Ekonomik Ticaret



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 5 Sayı: 1.125

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 12 Ocak 2007 - Fincanın İçindekiler



 



 Editör'den : Şarj zamanı geldi!..

Merhabalar,

Oldukça yoğun ve hızlı bir hafta geçirdim pek çoğunuz gibi. Sizi bilmem ama ben böyle sisli puslu havalarda daha rahat çalışıyorum. Belki aklım dışarıda kalmıyor ondandır. Yeni yıla girdik, üzerinden bir de 11 gün geçti ama hala o melun kış gelmedi. Üşümekle üşümemek arasında gidip gelirken, yakıp yakmamakta kararsız kaldığım kombi nedeniyle olsa gerek şu anda gövdemin üzerinde kocaman bir kazan taşımaktayım. Ağrımaktan ziyade ağırlaşıyor böyle zamanlarda. Ek olarak kulak çınlama orkestrası da müziğin dozunu artırmış durumda. Yani anlayacağınız haftanın sonuna doğru hafif pil bitmesi durumu yaşamaktayım. Hafta sonu pilleri şarj etmek üzere sizi arkadaşlarımla başbaşa bırakıp çekiliyorum izninizle. Güzel yazılarımızı okurken bir yandan da rahmetli Melih Kibar'ın Mesaj adını verdiği çok güzel bir çalışmasını dinlemeyi de unutmayın. Hafta başı görüşmek üzere şimdilik hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur








Yukarı


 


Cumhur Aydın

 Önce İnsan : Cumhur Aydın


  İnsan olmak ve insan kalmak uğraşı

Hiç bitmeyecek, hiç bitmesin bu 'okuma serüvenimiz'!

Geçenlerde Tahir Ceylan "Kocaoğlanlar Memleketi" başlıklı köşe yazısında (CBT) erkekleri dört kategoriye ayırabildiğini öne sürüyordu: " Bilgeliği yok, mistikliği çok = yobaz; hem bilgeliği hem mistikliği yok = holigan, hem bilge hem mistik = derviş; bilgeliği çok mistikliği yok = filazof."

Okumayı sürdürelim:" Etrafa bakınız yobaz ve holiganlardan ibaret güruhlar göreceksiniz. Bunlar hayatı kendi çapında bilgeliği olan babadan değil-çünkü baba artık evde, yanı başlarında bulunmuyor- kendi dürtülerinden öğren(eme)mişlerdir. O yüzden esneklik, kendine sınır koyabilmek, işbirliği yapabilmek, kendini eleştirmek, taktir edebilmek, ya hep ya hiçten vazgeçebilmek, kaybederek de sağlıklı olabilmek, yalnız kalabilmek, bazen serserilik oyunu oynayabilmek, başka biçimde de var olabilmek, küsebilecek kadar ilkeli, barışabilecek kadar sade olmak, kendini okşayabilmek ve başkasının okşamasına bırakabilmek, mahvolmadan felaketlere üzülmek ve yıllarca sevmeye devam edebilmek, yani modern derviş, gündelik bir filozof olabilmek onlara yabancıdır."

Yukarıdaki -yazara göre erkekleri sınıflayan- insan ve yaşamaya dair özellikleri, notları yeniden yeniden okudum. Bu satırlar beni; yıllardır yalnızca başarılı olmaya koşullandı(rdı)ğımız, bu başarılı olma saplantısını (para kazanmak, köşe dönmek olarak okunabilir.) özellikle son zamanda "ne pahasına olursa olsun"la, pekiş(tir)diğimiz bir aile ve toplum gündeliğinde, dünya düzeninde; yalnız erkek çocuklarına değil, 'bütün çocuklarımıza neleri veriyoruz /sunuyoruz?' sorusuna götürdü.

Neleri veriyoruz? Neleri yaşatıyoruz? Gelecekten ne bekliyoruz?

Sahi "insan olmayı, insan kalmayı, vicdanı, sevmeyi", bütün bunları öğretebiliyor muyuz çocuklarımıza? Birer modern derviş, gündelik bir filazof gibi davranabiliyor muyuz?

Bu öğretinin yollarını hazırlayacak okuma alışkanlıkları, edebiyat, sanat, müzik düşkünlükleri aşılayabiliyor muyuz?

Kendilerini -her yaşta- sorgulayabilecek, ülkelerinde, dünyada, insanda olup biteni hep merak edecek, ettirecek bir yoğunlaşmayı hazırlıyor muyuz? Mehmet Eroğlu'nun yayınlanan onuncu ve şimdilik sonuncu kitabı "Belleğin Kış Uykusu" da; yazarın önceki kitapları gibi bir "İnsan olmak ve insan kalmak muhasebesi" üzerine kurulu "okuma hediyesi".

İnsan olmak ve insan kalmak

Yine her Eroğlu Kitabında olduğu gibi neredeyse her sayfasında üzerine günlerce düşünebileceğiniz, tartışabileceğiniz, sorular, açılımlar, alıntılar... Bu son kitabın kapak sayfasından romanın iskeletini de oluşturan şu üç soruyu ve benim çok önemsediğim bir kaç kitap alıntısını paylaşmak istiyorum:

- Acısız hayat bizi mutlu eder mi?
- İçinde bir tutam sevgi olan hayatımızdan, ne kadar kötü olursa olsun vazgeçebilir miyiz?
- Gerçek sevginin bir nedeni var mıdır?

Üçüncü soruya Eroğlu zaten Kitabının enbaşına ünlü Fransız Yazar Pascal Quingard'dan taşıdığı alıntıyla ilk elden yanıt vermiş; "Bir neden aramak, sevgiyi yok eder. Sevilen bir seye anlam uydurmak, yalan soylemektir..."

Ve kimi diğerleri...

"Kendine insan diyen herkes aşktan yana olmalıdır." "Hayatı değerli kılan nedir?... İnsan olan, insani olan herşeye dikkat gösterir, sever."

"Edebiyat bize yaşamadığımız, yaşayamadığımız ya da yaşayıp da farkına varamadığımız hayatlar hediye eder."

Kitabı bitirdiğimde, bu son alıntının hemen ertesinden (Sahife 270) Eroğlu'nun satırları aklıma düştü: ' (Edebiyat Öğretmeni Annesinin) öğudune uymuş, o kadar kitap okumuş, ama edebiyat ona acısız bir hayat hediye etmek yana, acılarını keskinleştiren bir bilinç vermişti.'

Sahiden Eroğlu gibi ellili yaşlarındaki bu son Romanının Kahramanı -bu yaşta!- yeni, azcıkta tasasız bir yaşam kurmaya kalkışmış ancak iki önceki kitabını "Hala vicdanını koruyabilenlere" armağan eden Yazar; bu kahramanına da yeni bir vicdan muhasebesi yaptırmış ve çektiği (muhtemelen çekmekte olduğu tüm acılara karşın) yaşanmış bir tutam sevgi, bir tutam anı, değer uğruna Kahraman yeni -rahat- yaşamı kabul etmemiştir!

Bütün okurlara, özellikle benim gibi kırklı; ellili ve hatta otuzlu yaşları sürenlere önerilir "Belleğin Kış Uykusu". Kendinizle sağlam bir hesaplaşma yapmak istiyor ve bugüne kadar erteliyorsaniz birebir!

Sonunda kös kös yaşadıklarınızı ve kendinizi kucaklasanızda, böylesi iyi geliyor!

Birkaç gündür Yazar Truman Capote'nin -özyaşamoyküsel izleriyle- "Soğukkanlılıkla" şeklinde Türkçeye çevrilmiş romanı baz alınarak çekilmiş ve geçen sezon başrol oyuncusu müthiş döktüren Hoffman'a "En iyi Erken Oyuncu Oskarı" getiren Capote Filminden - nasılsa aklıma gelmiş, şu an anımsayabildiğim kadarı ile- "Hemen yanıma çağırdım. Hiç durmadan, ne olursa olsun, hic durmadan konuşmasını istedim. Çünkü hiç bir şey düşünmek istemiyordum o sıra!" diyen sözleri gözümün önümdeydi.

Gerçekten edebiyat farkındalıkları, farkındalıklar hesaplaşmaları, hesaplaşmalar acıları kovalıyordu. Ancak insan olmak ve -hele bu devirde- insan kalmaya uğraşmak böyle bir şeydi işte! 'Modern dervişlik, gündelik filazofluk'!. Bazen bu acılar ağırlaşır hatta hiç bir şey düşünmek istemediğiniz dönemler de çıkmaz mı 'insan'ın önüne?

Çıkar! Benimkisi de öyleydi işte! Yine de Mehmet Eroğlu'nun kendiyle hasaplaştığı roman iyi geldi bana!

Ne yapalım başka çare yok! Ya radyodan bir şarkı tutacaksınız ya da

Ya da okuyacaksınız...

İyi geliyor!

Cumhur


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 


 


Seyfullah Çalışkan

 Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


  YAZMANIN KURAK MEVSİMİ

Kendimi eve kapattım ama hiçbir işe yaramadı. Odamda saatlerce dolanıp duruyorum. Ama bir çıkış yolu bulamıyorum. İnsan kendisiyle kavgalardan bile yenik çıkıyorsa durum zaten pek iç açıcı değildir. "Önce netteki gazetelere bir göz atayım. Yarım saat sonra başlarım." diye kendime söz veriyorum. Yarım saat geçip gidiyor, ardından bir saat, iki saat derken koca gün bitiyor. Üç satır bile yazamadan saat gecenin bilmem kaçı oluveriyor. Yarın denerim diye düşünüyorum. Yarın kendime daha acımasız davranmaya karar veriyorum. Her gün karşıma başka bir yarın daha çıkıyor. Yeniden bütün işi öteki yarının sırtına yıkıyorum. Anlayacağınız sürekli erteleyip duruyorum.

Üzerime acayip bir üşengeçlik çöktü. Nasılsa yazdıklarım milyonlarca kişinin okuduğu günlük gazetelerin baş sayfasında çıkmayacak. Sorun konu sıkıntısı ya da okuyucuya karşı duyduğum sorumluluk duygusunun ağırlığından kaynaklanmıyor. Zaten saçma sapan şeyler yazdığımda bile kimse beni incitecek şey de söylemiyor. Elbette zihnimi kurcalayan cümleler içinde öncelikli olanlar var. Onları yazıp bir an evvel kurtulmam lazım. Çünkü onları başıboş bırakırsam sırada bekleyenlere eziyet eder, sürekli didişip dururlar.

Haklısınız, durumum biraz depresyon kokuyor gibi algılanmaya çok uygun. Yakından tanıyanlar bilirler. Bir elim yağda öteki baldadır. Derin sosyal ve politik sorunlar içinde duvardan duvara savrulmak gibi sıkıntılar yaşamam. Terazim genelde küçük ağırlıkları tartmaya uygundur. Bu yüzden beklide yıllardır kadın ve erkek ilişkilerini yazarım. Herkesin iyice orada burada okumaktan, dinlemekten gına geldiği, ilginçliğini yitirmiş olaylar, tartışmalar, gel-gitler anlatırım. Trenler devrilir, maden işçileri göçük altında kalırlar, işsizlik tavan yapar, insanlar hızla yoksullaşır, suç patlar, sokaklarda küçük yaşta çocuklar incecik bedenleri satarlar benim ruhum bile duymaz. Çok eskiden Şener ŞEN'in bir filmini izlemiştim. Adı, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni'ydi. O filmde yönetmen yaptığı işten sıkılıp kırk yılın başında sosyal içerikli bir film yapıyordu. Elbette film sinema çevrelerinde beğenilmiyor ve başarısız oluyordu. Sonrası malum hikâye, mutsuzluk, intihar girişimi ve büyük yıkım... Sanırım bende sosyal konulara duyarlılık gösterip bir şeyler yazmaya çalışsam sonum böyle olacak.

Tam üç gündür evin içinde dolanıp duruyorum. Bilgisayarın başına oturuyorum. Aklımda olmayan bir sürü şeyi yapıyorum ama bir türlü odaklanıp yeni bir yazıya başlayamıyorum. Oysa kendime sözüm vardı. Bayram tatili ve yılbaşı bana yazmak için bir sürü zaman sağlayacaktı. Bayram yeni yılla harmanlanıp geçip gitti. Bir kitapta okumuştum. Zamanın akışını sakın kendi haline bırakmayın. Geçip gittikten sonra onu asla geri getiremezsiniz."diyordu. Sonra öğütlerini sürdürüyordu. Bir yılın önemini anlamak için sınıfta kalan öğrenciye sorun, bir ayın önemini, bir günün, bir saatin, bir dakikanın, bir saniyenin önemini anlamak için bilmem kime sorun diyordu. Önce panik olmuştum. Benim savrulup gitmiş çok fazla senelerim ve aylarım vardı. Daha küçük birimleri hiç dikkate bile almıyordum. Bundan sonra hiçbir şeyi ertelememeliydim. Çok çalışmam ve zamanı verimli kullanmam gerekiyordu. Ama çok geçmeden işin öteki yüzünü görüverdim. Yaşamak zamanın peşinden koşmak değildi. Beynimde sürekli koşturan bir kronometreye bağlı olmak hayatın bütün güzelliklerini gereksiz hale getiriyordu. İnsan dediğin televizyon karşısında bayılan, sabah yataktan sürünerek çıkan, beş dakika çay molası için işine ara verdiğinde yarım saati kaşla göz arası lüpleten biyolojik bir varlıktı. Ne kadar anlaşılır olursa olsun yine de koskocaman üç günü evin içinde uyuz uyuz gezinerek geçirmenin kabul edilebilir bir tarafı yoktu.

Üç gündür evimde hapistim. Aklımda binlerce düşünce durmaksızın dans ediyorrdu. Günün sonunda yatağıma büyük bir suçluluk duygusu içinde giriyordum. Kendime verdiğim sözleri bile tutamıyordum. Sözde tam üç gün önce bir öyküye başlayacaktım. İlla öykü olacak diye de koşullanmamıştım. İçinde şiir kırıntıları olan bir denemeye de razıydım. Ama tek satır bile yazamadım. Yazıklar olsun emi, yuh olsun be bana…

Çiçekleri suluyorum, sonra oraya buraya saçılmış eşyaları, odamı topluyorum. "Bir bardak demli çay beni kendime getirir." diyorum. Çaydanlığı ocağın üzerine koyarken acıktığımı anımsıyorum. Önce karnımı doyurup sonra çay içmeliyim diye düşünüyorum. Çaydan vaz geçip makarna haşlıyorum. Yanında bir salata yapsam makarna güzel bir ziyafete dönüşecekti. Çok zaman kaybetmek istemiyordum. En iyisi bu işi en kestirmeden halledip bilgisayarın başına dönmek." diyorum. Her işin, her eylemin sonu bilgisayar başına oturmak gibi bir tasarlamayla sona eriyordu. Bilgisayar başına oturunca beynimdeki bütün cümleler siliniyor, yazılabilme özelliklerini yitiriyordu. Üç gündür boşu boşuna kendimi eve hapsettim. Keşke çıkıp dolaşsaydım. Kendimi eve hapsetmek yerine belki gidip sahilde bir kahveye oturmalıydım. Pencere kıyısında bir masaya oturup denizin üzerinde küçük yuvarlaklar çizen yağmuru seyretmeliydim.

Bazen yağmurlar bizi unutur. Kurak bir mevsime gireriz. Aylarca gökyüzünde bulut koşturduğumuz günler gelip çatar. Kelimelerin dur durak bilmeden zihnimizden etrafa saçıldığı zamanları mumla ararız. Her kıpırtıdan bir rüzgâr, bir deli bekleriz. Ardından sicim gibi bir yağmur düşleriz. İnadına rüzgârlar susar, yağmurlar yağmaz. İşte tam böyle bir mevsimdeyim. Tam üç gündür evin içinde dolanıp duruyorum. Birkaç satır yazmak dışında her şeyi yaptım. Musluğu tamir ettim, daha önce sıkılıp bir kenara attığım kitapları yeniden okumaya başladım. Hiç sevmediğim halde akrabalarımın hepsini bir bir arayarak yeni yıl ve bayramlarını kutladım. Evden çıkmadığım halde bütün ayakkabılarımı boyadım. Tam üç gündür kıvranıyorum. Hala üç cümle bile yazmadım.

Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 


 


Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


  Vuslat ve Hasret

Ufak ufak toparlanma zamanı gelmişti. Hemen hemen her gün bu saatlerde içinde karşı konulmaz bir hasret, dalga dalga tüm vücuduna yayılırdı. Üstelik birkaç gündür hiç görememenin burukluğu da üzerindeydi. Bayram nedeniyle süslemişler, püslemişler ama beklentisini gerçekleştirmemişlerdi. Üstelik yeni yıl gelmiş, aylardan Ocak, günlerden Perşembe olmuştu. Kısacası; 2006'dan beri görüşememişlerdi. Sıkıntıdan patlamak üzereydi. Zaten iri olan burun delikleri iki kat daha açılmış; iri gözleri hasretle dolmuş, ağlamasına da neredeyse ramak kalmıştı. Huysuzluğu da her halinden belli oluyordu. Ayaklarını hışımla sürtmeye başladı. Yeni yılın ve bayramın heyecanı ile unutulduğunu düşünmekten kendini alıkoyamıyordu. Evet, kesin unutulmuştu, bu kadar gün neredeyse kapısını hiç kimse çalmamıştı. Yoksa; buralardan kaçmalı mıydı ?

Güneşin ilk ışıklarının içini ısıtmasıyla kendine gelmişti. Yüreğinde yangın olmasına karşın gece epey soğuk geçmişti. Ne de olsa yılın ilk geceleri ve aylardan Ocak idi. Bayramın yılbaşı ile birleşmesi, dinlenmesine fırsat olmuştu. Sadece; yılın son günü ve bayramın ilk günü hareketli geçmişti. Nihayet, bayramın son gecesi paslanmaktan kurtulmuştu. Sabah güneşi de tam zamanında görünmüştü. Keyifle esnedi, biraz da sesli oldu bu esneme ama varsın olsundu. Esnemenin ardından ağzından çıkan buharı takip etmek istedi. Ahh, bir de Hasret'ine kavuşabilse, keyfine diyecek olmayacaktı. Günlerdir ortalıkta görmüyordu, nasıldı acaba ?

Evet, en iyisi kaçmaktı. Kimselere çaktırmadan kaçmak. Tek çaresi bu idi. Ve Vuslat'ına kavuşabilmesi için başka da bir yol kalmamıştı. Usulca; kapıya doğru seğirtti. Güneşin ilk ışıkları kapı eşiğinden görünüyordu. Dikkatle bakınca kapının aralık olduğunu farketti ve yüreğinin kıpır kıpır olduğunu hissetti. Evet, kapı aralıktı. Bu kez; neden daha önce kapıyı denemediğine sinirlenip homurdandı. Kapı da; onun ne denli sinirli olduğunu adeta hissedip, neredeyse homurtusundan açıldı. Güneş; bugüne dek yüzüne hiç bu kadar güzel görünmemişti. Vücudundan beklenmeyen bir çeviklikle, yarı yürümeye yarı koşmaya başladı sabah güneşinin altında.

Onu böyle sabah sabah heyecanlandıran; güneşin sıcaklığı mı, yoksa yüreğindeki Hasret miydi ? Kavuştukları günler geldi gözlerinin önüne. Nasıl da heyecan içinde beklerlerdi birbirlerini. Gözlerinin içine içine nasıl da uzun uzun bakardı Hasret. Yine o bakışları özlemişti. Hasret bu işte, yine kendini özletmişti.

Güneşin güzelliğine rağmen ayaklarının altında çimenlerin ıslaklığını hissediyordu Hasret. Bu onun biraz daha hızlanmasına neden olmuştu. Şimdi; etrafta kimsecikler kalmamıştı. Az önce, meydanlık yerde sabah sabah onu bir başına gören birkaç kişi arkasından bir sürü laf etmişlerdi ama o hiç kulak asmadan yoluna devam etmişti. Gözünün önünde sadece Vuslat'ın hayali vardı. Acaba, o da özlemiş miydi ?

Az kaldığını hissediyordu Vuslat. Gayret Vuslat, gayret Vuslat, gayret.. Kelimeler bir melodi gibi ritmik seslerle gelmeye başladı artık kulağına...

Ya kaçırırsa ? Ya göremezse ? Ya geç kalmışsa ? At gibi koşamazdı ya, elinden geldiğince hızlanmıştı Hasret. Vuslat'ın yakınlarda olduğunu hissetmişti..
Vuslat, belki de şu tepenin ardındaydı...

Hasret'in yakınlarda olduğunu hissediyordu Vuslat da.. Belki de şu virajın ardında...

Tepenin ardında burnunun ucunu göstermişti Vuslat. Durdu.. Gözlerini dikti viraja...

Virajı döndüğü anda Hasret'in gözlerini hissediverdi birden üzerinde Vuslat. Evet, oradaydı, tam vaktinde.. Yine uzun uzun ona bakacaktı...

Gözlerini ayıramıyordu Hasret. Uzun uzun baktı Vuslat'a.. Baktı, baktı...

Selam veriyormuşçasına çalan düdük su serpti adeta Vuslat'ın paslı bedenine. Başını çeviremedi ama Hasret'in kendisine hala baktığına emindi.

"Ne bakıyorsun Hasret'in Vuslat'a baktığı gibi ?" demediler her nedense...

asesen@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 


 


 KAHVE-TUR : Cem Polatoğlu


KIRMIZI OJELi ER "MUZAFFER"

NOT: ASKERLiK YAPMAYANLAR OKUMASIN !

Yıl 1987, Avusturya Viyana’da doktora yapıyorum. Türkiye’de yeni “bedelli askerlik” yasası çıkmış. Tam da 2 bayram öncesi. Üstüne, yol ve normal izinleri koyarsak “28, 30 askerlik günü”nde bu görevimi de ifa etmiş olacağım. Hem de doktorama sekte vurmadan. Aile ve arkadaşlarımın en büyük asker (28 yaş) nidalarıyla uzunca saçlarımı üç numaraya vurdurup, Tokat’a yola çıktım. Nizamiyeden (kapıdan) girdim. Kaydımı yaptırdım.

Bir görevli asker elbiselerimi almama yardım ettikten sonra, 60 kişilik koğuştaki yatağımı (Ranza) ve dolabımı gösterdi. Dolap; iki karış eni ve 1.5 mt boyu olan çelik bir dolap. Getirdiğim bavulun yarısını buraya sığdırmak mümkün değil. İkinci bir dolap rica ettim. Mümkün değilmiş… Neyse. Traş takımlarımı, parfümlerimi, fanila ve çoraplarımı, terliklerimi ancak sığdırdım. Elbiselerimi, ayakkabılarımı v.s. bavulumla beraber emanete bıraktım. Bu arada yavaş yavaş yeni gelen bedelli arkadaşlarla tanıştım. Kimler var kimler. Selim İleri, Metin Arolat, ünlü futbolcular, Kenya’da paralı savaş pilotluğu yapanlar, Tanınmış reklamcılar, New York’ta ki en büyük antikacılar, Tiyatrocular ve hatta Ordu komutanlarının oğulları… Bölük Komutanı bizleri topladı. Başta sanatçı ve meşhur arkadaşlar olmak üzere hepimizi tek tek övdü. Çok da samimi davrandı. Arkadaş gibi adeta.

Biz, 3.000 kişilik bölükte ki “ilk bedelliler”, 550 gün “şafak” sayan gerçek Mehmetçiklerin “haklı kızgınlık ve yarı kıskançlık" dolu bakışlarını üzerimizde hissediyoruz. Çevre tanıtımından sonra ilk görevimiz “mıntıka temizliği”. Yoldaki kibrit çöplerini topluyor, sararmış çimenleri yoluyoruz. Şükür, yemek vakti geldi. 1000 kişilik yemekhaneye girişte aynada ilk defa kendimizi gördük. Ahh… Annelerimiz bizi böyle görseler çok gurur duyarlardı herhalde. Neyse, Öğle yemeğini beğenmemiş, yememiştik ama yorgun ve aç askerler olarak bu akşam karavana da ne varsa sildik süpürdük. Ne hijyen aklımıza geldi, ne de kare kesim patatesin kabuğunu ayıkladık… E doyduk Allaha, milletimize şükür. Hadi kalkalım… Yoo kalkamadık. Eğitim varmış. Bir çavuş bir şeyler anlatıyor. Biz kendi muhabbetimizdeyiz. Bir ara herkesin gözünü üzerimizde hissettik. Kulak kabarttık. Komutan (Çavuş) bağırıyor.

-KAL(Y)K…
-Hı.. Kim? Ben mi?
-EVET.
-Efendim.?
-EFENDiM DENMEZZZZ..
-Arkadan Sufle geldi… “Cem Polatoğlu-İstanbul- Emmmret Komutanım.”
-EGE ORDU KOMUTANININ ADI NE?
-Ben ne bilim komutanım.
-NEE… YAT !..
-Bu saatte mi komutanım?
-YAT DEDiM !
-Sufle geldi. Yatağa değil, yere yatacakmışım. İyi, Yattım.
-SÜRÜN ! KARŞI DUVARA KADAR…
(Haydaaa. Niye ki?) Sufle geldi.. Kollarla kendini çekerek (En az 50 mt) sürüneceğim. Başladım sürünmeye. Küüt! çavuştan topuğuma bir tekme…
-VURULDUN.
-Nassı yani? Sufle geldi.. Topuk havada olmamalıymış…

Ben masaların ve ayakların altından “sürünmeye” devam ederken bizim masadan benzer bağırışlar devam ediyor. 15 dk. sonra tüm “bedelli dostlar” duvar dibinde buluştuk tabi… Yemekhaneden çıktıktan sonra ilk işimiz annelere babalara telefon etmekti. Tüm kulübelerden duyulan ses şu. ANNEEEE (BABAAAA) KURTAR BENi BURADAN…. Ama annem dinlemedi bile beni .

Akşam koğuşa döndük. Dolabımı açtım. Pijamalarımı alacağım. Aaa Dolap bomboş, benim mallar gitmiş, yerinde bir-iki eski püskü iç çamaşırı var. Acaba bu başkasının dolabı mı? Hayır, benim. Çavuşa gittim. “Elbiselerim, Traş takımlarım, Parfümlerim, Kremlerim çalındı.” Çavuş sert bir ses tonu ile cevapladı. ASKERDE MAL ÇALINMAZZ !.. E N’olur?. YER DEĞiŞTiRiR. Hadi yaa…bilemedim…

İki hafta geçti. Yemin edip çarşı iznini aldık. Yaba daba duuuuuuu. Yaşasın. Aman yarabbim. Tokat Tokat değil PARiS, tek ve 100 mt lik ana caddesi de (GOP Bulvarı) adeta Şanzelize, Kebapçısı da Chez Clement Restaurant mubarek… Çok mutluyuz. Karınlar doydu, arkadaşların çoğu ana caddede kırtasiyecide alışverişte. Ben ise dükkanın önünde aval aval sağa-sola bakıyorum… Aaaa Bölük Komutanı geçiyor, hem de resmi arabasıyla.. HEEYY Selam Komutanııım. Merhabaaa.. Haydaaa… El salladım, görmedi beni herhalde…

Saat 17:00 de hep birlikte nizamiyeden girdik. Nöbetçi durdurdu: Hey! Siz bedelliler, Bölük Komutanın binasına.

Bölük Komutanı özledi bizleri zaar. 15 gün oldu ya görüşmeyeli.. Gittik hep beraber. Bekledik bir 15-20 dk. Tüm bedelliler orada. Ohh nihayet geldi Sevgili Komutanımız. Ayy.. o ne surat. Biraz kızgın galiba.

-KiMDi O ÇARŞIDA BANA, RESMi ARABAYA EL SALLAYAN O.Ç ? ÇIKSIN ORTAYA…

Haydaaa.. Manyak mıyım lan ben, çıkacam ortaya… Allahtan herkes delikanlı. Hep beraber sıkı bir “zılgıt” yedikten sonra serbestiz. Ne bilim ben Komutanın arabasına bile “e-sas duruş” yapılacağını.!

Aradan birkaç gün geçti. Çavuş durmadan bana yükleniyor. Ne kadar “çukur aç-çukur doldur” türü iş varsa bende.. Gittim Antalya’lı Çavuşuma. Turizmciyiz ya aynı zamanda, e o da Antalyalı. Ordan gir, buradan çık. Neredeyse akraba çıkacağız. Şimdi eşref vakti; Ya Sevgili Çavuşum, Ne iş. Niye bana kötü davranıyorsun?. Senmişsin dedi Komutana el sallayan.. E peki nasıl öğrendin? Muzaffer söyledi… Muzaffer haaa. Bittin sen Muzoooo!.

Muzaffer; 40 yaşlarında, 2 mt boyu, hafif göbeği, şişe dibi gözlükleri var. Alamancı… "İntikam tugayı" (diğer bedelliler) toplandı . İspiyoncuyu cezalandıracağız. O hafta sonu çarşı izninden “kıpkırmızı bir oje” aldık. Üst ranzada uyuyan Muzafferin “ayak tırnaklarını” Pazar gecesi bir güzel “ojeledik”. Her Pazartesi “içtima” var. Yani etek tıraşına kadar kontrol. Sıra sıra dizilmişiz. Uzun boylular önde. Muzaffer ise en önde. Çavuş bağırdı; ELLERRR. Yani Tırnak kontrolü. FANiLA ÇIKARR! PANTALON ÇIKARR! ÇORAP ÇIKARR! HOOOP Muzafferin kıpkırmızı ayak tırnakları "fora". Bir tek kendisi görmüyor. ÇOK YAKIŞTI MUZOOOO!!. Hayatımızda güle oynaya çektiğimiz en keyifli 20 şınavdı cezamız. Hatta bana 10 adet daha ekledi Çavuş. Canı sağolsun.

O gün bugündür ne zaman bir askerlik arkadaşımı görsem, önce “enseye bir tokat” yerim, sonra da bana zorla şınav çektirmeye çalışırlar.

Sevgilerimle

Cem Polatoğlu


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 


 


 Kahvenin Köpüğü : Melis Mine


İyi seneler Kahve Molası okurları,

2006'da hepimiz çalıştık çabaladık, hedeflediğimiz düşlere erişmek için. Başarı yüzdemizi fazla kurcalamadan yeni sene için yenilenmiş bir hedef listesi oluşturmaya başlayalım derim. Umutlarımız ve hayallerimiz örselenmeden önce. Yeni seneye "nasıl başlarsan öyle gider" düsturu ile girenlerdenim ben. Bu yüzden sevimli, eğlenceli bir filmle başlayalım istedim yeni senenin Kahvenin Köpüğü yazılarına…

Keyifli okumalar olsun bu sene hayatımızda, sinemalar, tiyatrolar, sergiler, geziler, piknikler, nişanlar, düğünler, eğlenceler, kahkahalar olsun. 2007'de kahvemizin köpüğü bol olsun!

Charlie'nin Çikolata Fabrikası

Tür: Komedi / Macera / Fantastik

Yönetmen: Tim Burton
Senaryo: John August, Pamela Pettler, Roald Dahl (Kitap)
Görüntü Yönetmeni: Philippe Rousselot

Müzik: Danny Elfman
Yapım: 2005, ABD / İngiltere , 115 dk.

Oyuncular: Freddie Highmore, Johnny Depp, Helena Bonham Carter, Christopher Lee, Ty Dickson, David Kelly, Harry Taylor, Noah Taylor, Julia Winter, James Fox

Ben küçükken şemsiye çikolatalar vardı, babamın arada sırada aldığı, bizim dört gözle yolunu gözleyip ceplerini karıştırdığımız zamanlardı o zamanlar ve tüpte çokokrem vardı, annemin amansız isteklerimize karşı "yeter bu kadar" diyerek direttiği… Uzun bir süre çikolata fabrikam olsa diye hayaller kurdum ben. Sonra Ülker'de, Eti'de çalışsam diye düşledim. Annem gıda sektöründe işe girmemi "yuvarlanarak yürürsün" diyerek engelleyene kadar sürdü bu düşler. Bu derin darbeden sonra çikolata fabrikası hayallerim sona ermişti, ta ki Charlie'nin Çikolata Fabrikası'nı izleyene kadar.

Charlie benden kötü durumdaydı, senede yalnızca bir kez yiyebiliyordu çikolatayı. Ama neyse ki, koskocaman bir ailesi vardı onu seven. Üstelik doğum gününe yalnızca bir hafta kala Willy Wonka, çikolata imparatorluğunu gezdirmek için 5 çocuğa şans vereceğini açıklamıştı.

Bu 5 şanslı çocuk, 15 yıldır hiç kimsenin görmediği çikolata fabrikasını gezecekti. Şans bu kez Charlie'ye de gülümseyip bir altın bileti ona vermişti üstelik. Ama şu hayatta çikolatadan, paradan ve güçten daha önemli çok daha önemli bir şey vardı ki, Charlie zaten buna sahipti. Sevgi dolu bir aile… Müthiş bir hayal gücü ile yaratılmış fantastik bir çikolata fabrikası gördüğümüz. Hiç büyümek istemeyen bir çocuk adamın sığınağı belki... Ama her şeye rağmen büyüdüğünü fark eden ve aslında hayatında eksik bazı şeyler olduğunu fark eden bir çocuk adam.

Renkli, eğlenceli, mutlu bir film "Charlie'nin Çikolata Fabrikası". Çocuklarınızla, kardeşinizle, yani ailenizle, ya da sadece büyümeye direnen çocuk ruhunuzla seyredeceğiniz bir film.

DVD / VCD olarak kolayca bulabileceğiniz bu filmi canınız sıkıldığında, mutsuz olduğunuzda her çikolata krizinde bir doz alın. İyi geleceğinden hiç şüphem yok. Hem zaten, çikolatayı sevmeyen kim var ki?

Melis Mine


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
3 Kahveci oy vermiş.

 


 


 Dost Meclisi


YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
Yorumlarınız için bekleriz.

Fotoğraf : Gülendam Oğuz

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.251 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı


 


 Tadımlık Şiirler


ŞEHRİN KÖPEKLERİ

Şehrin köpekleri gece lambalarının yanında hırlaşıyordu
Uluyan yalnızlıklar siyiyordu ahraz kaldırımlara
Bir şair tütüyordu atılmış bir izmarit gibi gecenin kör noktasında
Ateşi kızarıyordu
Kimse dönüp almazdı geri
Dumanlı bir şeyler yazıyordu karanlığa
Şehrin köpekleri yalnızlığa ürüyordu
Bir militan hücresinde parmakları beş dal ateş
köz tükürüyordu

Saltanatın beşinci odasında suçluluk duyguları
Bütün aynalarda sana bakıyordu
Kısrak salınışlı bir eda mavileşmiş saçlarında
Sevgisiz öpüşlerden kanlı dudaklar
Aşkı terk edişinin kaçıncı yılındaydın
Gözlerinde kişneyen yapay yıldızlar
Ellerine baktın senin değildi
Kalçanda kösnül gecelerin küskünlüğü
Bütün aynalarda aşk ağrıyordu
Şehrin köpekleri kalbini dalıyordu

Bozkır kokularını bıraktın düşlerinin kanını silerek
Tıpkı regl kanı gibi bıraktın yol kıyısına
Üstüne sıçanlar siydi kendini kanırttın
Aşkı kanırttın kerpiç damların duvarları nasıl kokar yağmurlarda
Baharda çiçek açar mı toprak damlarda
Sevdanı bıraktın sınırsız ıssızlarda sahipsiz bir yitik gibi
Bilmedin gaz lambalı evlerin akşam yemeklerini
Geceleri toprakları mühürlenen köylerde
Terli yorgun ve asi hüznü bıraktın
Burada kaldın işte altın saraylarda debdebeli gecelerde
Riya cennetlerinde bir yaşamak seçtin

Geriye dönüp onarılmaz sevdası kırılmış camlar
Mahcupsun sen
Payandasız yüreğini dilenci çanağı yap kaldırımlarda
Çünkü ne varsa sattın sana ait
İhanet ettin aşkta

Bu şehir senin için
yalnızlıktan uluyan aç bir köpektir artık

Adnan Durmaz

 


 Biraz Gülümseyin




KMTV Sunar...

Yukarı


 


 Kıraathane Panosu


İstanbul için Son Hava Durumu
ISTANBUL ISTANBUL
Ankara için Son Hava Durumu
ANKARA ANKARA
İzmir için Son Hava Durumu
IZMIR IZMIR
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı


 


Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

Yeni yılda hem sevdiklerinizi hem de dostlarınızı düşünüp iyi bir şeyler yapmak istersiniz. Bu sene Kurban bayramının ilk gününün 31 aralık tarihine gelmesi ne tesadüftür ki, insanlarımızın yardımlaşma ve birilerini mutlu edebilme duygularını biraz daha arttırmıştır. http://www.denizfeneri.org.tr bu web sayfasının sahipleri sadece kurban bayramlarında veya yeni yıllarda değil, sürekli yaptıkları başarılı yardım kampanyalarıyla gönüllerimizde taht kurmuşlardır. Tüm çalışanlarına yürekten teşekkür ediyor ve yardımsever insanlarımıza bu web sayfasını tavsiye ediyorum.

Passaparola isimli bir yarışma var hani önce soru sorulur ve ipucu olarak sadece cevabın baş harfi verilir... http://www.kelepce.com/oynat/10110/Passaparola.htm web sayfasında bu yarışmayı online olarak oynayabiliyorsunuz. İyi eğlenceler.

Mizah konusunda bu zamana kadar gördüğüm en amatör ruhlu web sayfalarından biri http://www.geocities.com/pkelle/ Amatör diyerek sadece ruhundan bahsediyorum. Bu ruhu kaybetmeyip hiç bir ticari kaygı duymadan birşeyler yapmaya çalışan ve bence başarılı bile olabilen ilginç bir web sayfası.

Buyrun size bir adet oyun ve eğlence web sitesi http://www.e-oyunlar.com/ Her telden ve de her türden oyun mevcut.

Yukarı


 


 Damak tadınıza uygun kahveler




http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Yukarı





Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20070112.asp
ISSN: 1303-8923
12 Ocak 2007 - ©2002/07-kmarsiv.com