Ekonomik Ticaret



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 5 Sayı: 1.122

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 9 Ocak 2007 - Fincanın İçindekiler



 



 Editör'den : T.C.Kimlik Numaraları!..

Merhabalar,

Yeni yıl tüm köşe yazarlarını falcı yapmış anlaşılan. Kimi açsam gelecekten haber veriyor. Madem öyle onlardan geri kalan yamulsun doğrulamasın. Buyrun size 2007 kehanetlerim, önceden uyarayım bunlar bana mâlûm olanlardır, asılları astarları tartışılmaya müsaittir.

Bizim memlekete kış üç vakte kadar mutlaka gelecek. Mart kapıdan baktıracak, Temmuz yakıp kavuracak. Gülben bir aya kalmaz doğuracak, Demet bir daha evlenip boşanacak. Binbir gece de rayiç 600 bin doları bulacak, pazarlıkla 400 de el sıkışılacak. İllaki 2 tane seçim olacak. Tayyip Bey aday olacak ama ummadık taş baş yaracak. Uzan'ın sloganlarına bir yenisi eklenecek; "Turgut'suz il kalmayacak!". Editörün göbeği yerini adeleye terkedip emekli olacak. Kulağı çınlamaya, karnı guruldamaya devam edecek. Dergimizin beşinci sayısı mutlaka çıkacak. (Bunu Allah söyletti) Vesaire, vesaire...

2007 dopdolu geçecek besbelli. Her ne kadar seçim ekonomisi yok dense de gerekli önlemler büyüklerimiz tarafından ivedilikle alınmaya devam ediliyor. Henüz pekçok vatandaşın farkında olmadığı, ancak yumurta kapıya gelince öğreneceği ama geç kalınacağı bir durum var. İnternetten yararlananlar, gazete, dergi okuyanlar ve hatta televizyonda haber dinleyenler belki duydular, belki de duyup umursamadılar. 1 Ocak itibariyle Vergi numaralarımızla T.C. Kimlik numaralarımız birleştirildi. Daha doğrusu T.C. Kimlik numaralarımız artık bizi temsil eden tek numara oldu. Mali her işlemde bundan böyle bu numarayı kullanacağız. Tam bu noktada dikkatten kaçmaması gereken bir önemli husus var. T.C.Kimlik numaralarımızın bizi temsil etmesi için illa nüfus kağıtlarımızın üzerinde resmi olarak yazılı olması gerekiyor. Nüfus cüzdanınızı ibraz ettiğiniz her işlemde bu kaydın var olup olmadığına bakılacak. Eğer yoksa sizden nüfus kağıdınızı yenilemeniz istenecek. Devletle işiniz, bankada da paranız yoksa "bana ne" diyebilirsiniz. Ya da çevrenizde bunu diyecek insanlar mutlaka çıkacaktır. İşte tam bu noktada onlara hatırlatmamız gereken bir konu var. Önümüzdeki seçimler. Öncelikle muhtarlıklarda Mart sonuna kadar asılı kalacak listeleri mutlaka kontrol etmemiz gerekiyor. Sonra da eğer nüfus kağıdımızda hâlâ T.C. Kimlik numaramız yazılı değilse, mutlaka muhtardan bir kağıt alıp nüfus müdürlüğüne başvurmamız ve yeni cüzdanı cebimize koymamız gerekiyor. Unutmayın seçim günü eğer Nüfus kağıdınızda T.C.Kimlik numaranız yoksa OY KULLANAMAYACAKSINIZ! Tayyip Bey yüzde 50-60 katılımdan söz ederken işte bunu kastediyor. İktidarın sokak sokak takip ederek yaptığı yoklamaları yok sayar, gerekli önlemleri almaz, haberi olmayanları uyarmazsanız, haklı da çıkacaktır. Daha vakit var demeden bu işi hızla halletmek zorundayız, unutmayın. Oy kullanmak bir vatandaşlık görevidir. Oy kullanmayanın şikayet hakkı yoktur, böyle biline.

Şimdi gelin Sandy Farina'dan güzel bir şarkı dinleyelim, Here Comes the Sun. Görüşmek üzere hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur








Yukarı


 


Tamer Kaplan

 Kahveci Gemici : Tamer Kaplan


   Bu Bir Futbol Yazısı Değildir.

Frank Rijkaard'ı nasıl bilirsiniz?

Evet, Barcelona'nın antrenörü olan Hollandalı'dan söz ediyorum.

Hani 1990'da İtalya'daki Dünya Kupasındaki maçta önünde yürüyen Alman rakibi Woeller'in saçına tüküren Hollandalı futbolcu.

Woeller bunu fark edince onunla tartışmış ve hakemden haksız yere sarı kart görmüştü de bu olay kameralardan kurtulamamıştı.

Üç yıl sonrasında bir tatil köyünde Hollandalı bir çiftle arkadaşlığımız olmuştu. Onlarla Futbol muhabbeti yaparken söz Rijkaard'a gelmiş ve biz de kendisi ile ilgili olumsuz düşüncemizi söyleyince nedenini merak etmişler ve biz de bu olayı hatırlatmıştık.

Hollandalı arkadaşlar biraz da utanarak bu tükürüğün nasıl onun ve Hollanda'nın üzerine yapıştığını gözlemlediklerini belirtmişlerdi ve üzerinden yıllar geçmesine rağmen hala hatırlanması nedeniyle hayretlerini vurgulamışlardı.

Böyle basit ama çarpıcı anekdotlar sadece onu yaşayanları değil, mensup oldukları ulusların bile imajını öylesine etkiliyor ki bunun silinmesi veya unutulması yıllar alıyor.

Bu nedenle geçen yıl yaşadığımız "şu İsviçrelileri yenemedik ama dövelim bari" felaketi haksız bile olsa maalesef "agresif ve saldırgan halk" yaftası olarak boynumuza asıldı ve malesef bunu bir süre daha taşıyacağız. Bunun imajımızdaki kötü etkisi maalesef "maçlarımızı seyircisiz oynayarak" silinecek gibi değil.

Ülkelerin de bireyler gibi imaj ve prestijleri var ve bu imaj ne kadar olumsuz olursa o ülkenin uluslar arası toplumdaki ilişkileri de o kadar zor oluyor. Ülkemiz ise bu konuda çok becerikli değil ve yaşadığımız sorunların temellerinde de bu kötü imajın etkisi olduğu kesin.

Mısır'ın 1990'larda yaşadığı turizm patlamasının altında, imaj kampanyasında yayınlattığı ve konusu "Mısır tarihi, firavunlar, piramitler" olan bir seri yayının olduğu söylenir. Bu, "merak" oluşturmaya yönelik bir kampanyaydı ve başarılı da oldu.

Bizim yurt dışındaki resmi temsilcilerimizden bir beklentimiz yok. Bunun yerine Tugay gibi yıllarca istikrarla görevini yapan profesyonellere ihtiyacımız var; penaltı kaçıran rakibi taciz eden Alpay gibi agresif ve saldırgan sinir küplerine değil.

Hatta bu misyonerlerle özel olarak ilgilenmeli ve onlara imaj düzeltici eylemler konusunda destek ve yardım verilmeli. Mesela, ne bileyim, yurt dışında göz önünde olan sanatçı ve sporcularımızın hayır ve yardım kampanyalarına katılması falan sağlanabilir.

Bir tükürükle bir ulus tükürükçü olmaz ama iki - üç kötü örnek üst üste gelirse bunun sonucunda oluşan olumsuz imajın bir peşin yargıya dönüşmesi çok kolay.

Bu açıdan bakılırsa Orhan Pamuk'un aldığı Nobel Edebiyat Ödülü'nün önemi daha iyi anlaşılır. Bizim onu sevip sevmememiz çok önemli değil, bu örnekleri arttırmalıyız.

Tamer Kaplan


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 


 


Deniz Marmasan

 Sütlü Kahveci : Deniz Marmasan


   "yağmurkuşugillerden biri"...

Sonbahara aşık olmuştu, kavuniçi yapraklar arasında usuldan bir tango... Etrafa saçılan kızıl gül yaprakları kadınının kokusunda... Ayağının çizdiği bir aşk ritmindeki şiir dizeleri... Erguvanına sapladığı pembemsiliğin kokusunda bir sarhoşluk... Kendine ya da erguvanî ılıklığına saçtığı inciler...
Günün birinde kulağına fısıldadı: "Eflâtun..."
O yaz sonu,yıldız geçidi bittiğinde, deniz sahili döverken kulağına fısıldadı: "Sahildeyim, seni izlemeye geldim..."
Baharın göbeğinde, coşkun bahar yağmurlarının büyük bir şevkle doğurduğu çiçeklerinin arasında kulağına fısıldadı: "Erguvan..."

Eflâtundan bir denizin erguvanî ılıklığında istemişti dizelerini...

Dizeler döküldü, adalara yayıldı, eylül akşamlarında günbatımı hatıraları, kokusunda akasya, arınmış bir su gibi berrak ve coşku hüküm sürerken mevsimlerde...

matematiğin karmaşık kıvrımlarından doğan bir sevda işlemiydi gizlenen... Gecenin koynunda susayan bir martı, hıçkırıklarını yıldız olarak saçan gümüş bir ay...

Saklıydım bir temmuz sabahının ilk ışıklarında, bir çamaşır ipindeki iki havlunun ıslaklığında, sabırsız bir dizenin söyleyeceği utangaç duygulara, şehirlerin birbirine dolandığı renklerde...

Sabırsızlığımın sabrında, kalemime dolanan erguvanlarda...

Deniz Marmasan


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
2 Kahveci oy vermiş.

 


 


 Kahveci : İdris Kenç


İSTANBUL'DAN HÜZÜNLÜ BİR AŞK HİKÂYESİ

Günlerden Pazar ve ben söylenen söylencelerden dolayı, işkencelerden geçmiş tutuklu gibiyim duygularım acıyor, yüreğim sızlıyordu hak etmediğim halde adım karamsar İdo'ya çıkmıştı yediremiyordum kendime sadece hayat bana hep acı ve gerçek yüzünü göstermişti çabuk olgunlaşmıştım ve bu, çevremde karamsarlıkla eş değer görülüyordu. Onlara nazaran daha realist ve verilerle hareket ediyorum doğrumu yum, yanlışı mıyım böylesi kendimle girdiğim gel git savaşımı esnasında karşılaşmıştım onunla yani selim'le.

Ben iyi bir futbolcuydum zamanında ama devam edemedim. Hayata herkesin baktığı pencereden bir türlü bakamıyor, hülyalara dalamıyordum. Beceremedim yani oyuncu olmayı gerçi hayat denen bu koskoca sinema sahnesinde de iyi bir oyuncu olduğum söylenemez ama gene de umutluydum.

Ağrı dağının kuş bakışında bulunan şirin köyümde mutlu olmaktı tek gayem. Olmadı, zamanla uyduk bizde göçerler kervanına, tuttuk İstanbul un yolunu. Köyümüzden farklı olmayan, ama köyümüze de hiç benzemeyen Kasımpaşa'nın arka sırtlarında unutulmuş bir mahalleye yerleştik. Bilemezdim, umutlarımız da gelişimizle beraber, gurbetin yollarına gömüleceğini.

Selim'de bizim gibi hayatın savurduklarından, yani köklerinde koparılıp gurbete fırlattıklarından. Oturduk saray burnunda demli çaylarımızı yudumlarken "üzgünsün arkadaş" dedi bir anda" hayır, umutlarımı gömdüğümü fark ettim, kat ettiğim gurbet yollarına" dedim
İyi futbol oynadığını açıkladığı an gözlerimde bir şimşek çakarcasına irkildim.

Yardımcı olabileceğimi iyi bir antrenman ve çalışmadan sonra sezona hazırlanan kulüplerin gözlemcilerini düzenlenen turnuvalarda bulundurduklarını bu sayede de şans kapısını aralayabileceğimizi anlattım Selim'in gözlerinde saçan umut ışıkları bir anda olsa, gömdüğüm umutlarımı yeşertebileceğimi hissettirdi bana, bende şendim çocuklar gibi.

Her akşam Kasımpaşa'nın Haliç'e bakan tepelerinde, gün ışığına kavuşan deli taylar misali koşardı Selim, fırsat bulduğu her an ve her alan onun için antrenman ve alanıydı.

Ama âşık oldu, zor bela bulduğumuz oto yıkamacıda kazandığının hesabını veremeyince, vakitsiz kayboluşlarından zaten anlamıştım. Geçen zaman zarfında aldığı kontörlerle bakkal amcamızı zengin edemediyse de her halde en iyi müşterisi listesine girivermişti bizim selim, kontörcü selim'e çıkmıştı adı, son duyanda bendim zaten

Sevgilisi yöremizin aşiret reislerinden birinin kızıydı epeyce de zenginlerdi. Oldukça güzel ve alımlıydı, yürürken güzelliğine hayran olmayıp bakamayacak kimse olabileceğini zannetmiyorum. İstanbul'un en şaşalı okullarından olan Sabancı Üniversitesinde okuyordu. Uzun sürmedi bu aşk, kızın çevresi uygun göremediler Selim'i kıza, nasıl uygun görürdüler ki Tarlabaşı'nın o dar, ürkek sokaklarında tinerci ve kapkaççıların arasından süzülerek evine varıyordu böyle yaşayabilen biriyle olamazdı zaten, bitti Selim'in sevdası.

Selim vazgeçti antrenmanlardan kız olmadan turnuvalara katılmayacağını söyleyince çaresiz kızın okuluna gidip buldum ve oda özlediğini âşık olduğunu ve geleceğine dair söz verdi. Selim duyunca sevinçten hayallere dalıp kuş oldu uçtu yanımda. O gün gelip çattı o bildiğimiz büyük kulüp gözlemcilerinin bulundukları turnuvanın yapılacağı Karagümrük stadındayız, Selim fır dönen gözlerle tribünlere bakarken henüz kız ortalıklarda görünmüyordu. Maça Selim iyi başladı ama kırgınlığı henüz vardı kıza dair, tam veremiyordu kendini gene de gözlemcilerin olumlu tepkilerini görebiliyordum. Bir anda selim hızlanınca kızın geldiğini tahmin edip yan tarafa yöneldim, yanında da bir kız arkadaşının daha olduğunu ve bana doğru geldiklerini gördüm. Selim o an kaleciden topu aldı ve futbol adına ne kadar güzellik besleyen görsel çalım ve hareket varsa hepsini sergileyerek karşı tarafın kalecisiyle bir anda karşı karşıya kalıverdi, her kes gol olacak o son vuruşu beklerken Selim yere yıkılıverdi. Dışarıda bekleyen ambülânsla Haseki hastanesine gittik, kız la beraber. Selim, kalbinin delik olduğunu biliyordu bence, gömdüğümüz umutlarımız adına ve aşkı adına bunu bizden sakladı, şimdi dışarıda bankoya oturup iki eli havada dua edip ağlayan kıza bakıyorum bu nasıl sevgidir ve nasıl adalettir Sevmeye dair.

Ey kara sevda meleği.

İdris Kenç
idriskenc@hotmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


8,508,508,508,508,508,508,508,50
2 Kahveci oy vermiş.

 


 


Solmaz Akça

 Kahveci : Solmaz Akça


  “ KAL” YA DA “GİT” DEDİ YÜREĞİ

Sabah aceleyle valizlerini toplamış, sonra Üsküdar’a kadar yürümüştü. Sahildeki banklardan birine oturup soluklandı. Sonra uyuşmuş bacaklarını salladı. Farkında olmadan kendisini bayağı yormuştu. Hava hafiften esiyordu. Kız kulesinin en mahrem yerine dokunabilmek için, her seferinde daha da hırçınlaşan dalgalara bakıp gülümsedi... “Simit” diye bağıran cırtlak sesli adamdan bir simit aldı. Kopardığı minik lokmayı hemen ağzına attı. Ağzının içinde gevşemeye başlayan gevrek tat onu uzaklara götürdü. Susamlar dişlerine yapıştı. Ne zaman simit yese hasret duygusu dolardı gözlerine. Valizine baktı. Sonra aklına yine aynı soru takıldı. Gitmek mi zordu? Kalıp savaşmak mı? Yüreği çığlık çığlığa, beyni takıldığı soruda...

Kaçmak mı, savaşmak mı? Kaçarsa korkak denilecekti ona ve uzlaşamayacaktı belki bir daha hayatla. Kaçmak temizler miydi üstüne atılan çamuru? O gitmek diyordu ama diğerleri kaçtığını söyleyecekti. Belki de gittiği için suçun ağır yükünü ona yükleyeceklerdi. Gitmek aslında söylentilerden, dedikodulardan ve suçlamalardan uzaklaşmaktı, yani en kolayıydı. Oysa kalmak, kalmak öyle miydi? Kaldığı zaman savaşması gerekecekti. Sonra hakkında söylenen her şeye karşı başı dik yürümesi.Ve en önemlisi ruhu kaldıracak mıydı üstüne kusanların nefretini? Yüreği yosun tuttu, nefes alamadı. Kıskaçlarını sakladı yosunla... Sonra durulmasını beklemeden denize daldı gözleriyle...

Babası Mülayim koymuştu adını ve mülayim hep adının tanımına uyan davranışlar sergilemişti. Sessizdi. Konuşması gerektiğinde konuşur, boşuna lakırdı etmeyi sevmezdi. Kimsenin etlisine, tuzlusuna karışmaz hayatı getirdiği gibi yaşardı. Saftı. Düşmüş omuzlarında kederli bir kabulleniş vardı. Minik burnundan dolayı; kara, parlak ve çekik gözleri mücevher gibi çıkardı ortaya. Gözleri dipsiz bir kuyudan gülümser, insanın içine; günü gelince açacak güzel ve gizemli tohumlar ekerdi. İnce dudağının ifadesiz duruşunda saklıydı suskunluk mührü. Alt dudağının tam altında bir gamzesi vardı belli belirsiz. Bulunduğu yerden sürekli, kendini beğenmiş bir şekilde sırıtırdı gamzesi... Yüzünün keskin hatlarında yatan çekici tarafıyla birlikte uzun, yapılı, damarlı ve düzgün elleri vardı. Nazik ve sevecen bakıyordu elleri hayata. Ortalama bir boyda, ortalama bir kiloda, ortalama bir hayat yaşardı. Hayatı boyunca bir kez sinirlenmiş, o sinirle de ilk defa bıçak çekmişti. Adı Mülayim’di ama anası söz konusu olunca Mülayim yerini bırakıyordu Cabbar’a. Cabbar, Mülayim’in babasıydı. Sertti, kavgacıydı, tuttuğunu koparır, istediği zaman siyahı beyaz diye çoğu kişiye yuttururdu. Cabbar iki kere hapse düşmüştü. İkisinde de adam yaralamaktan. Anası da Mülayim gibiydi. Suskun, saf, kendi halinde... Mülayim on yaşındayken anasının kalbi, babasının çıkardığı kavgalara dayanamadı ve durdu. Bir daha hiç atmadı. Babası da üç yıl sonra son kez mahpusa düştü. Bu seferki girişi adam yaralamaktan değil, öldürmektendi. Mahkemeye çıktı ve müebbet yedi.

Mülayim bir süreliğine çocuk esirgeme kurumuna verildi. Ardından Almanya’dan amcası ve halası geldi. Mülayim’i sahiplendiler. Onu Almanya’ya götürüp en iyi okullarda okuttular. Kendi oğullarıymış gibi baktılar. Mülayim yapı itibariyle zaten sessiz bir çocuk olduğundan, onlara sorun çıkarmıyordu. Ara sıra geceleri düş görüp hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. “Anam” diyordu başka bir şey demiyordu. Zamanla büyüdü Mülayim. Üniversitede muhasebe okudu. İyi bir dereceyle mezun oldu. Bir süre ikinci babası olan amcasına yardım etti. Onlara olan borcunu ödeyebilmek için çalıştı, alın teri döktü. Mahmut’la, karısı oğulları gibi sevdikleri Mülayim’in başarılarıyla gururluydu. Ama Almanya, Mülayim’e göre bir yer değildi. Garip ve soğuk bir memleketti. İnsanlar birbirine selam vermiyordu mesela. Tek düşündükleri her şeyin daha çoğuna sahip olabilmekti. Mülayim uzun süredir hasretlik çekiyordu. Memleketini deli gibi özlemişti.

Arnavut kaldırımlı yokuşları, erguvan ağaçlarının bir tablo gibi süslediği boğaz kıyılarını, balık hallerindeki martıların çığlıklarını, ciğercinin önünde sıralanan kedileri, mahalle arasındaki minik bakkalı, bakkalın sahibi olan çökük yüzlü, sevimli ve tatlı sözlü Türkan ablasını, ermeni mahallesinden gelen paskalya çöreğinin kokusunu, zangoç Hırant’ı, göğsünde parlayan haçıyla Lerna’yı, takma kirpikleriyle hülyalı bakışlarına daha da derinlik katan manikürcü Feride’yi, tekel fabrikasının önünden geçerken içine çektiği anason kokusunu, yoğurtçuların çıngıraklarını, çöle maya çalan Nasrettin hoca hikayelerini, ezan sesini, çocukluğunun geçtiği evin gıcırdayan merdivenlerini, dut ağaçlarını, kuyudan su çekmeyi, çayıra koyun sürmeyi, Sait Faik hikayelerini ve Orhan Veli şiirleriyle onu uyutan Zakire tayzesini ve hala yaşıyorsa mahallesindeki yaşlılar heyetini... Her şeyi özlüyordu son günlerde. Özlemleri gittikçe büyürken, Almanya onu daha da çok boğmaya başlıyordu. Hatırladıklarıyla bile geçmişin o tatlı kokusu iştahını açıyordu iyice. Sabırsızlanıyordu. Gitmek istiyordu artık memleketine. Bu kadar hasretlik yetmeliydi artık. Amcası ve halasından izin aldı. Helalleştiler. Cebine koyduğu parayla ve çantasındaki diplomayla yeni bir adım atacaktı geleceğe... Belki de yeni bir geçmiş demek lazım bu hayata... Daha da doğrusu tek ayağını geçmişe, diğerini geleceğe atıyordu şimdiki zaman içinde. Uçağa binerken parçalı bulutlu hayaller doldu gözlerine.

Mülayim elinde valiziyle mahallesine vardığında içindeki heyecan, korku ve merak duygusuyla evlere yakın yürümek istedi. Görmeyeli çok değişmişti İstanbul kocaman binalar saplanmıştı şehrin göbeğine, erguvanların yerinde kendini beğenmiş, çok süslü ve gösterişli kadınlar gibi boyanmış sıra sıra binalar vardı. İçi acıdı. Bıraktığı İstanbul böyle değildi. Gençti, diriydi ve en önemlisi yeşildi. Oysa şimdi... Şimdi saçlarına düşen ak binalar, gözlerine biriken çöplerle, adım başı kavgayla, küfürle, kirletilmişti İstanbul. Artık yaşlı bir yosma gibi hıçkırarak ağlıyordu İstanbul...

Tanıdık bir söz, bir yüz arayarak, etrafına baka baka yürüyordu Mülayim. Arnavut kaldırımlı yokuşu çıkarken sağ taraftaki pembe gecekonduyu gördü. Henüz yıkılmamıştı. Binalara karşı savaş açmış, dimdik duruyordu. “Acaba” diye düşündü, “acaba hala burada mı oturuyordur Aydın?” Adımlarını gecekonduya çevirdi. Geçmişin izini en yakın arkadaşlarından başlayarak sürecekti. Pembe boyaları çatlamış, bacasından duman tüten, perdeleri yer yer yaşlılıktan erimiş, gülümseyen yüzüyle, bir yandan da insanı hüzünlendiren eve yaklaştı. Mavi demir kapısı soğuk yüzlü bir asker gibi dikiliyordu karşısında. Zili çalınca, aynı anda parolayı söyledi askere ve kapı açıldı. Minik bir kız yeni yeni kurmaya başladığı, yeni öğrendiği cümlelerle “kimsin? Dedem evde yok, baba var”, dedi. İri mavi gözleriyle nasılda sevimliydi. Hele bukle bukle olan sarı saçları... Mülayim gülümsedi. Elindeki valizleri bırakıp yavaşça eğildi. Gülen yüzüyle kıza “baba nerdeyse, onu çağır bakalım” dedi. Kız paytak paytak koşarak mavi pijaması, boynunda havlusuyla, yüzünde tıraş köpüğü olan bir adamı paçasından tutup getirmişti karşısına. Kimdi bu adam? Şimdi nasıl bir cümle kurmalıydı? Bunları düşünürken suratının bir yarısındaki tıraş köpüğünü silen adam yaklaştı ve “ne vardı kardeşim, kime bakmıştın?” dedi. Mülayim yutkundu. Soğuk bir ter döktü. Ve kekeleyerek “Aydın beye bakmıştım” dedi. “ Aydın benim. Nasıl yardımcı olabilirim?” dedi adam. Mülayim, misketlerini çalıp ağlattığı, sümüklü Aydın’la şimdi karşısında duran Aydın arasında gidip geldi. Ben “Mülayim” dedi, sustu...

Önce çıkartamadığını söyledi Aydın. Ardından misketleri hatırlatınca Mülayim “tamam” dedi. Sonra kaşlarını çattı, dudaklarını çocukluğundaki gibi büzdü. Yıllar önceki haliyle “misketlerim nerede? Pis mızıkçı!” dedi. Mülayim derin bir oh çekti. Yıllar sonra kavuştuğu ama yabacılaştığı şehirde birden her şey tanıdık sözler fısıldadı ona. Sıkı sıkı sarıldılar birbirlerine. Mülayim çocukluğuna sarıldı, hayata ve geleceğe. Aydın’dan bulaşan tıraş köpüğünü sildi yüzünden. Aydın onu içeri buyur etti. Evlerinde aynı divan hala aynı yerde durmaktaydı. Üstünde bordo beyaz süslemeli bir divan kılıfının bulunduğu koca divan. Divana oturduğunda biraz gıcırdama sesi duyuldu. Aydın “bizim divan bayağı yaşlandı. Baksana inleyip duruyor sürekli” dedi. Mülayim’le geçen yılları konuştular. Almaya’yı, yaşadıklarını, özlemlerini anlattı Mülayim. Sonra özlediklerini sordu tek tek. Aydın kısaca özetledi. “Sen gittikten sonra bir çok şey değişti. Sizin eve Yahudi bir aile yerleşti. İyi insanlardı ama kısa süre sonra taşındılar. Birkaç kişi daha oturdu evde ama hepsi kısa süreliğine. Şimdi yine kiraya verecekler galiba. Hırant’la ve Lerna ile hala görüşüyoruz. Hırant artık zangoçluk yapmıyor. Taksim balık pazarındaki üç horan kilisesinde bahçe işleri ile uğraşıyor. Zavallı çok yaşlandı. Artık ölümü bekliyor ve yüzünde huzurlu bir tebessümle hep gülümsüyor. Manikürcü Feride geçen sene evlendi. Yaşlılar heyeti dağılalı çok oluyor. Bende evleneli on sene oluyor. Çocuk yaşta evlendik, karımla büyüyorum işte. Hatice’yle yani eşimle Beykoz korusunda karşılaşmıştım ilk. Sonra nasıl oldu bilmiyorum, bir sene içinde evlendik. Benim hayatıma dahil ettiğim en önemli varlığı kızımı, Hayal’imi verdi bana. Şimdi bu tatlı süs bebeğinin babasıyım. İnanabiliyor musun Mülayim? Ben baba olmayı başardım.” Uzun muhabbetlerine yenileri eklendi. Aydın, Mülayim’i birkaç gün misafir etti. Ardından Mülayim mahallesiyle hasret giderdikten sonra çocukluğunun geçtiği evi kiraladı ve oraya yerleşti. Güzel bir işe girdi. Maaşı da oldukça iyiydi. Büyük bir ilaç firmasının muhasebesinden sorumlu olmuştu. Günleri iş, ev, Aydın döngüsünde geçiyordu. Zamanla özlediği her şeye kavuşmuştu. İyi kazanıyordu. Üç sene içinde oturduğu evi satın alacak kadar çok kazanmıştı. Ve evi satın alırken, çocukluğuna kavuştuğunu hissetmişti. Her şey yolunda ve iyi gidiyorken birden kara bulutlar dolaşmaya başladı başında. Çalıştığı firmanın hesaplarında oynandığı ve birilerinin cebini doldurduğu ortaya çıktı. Muhasebe departmanında çalışan herkes olası zanlılar listesindeydi. Ama en başta Mülayim yer alıyordu. Çünkü şirketteki en yeni eleman oydu. Olay patlak verdiğinde, müdürü bu işi Mülayim’in yaptığından neredeyse emindi. Hatta karşısına alıp konuşmuştu onunla.

“Bak oğlum, bir yanlış yapmış olabilirsin. Herkes yanlış yapar. Bunu şu anda itiraf etmeye utanıyorsun belki de. Sana bir hafta süre veriyorum. Bir hafta içinde hesapları düzeltip aradaki farkı bize öde. Böylelikle en azından olay yargıya gitmemiş olur.”

Mülayim, müdüre “ben yapmadım. Hiçbir şey bilmiyorum” dese de kendini inandıramadı. Senelerdir süregelen mülayimliğine gölge düşürmüştü birileri fena halde. Ona verilen bir haftalık süreçte evinde oturdu Mülayim. Kiliseye Hırant’ın yanına gidiyordu gün aşırı. Hırant onu sıkıntısından uzaklaştırıyordu. O bozuk şivesiyle ruhu yıkıyordu. “Hayat sınavlardan ibaret. Hepimiz mutlaka birçok sınavdan geçiyoruz. Senin durumunda bu. Sınandığını unutma hiçbir zaman. Böyle zamanlarda Tanrı ne yapacağını görmek ister. Soruları cevaplayacak mısın, yoksa sınavdan kaçacak mısın? Hayat her zaman gülmek, eğlenmek, mutlu olmak, takdir edilmek değildir. Ara sıra sorunlar çıkar onlarla yüzleşmelisin, onlarla yüzleşmelisin ki eşik atlayabilesin. Belki herkes şüphe duyacak, herkes suçlayacak seni. Hatta en yakınların bile. Herkes senden şüphelendiğinde sen başın dik, alnın açık yürüyüp savaşırsan “acaba” derler. “Acaba” bir süre sonra yerini “hayır o yapmamıştır” cümlesine bırakır. Zaten önemli olan senin kendini bilmen. Ben, Lerna yada Aydın hakkında kötü düşünürsek, bu bizim sorunumuz senin değil. Başkaları için değil, kendin için yaşıyorsun. Bu işi senin yapmadığına eminim. Ve ben sana güveniyorum. Lütfen güçlü ol. Sana atılan çamuru temizle. Dilerim ki; gönlün kadar güzel olur bundan sonraki günlerin. İnancını yitirme.”

Elinde uğraştığı, toprağını değiştirdiği saksıyı uzattı Mülayim’e.

“Bu dua çiçeğidir. Gece dua eder, gündüz dinlenir. Bu çiçeği al. Onunla konuşmak seni güçlendirir. Geceleri onunla dua et. Şimdi gel benimle, içeride mum yakayım sana. Sende dua et. Dua sıkıntıları kovsun ruhundan.”

Hırant, Mülayim’e inanan yol gösteren tek kişi olmuştu. Oysa Mülayim’in en yakın arkadaşı Aydın vardı birde. Ama en yakın arkadaşı olan Aydın ona; “Mülayim, benden saklama bari. Ne yaptın o kadar parayı hadi anlat” demişti. Ruhu paramparça olmuştu. ‘En yakınım, dostum dediğim adam beni tanımamış’ diyordu kendi kendisine. Sonra Hırant’ın sözlerini hatırlamıştı. ‘Ben kendimi biliyorum nasılsa, sabredeceğim’ demişti...

Mülayim tüm bu yaşanmışlıkları bırakıp gitmeli miydi? “Hayır” dedi. “Hayır, bırakıp gitmeyeceğim. Savaşacağım.” Yola çıktı ve bir taksi çevirdi. Evine döndü. Valizlerini girişe koydu. Sonra dua çiçeğinin yanına attı kendini. Dua çiçeği yine yapraklarını yavaşça göğe kaldırıyordu. Oturdu, yaprakların sesini dinledi. Minik, hareket ve hareketsizlik arasındaki gidip gelmeleri izledi. Onlarla konuştu, dertleşti. Hatta gözyaşlarından bir, ikisi çiçeğin toprağına isabet etti. ‘Erkek adam ağlamaz’ diye kendi kendine söylendi. Elinin tersiyle gözündeki yaşları sildi. Birden içine büyük bir gücün yer ettiğini hissetti. ‘Kaçmayacağım, savaşacağım.Bana korkak yada suçlu diyemeyecekler. Zaman beni aklayacak’ dedi kendine. Dua çiçeğinin yanında dua ederken uyku gelip gözkapaklarını kapatmaya başladı. Odasına çıktı ağır adımlarla ve yatağına uzanıp derin bir uykuya daldı..

Rüyasında bir toprak kazıyordu. Toprağın altından büyük bir sandık çıkmıştı. ‘İşte benim ödülüm, işte benim hediyem’ diye bağrındı. Sonra sandığın üstündeki toprakları, tozları eliyle temizledi. Sandıkta kilit yoktu. Yavaşça açtı sandığı koca bir taş tablet çıktı sandıktan Tablette şu cümleler yazıyordu.

“Kal yada git” dedi yüreği,
O kaçmaya alışık değildi.
Bir süre düşündü, bocaladı
Sonra doğru kararı verdi
Kaldı, savaştı ve kazandı...

Tablete dokundu. Her bir harfin üzerinde gezdi elleri. Kelimeleri önce harf olarak, sonra duygusal olarak hissetti. Sandıktan bir de ayna çıktı. Aynayı silip yüzüne baktı. On yaşındaki Mülayim aynanın içinden gülümsedi.

Mülayim uyandı. Gözlerini açtığında bir süre yerinden doğrulamadı. Karşısındaki aynada çocukluğunu görmekten ürktü. Tam bu duygu yoğunluğunda kapının zili çaldı. Başucundaki saate baktı. Henüz saat ondu. Esnedi, ardından miskinliğine bulaşan ürpertiyle doğruldu. Aynada kendi suretini gördü mutlu oldu. Kayısı tadında gülümsedi. Çıplak ayakları gıcırdayan merdivenleri okşadı. Merdivenler uysal bir kedi gibi mırıldandı. Kapı açılırken yaşlı bir hasta gibi inledi. Kapıyı açtığında gördüğü manzaradan memnun olmamıştı yüreği. Sıkıntılı bir şekilde “ne var, ne oldu? Hesapları soracaksanız hiç göz atmadım. Çünkü zannettiğiniz gibi bu yolsuzlukla alakam yok” dedi. Şirketin avukatı gevşek gevşek gülümsedi. Kravatını düzeltti. Senin yapmadığını biliyoruz, çünkü Hakan’ın suçlu olduğu ortaya çıktı. O da zaten inkar etmedi yaptıklarını. Müdür bey sana bu hafta ücretli izin verdi. Bu olayları unut, kafanı dağıt, güç topla. Haftaya hesapları düzelteceğiz. Senden şüphelendiğimiz için özür dileriz. Haftaya bekliyoruz seni. Maaşınla, izin ücretin burada” deyip bir zarf uzattı. Mülayim zarfı aldı. “Bana biraz zaman. Sizinle pazartesi konuşuruz” dedi. Avukat gevşek gülüşüne konan arsızlıkla uzaklaştı. Mülayim üstünü giyindi ve evden çıktı. Hırant’ın yanına koştu hemen. Bütün olanları anlattı ona. “Bu dünyanın bir düzeni var. Her şey bizler için. Sen kaçsaydın, belki çamur üstüne sıçrardı. Ama kaçmadın, savaşmayı göze aldığın anda aklandın. Unutma başın dik gezebildiğin ölçüde insansın. Ve unutma, bende karlı çıktım bu işten. Çünkü sana güvendim ve sana güvenmenin ödülünü şu anda aldım ben.”

Mülayim suskun kaldı. Hırant’la kiliseye girdi. Mum aldı üç tane. Bağış kutusuna maaşının yarısını attı. Ve o mumları Hırant’a yaktırdı. Hırant da, Mülayimin bu iyi niyetine gülümseyen gözlerle karşılık verdi. Sustular. Suskunluğa bıraktılar mutluluklarını. Hayat akıp giderken, bir yerlerinden yakalamıştı onlar hayatı....

Solmaz Akça
solmaz.ca@hotmail.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
2 Kahveci oy vermiş.

 


 


Semih Bulgur

  Kahveci : Semih Bulgur


   KARINCALAR - 1

Saat sabahın 07:00'si çalar saat kulaklarımı tırmalamakta, birkaç sen kapat o çalsın, sen kapat o çalsın döngüsünden sonra göz kapaklarım gıcırdayarak açılıyor. Yarı uyuşmuş beynim, uyku narkozundan çıkmakta ve birkaç dakika sonra gerçek hayata, stres, karmaşa ve kaosa doğru kapılarımı açıyorum. Korna sesleri ve yukarıdaki dairede kırılan bardağın sesi beynimi tokatlayarak, kalan son uyku kırıntılarını da üzerimden alıyor. Pelteleşmiş kaslarımı zorlayarak yatakta doğruluyorum.

En sonunda yatağın kenarına kadar ulaşıp, ayaklarımı yere uzatıp, terliklerimi giydim. Gece yatağa girmeden önce yorgunluktan karam bole yere savurduğum gömleğimi uzanıp kaldırdım. Gömleği kaldırır kaldırmaz, altında duran daire şeklinde bir karartı fark ettim. İlk başta anlam veremedim. Gözlerimi ovuşturup tekrar baktığımda karartı hareket ediyordu, bir şeyler kaynıyordu. Daha dikkatli baktığımda, binlerce karıncanın yarım metre çapında bir daire oluşturup kaynaştığını fark ettim. Şoka girmiştim. Binlerce karıncanın benim odamda böyle kusursuz bir daire oluşturmuş şeklinde ne işi vardı ?

Kendimi tokatladım çimdikledim ama nafile gördüğüm gerçekti. Kara dairedeki karıncalar hiç durmayan hareket ediyorlardı. Fakat daire yerinden bir milimetre bile oynamıyordu. "Ne kadar kusursuz ilahi bir düzen bu" diye kendi kendime düşündüm.

Her ne kadar karınca dostu olsam da beni bu kadar sevipte böyle kalabalık ziyaret edecekleri hiç aklıma gelmemişti. Onları gerçekten çok severdim, nereye gitsem nerde olsam bir tarafımda bir karınca mutlaka dolaşır. Onlarla konuşur, hiç durmadan sağa solo kaçışlarını seyrederdim. Aslında çok esnetik hayvanlardır.

Hiç birini bilerek öldürmedim, çocukken bile, kolunu kanadını koparıp keyif yapmadım. Halk arasında da karıncaların bereketli ve uğurlu olduğuna inanılır, benim de sempatim büyük ölçüde bundandı. Bunlara rağmen bu kadar karıncanın benim odamda olması ve bu kusursuz geometrileri beni ürpertmişti.

Karıncalar öyle hızlı hareket ediyorlardı ki karartı sanki kaynayıp kabarıp taşacakmış hissi veriyordu. Karınca kümesini bir süpürgeyle odadan uzaklaştırmayı düşündüm. Fakat zarar görebilirlerdi. Bu yüzden kendi hallerine bıraktım. Akşama kadar evden uzaklaşırlar diye düşünmüştüm. Gece saat 22:30 gibi eve döndüm.

Sitres, sıkıntı ve karmaşa bunalmış, omuzlarım çökmüş, yavaş adımlarla yatak odama girdim. Yatağın kenarına oturdum ve göz ucu ile gömleğimi kaldırdığım yere baktım. Kara daire aynı bıraktığım yerde duruyordu.

Bu olayı anlamak için anlamsız sorular sormaktansa oturup onları izlemeye başladım. Tam dalmışken, birden birkaç karınca gurubu daireden ayrılmaya başladı. Bir ip şeklinde arka arkaya dizilip daireden ayrılıyorlardı. Sanki siyah bir yumak sökülüyordu ve önümde uzun ve ince karıncadan bir yol oluştu. Bende kalkıp bu yolu izlemeye başladım. Bakalım beni nereye götürecekler?

Karıncalar hızla salonu geçip, mutfağa girdililer bende arkalarından yürüyordum. Mutfağı da hızlıca geçerek, açık olan kapısından balkona geçtiler. Biraz yavaşlayarak balkonun duvarına tırmanmaya başladılar.

En öndeki karınca balkonun kenarına gelince durdu. 5-10 saniye sonra kendini boşluğa bırakı verdi ve diğerleri de sırayla onu takip etmeye başladılar. Beynim durmuştu, karıncalar sırayla intihar ediyorlardı. Bu olanlar gerçek miydi, yoksa ölüm mü yalandı, yoksa ölüm hayat mıydı? Bende attım kendimi karınca dostlarımın ardından, sonsuzluğa , sonsuz olmaya…

Semih Bulgur
www.semihbulgur.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


7,007,007,007,007,007,007,00
2 Kahveci oy vermiş.

 


 


 Dost Meclisi


YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
Yorumlarınız için bekleriz.

Fotoğraf : Tayfun Avınca

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.251 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı


 


 Tadımlık Şiirler


Yağmurkuşugillerden biri

Odada
Neydi onlar,açmalık belki;
Camekânda neft, güherçile,
Belki de rum ateşi.

Yanıbaşımızda
Bir su akardı eli serçeli,
Sepetler tıklım tıklım havlu, bez;
Öpüşlerde yeniden çizerdim seni.

Üstümüzde
Uzayıp giden çamaşır ipini
Kimi ben görürdüm, kimi sen;
O ipti işte aşkın yazı dili.

Dünyada
Bakışımlıydı, çocuktu bedenlerimiz;
Ezilir ezilirdi aralarında
Yağmurkuşugillerden biri.

Cemal SÜREYA

 


 Biraz Gülümseyin




KMTV Sunar...

Yukarı


 


 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
ISTANBUL ISTANBUL
Ankara için Son Hava Durumu
ANKARA ANKARA
İzmir için Son Hava Durumu
IZMIR IZMIR
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı


 


Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

Yeni yılda hem sevdiklerinizi hem de dostlarınızı düşünüp iyi bir şeyler yapmak istersiniz. Bu sene Kurban bayramının ilk gününün 31 aralık tarihine gelmesi ne tesadüftür ki, insanlarımızın yardımlaşma ve birilerini mutlu edebilme duygularını biraz daha arttırmıştır. http://www.denizfeneri.org.tr bu web sayfasının sahipleri sadece kurban bayramlarında veya yeni yıllarda değil, sürekli yaptıkları başarılı yardım kampanyalarıyla gönüllerimizde taht kurmuşlardır. Tüm çalışanlarına yürekten teşekkür ediyor ve yardımsever insanlarımıza bu web sayfasını tavsiye ediyorum.

Passaparola isimli bir yarışma var hani önce soru sorulur ve ipucu olarak sadece cevabın baş harfi verilir... http://www.kelepce.com/oynat/10110/Passaparola.htm web sayfasında bu yarışmayı online olarak oynayabiliyorsunuz. İyi eğlenceler.

Mizah konusunda bu zamana kadar gördüğüm en amatör ruhlu web sayfalarından biri http://www.geocities.com/pkelle/ Amatör diyerek sadece ruhundan bahsediyorum. Bu ruhu kaybetmeyip hiç bir ticari kaygı duymadan birşeyler yapmaya çalışan ve bence başarılı bile olabilen ilginç bir web sayfası.

Buyrun size bir adet oyun ve eğlence web sitesi http://www.e-oyunlar.com/ Her telden ve de her türden oyun mevcut.

Yukarı


 


 Damak tadınıza uygun kahveler




http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20070109.asp
ISSN: 1303-8923
9 Ocak 2007 - ©2002/07-kmarsiv.com