınız ağızlarda şeker gibi erisin, 2007'nin tüm günleri size ve sevdiklerinize sağlık ve mutluluklar getirsin.

asesen@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
8 Kahveci oy vermiş.

 


 



 Kahveci : Özge Uzunhan Kaş


KENDİNDEN KAÇAN

Yüreğimde boş bir kitap gibi taşımaya alıştığım yalnızlığım ve ben, işte yine buradayız. Yıllar önce apar topar giden sanki ben değilim. Her şey aynı; aynı insan kalabalığı, aynı koşuşturma.... Keşke, keşke her şeye, herkese arkamı dönüp kaçabilsem yine diye düşündü Kerem. 'İstanbul'dan Almanya'ya gidecek yolcuların dört numaralı güvenlik kapısından geçmeleri rica olunur.' diyen kadın sesi beyninde yankılanıyor; çevresindeki bütün yüzler ona bakıyor, ona koşuyordu sanki. Yüzlerce şey aynı anda beynine üşüşüyordu, ne hissettiğini, ne hissetmesi gerektiğini kestiremiyordu bir türlü. Yeni bir başlangıcın sevincini gölgeleyen sinsi bir korku vardı içinde. Tanımlayamadığı, adını koyamadığı ama varlığını her hücresinde duyumsadığı bir korkuydu bu. Kalabalığı yarmaya çalışan annesine doğru ilerlerken keşke dedi yine elinde olmadan. Tam o sırada gördü küçük sarışını. Sevinçle koşuyordu:

"Anne, annecim bak ne buldum! " Buluşunu yalnız annesiyle değil havaalanını dolduran bütün o insan kalabalığıyla paylaşmak istediği o kadar açıktı ki. Kerem, son anda kenara çekilmese, çarpışmaları kaçınılmazdı. Çocuk da durumu fark etmiş; minnet dolu gözlerini Kerem' e dikmişti. Ancak karşılaştığı hiç de görmeyi umduğu yüz değildi anlaşılan. Gülmek ve ağlamak arasında sıkışıp kalmış bu yüzün çizgilerinden ürkerek Kerem' den uzaklaştı. Yaşının bütün sevimliliğiyle büzülen çocuk dudakları yaygarayı koparmak için güvenilir bir köşe arıyor gibiydi. Kerem, donup kalmıştı. Kendisini, karanlık dipsizliğine iten ne vardı acaba bu kızda? Bu birkaç saniye içinde bir dost sıcaklığıyla benliğini okşayan sonra da bütün dünyasını yağmurlu bir bahar akşamının soğuk nağmeleriyle saran neydi?

"Sevgilim, beni dinlemiyorsun!"
"....."
"Kerem!"
"...söyle bi tanem ..."
"Hıı, söyle diyorsun ama hâlâ dinlemiyorsun."
"......"

Gülümsedi Kerem, Meral' in gözlerine baktı. Onlara her bakışında aklına hep aynı dizeler düşerdi : "ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin". Meral' e olan aşkını bu dizelerden daha güzel ne anlatabilirdi bilmiyordu. İçini çekti. Alt dudağının sağ iç köşesine dişlerini geçirdi. Şimdi bunları düşünmenin sırası mı Kerem Bey. " diye payladı kendisini. Yüzünü buruşturdu. Ne olursa olsun bugün, evet oğlum bugün bitirmelisin bu işi, diye düşündü. Meral, her zamanki gibiydi, bıcır bıcır. Kerem' in içinde kopan fırtınaların farkında bile değildi:

"Tanıştığımız günü hatırlıyor musun, diyordum? Tam....?
" Tam üç yıl, sekiz ay ve 22 gün oldu "

Meral kıvançlı, Meral ısrarlı, kocaman kocaman açılmış gözleriyle Kerem' e bakıyordu. Kadınlar diye geçirdi içinden Kerem. Biraz sonra hadi tanıştığımız günü anlat diye tutturacağından adı gibi emindi. Kendini zorlayarak gülümsedi. İşin ilginç tarafı, bu konu ne zaman açılsa sanki Meral cebinde sakladığı kadife parçasını çıkaracak ve onu gizli gizli okşamaya başlayacakmış gibi nedensiz bir korkuya kapılırdı Kerem. Al işte, yüzündeki muzip ifade sabırsızlanmaya başladığının sinyallerini vermeye başlamıştı bile. Daha bir şefkatle gülümsedi sevgilisine, ellerini avuçlarının içine aldı ve ona en sevdiği masalı anlatmaya başladı. "O günü nasıl unutabilirim?" Anlattıkça kendisi de hikayenin büyüsüne kapılıyor, yüzü aydınlanıyordu: "Sıcak bir sonbahar günüydü. Arkadaşlarla Hukuk Fakültesinin kantininde toplanmıştık. Sultanahmet'e gidecektik hep beraber. Sen, Selin' le birlikte gelmiştin." Meral' in sırtını okşadı hayranlıkla: " Hatırlıyorum, o gün de üzerinde bu renk bir süveter vardı. Ama, içine krem rengi bir tişört giymiştin. Kırmızının bir kadını ne kadar güzelleştirebileceğini hiç fark etmemişim o güne kadar. İlgini çekebilmek için neler yapmadım ki.... " Hikayenin bu kısmına gelince Kerem hep susar ve devam etmek için Meral' in yalvarmasını beklerdi. Kurallarını yalnızca ikisinin bildiği bir oyundu bu.

Uluslararası İlişkileri bitirmişti Kerem. En büyük düşü geleceğin parlak diplomatlarından biri olmaktı. Okulu bitirir bitirmez Meral'le evlenecekler ve yurt dışında mastır yapacaklardı.

"Kerem"
"......"
"Kerem, bu gün çok dalgınsın; neyin olduğunu söylemeyecek misin bana?" Meral' in sesiydi bu, kaygılıydı. Onu oyalamak için bir şeyler söylemeliydi. Söyledi de.

Meral yanılıyordu aslında. Kerem' in dalgınlığı bu güne özgü değildi; neredeyse bir aydan beri böyleydi o; hiçbir şeyden zevk almıyor, hiçbir konuya yoğunlaşamıyordu . Bu durumu Meral' e fark ettirmemek için çok uğraşmış, başarılı da olmuştu. Ama bu gün... Bu gün başkaydı; sonuçlarına birlikte katlanmak zorunda oldukları bir karar vermişti Kerem. Babasını toprağa verdikleri günü düşündü içi acıyarak. Meral'le sinemaya gitmişlerdi. Bu nedenle babasının kalp krizi geçirdiğini saatler sonra öğrenmiş; ona veda bile edememişti. Aynı şeyi annesiyle de yaşamak istemiyordu. Bu dünyada ondan başka kimi vardı ki. Tabii bir de Meral ... O gün ikisinden de vazgeçmeyeceğine söz vermişti babasına. Oysa, daha aradan bir yıl bile geçmeden yaşam, onu bir seçim yapmaya zorlamıştı. Bir yanda annesi vardı, bir yanda sevdiği, hayatını paylaşmak istediği kadın . " Neden, neden seçmek zorundayım Tanrım?" diye bağırmamak için kendini zor tuttu. Bu durumu kabullenemiyordu bir türlü. İçten içe orta yollu bir çözüm bulmayı umuyordu belki hala, biliyordu ; ama nasıl, bilmediği buydu.

Meral' in gözlerine baktı umarsızca. Derinliklerinde bir ışık aradı. Ona artık seninle gelmem imkansız, yalvarırım sen de gitme demek istedi. Ama bu neyi değiştirecekti ki ..... Hem ondan böyle bir şeyi nasıl isteyebilirdi? Onun yurtdışı hayallerini biraz da kendisi tetiklememiş miydi? Bu uğurda yıllarca nasıl mücadele verdiklerini ve daha önemlisi kariyerinin Meral için anlamını bilmiyor muydu? Başını salladı. Meral' in yüzüne bakmadan bu akşam bu konuyu mutlaka konuşmalıyız, biliyorum, buna hakkım yok, dedi belli belirsiz. Meral şaşkın, Kerem' e bakıyordu. Söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştı. Seni rahatsız eden bir şey mi var, demek istiyor; çekiniyordu. Evlilik konusunun açılmasına ve Kerem' in bu konuda kaçamak cevaplar vermesine bir kez daha katlanamazdı.

Kerem canı hiç istemediği halde önündeki kadehi suyla doldurdu. Meral' in boş bardağına da su koydu ağır ağır. Daha birkaç ay önce, ona senin de Meral' le göz göze gelmek istemeyeceğin günler gelecektir deseydiler gülerdi kuşkusuz. Ya şimdi... İçinde yüzlerce sorunun kaynaştığı o ummanla karşılaşmamak için çareler arıyordu. Telefonuyla oynadı bir süre, kürdanları kırdı, peçetelere şekiller verdi, bu arada sigarasının birini söndürmeden diğerini yakıyordu. Bir ara karşı masadaki rakı şişesine takıldı gözleri. Şu şişede balık olmak için bundan daha uygun bir zaman var mıdır acaba diye düşündü. Hani şu derya içre olup da deryayı bilmeyen balık.... Bu fikir o kadar hoşuna gitmişti ki gülmemek için kendisini zor tuttu. Gergin zamanlarının değişmez geleneklerinden biri de bu olmuştu. Böyle zamanlarında hiç olmayacak şeyler düşünür, üstelik de bunları çok komik bulurdu. Yine aynı şeyi yaptım, dedi içinden, güldü. Saatine baktı. Zaman bir hayli ilerlemişti. Bu iş bitmeli artık, ne olacaksa olsun diye düşündü.

"Meral, konuşmalıyız. ."

"Hayır, hiçbir şey konuşmayalım lütfen. Bu gün olmaz. Hem kalkma zamanı da geldi, biliyorsun! "...."

Meral, Kerem' in titrek, güvensiz sesine, ağlamaklı gözlerine bir anlam veremiyordu bir türlü . Mezuniyetlerini kutlayalı iki buçuk ay olmuştu neredeyse. O gün bugündür Kerem'in evlilik konusunda bir adım atmasını beklemiş neredeyse endişelenmeye başlamıştı. Kerem, telefon edip 'yarın birlikte güzel bir yemek yiyelim' deyince, artık zamanı geldi herhalde, diye düşünmüş sevinçten, bütün gece uyumamıştı. Ama şu anda Kerem' in hali hiç hoşuna gitmiyor; o, böyle darmadağınken yapacağı hiçbir teklife "evet " diyemeyeceğini hissediyordu. Hesabı istediler aceleyle. Şaşırma sırası Kerem' e gelmişti. Çaktırmadan Meral' i seyrediyor belki de yüz yüze konuşmamak en iyisidir diye düşünüyordu. Biraz rahatlamış gibiydi. Hesabı ödeyip çıktılar. Meral' in evine varana kadar ikisi de konuşmadı :

"Gelip bir kahve içmek ister misin; bizimkiler herhalde daha yatmamıştır ?"
"Doğru, bir de sizinkiler var, değil mi; onlar ne diyecekler acaba bu işe?"
"Efendim"
"Haa yok bi şey, bu saatten sonra rahatsız etmeyeyim, yarın görüşürüz artık." .

Arabaya biner binmez Meral seni seviyorum; ama annemi burada yapayalnız bırakamam anla seninle gelemem diye bağırdı defalarca. Sözcüklerden güç almak ister gibi bir hali vardı. Sahil yolunda dolaştı biraz. Bağdat Caddesi'ne çıktı sonra; yol her zamanki gibiydi, ışıl ışıl.... Burayı en çok bu haliyle severdi . Bu saatlerde sabahki kalabalığından eser kalmaz; cadde kimliğini bulurdu. Hatta yollar bu gün daha da bir tenha gibi geldi Kerem'e. Arabayla dolaşmak sinirlerini yatıştırmış, onu biraz sakinleştirmişti gerçi ama hâlâ ihtiyaç duyduğu cesareti bulamıyordu kendinde. Meral' i kaybetmek düşüncesi içini öyle bir acıtıyordu ki her gün on kere çevirdiği numaralar parmağına yapışacak sanıyordu. Böyle olmayacaktı. Ara sokaklardan birine daldı. Arabayı bir tekel bayisisinin önüne çekti. Dükkan oldukça loştu. Radyodan yayılan müzik etrafa ıslak bir keder yayıyor satıcı tezgahın arkasında uyukluyordu :

" Çabuk, bana iki bira ?"
"Ne yapacaksın birayı delikanlı, hem de çabuk; biranın çabuğu mu olur?"

Müşteri paylayan bu tuhaf satıcıyla ağız dalaşına girmeye hiç niyeti yoktu tabii. Zaten her şeye burnunu sokan insanlardan oldum olası hoşlanmazdı.

"Niye ki ?"
"Hiiiç, iyi görünmüyorsun da..."

Kerem, biraları poşete koyan adama baktı dik dik. Basık suratlı, patlak gözlü bir adamdı bu. Konuştukça yüzünün ortasındaki kıl yumağı dans ediyor gibi geldi Kerem' e. Gülmemek için kendini zor tuttu. Sesinin tersliğini korumaya çalışarak:

"Boş veer."dedi. "Hiçbir şey bundan daha kötü olamaz nasıl olsa!"

Dükkandan uzaklaşırken adam uyuklamaya başlamıştı bile . Arabaya biner binmez saate baktı; on ikiye çeyrek vardı. Fazla zamanı kalmamıştı. Midesinde garip bir yanma hissediyordu. "Ne zaman içki içsem aynı şey olur." diye hayıflandı. Adam haklıydı belki de ama yine de bir iki yudum içecekti.Yoksa Meral'i arayamayacaktı. Bir yudum, bir yudum daha .... Göğsündeki serin sıcaklığı hissetti önce. Buz gibi suların altında olsam dedi , gözlerimi yumsam, uyusam... Acı bir fren sesiyle kendine geldi. Uzun farlarını kapatmadığının farkına vardığında artık çok geçti. Yerler oldukça kaygan olmalıydı, karşıdan gelen araç sürükleniyor, paniğe kapılan şoför her hareketiyle kazayı kaçınılmaz hale getiriyordu. "Bir umut "diyerek direksiyonu sağa kırdı.. Çarpışmadan kurtulmuştu Kerem; ama şimdi de arabasının kontrolünü kaybetmişti. " Hay aksi, bu kadar insan nereden çıktı? Bu bağırışmalar da ne?" Sorular peş peşe hücum ediyordu Kerem' in beynine. Bir ışık yumağının içine girdiğini, hayalini kurduğu serin sulara gömülmek üzere olduğunu hissetti .

Uyandığında bir hastane odasında buldu kendisini. Doğrulmaya çalıştı; vücudu pelte gibiydi. Kemikleri her deviniminde ben buradayım diye bağırıyordu. Bedensel gerçekliğini bu güne kadar hiç bu denli fark etmemişti. Annesi yatağının etrafında fır dönüyor, oğluna yardımcı olmanın yollarını arıyordu kendince. Kadının siyah gözleri bütün gece ağlamaktan olsa gerek kan çanağına dönmüştü. Halbuki bu gözlerde yaş görmemek için neleri göze almıştı Kerem. İçinde yükselen öfkeyi kontrol etmeye çalışarak :

"Ben iyiyim anne, yeter artık ağlama . " dedi.
"Yok bir şeyim oğlum, gerçekten iyi misin? "
"Neler oluyor anne , neden burdayız?"

Koridorda hararetli bir tartışma başlamış durumu fark eden annesi dikkat kesilmişti. Anlayışın verdiği bir acıma, korkunun beslediği bir kin vardı yüzünde. Onun , hayatında belki de ilk kez korkmadan birinin gözlerinin içine bakabileceğini hissetti Kerem. Merakla o yöne döndü :

" Kim bu adamlar, neler oluyor anne?"
"Hiç olmazsa gazeteyi vermeme izin verin Memur Bey."

Adam şu anda tam karşısında duruyordu Kerem'in. Krem rengi bir pardösü vardı üzerinde. Gözleri insanı tedirgin edecek kadar şişmiş ve kızarmıştı. Kırk beş elli yaşlarında olmalıydı.

"Beyefendi, biraz önce bir kız geldi buraya, sevgilisi miymiş neymiş , onu bile içeriye almadım, anlayın lütfen."
"Peki, bari siz verin şunu o pisliğe "

Kerem konuşulanlardan hiçbir şey ama hiçbir şey anlamamıştı. Kimdi bu adamlar, neden söz ediyorlardı? Meral ne zaman gelmişti ? Onu ne hakla içeri almamışlardı? Bir cevap bulmak umuduyla annesinin gözlerini aradı . Ama o, böyle zamanlarda hiç bakmazdı ki oğluna. Kimseye bakamazdı ya... Bir şeyler hatırlar gibi oldu birden. Arabanın keskin kornasını duydu önce. Şiddetli bir sallantı, çığlıklar, dudaklarındaki sıcak kırmızılık, midesindeki yanma .... Alnı ter içinde kalmıştı. Bir an kalbinin yerinden fırlayacağını sandı. Bu bir kabus olmalıydı. Adamla göz göze geldiler. Görevli zor da olsa onu nihayet ikna etmişti.

" Unutma" dedi adam. " Bunu yanına bırakmam, cezanı adalet vermezse günün birinde ben, kendi ellerimle vereceğim; hem de hiç ummadığın bir anda, sakın unutma "

Adam, sözcüklerin üzerine basa basa bağırıyor, sağ elinin işaret parmağını havada ileri geri sallıyordu. Kerem bir ayağını sürüyerek uzaklaşan bu adamın arkasından bakakaldı. Eğer, bütün bunları algılayabilecek durumda olsaydı ne bu sesi, ne de bu adamı unutmaması gerektiğini bilirdi. Oysa aklında kalacak olanlar , bir sis perdesinin arkasından görebildikleriydi yalnızca.

"Al şunu, oku da yaptığınla gurur duy "

Adama verdiği sözü tutmuş, elindeki gazeteyi Kerem' e uzatıyordu Kapıdaki görevli . Sesi de bakışları kadar soğuktu. Gazetenin ikinci sayfasında 22 yaşlarında sarışın bir kızın fotoğrafı vardı. Mezuniyet için çekilmiş bir fotoğraftı bu. Kız, kepi ve cüppesi içinde çok şirin görünüyordu. Gözleri tıpkı biraz önceki adamın gözleri gibi mavi; ancak bakışı ve gülüşü yumuşacık, sıcacık... Kerem bir an, bu gözler için de yazılmış bir şiir var mıdır, diye düşündü. Elinden gelse yazının devamını okumayacak hatta bir daha kağıt cinsinden hiçbir şeye el sürmeyecekti; ama bunun yazgısını değiştiremeyeceği o kadar açıktı ki... Çaresiz devam etti. Yanda biraz daha büyükçe başka bir fotoğraf. Aynı kız, yerde yatıyor; kolunun biri, bir şeyleri kucaklamak ister gibi, yana açılmış, saçları darmadağın, yarı aralık gözlerinde biraz önceki adamın bakışları . Dudaklarından sızan kan kulağına deydi deyecek . Siyah deri kabanının yakası kaymış, bir omzunu açıkta bırakmış. İçinde balıkçı yaka kırmızı bir kazak.

Meral geldi aklına. Göz yaşlarını tutamıyordu artık . Ne yapacağını bilmez halde ağlayıp duran annesi "Ah oğlum, bundan daha kötü ne olabilirdi ki" diyordu durmadan. Kerem, derin bir uykuya dalmadan önce bu sözleri uzak bir masalın hüzünlü bir şarkısını dinler gibi dinledi.

"Kerem' im, oğluum..."

Annesinin sesiyle irkildi Kerem. Hâlâ küçük kıza bakıyordu. Annesiyle babasının yanına koşan çocuk teselliyi onların okşayışlarında bulmuştu. Ara ara Kerem' e bakıyor; onlara bir şeyler anlatıyordu. Kerem, çocuğa gülümsedi sonunda, döndü ve kollarının bütün gücüyle, kucaklanmayı bekleyen annesine sarıldı.

Bavullarını almıştı Kerem. Havaalanından ayrılmak üzereydiler. Nihayet evine gidebilecekti. Geçmişle son bir kez hesaplaşmak istercesine döndü uzun uzun arkasına baktı Kerem. Koyu renk gözlük takmış, krem rengi pardösü giymiş kırk beş elli yaşlarında bir adam, ayağının birini sürüye sürüye çıkışa doğru ilerliyordu. Yüzünde sert bir ifade. Küçük kız uzaklarda kalmıştı. Annesi, kırmızı elbisesinin üzerine kalınca bir hırka giydirmek için uğraşırken o, çevresine gülücükler dağıtıyordu. Bulduğu oyuncağı çoktan unutmuş, bir kenara fırlatmıştı bile. Hamile bir kadın telefonla konuşuyordu. Uçuş görevlileri, hostesler, yolcular...

Annesinin sıcaklığını hissetti yeniden elinde. Bu el ona " hadi oğlum, eve gitme zamanı geldi diyordu. Kerem başını salladı. Annesini daha fazla bekletmemek için hemen bir taksi çevirdi. Bu dört koca sene, başka şeylerden kaçabilse bile insanın, kendisinden kaçamayacağı gerçeğini öğretmişti ona. Acılarını ancak evinde ve kendi gerçekleriyle yüzleşerek dindirebileceğini de. Annesini arabaya bindirdi. Kendisi de şoförün yanındaki koltuğa geçti. Arabanın kapısını kapatmadan önce son bir kez gökyüzüne, başını bulutların arasından çıkarmış, tatlı tatlı gülümseyen güneşe baktı. Bunca yıl sonra ilk kez o da güneşe gülümsedi ve içinden "keşke" dedi yine, "keşke".

Özge Uzunhan Kaş


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
8 Kahveci oy vermiş.

 


 


 KAHVE-TUR : Cem Polatoğlu


SENi SEViYOR(D)UM BABA

Bayramın kutlu olsun.. „SENi SEViYOR(D)UM BABA“...

Dörtdörtlük! Çerkez’in evladı olarak dünyaya geldiğimdendir, babama doyasıya sarılmak kısmet olmadı bana. İçim giderdi sokakta babalarının kucağındaki bebeleri, baba-oğul, baba-kız elele gezen çocukları görünce. Oysa, bırakın babamın elini tutmayı, bana sarılmasını, başımı okşamasını, bayramlar harici bir öpücük dahi alamadım hayatımda. Bu nedenle bayram sabahları tüm çocuklar sevinçle uyanırken, ben yatağımdan çıkmak istemez, yorganı başıma çeker, ağlardım.

18’ime basmadan kaybettim babamı. Ağız dolusu "babacım" diye sarılamadan, içime çekemeden kokusunu. Kısmet tabutuna ve kefen içerisinde mezarına indirirken sarılmakmış "babacığım"a. O acı anımda bile bunu düşünmüştüm. Acaba o da benim gibi düşündü mü son nefesini verirken? Evladıma hiç sarılmadım, sarılamadım dedi mi? Oysa tam bir ay önce, üniversite imtahanını kazanamadığımı duyunca, tek başına alt kattaki muayenehanesine inmiş, elinde benim sınav sonuç belgeme bakarak, hüngür hüngür ağlarken görmüştüm onu. Koşup sarılmak, „canım babam; bilseydim bu kadar üzüleceğini daha çok çalışırdım. Söz seneye kazanacağım“ demek istemiş, tabi cesaret edememiştim. Bir sene sonra Türkiye 38. si olarak iTÜ Gemi inşaatı fakültesine girdim. Ama artık sevinecek, benimle gurur duyacak bir babam yoktu ki. Nafile ve kısık bir ses ile okudum mezartaşına sınav sonuç belgemi. ilk kez, ama haykırarak söyledim onu ne kadar çok sevdiğimi. „SENi SEViYORUM BABA....

Hep hayal ettim. Eğer birgün çocuklarım olursa onlarla arkadaş olacağım. Asla el kaldırmayacağım. Uzaktan ve gözlerimle değil, sarılarak, öperek, kucaklayarak, koklayarak, konuşarak, duyarak sevgiyi alacaklar babalarından.

Hamile kaldığımız“ müjdesini aldığımda ki sevincimi anlatamam, hele bir kızım olacağını öğrendiğimde kendimi allahıma çok daha yakın hissettim. Efsanevi „baba-kız aşkı“na daha kızım doğmadan düştüm. Kendimi hazırlamaya başladım. İyi de, ilk ve en son 15 yıl önce yeğenimi kucağıma almıştım. O da „seyirlik“.

Kızımı 9 ay ben mi taşıdım, anasımı allah bilir. Birlikte kurslar, nazlar, niyazlar, elini sıcak sudan-soğuk suya sokmamalar, binbir güçlükle tutulan yardımcılar, leb dedimi leblebi, kışın karpuz, yazın portakal bulmalar. Vefa’dan Bozalar, illa Kanlıca’dan yoğurtlar. Allahtan „cezeriye“ akla gelmedi.

Daha ilk aydan itibaren İstanbul’da içinde „bebek“ sözcüğü geçen tüm kitapları satın aldık, yetmedi Amerika’dakilerine uzandık. Mobilyacılar, oyuncakçılar, malzemeciler gezildi, illa en pahalıları seçildi.

Günü çattı, saati geldi, hastabakıcı hüzünle haber verdi. „Abey, bu sefergine gız oldu ama bidahagine irkek olur inşallah

Nihayet kızımı elime aldım. Ama bu sefer seyirlik değil „bakımlık“ Öyle; hadü-düdü nede güzelmiş deyip anasına teslim durumları yok. Akıyla-bokuyla ilk çişiyle kucağımda, yanımda ve işte karşımdasın biricik aşkım bebeğim. HOŞGELDiN PRENSESiM...

Şirketimi yeni kurmuşum. Rehberlik ise ana mesleğim, Sabah 6-7 kalk, 8-9 da Turistleri otelden al, şehir turu, kapalıçarşı... Öğleden sonra şirkete koş. Akşam üstü eve gel, kızına bi sarıl, gece turu için Turislerine koş. Gece 1-2 de eve gel... Tempo budur. Ne Cumartesi var ne de Pazar. Uyumak üzere eve geldiğim 3-5 saatte de kızıma doymaya çalışır, yine de her uyandığında başında ben olurdum. Altını değiştirirdim kızımın. Sütünü verirdim kızımın. Aman anası uyanmasın... Emzirmeyi 3-5 haftada kesmiştik allahtan!. Hani memeler de sarkmasın... Zaten gün boyu bebekle uğraştığı! için çok yorgun ve sinirli. Bakıcı da yeteri kadar yardımcı olmuyor, temizlikçi de.. Sabahları en „taze“ bezi yanıma alır, prensesimin bokunu koklaya koklaya işime giderdim.

Kızıma olan ilgim zamanla annesini ve annesinin ailesini rahatsız etmeye başladı. Bu konuda zaman zaman kendimi suçlu hissettiğim oldu. Ancak işin içine ailesi girip, büyüler, tütsüler, oramdan, buramdan, ceketimin yakasından, işyeri koltuğumun altından otlar, boklar çıkmaya başlayıp, hanut’un (dükkandan alınan komisyon) kitabını yazan bendeniz damada 1.500 USD’lik yüzüğü 5.500 USD’ye satın aldırtmaya, taksidini ödediğim evi „kaynana“nın üzerine kaçırmaya, bankadaki ortak hesabımızı sıfırlamaya kadar vardırınca bana iki don bir gömlek ile evi terketmek kaldı. İlk bir-iki ay işi şaka zanneden „zebani“ kısa sürede dişlerini „fullscreen“ göstermeye ama biricik prensesimi göstermemeye başladı. Biliyordu bana en büyük eziyetin „kızımı görememek“ olduğunu... Şaka değil, boşanmadan sonra 7 yıl boyunca kızımı ancak HACiZ ile görebildim. Tam yüzküsür kez... Bunun için yapmanız gereken işlem haciz için borçluya yapılan işlemden daha zor. Her cuma adliyeye gidilir, ücret yatırılır. Sonra çalışan memurlara Pazar günü sizinle gelsin diye yalvarılır. Her konuda! anlaştığınız memur Pazar günü gidilip evinden alınır, adliyeye getirilir, dosya alınır. Daha sonra karakola gidilir, Polis alınır. Kızımın evine gidilir. Sağlam aldım-sağlam verdim diye teslim-tesellüm tutanağı polis ve memur gözetiminde karşılıklı imzalanır. Sonra sırası ile Polis karakola ve memur evine bırakılır. Anca bir alışveriş merkezine adım atılır. Annesinin verdiği alışveriş listesi kanter içerisinde bitirilir. Paket fast-food’lar arabada yenir. Çünkü; Memuru evinden, polisi karakoldan alıp 17:00’da kızını teslim etmezsen bu „çocuk kaçırma“ya girer ki bu konuda aleyhime açılmış davalar vardır. Sadece bunlarla mı sınırlıdır açılan davalar? Hayır...Toplam açılan 20 davanın 3-4 tanesi nafaka arttırımı, diğerleri defaaten haneye tecavüz, darp, hakaret, ölümle tehdit v.s. dir. Artık teknolojiyi tanıyan hakimler, evindeki telefonda yıllardır duran dinleme cihazında ki, kayıtları bilgisayarda „cutter“ programı ile manipule edip, „yeni mal“ gibi mahkemeye sunan kadından bıktılar. Kabul etmiyorlar artık açtığı davaları.

15 yaşına kadar anne-teyze-anneanne üçgeninde yalanlarla doldu kafası prensesimin. Son 5 senedir, yani yeni evliliğim boyunca kızımı hacze gitmiyorum. Evliliğimin ilk yıllarında rahatlıkla kızımı gösteren annesi son iki senedir yine eski silahını kullanır oldu. Kızımı okulu dışında yine göremiyorum. Detaylar başka bir zamana, ama çok yakında yeni bir Bayram daha geliyor. Ve benim Prensesime sarılamayacağım, onu koklayamayacağım bir başka Bayram. Tıpkı bundan 35-40 sene önce babacığıma sarılamadığım bayramlar gibi.

Hala içim gider sokakta baba-kız gezen çocukları görünce. Bu nedenle bayram sabahları herkes sevinçle uyanırken, ben aynı kabusla uyanırım. Kızım mezar taşıma haykırır..

Bayramın kutlu olsun.. „SENi ÇOK SEViYOR(D)UM BABA“...



Cem Polatoğlu


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
6 Kahveci oy vermiş.

 


 


Temirağa Demir

 Kahveci : Temirağa Demir


  Simli noel baba kartı ve lamba anahtarının kenarı…

Temirağa Demir'in yeni kitabı çıktı. Her Kardan Adam Olmaz. Online satın alabilirsiniz. Bu yazdıklarım 2006 yılının son yazısı olacak. Zorlu bir yılın son günlerini gösteriyor miladi takvim yaprakları…
"Keşke" lerinizi saydınız mı?
Geri dönmek istediklerinizi…
Yeni bir öykü gibi başlayacak yeni yıl ve biz bir çok yenilik bekleyeceğiz, eskimeye yüz tutanlar yeniden yaşandıkça veya kurgulanmış kaderler önümüze sunuldukça yepyeni acılara ve sevinçlere gark olacağız…
Ama öyle bir şey ki, yeni yıllara hiçbir kötülük yaşanmayacakmış gibi başlanılır…
Biz insanoğlu "yeniliklere" bayılırız…
Ve yeni her şeyi hep güzel olarak tanımlarız…
Yeni bir sevda, yeni bir gün, yeni bir yıl…
Oysa çekilenler ve katlanmak zorunda olduklarınızı hep yineleyerek tarif ederiz…
Yine hasret, yine pazartesi, yine o kadın…
Geçti işte ömrümüzden kocaman bir yıl daha geçti…
Sizi bilmiyorum ama benim geçirdiğim en büyük yıl olsa gerek…
Neleri geride bıraktım dönüp bakmaya bile çekiniyorum…
Bir daha olmayacakları, olamayacakların sızısı hala belleğimde…
Yıprattı biraz 2006. Güzellikleri de yaşadım şüphesiz. Ancak biraz zor bir yıldı, ve söylemlerdeki gibi "o günleri çoook arayacağım"ı sanmıyorum…
Hep müşvik bir elle yanağa dokunulduktan sonra bu nasihat vardır, genelde gençlere söylenir…
"Şimdi sıkılıyorsun üzülüyorsun ama bu günleri çook arayacaksın"
Ben hiç aramadım, sıkıldığım geçmiş zamanlar hala aklıma gelince sıkılıyorum, en bariz örneği ö.s.s zamanları, çoktan seçmeli bir hayatın bana göre olmadığını o zamanlarda biliyordum halada aynı fikri savunuyorum…
Geçti işte…
Son yapraklarını koparıyoruz takvimin ve hemen hiç birimiz takvimin arkasında yazan erkek ve kız isimlerini çocuklarımıza koymuyoruz…
Erkek Kamil kız Kamile…
Takvimi yazanlar neden böyle yaparlar acaba?
Kafiye ile şiir yazmayı yeğlemiş bir şair mantalitesi ile düşünürler…
Günün yemeği: Yoğurtlu ıspanak…
Buda, akşama kadar komşuları gezmiş ve "akşama hangi yemeği pişirsem" i hiç aklına getirmeyen ev hanımları için alternatif bir fikir oluşturmak için olsa gerek…
Yüreğimin derininde keskin ve mutlaka izi kalacak bir yara bıraktı geçtiğimiz yıl…
Uzun yıllar sonrada hatırladığımda aynı yer inceden sızlayacak ve gülüp geçemeyeceğim biliyorum…
Yeni yıl…
Artık hiç heyecanlanmıyorum…
Eskiden lamba anahtarı kenarına sıkıştırdığımız üzeri simli ve noel baba resimli kart postallar gelirdi evimize…
Şimdi mesaj yetiyor yeni yılı kutlamaya yani bir çoğu yettiğini var sayıyor…
Sizde neler bıraktı geçtiğimiz yıl…
Hızlı bir yıldı…
Yeni yıldan yine sağlık mutluluk ve başarı dilemekten başka yapabileceğimiz bir müneccimlik yok maalesef…
Ve dönmek mümkün değil artık, onca yollardan sonra yeniden yollara düşmekte olanaksız…
Ancak biraz daha temkinli davranmalıyız…
Arkanıza en azından bir göz atın geçmişle dövünmek veya övünmek elbette sizi bir ömür bahtiyar veya muzdarip etmez, edemez… Fakat bazı tahlillerde bulunabilirsiniz…
Son yaprağı koparacağım…
Yeni ve kalın bir takvim asacağım duvara…
Dualar edeceğim, tüm hasretler uzak dursun benden diye, sağlık, mutluluk ve başarı dileyeceğim Allah'tan, ve nankörlerin hayatıma bir daha girmemesini…
……….
Bir yıl daha bitti…
Kan akacak olması bu yılbaşında biraz daha rahatlatıyor içimi…
Sanki olabilecek tüm kaza ve belaları götürecekmiş gibi…
Herkesin yeni yılı yeni olsun…
Yine bir yıl olmasın…
Bir devrim beklemiyorum elbette, kimsede beklemiyor…
Ama yeni bir yıl olsun gerçekten yeni olsun, yine olmasın…
Bir ocak sabahına uyandığımızda resetlensin bazı şeyler hafızamızdan, sadece o elleri kımıldayan bebeğimizin ilk doğduğu günü hatırlayalım, bir parça verdiği mutluluğu burnunuzdan getirenleri hiç aklınıza getirmeyin, kötü şeyler yapmamış olduğunuzdan dolayı kendinizle gururda duymayın…
Bir yıl biter yenisi başlar, ve aslında hiç kimse bilmez hangi yılın yaşamının son yılı olduğunu, hiç kimse bilmez bundan sonraki en hengameli yılın hangisi olduğunu, sadece geçmişe ait bulgulardan yola çıkarak bir tahlil yaparız hepsi bu…
Zor bir yıldı…
Akıtılan kanlar eşliğinde uğurlayacağız…
Yeni yılınız kutlu olsun…
Yeni bir yıl olsun yine bir yıl olmasın…

Temirağa Demir
temiraga@mynet.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 


 


 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı


 


 Dost Meclisi



Fotoğraf : Gülendam Oğuz

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 7.563 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı


 


 Tadımlık Şiirler


Gece….

Gece….
Kapatma gözlerini.
Bodrum'un her sokağından, ay görünmeli.
Aya inat, çıkmaz sokaklarda yıldızlar.
Kapatma gözlerini
Yanımızda ışıksız kalabalıklar.

Terkedilmiş kaç evin eşyaları
Taşınmaktan yorulmuş.

Elimizde kalanlar
En değerliler mi?

Perde
Yüzyıllık belki de.
Çeyizi veremden ölmüş bir kadının, yirmi beşinde.
Bu perdeyi işleyen, verem olur dedirtecek kadar güzel,
İnce hastalık kadar ince.
Kilim, babamın hediyesi.
Onurlu!?
Mutlu!?

Don Quixote
Picasso'nun çizdiği
Tanıktır ticari geçmişime
Sadece tanık değil,
Müsebbibidir beklide
Müşterilerimden biri
'Bize eşek diyor' demiş kahvehanede
Şaşılacak iş,
Oysa eşek arkadadır
Sancho panzo büyüktür ondan
Orada benzetecekse insan kendini
Don Quixote' a benzetmeli
Ya da öyle hissetmeli

Teneke sobam yeni
Zeytin ağacından odunlar
Aldatılmadık bu kez, sesinden belli
Bir önceki.

Gece…
Kapatma gözlerini
Yanımızda yamalı mutluluklar.

Meyil Delen

 


 Biraz Gülümseyin




KMTV Sunar...

Yukarı


 


 Kıraathane Panosu


LÖSEV'e BAGIŞ YAPABİLİRSİNİZ.

İstanbul için Son Hava Durumu
ISTANBUL ISTANBUL
Ankara için Son Hava Durumu
ANKARA ANKARA
İzmir için Son Hava Durumu
IZMIR IZMIR
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı


 


Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

İşimiz gücümüz internet ise tabi ki kutlama mesajlarımız da internet ortamında olacaktır. İster yılbaşı, ister kurban bayramı http://www.sohbethane.net/ekart.php web sayfasındaki e-kart’lar ihtiyacınıza cevap verecektir. Tabiî ki yine de tercih sizin. Büyüklerin gönlünü almak için ellerini öpmek ve biraz olsun yüz yüze sohbet etmek bence en iyisi olacaktır.

Bu da benden çocuklara yeni yıl hediyesi http://www.billybear4kids.com ister oyun oynasınlar, ister online eğitimlere katılsınlar ya da isterlerse bilgisayarlarına uygun ekran koruyucuları indirsinler.

Çizgi roman tutkunlarına özel bir web sayfası http://www.cizgiroman.gen.tr Kiminiz benim gibi çocukluğunuzun çizgi kahramanı Zagor’u arar. Bir başkası Mister No meraklısı. Çizgi roman meraklısı herkes buraya.

Ellerin youtube’si var da bizim bir tube’miz yok mu sanıyorsunuz. Elbette var, hem de pikni tipi. http://www.pikniktube.com/ web sayfası aynı zamanda Beyazıt Öztürk tarafından da tanıtımı yapılan ve ödüllü bir tüp sayfası. Çektiğiniz ilginç video görüntülerini yükleyebilirsiniz. Ayrıca yüklenmiş videoları hem zevkle seyredip aynı zamanda oylayabilirsiniz.

Yukarı


 


 Damak tadınıza uygun kahveler




http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20061229.asp
ISSN: 1303-8923
29 Aralık 2006 - ©2002/06-kmarsiv.com