Ekonomik Ticaret



Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 5 Sayı: 1.184

Sisteme gir!

Merhaba Sevgili KM dostu, hoşgeldiniz!

 5 Nisan 2007 - Fincanın İçindekiler



 



 Editör'den : Babam ve Oğlum!..

Merhabalar

Dün sorduğum "Bu hikaye doğru mu?" soruma maalesef cevap alamadım. Araştırmaları sürdüreceğim. Gene aynı yazıda sözünü ettiğim Blair, İran'ın planlı manevrasıyla en az yarayı alarak kurtuldu. Bundan sonra karasu ölçümleri İngiliz sicimiyle milimetrik yapılacaktır eminim.

Aday göstermeye 11, seçime 41 gün kaldı ey ahali. Tayyip Bey halen usulen nabız yoklamakta. Karşında kaz sandıklarıyla dalgasını geçiyor sanki. Kendisi için sabahın köründe sıraya giren ilköğretim bebelerini unutup, koca üniversite öğrencisinin mitinge katılmak için sınavları erteletmesine kızıyor. Kızmasına kızıyor da, tepesini attıran olay da yalan çıkıyor. Tıpkı sürekli açıklanan şakşakçı araştırmalar, sağda solda bulunan günlükler gibi.

Günlerdir Tayyip Bey'in Çankaya'ya liyakatini tartışıyoruz. Hâlâ kafasında soru işaretleri olanlar var. O nedenle de sürekli olarak karşılaştırma tabloları, hatırlatmalar yapılıyor. Bugün de posta kutuma benzer bir yazı düştü. Tabi gene imzasız. Bir yerde Levent Gürses imzasına rastladım. Kendisine bir mesaj attım ama şu ana kadar bir cevap alamadım. İmzası yok ama içeriği dolu. Eksiği var fazlası yok. Olması gerekenle olmaması gerekeni en insani yanlarıyla araştırıp karşılaştırmış. Hasbelader, ardını hazmetmeden bu mertebeye gelenle, hazmederek yavaş yavaş yükseleni karşılaştırmış. Devleti simit satarak öğrendiği tüccar zihniyetiyle yönetenle, hakka, hukuka saygılı, devlet millet menfaati gözeteni çarpıştırıyor. Belki çoğunuz gördü ama görmeyenler için aşağıya aynen alıyorum.

" Burak ile Levent

Onun adı Burak... Kendisine medyada rastlamışsınızdır. Ya bir trafik kazasının kahramanı olarak, ya babasına borç verirken, ya da milyon dolarlık işlere imza atarken... 28 yaşında... Bilkent Üniversitesi’nde okurken, Londra'ya burslu olarak yollandı ve ekonomi eğitimi yaptı. Askerlik görevini henüz yapmadı... Tecilli!..

1988 Mayıs'ında bir trafik kazasında TRT İstanbul Radyosu Sanatçısı Sevim Tanürek'in ölümüne neden oldu. Şişli'de kırmızı ışıkta durmadı. Kazadan hemen sonra belediye arazözlerinin caddeyi baştan aşağıya yıkayarak 35 metrelik fren izini tamamen sildikleri, olayın cezai yönünün azaltılması için Burak’a kazadan sonra üç ay öncesine tarihli ehliyet verildiği, Sevim Tanürek'in yakınlarının azarlandığı, tanıkların hepsinin tehdit edilip korkutulduğu iddia edildi. Adli Tıp Trafik İhtisas Dairesi, Burak için “kusursuzdur” raporu düzenledi. Ölen Sevim Tanürek 8/8 kusurlu bulundu!. Burak hapisten kurtuldu. Kusursuz raporunu veren dairenin Başkanı Eyüp Bey ise, daha sonra Türkiye Deniz İşletmeleri Genel Müdür Yardımcılığına atandı.

2001 yılında evlendi. Babası, oğlunun düğününde takılan 174 adet Cumhuriyet Altını’nı mal varlığındaki artışın nedeni olarak açıkladı. Ayrıca, babası 2001 yılında verdiği mal beyanında oğlu Burak’a 220 bin ABD Doları ve 55 bin Alman Markı borcu olduğunu açıkladı. Üniversiteden yeni mezun, o zaman 22 yaşındaki oğluna...

Babası Ülker Grubu ürünlerinin dağıtımını yapan şirketteki hisselerini 1.2 trilyon liraya satana kadar, şirket yönetimini Burak sürdürdü. Ve Burak geçtiğimiz günlerde bir kez daha gündemdeydi. Gıda sektöründeki hisseler satılınca, hemen şirketler kurup denizcilik sektörüne girdi. Yüzde 50 ortağı olduğu MB Denizcilik adlı şirket, 95 metre uzunluğunda Safran 1 adında bir kuru yük gemisi aldı. Gemiyi satan Hasan Doğan, satış fiyatının 2 milyon 325 bin dolar olduğunu söyledi. Burak, gemiyi ortağı ile birlikte 500 bin doları peşin 36 ay taksitle satın aldı. Ayda 72 bin YTL ödeyecekler. Gemiyi satan Hasan Bey ise, 705 milyon dolara İstanbul’daki İETT Garajı arazisinin sahibi olan Dubai Şeyhi El Maktum'un küçük ortağı oldu. Ayrıca, Hasan Bey’in ablası Remzi Gür ile evli. Remzi Bey, Burak’ı ve kardeşlerini burslu olarak yurtdışında okutuyor, babasının yakın arkadaşı, tatillerini onun yazlığında geçiriyorlar.

...

Onun adı Levent... 35 yaşında... Gazetelere, televizyonlara hiç çıkmaz. Ücretli bir çalışan. Aylık maaşından başka bir geliri yok. İş Bankası Fon Yönetimi Bölümü’nde çalışıyor. Kolay para kazanmıyor. Risk alıyor, işvereni adına verdiği kararlardan dolayı stres oluyor, terliyor. Ülkenin en iyi üniversitelerinden ODTÜ’nün iktisat bölümünden mezun...

Eylül 2004’te kendi gibi ODTÜ mezunu olan Evren ile evlendi. Çankaya Köşkü’nde sessiz sedasız, sade bir düğün yapıldı. Ne trafik kilitlendi ne de yabancı devlet başkanları şahit oldu. Davetliler arasında Köşk’ten bazı personel ve şoförler de vardı. Takı takma merasimi yapılmadı. Gelinin gelinliği Versace gibi yabancı marka değildi, Ankara Olgunlaşma Enstitüsü’nde dikilmişti.

Vergisini milletin ödediği diğer şatafatlı düğünlerin aksine, babası, düğün nedeniyle Çankaya Köşkü’nde o saatlerde tüketilen elektriğin bedelini cebinden ödedi. Nikahı kıyan Çankaya Belediye Başkanı, çiftten “Laik Cumhuriyete sadık evlatlar” yetiştirmelerini diledi.

İstanbul’da 1 milyar 200 milyon liraya ev kiraladılar. Çalışıyorlar. Büyük ihtimalle ev geçindirirken zorlanıyorlardır. Çünkü, Ocak ayında bir erkek çocukları oldu. Bu sevindirici olay da sessiz sedasız gerçekleşti, muhabir, kameraman falan izlemedi.

Levent, arada bir anne-babasını ziyaret için Ankara'ya geliyor. Koruma istemiyor ve havaalanından taksiye binerek Çankaya Köşkü'ne ulaşıyor. Ancak, şatafatlı ana kapı yerine, köşke ziyaretçilerin alındığı 5 numaralı kapıdan giriyor. Nizamiyeden yürüyerek konuta çıkarken, her seferinde Cumhurbaşkanlığı korumalarını şaşırtıyor.

Birinin adı Burak, diğerinin Levent... "


Mayıs'ta layık olduğumuz Cumhurbaşkanına sahip olacağımıza daha doğrusu layık olduğumuza kavuşacağımıza inanıyorum. Esenkalın efendim.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur








Yukarı


 


 Kahveci : Ayşe Coşkun


Küfür Uzak Değil Bize: Zargana, Piç, Hakan Günday

Bizden nefret eden, bizi sürekli içine çekip içinde öğütmeye çalışan, nefretlerimizi hırslarımızla törpülemeye çalışan bu en şahane, en modern "Yeni Dünya Düzeni"nde; en bize ait kalan, en içimizden gelerek sarf ettiğimiz sözcüklerimiz küfürlerimiz. Varlığımızı bize kanıtlayan bir ışıltılı kelebek:S.tir

Hakan Günday, okuyucusunu arma zahmetine gerek duymayan, bilbordlarda reklamlar yayınlatmak ya da satış fiyatlarını yarısından da aşağı çeken (ki bu da bizim, o kitapları zamanında alan dinozorların kazıklandığı anlamına gelir), okuyucusundan öyle büyük sansasyonel hareketler bekleyen bir yazar değil. Belki de o yüzden kitaplarını aradığımda "Türk Romanları" başlığı altında değil de "Yeraltı Edebiyatı" başlığında bulabildim. Son zamanların Türk roman yazarlarını çok severek okuyan biri için bile Hakan Günday büyük bir keşif, tarihe geçecek bir isim oldu benim için.

Piç, hayatıma bir arkadaşımın hediyesi olarak girdi. Raflarda ilk gördüğümde yaşadığım ilk uzak durma isteğini, bulaşmama çabasını ve bunların beraberinde yaşadığım çekinceyi, kapakta yer alan resme borçluydum aslında. Bunca karanlık bir şey okumamalıydım. Alışageldiğim hayatımda kendimi kışkırtmamalıydım. Tüm kitaplar yazıyordu işte bir şeyler, gidip "Mutluluğun On Basit Kuralı" ya da "Herhangi bir şeyini borç veren nüfus müdiresi" okumalıydım. Ve ben kendi dediğime sadık kalırken o arkadaşların arkadaşı, kitap okumak kadar ruh okuma tecrübesine sağlam adam, bir merak içinde beklerken doğum günü hediyemi elime korktuğumu tutuşturdu. Artık kaçış yoktu, tüm o diğer kitapların okunamayacağı ortadaydı.

Zargana ise intihardı. Çekilmiş bir silah, az önce yutulmuş taze uyku hapları ya da rayların üzerine atlamaktı. Bu dünyaya bir daha dönememekti, hoşgörülü olamamak, uyum sağlayamamak ya da zaten asla uyum sağlanamayacağına ve şimdiye kadar sağlandığı zannedilen uyumun sadece bir boyun eğme olduğuna dair bir kanıttı. Yakılan son köprüydü, demiyorum çünkü bir de Kinyas ile Kayra var sırada ama o burada adından bahsettirmeyecek şimdilik. O beklemeli bir başka anlatımda hayat bulacak olan hikâyesini.

Ne anlatıyor Piç, ne anlatıyor Zargana… Bu iki roman için de pek çok yerde, pek çok cümle içinde "kaybedenlerin öyküsü" tanımlamasıyla karşılaşacaksınız ki buna itirazım yok aslında. Ama kaybetmenin türlü türlü şekilleri vardır ve bütün kaybedenler aynı kefede tartılmamalıdır ki yaşadığımız hayat bize kolaylık olsun diye (!) bunu böyle sunar, itirazım var. Nasıl iyiler 50, 60, 70 ve üzeri diye ayrılabiliyorsa kaybedenler de 50nin atkında olarak hesaplanmamalı ve her kademedekiler ayrı düşünülmelidir. Ve kaybedenler ya da pek çoklarının deyimiyle uyumsuzlar başkalarından değil sadece kendilerinden dinlenmelidir. Hiç kelebek görmemiş birine kelebeği anlattırıp sonrasında da anlatılanlardan yola çıkılarak fanteziler uydurmanın gerçekten gereği yoktur.

İşte bunu anlatıyor demek istiyorum ama aslında bunu da demiyor. Kendi içinde hiç'likle dertli hikayeler anlatıyor, kurcalıyor, soruyor, kızıyor ve tüm bunları yolda yürür gibi, bakkaldan sigara alır ve paketin üzerinde yazan "bu var ya bu seni öldürür" yazısına hass.tir der gibi yapıyor. Onun geçebildiği duvarlar yanında ne aldığımız terfilerin, ne patronun övgülerinin ne de geçilen vizelerin ya da finallerin bir anlamı kalıyor. Binmiş olduğumuz o salak, rutubetli gemiden ayrılmamız gerektiğini ve onunla birlikte batmakta olduğumuzu anlatıyor, çıkın diyor, kendinizi kurtarın diyor, ölüyorsunuz ve hatta çoktan ölüsünüz diyor. Duymamak için kapağı kapamak pek de yeterli değil, aklını temizleyemiyor insan bilgisayarındaki cookiesleri ya da temprorary internet files'ları sildiği gibi. Ama eminim "daha verimli bir insan yaratmak" için yakın zamanda genetik bilimi bu konuya da bir çare bulacaktır.

Ama bu değil elbette aslında bir kitap eleştirisinden beklenenler. Piç: dört garip adam, sevgilileri, aileleri, arkadaşları, içkileri, terasları, şişme bir yatak, bir adet Taksim Parkı, bir adet Taksim Meydanı, bir adet taksim Meydanı'nı gören restoran, bir takım iş çevresi falan. Onların ve çevrelerinde gelişen olayların trajikomik ve duygulu hikâyesi.
Zargana: Genç yaşta ailesinden ayrılıp Berlin sokaklarında hayatını hiçliğe adayan bir adam, bir başka benzeri adam, bir başka benzeri adam ve bir takım kadınların ve içlerinde bir takım cinsiyetini kaybetmiş, erkek dünyası içinde erkekleştirilmeye çalışmış kadının hikâyesi.

"Salak" yazdığım zaman beni uyaran,"Argo ya da kaba sözcük" diyerek hizaya geçmemi emreden sevgili yazı programı "Microsoft word", bunları yazmamda hiçbir sakınca görmedi. Onun onayından geçen bu tümcelerle kitabı okuyacak olanlardan şimdiden özür diliyor ve başlarına gelebilecek hiçbir şey hakkında sorumluluk kabul etmiyorum. Ve son olarak okuyucuya bir ek hizmet olarak buraya gelirken yürünen yerler, dinlenilen müzikler ve okunan kitaplar hakkında küçük bir ipucu sunuyorum.Ve cümlemi benim için "merhaba" kadar doğal kullandığım ve karşıladığım o en sevdiğim kelimeyle bitiriyorum: "Has.tir"…

Eleştirmen buralarda gezindi:
Kadıköy: Moda Sahil, Fasıl, Eski Hasır, Akmar Pasajı, İdris'in Dükkân, Marmara Kafe, Trip Taksim: İstiklal Caddesi, Sahibinin Sesi, 45'lik, Badehane, Platform Güncel Sanatlar Merkezi

Bunları izledi: Hair, Full Metal Jacket, Matrix, Yüzüklerin Efendisi, Dalgaları Aşmak, Yağmurdan Önce, Örümcek Kadının Öpücüğü, Hayat Treni

Bunları dinledi: Placebo, Radiohead, U2, Sezen Aksu, Duman

Bunları Okudu: Oğuz Atay, Tezer Özlü, Turgut Uyar, Edip Cansever, Mehmet Eroğlu, Elif Şafak

Bunları yedi içti: Kızılkayalar'dan hamburger, Bereket'ten döner, Nizam'dan pide, Kadıköy sahilde tost, Mercan'da kokoreç

İyi okumalar, gezinmeler, dinlemeler, izlemeler, afiyet olsun…….

Künye:
Zargana
Hakan Günday
Doğan Kitap
190 s.

Piç
Hakan Günday
Doğan Kitap
224 s.

Yazar Hakkında:

Hakan Günday


Hakan Günday 29 Mayıs 1976'da Yunanistan'ın Rodos Adası'nda doğdu. İlkokulu Brüksel'de bitirdi. 1994 yılında Ankara Tevfik Fikret Lisesi'nden mezun oldu. Aynı yıl Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransızca Mütercim Tercümanlık Bölümü'ne girdi. Bir yıl sonra Brüksel'de bulunan Üniversite Libre de Bruxelles'in Siyasal Bilimler Bölümü'ne kaydoldu. Ama yine bir yıl sonra, yeniden Ankara'ya döndü ve Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü'ne yazıldı. Halen bu üniversitede öğrenci. İlk "Kinyas ve Kayra" Om Yayınları tarafından yayımlanan (2000) Hakan Günday, İstanbul'da yaşıyor.


Ayşe Coşkun


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,889,889,889,889,889,889,889,889,889,88
8 Kahveci oy vermiş.

 


 


Deniz Marmasan

 Sütlü Kahveci : Deniz Marmasan


   Alışkanlıklarıma Yoklama Çektim

Ben bugün ağladım.. Hayata aktı gözyaşları.. Pencereden damladı gitti. Ne içindi? Kime idi bilinmez.. Belki ona belki buna... Geride bıraktığımız yıllara.. Seksek oynamadan geçirdiğimiz küçük kız yıllarına.. Dondurmasız mevsimlere, sevgiyi dile getiremediğimiz arkadaşlıklara, değerini bilemediğimiz dostluklara, avucumuzdan kum gibi akıp giden zamana.. Şimdi yol belli yol belirsiz.. Gidiyoruz.. Kim olduğumu kavrayamadan benliğimden bir şeyler vermeye..

Bir sevdam vardı.. Saklanmış taş duvarlar arasına, kağıtlar kapatmış, mürekkepler dökülmüş... Yolunu kaybetmiş bir sevda.. Şaşkın bir sevda.. Sarhoş bir sevda.. Nerde o sevda?

Zor bir soluktu hayat. Onsekiz yılın bana düşündürdüğü en önemli şey bu oldu.. Sınavlarıyla, duygularıyla, yaşadıklarım ve yaşayamadıklarımla, tercihlerim ve geride bıraktıklarımla, zorunlu olduklarımla zor bir soluktu hayat.. Derin bir soluk...

gözyaşlarım içime kanıyor...

alışmanın ötesinde yaşamak lazım...

Deniz Marmasan


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


9,839,839,839,839,839,839,839,839,839,83
6 Kahveci oy vermiş.

 


 


 Kahveci : Ömer Faruk Yüksel


ESKİ FOTOĞRAFLAR

Eski fotoğraflar sormuyor hesabını ağaran saçların, geçmişe inat yüze düşen dert yükü birkaç ince kırışığın... Sadece hüzün ve sadece gülümser bir gözyaşıyla, artık mazide kalmış her ne varsa, onları en tatlı haliyle yaşatıyor tüm fotoğraflar. Hepsi bu!..

Yıllar önce, Seyyan Hanım'ın söylediği o kırık dökük şarkı gibi; insan, isyan da edemiyor, küllenen hatıraların bitmek bilmez sancısına...

"Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır..."

Fotoğraflar ne kadar gerçeği yansıtır hiç düşündünüz mü? Ben düşündüm. Aynalar ne kadar sahtekârsa, aslında fotoğraflar da inanın o kadar!.. Hepsinde yalancı bir gülümseme ya da saklayamadığınız bir hüzün başrolde... Belki her fotoğrafımda biraz mahzun çıkışım, gülmeyi oldum olası beceremeyişim biraz da bu yüzden... Bu yüzden düşmanım her fotoğrafıma. Anlayacağınız; fotoğraflarım yalancı, fotoğraflarımdaki ben bana yabancı...

Çıkamıyorum işin içinden!.. Hatıralara gark olan ve fotoğraflarla yaşayan her şeyin aslı ne kadar soğuk ve çelimsiz!.. Belki yiten birini unutmamak, yakında kaybedilecek dostları ebediyete taşımak ya da dönüşü olmayan günleri yakın kılmak çok güzel; ama çıkamıyorum işte!.. Unutulmayı hak edenler siliniyor hafızamdan, kaybedilenlerin yeriniyse yenileri alıyor elbet. Her ateşin bir köz sakladığı malumsa da yürekte, gün geçtikçe külleniyor yangın yerleri. Gönlümde baki olanları fotoğraflarıyla değil, hatıralarla anıyorum. Ve çok iyi biliyorum, gidip de dönmeyenlerin toprağına açık biletim olduğunu. Eskişehir Sigorta Hastanesi'nin genzimi yakan ilaç kokusunda mesela, kalkamadığı hasta yatağının başucunda son kez görüştüğümüz; gözyaşlarımı nereye saklayacağımı bilemezken, saçlarını son kez okşadığım; gözlerim, onun gözyaşlarına şahitlik ettikçe, yüreğimdeki yangının kaç ormana bedel olduğunu sayamadığım dedeme açık biletim olduğunu... Karlı bir ocak sabahı, dedemi yolcu ederken babamlar, ben içimde tarifsiz bir sıkıntıyla, onun ölümünden bihaber, Ankara'da oluşuma hâlâ kahrederim. Hâlâ, taşıyamadığım tabutunun ağırlığı ezer omuzlarımı. Hâlâ adı geçse, gözümde yağmurlar; fikrime düşse, elimde fotoğraflar... Ama hatıralar kadar acı vermedi hiçbir şey. Hiçbir fotoğraf, tutmadı yerini; Mevlâna türbesinin önünde leblebi-üzüm yediğimiz soğuk bir Konya akşamının; ya da Ulus pazarının ayazı vururken yüzümüze, Hacı Bayram'da karlı ve çetin bir kışın... Şimdi film şeridini andırıyor gerçekten, çocukluğum boyunca dedemle arşınladığımız sokaklar. Onunla birlikte çocukluğum da terk etti beni. Tıpkı eski fotoğraflar gibi, her şeyi siyah beyaz sandım bir süre. Gün geçti, değişti dünyanın rengi... Erken büyüdüm; erken büyüttüm kendimi... Gerçi, siyah beyaz fotoğraflardaki her şeyi siyah beyaz sanıyordum ben. Belki size de olmuştur çocukken... "Buralar eskiden alabildiğine siyah beyazmış; sonradan ağaçlar yeşile, gök maviye boyanmış" hissiyatı...

Sonra... Kendinizi hayatın devam ettiğine inandırdıktan sonra, zoraki katıldığınız düğün ve cemiyetlerde başlarsınız; akrabalarınızın hatıra olsun diye, sizi objektifin önüne sürüklemeleriyle savaşmaya. Aslında hatıra değildir onlar da... Sahte gülümsemelerin yeni mekânıdır. Gülümsememeniz hüznünüzü değil, fotoğrafın kötü çıktığını gösterir. Ne yaşarsanız yaşayın, gülümsemeniz gerekir. Bir yaz gecesi, eş-dost sohbetinde dökülürken eteklerdeki taşlar ortaya; yahut siz, yalnızlığınızı öğütmek, can sıkıntınıza yol arkadaşı bulmak isterken bomboş odanızda, illaki fotoğraflar yayılıverir her tarafa. Aylar ya da seneler öncesinin resimlerini gördükçe kahredersiniz geçen yıllara. O zamanlar, simsiyah olan saçlarınız ya da gencecik teniniz hemen gözünüze çarpar. Anlarsınız ki, eskiyen fotoğraf değildir; siz eskimişsinizdir dahası. Hele bir de yanınızdaki arkadaşların takılmaları vardır ki, fotoğrafta yalandan gülümseyen resminize inat, daha da arttırır içinizdeki gamı. "Ne kadar zayıfmışsın", "Saçların çok güzelmiş", "Neden gülmedin; amma da kötü çıkmışsın" sözleri çınlar her daim kulaklarınızda. Hüzünlüyseniz de, dert küpüyseniz de, gülmemek fotoğraflarda; hüznünüze değil, kötülüğünüze işarettir. Sahi neden gülmezsiniz?

Hoş, benim de gözüme hep düşman görünür içinde olduğum bütün fotoğraflar. Zoraki gülemem. Tıpkı Ümit Yaşar gibi; "İnadına mahzun çıkarım hepsinde, inadına kırgın... İnatla gülmeye çalışsam da, inadına üzgün... İnadına objektifte falan değildir kabahat, gülmesini unutmuştur inadına dudaklarım." Çünkü ben, aynalara bile, hâlâ ağaran saçların hüznüyle bakarım...

Giden sevgili ne kadar sevilmişse, o kadar yenidir fotoğraflar da... Dönüşü olmayanların, küllenmeyen hatıraları gibi... Sanki kapı, her an çalıverecekmiş gibi... O kadar yeni... O kadar acı... O kadar gözyaşı... Eskimez fotoğraflar, eskiyen insandır; eksilen zaman...

"Biliyor musun bir gün, bir yağmur sonrası,
Siyah beyaz bir fotoğraf bulacaksın yerlerde...
İşte o an bir kıpırtı yüreğinde,
Ve iki damla yaş olacağım güneşli gözlerinde..."


Ömer Faruk Yüksel


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
8 Kahveci oy vermiş.

 


 


 Kahveci : Gül Uğur


Yaşam,
Yüksek anlamlılık yüklü ender tek anlardan,
Ve bu anların olsa olsa gölge görüntülerinin
Çevremizde gezindiği, sayısız aralardan oluşur.
Sevgi, bahar, her güzel ezgi, dağlar, ay, deniz-
Her şey ancak tek bir kez tam yürekten dile gelir:
Bir biçimde, söze tam olarak hiç gelebilirse.
Çünkü birçok insan bu anıları hiç yaşamaz;
Onlar, gerçek yaşam senfonisinin
Araları ve duruşlarıdır.
Nietzsche


YÜREĞİMİN İZAFİYET TEORİSİ

Dün, sert kayalıklar arasından sessizce esen rüzgârların, avuçlarıma hiçbir zaman alamadığım bulutların, ani bir gaz çıkışı ile oluşan asit buharlarının göğü altında, ruhumun ırmağı yüreğime doğru gri renkte akıyordu. Yüreğimse, inorganik bir dünyanın kimyasal ve mekanik tepkimelerinden ruhsal dünyaya ve bunun öz varlığına, sonra da bilincin belirlediği dönüm noktasına yol alıyordu. Fırtınayla gelen şiddetli bir sağanağın, mavilikler diyarındaki ormanların, özünü, hücrelerine teslim eden yaşamlar gibi aynı hüznün dinginliğine sahip oldukları algılanamaz bir anda, sabahın, akşamdan kalan serinliği içinde, yarım kalmış bir dünyanın gizemi ellerimden kayıyordu. Beynin parçalanma sınırındaki düş, Ona ulaşmanın imkânsızlığı nedeniyle içimde o kadar büyümüştü ki! Yağmur başlamak üzereydi… Ben ise bu damlaların düşeceği kurak bir toprak gibi buğulu gökyüzünün altında savunmasızdım. Tek bir yol vardı; Uyumsuzluğa, uyum içinde yeşeren devasa bilinç çabalarını tüketmeden, hiçbir inceliği olmayan zamana inat yeniden yaşamak… Zerdüşt'te benimle aynı fikirdeydi zaten.

Bugün yaşamın öğlesi, tekrar yeşeren yürekteki zaman gibi. Hüzünler, griliklerini bugün güllerle bezediler. Başkalarına dik gelen şeylerin, benden teğet geçtiği günlerden bugün; Yaşam yumağından bir iplik ucu çektim yavaşça. Belleğimin derin katmanlarına doğru ilerlerken, genele uyarlanabilecek tek bir fikir belirdi beynimde… Bir tebessüme mal olan Özne. Derinde… Sadece yüreğimin en derininde, sayfaların arasında saklanan anılarla dolu bir yerde. Buzdan bir örtü, saydam bir zar. Koparamadığım beyaz bir çiçek ki, yalnızca ruhumda açar. İşte o an varlığımı, umut ışığımla çarptığımda açığa çıkan enerjim oldu. Bütün enerjim, kütlem ve umudum. Bir de ışığıma eşitlenen varlığım… Güneşin, tüm gezegenleri saklamaya durduğu anda, ruhuma nakşeden tek bir tebessüm! İzafi Aşkım… Yaşamı düğümlenmeden çözemezsin. Nasıl mı? İşte E= m.c2

Yıllar önce bir düş görmüştüm: Bir yer vardı. Uzakta çok uzaklarda… Tibet'te. Ve cam boncuklardan yapılmış kolyeler, antika eşyalar, yağlı boya resimlerin bulunduğu bir mekân. Bir dükkân, antikacı dükkânı. Huzur veren materyallerin bulunduğu bir ortam. Bütün bunlarla uğraşarak günlerini geçiren, yaşantısını sürdüren, düz koyu kahverengi saçlı, ışık saçan ela gözlü bir kız vardı. Günleri bu uğraşlarla geçerken bir gün ansızın bulutların arasından siyah dalgalı saçları ve yeşile yakın ela gözleri ile bir tebessüme mal olan özne çıktı karşısına. Platon'un formüle ettiği bir gerçekte olduğu gibi, insanın diğer yarısı vardır ya, işte öyle bir duygu. Siyahın tonları gibi. Ve aşka açıldı yüreklerin sürgüleri. Hüzün kokulu mevsim ömre dönüştürdü kendini. Ve bir ateş yaktı ruhlarının en derininde. Berrak bir suya dönüştürdü düşüncelerini. Sonra da damıttı yüreğini. Hiçliğe saplanan oklar da tamamen yok etmişti kendini. Artık yarın yoktu. Yüreklerinde arındırmak istediler her şeyi. Ama isteyemediler. Çünkü isteklerini işitmedi rüzgârlar.
Kız, içinin ritmiyle sonsuzluğa erişti… Adam ise uzaklaşıp yok olmak istedi. Ve o günden sonra bir daha hiç aynaya bakamadı. Çünkü öbür yarısı yoktu.

O sabah uyandığımda yüreğimin garip bir hisle acıdığını duyumsadım. Bunun o anki yanardağ rengindeki ruh durumuyla hiçbir ilişkisi yoktu. Sanki çatlamış çorak bir topraktan yayılan, yüreğimin derinliklerine, beni korku uçurumunun karanlıklarına doğru sürükleyen, bana ölüm anımı anımsatan, beyaz yapraklı uyku çiçeklerinin acımasız bakışlarıyla soluk borumu sıkmaya başlayan, çok garip bir duyguydu bu. Bir süre etraftaki hiçbir nesnenin varlığını somut olarak algılayamadım. Neler oluyordu. Alt tarafı basit bir rüya değil miydi? Tüm hücrelerimi kuşatmıştı. Belki de ruhsal anlamda güçlü bir değişimin kıskacındaydım. O anı berrak ve eksiksiz olarak çok net hatırlayabiliyordum. Gelgitlerle dolu ama bambaşkaydı.

Ruhum, rüyasında öldüğünü hissedip uyanmamak korkusuyla haykıran sesler duyarak yayı kırık bir keman gibi inliyordu. Beynimin içinde şekillenen kaosun dışa vurum anında, bilincin labirentinde çözülmesi sonucu ortaya çıkan kâbusu gerçek gibi yaşamıştım. Damarlarımda soğuk bir molekül kütlesi ve bir de ebonit dokusu ile sonun başlangıcına doğru ilerleyen yüreğimin izafiyet teorisiydi. Evrenin çok eski bir teoremi, bana yeni bir yaşam kapısının aralanacağı haberini veriyordu adeta. Uzak yaşantılar, ortak noktalar… Ve bir şekilde kesişen ruhlar. Yaşantılar farklı şekillerde ve birbirinden çok uzaklarda da olsa, bir gün mutlaka ortak paydada kesişiyor.

Her şey film kurgusu gibi ama acıtıyor.

Adam

Bir adam vardı düşlerimde.
Sonsuz bir anlam karmaşasıyla,
Mor, eflatun ve siyahın…
Damarlarımdaki hüzün tonları gibi
Yağmurlu bir günde gelip
Hücrelerime yerleşen bir adam.
Çözmek isteyip çözemediğim,
Bilinmeyenlerle dolu bir denklemdi bu adam.
O'na olan mesafem;
Yaşanmamış yıllarım,
Bitip tükenmek bilmeyen beynimdeki sorularımdı.
Ve…
Okyanusun derinliklerinde masmavi bir labirent
Olduğunu düşünürsem,
Sürekli dibe vuran karanlıklarımdı.
Renkti, izdi. Aydınlık ama siyah,
İçimi işgal eden soyuttu.
Bir formülü olmalıydı bu reaksiyonun.
En azından molekül ağırlığı bilinmeliydi.
Ama yoktu. Sorular hep aynı,
Adam, hep aynıydı.
Bir gün beynimin çetrefilli tarlasında,
Düşünce analizi yaparken
Bir ses duydum gökyüzünden.
Uyandırdım O'nu.
Düş değildi. Anladım ki,
Gerçek de değildi.
Çizgim, bedenimde değişti.
Düşüncelerimi beynimle yüzleştirdim.
Ve gördüm ki,
Hücrelerime yerleşen bu adam,
Yine yağmurlu bir günde
Kırmızı ve siyahın tonlarıyla son bulmuş.
Kilitler açılmış,
Yüreğimde somutlaşmış Evren.

Gül Uğur


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
13 Kahveci oy vermiş.

 


 


 Dost Meclisi


YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
Yorumlarınız için bekleriz.

Fotograf : Leyla Ayyıldız

Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
Kahve Molası bugün 4.580 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

Yukarı


 


 Tadımlık Şiirler


İNSAN DENİZİ

Göğsüme göğsüme vuruyor, insan denizinin dalgası.
Ayaklarım ayaklara karışıyor, derine çekiyor akıntısı.
Ayağıma batan denizyıldızı değil, geride kalanlarım.
Yürümemi zorlaştıran kumsal değil, bu dik kaldırım.

Peki, nedir bu hissettiğim mavi ve sonsuz?
Yürürken grisin de betonun, böyle ruhsuz.
Dünya yanıyormuş, kalıyormuş susuz.
Bekli de bu, içimde kaynayan mavi huysuz.

Ey dünya,
Sen yokmuşsun, yalanmışız diyor teorik fizik.
Sen de yok ol benimle birlikte,
Sevgi yokmuş, ben ona ezik.

Dar gelen kaldırım mı, ayakkabılarım mı?
Yoksa yalanlarım mıydı?
Zor gelen bu yok oluş mu, bu yokuş mu?
Yoksa zoraki var oluş muydu?

Aslında bezginliğim ne aşktan, ne savaştan.
Yoksa bende mi yaratıldım betondan taştan?
Bir şey anlayamadım zaten gözümdeki yaştan.
Anlayan varsa anlatsın en baştan.

Semih BULGUR

 


 Bulmaca - Sudoku




SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.

Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız.
Gitmek için tıklayın.
Kolay gelsin.



 


 Biraz Gülümseyin




KMTV Sunar...

Yukarı


 


 Kıraathane Panosu



İstanbul için Son Hava Durumu
ISTANBUL ISTANBUL
Ankara için Son Hava Durumu
ANKARA ANKARA
İzmir için Son Hava Durumu
IZMIR IZMIR
Kaynak: http://www.meteor.gov.tr

Yukarı


 


Akın Ceylan

 İşe Yarar Kısayollar


  Şef Garson : Akın Ceylan

Video paylaşım sitelerinin sayısı her geçen gün artmaya devam ederken, aralarından nitelikli olanlarını seçmek mutlaka sorun olacaktır. Ben sizlere nitelikli olduğunu düşündüğüm bir tanesini öneriyorum http://www.dailymotion.com/ incelediğinizde siz de farkedeceksiniz.

Havaların ısınmaya başladığı şu günlerde "hafta sonu nereye gidelim" veya "kısa süreli tatil imkanları nedir" diye soranlara alternatif bir web sayfası öneriyorum. http://www.gezinet.net/ Aslında ticari amaçlı bir web sayfası; fakat içerdiği bilgiler, kafanızda alternatif tatil fikirleri oluşmasını sağlayacaktır.

Sayısal loto'da 6 bilme olasılığı nedir sizce? İnsan düşünürken bile darlanıyor değil mi? Darlananlardan biri hesaplamış ve 10.068.347.520 de 1 ihtimal olduğunu bulmuş. İnanmazsanız http://www.darlandum.com/?p=369 kısayolundan bir de siz bakın.

Hadi ordan canım, tabiki şans oyunlarında kazanmak mümkündür diyenler için ise http://www.lototurk.com/ web sayfasını tavsiye edebilirim. Sayısal loto, Şans topu ve On numara gibi şans oyunları için ilginç bir kaynak.

Yukarı


 


 Damak tadınıza uygun kahveler






http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

Yukarı


 


KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
KM-abone-unsubscribe@googlegroups.com
(Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
E-posta:


Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


Kahve Molası MS Internet Explorer 5.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - 2002-07©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

 






Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM













Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20070405.asp
ISSN: 1303-8923
5 Nisan 2007 - ©2002/07-kmarsiv.com