|
|
|
10 Nisan 2007 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : 14 Nisan'da Ankara'dayız!.. | Merhabalar
Bugüne kadar 14 Nisan Mitingiyle ilgili neden birşey söylemediğime dair eleştiriler aldım dün. Desteklemiyor muşum yoksa? Tabi aslı astarı yok. Tayyip Bey'in Cumhurun başına geçmesine engel olacak bir girişimin yanında olmamaya olanak var mı? Ama itiraf etmeliyim, nasıl bir düzenleme olacağına dair bilgisizlikten kaynaklanan soru işaretleri vardı kafamda. Ayrıca bu tür nümayişlere katılmanın insanların hür vicdanları ile alacağı kararlar olduğuna inanıyorum. Örneğin ben, amacı aynı da olsa, yanında olmadığım bir organizatörün organizasyonuna katılmayı düşünmem. Neyse uzatmayalım, bu sefer durum farklı. Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından düzenlenen bu mitinge katılmak artık farz oldu. Dün gazetelerde gördüğüm bir haber hoşuma gitmese de, eldeki olanakları kullanıp saat 11:00'de Tandoğan meydanında olmaya gayret edeceğim. Bana farklı bir arzuyu çağrıştıracağından Harbiye Marşına katılmayacağım ama bıkkınlığımı haykırmaktan da geri kalmayacağım.
...
Bir iki satırla da şu futbol tiyatrosuna değinmek istiyorum. Verilen verilmeyen penaltılar, çalınan çalınmayan düdükler her zaman dert konusu olmuştur bizlere, bunda garipsenecek bir durum yok. Ama yönetici vasfına bürünmüş koca koca adamların birbirleri ve futbolun patronları hakkında söyledikleri çirkinlikten de öte. Bizler gibi sıradan, sadece tuttuğu takımla övünmek isteyen seyircilere acı veriyor yaşananlar. Futbol spor olmaktan çoktan çıktı ama bırakın hiç olmazsa güzel bir şov olarak varlığını sürdürsün. Koca adamların satranç tahtasına dönmesin. Birbirlerinden hiç farkları yok. Al birini vur ötekine. Japonla koltuğa yapışık Ulusoy'dan başlayıp Demirören, Yıldırım, Canaydın diye süren, aralara MHK sokuşturulan, medyayla yoğrulan, üzerinde korkunç paraların döndüğü bir b.k çukuru olma yolunda futbol Türkiye'de. Bu zevkimizin de içine edenlere helal olsun, iddiaları bol olsun. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
Yukarı
|
PERİ TOZLARIYLA BİR SABAH-1
Saat sabahın dördünü gösteriyordu. İşte sonunda başka bir ülkede vatanımdan kilometrelerce uzakta hiç tanımadığım binlerce insan arasındaydım. Gün doğumuyla değil, daha gün doğmadan uyandım. Uyandık...
Kocaman odadan içeriye sadece şafağın kızıllığı giriyordu. Güneş ananın gelmesine az kalmıştı ama belliydi. "haydi oyanusa!" dedi bir güzel ses... o kadar yumuşak gelmişti ki kulaklarıma, hiç unutmayacağımdan neredeyse adım kadar eminim ...
Vatanımda kkışın göbeği, yağmurlu bir mart varmış demişti annem son mektubunda. Burada 25 derece sıcaklıkta parmak arası terliklerimizi giydik ve ayaklarımız sıcacık kumlara gömüle gömüle okyanusa kadar ilerledik. Tam 400 kişiydik!!!
Hindistan...
Önce safari gibi gelmişti bana burası. Ciplere bindik ama cipleri kocaman develer çekiyordu. Her mola yerinde de maymunlar sansarlar ve yığınla çocuk bizlerle oyun oynamak için deli oluyorlardı. Hayatımın en güzel anıları olacak bunlar. Kimse kötü düşünceye sahip değil. Böyle bir yer böyle insanlar daha önce hiç görmedim ben. Ne güzel Allah'ım.
Hepimiz birbirimize kardeşim diyoruz. Ve burası adeta cennet gibi. Yemek, geziler, rehberlik herşey bedava. Bize en güzel ikramı yapmak için çırpınan bir dolu insan. Ve baba diyoruz Allah'a. O bizim babamız. Burada ben veyahut sen de yok üstelik. Herkes "biz" bir"in , bir"liğin bir parçası olduğunu çok önceden kabullenmiş. Saygı sevgi ve tamamıyle pozitif enerji...
Okyanusun kenarına bağdaş kurup kocaman bir halka oluşturduk. Hepimizin elleri birbirini kavradı. Belki de istemdışıydı tam hatirlayamıyorum bile, o kadar kapılmışım yani. Ve "OHM SHANTI" diyen bir hindu kadının eşliğinde gözlerimizi kapadık......
Gül Çakır gulcakir9@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
|
Kalem Çizikleri : Ahmet Borucu BAHARIN İLK GÜNÜ |
|
Yarı kalmış tüm işleri,
Dökülmüş inci dişleri,
Dağılmış sırma saçları,
Hep yerlere düşmüş yatar
Çürüyüp durur tenleri,
Hakka ulaşmış canları,
Görmez misin sen bunları?
Nöbet bize gelmiş yatar (*)
Bugün, 23 Mart, baharın ilk günü.
Ilık ilkbahar havası, güneş tam vaktinde, dağların ardından yavaşça tırmanıyor, gülümseyerek. Rüzgârlar, ağaçların, mevsime 'merhaba' diyen yapraklarını hışırtarak geçiyor, dalların arasından.
Toprağı delmeye hazırlanıyor, bitkiler. Sessizce, sabırla hep bugünü beklediler. Onlarda 'merhaba' diyor, baharın ilk gününe.
Hayvanlarda da hareketlenmeler var. Kış uykusuna yatan hayvanlar, kalkıyor, yavaşça. Karıncalar, kapılarını açmış, yiyecek toplamaya başlamışlar bile. Serçelerin ötüşleri bile güzel, bugün. Leylekler, tek tük geliyor, uzak diyarlardan.
Doğa, ilkbahara hazırlanıyor.
Bahçede ki gül ağaçları, güllerini gösteriyor, narince. Kimi papatyalar açmış bile, ne güzel kokuyorlar. Kalın ve siyah bulutlar, yok artık, gökyüzünde.
Günün ilk ışıkları vuruyor; şehirlere, köylere, dağlara, tepelere, ovalara, ağaçlara…
Doğa, ilkbahara 'hoş geldin' diyor!
*****
Benim yıkanmam da bitmişti. Yavaşça dökmüşlerdi, üç-dört kişi, suyu, bir sağımdan bir solumdan. Suyum ne sıcak ne soğuktu. Ilıktı; ama keşke biraz daha sıcak olsaydı; çünkü yıkanmam için beni koydukları taş soğuktu; ilkbahar güneşi ısıtamamıştı, taşı.
Krem renkli bir havluyla kuruttular; önce saçlarımı, kollarımı, bacaklarımı ve tüm bedenimi.
Mis gibi kokuyordum. Her yanıma, bugüne kadar hissetmediğim; ama ismini duyduğum, koku sürdüler: amber kokusu.
Vücudum, ne de güzel olmuştu; temiz ve kokulu.
O da ne! Bizim köyün müezzini, alışkın olmadığım sesiyle, bir salâ okuyordu. Ama biliyordum, bu sesin ne anlama geldiğini. Yine birisi göç etmişti, buradan, oraya. Kimdi, acaba? Bana niye dememişlerdi, şu veya bu öldü niye? Gerçi, aklıma bir-iki kişi geliyordu;ama……hangisiydi acaba?
'Elbisesi geldi…' dediler.
Şunda ki güzelliğe bak; tertemiz, hiçbir yerinde kir yok ve beyaz. Bugüne kadar hiç beyaz elbise giymemiştim. Hatta bu elbiseyi ilk defa görüyordum. İsmi ne acaba, merak ettim, şimdi… Nasıl olacaktı, üzerime, yakışacak mıydı? Keşke, bir aynam olsaydı.. O da ne!...biraz, uzun mu ne?! Elbisemi başımdan yukarı çektiler. Ne yapıyor bunlar!! Tamam, elbisem çok güzel, çok beğendim; ama bu kadarı da olmaz ki! Bari görmeme izin verin!!
Off!!...
Elbisemin rengi iyi ki beyazdı. Arasından bir şeyler görebiliyordum.
'Götürelim, hadi, Ya Allah! …' dediler.
Birkaç el, sağımdan solumdan kaldırdılar, beni. Ne güzeldi, herkese yukarıdan bakmak.
İşte, ağabeyim, orda. Her zamanki gibi sigarası elinde, havaya pofur pofur üflüyor. Garip bir hali var. Ağlıyor gibi, sanki.
Canım anamda, evimizin dış kapısının, birkaç metre önündeki, dut ağacının tam altında, bir sedirin üzerinde uzanmış, yatıyor. Anamı hiç böyle yatarken görmemiştim. Hani, bayılmış bir insana benziyor diyecem; ama olmaz ki! Ben hiç bayılan insan görmedim.
Babamda uzaktan anama bakıyor. Bu bakışları, hiç görmedim onun yüzünde. O, ince bıyıklı, esmer tenli, yüzünün sol yanı yanık, sağ gözü iş kazası sonucu görme yetisini kaybetmiş, ince ruhlu, aklından kötülük dahi geçmeyen babam, değişik bakıyordu, bugün.
Bir tek onlar değil, herkesin üzerinde bir gariplik vardı. Kimileri anamın ellerine ve alnına kolonya sürüyor. Arkadaşlarım aralarında sessizce konuşuyor, sessizce ağlıyor. Köyün en yaşlı insanı, dahi, göründüğünden daha yaşlı gösteriyor bugün.
Herkesin yüzünde matem vardı. Ağlamak için zor tutuyorlardı, kendilerini.
'Yavaş ,yavaş koyun..' dediler. 'Yavaşça..'
Küçük, sağdan sola doğru daralan, içi metal bir kutuya koydular, beni. Metalin soğukluğunu tüm vücudumda hissettim, kalbim hariç.
Yine, neler oluyor? Elbisem yetmiyormuş gibi, üstüme de bir kapak koydular. Tencere mi bu, üstünü kapatıyorlar!!.. Tencere...?!!
Off!!...
Buna da şükür, yine görecek bir delik bulmuştum. Bizim tencerenin, gözümle aynı hizada, parçalanmış bir yeri var. Oradan görebiliyordum, dışarıyı.
Salâ bitmişti. Herkes önümde saf saf sıralanmıştı. Köydeki herkes -akraba,hısım- gelmişti. Önlerinde de, bana daha yakın olan, köyün imamı vardı. Ne de severim, O'nu. En çalışkan talebesi bendim. O da beni severdi. Ama, niyeyse, o da matemliydi, bugün.
İmam amca, herkese bir şeyler soruyordu; ama kapaklı tencerenin içinden hiçbir şey duyulmuyordu.
Namaz kıldılar, ayakta. Ayakta kılınan namaz……acaba, hangi namaz ayakta kılınırdı?
*****
Bahar, hem de ilkbahar! Çiçeklerin açtığı, kuşların ötüşlerini dinlediğim, ağaçların yavaş yavaş yapraklandığı, çeşit çeşit meyve ve sebzelerin çıktığı ya da tohumlarının toprağa konulduğu, insanların sokaklarda gezdikleri, çocukların okul bahçesinde top oynadıkları, bahçede yapılan kahvaltılar, içilen çaylar, yenilen kekler, börekler, bazlamalar, gözlemeler, yapılan sohbetler…. Ah! Ne de çok severim ilkbaharı..
'Leyla, ocaktaki çayı getirsene, seni, bekliyoruz.'
Çay kaynamış, ben de demlikleri bahçeye götürmek için gelmiştim, mutfağa. Demliğin kulpları, tutulamayacak kadar sıcak olduğundan, bezle tutabilmiştim ancak.
Demliği iki elimle, bir üstten bir alttan tutup, yavaş adımlarla, bahçeye çıkıyordum. Bu baharda içilecek ilk çaydı.
Ağabeyim ile babam, sabah erkenden evden çıkarak, adını hâlen ezberleyemediğim, aklımda tutamadığım, bahçelerden, tarlalardan, tepelerden buldukları, topladıkları otlarla dönerlerdi eve. Anam da bu otlarla, bize börek yapardı. Benim görevim de çayı yapmaktı.
Baharın ilk günü, ilk kahvaltı, ilk çay, ilk… Muhakkak, her aile ferdi görev alırdı, bugün. Adetti.
Salonun penceresinin yanından geçerken durmuş, onlara bakıyordum: Ağabeyim, anam, babam.
Tahta masa, dört tane tahta sandalye -hepsini ağabeyim ile babam yapmıştı-, masanın üstünde, anamın bana yaptığı, sonradan beğenmeyip vazgeçtiği, çeyizlik masa örtüm, dört tane boş çay bardağı, üç tane çay kaşığı -anam şekersiz içerdi-, ortada fazla derin olmayan, geniş, alüminyum tepsi ve onun üstünde herkese yetecek kadar gözlemeler -halen sıcaklar, buharları gözüküyor-, çatallar, şekerlik, tuzluk, vazo, vazonun içinde baharın çiçeklerinden biri, ince kesilmiş domates ve salatalık dilimleri, peynir, zeytin..
'Kızım! Nerde, kaldın? Basamaklardan inerken, dikkat et, yeni yı…… '
Son kelimeyi duyamamıştım. Tekrarlatsa mıydım, acaba?
Terliğimi giymiş, merdivenin basamaklarından dikkatlice inmeye başlamıştım. Tam o sırada, terliğim ıslak zemine basmış, kaymıştım. Demlikler de elimden kaymıştı. En son hatırladığım ise; belimin merdivenin basamaklarına çarptığı, kaynar suyun yüzüme doğru geldiği, suyun sıcaklığını hissedişim, önce içimden sonra dışımdan, kesik kesik, bağırışlarım, ağabeyimin yanıma gelişi….
*****
'Dikkatli olun. Yavaş koyun. İncitmeyin...' dediler.
Beni yatağıma değil de, niye toprağa yatırıyorsunuz? Siz niçin yukarıdan bana bakıyorsunuz? Bu sağımda ve solumda ki kiremitlerde ne? Sen de kimsin? Niye üstümü küçük, kısa tahtalarla kapatıyorsun? Üstüme niçin toprak atıyorsunuz? Amacınız, beni nefessiz bırakmak mı?
Ben bu oyunu oynamak istemiyorum, alın beni buradan, çıkmak istiyorum, daha on altı yaşında bir kızım ben, Leyla'yım ben. Ağabeyim, baba, ana alsanıza beni, niçin bana, ölü gibi davranıyorsunuz?
Ölü mü?
...!?!?!?!?!?!?!...
Havada asılı kalan, bulamadığım, aklıma gelmeyen soruların cevapları tek tek, yağmur taneleri gibi dökülüyordu, şimdi..
Bana giydirilen temiz, beyaz elbise; kefen. Kapaklı tencere; tabut. Ayakta kılınan namaz; cenaze namazı. Beni yatırdıkları yer; mezar……yoksa, ölmüş müydüm ben?
......!!???
Salâyı okuyan ses, yine okuyordu; 'Yâsin, ……'
(*) Yunus Emre__'Mezar'
Ahmet Borucu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
PENCERE
Ilık bir ilkbahar akşamıydı. Açık pencereden perdeye değen rüzgar yüzünü yalıyordu tatlı tatlı. Bir gün öncesinden kalma tatlı bir yorgunluk vardı hala üzerinde. Kalkmak istemiyordu yataktan Elif bugün. Bütün gün yatakta kalıp miskinlik yapmak istiyordu canı. Zaten bunu hak etmişti çoktan. Yıllarca her gün Ahmet'ten ve kızından iki saat daha erken kalkıp ocağa çayı koyduktan sonra bir gözü hala uykuda giderdi banyoya. Eline yüzüne şöyle bir su çarptıktan sonra mutfağa geri döner ve kahvaltıyı hazırlamaya koyulurdu. Zeytinlere bakar ve çocukluğunu hatırlardı bazen. Henüz ilkokuldaydı. Annesi erkenden kalkar, kahvaltıyı hazır eder, çayı koyar ve uyandırırdı Elif'le abisi Mustafa'yı. Zeytin yemek en zoruydu Elif için. Annesi onlara masada yemek yerken ağızlarındakini çıkarmamalarını söylerdi hep. Bu yüzden Elif de bir türlü çıkaramzdı zeytin çekirdeğini ağzından. Yutardı. Annesi, iki kardeşi kahvaltıya oturttuktan hemen sonra babalarını da uyandırırdı. Birden kendini düşündü Elif. Kendi hayatı nasıl da annesininkinin aynıydı.
Bir anda içi buruldu. Eski günleri düşündü. Her sabah yaşadığı o koşuşturmayı. Sabah telaşlarını. Özlediğini hissetti bir an. Ama hayır bu özlemek değildi. Alışkanlıklarını hatırlamıştı. Alışkanlıkları terketmek zordu. Terketmek istesen de bir yerde çıkar gelir bulurdu seni. Elif düşündü. Sonra unutmak istedi herşeyi. Çocukluğunu, evliliğini, boşanmasını, tek çocuğu Aslı'nın Kanada'ya gittiği günü. Bir anda hafızasını silmek, yok etmek istedi herşeyi, kendini. Pikeyi başına çekti. Rüzgarın perdeyi yalarken çıkardığı tınıyı dinledi bir süre.
Dışardan gelen acı bir fren sesiyle sıçradı yataktan. Hiç bitmeyecekti şu trafik çilesi İstanbu'da. Her gün mutlaka bir kaç kez duyduğu bu sese artık neredeyse aşina olmuştu ama her seferinde yine bir kaza oldu korkusu taşıyor, yerinden fırlıyordu aniden. Pencereye koştu, dışarı kafasını uzattığında sanki az önceki fren sesi hiç duyulmamışçasına bir sessizlik vardı sokakta. Hava kararmıştı çoktan. Sokakta tek bir insan yoktu. Saat epey ilerlemiş olmalıydı. Duvardaki saate baktı. Geceyarısını geçiyordu. Geçmişe yolculuğu yormuştu onu. Uyuyakalmıştı sanki bir daha uyanmamacasına.
Mutfağa doğru yöneldi bilinçsizce. Midesiydi aslında ayaklarına talimat veren. İki gündür kahveden başka bir şey geçmemişti boğazından. Açlıktan midesi kazınıyordu. Buzdolabını açtı. Bir parça beyaz peynir ve haftasonundan kalma bir tencere dolusu zeytinyağlı pırasa gözüne çarptı. Yıllarca tencere tencere yemek pişirmişti. Gına gelmişti her gün yemek yapmaktan. O günlerden kalma alışkanlıkla koca bir tencere pırasa pişirmişti. Sanki tek başına hepsini bitirebilecekmiş gibi. Ah Aslı da yanımda olsaydı diye geçirdi içinden. En sevdiği yemekti biricik kızının. Gözlerinden yaşlar süzüldü yanağına doğru. Buzdolabının önüne yığılıverdi Elif. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Unutmak istediği her şey, yaşadığı acılar birer birer akıyordu göz yaşlarıyla içinden sanki. Ne zor geçmişti son 20 yılı. Severek evlenmişlerdi Ahmet'le. Üniversite yıllarında tanışmışlar ve okul biter bitmez de evlenmişlerdi. Ahmet askerdeyken tek başına kalmıştı minik kızıyla. Bir yandan iş bir yandan ev ve çocuğun sorumluluğu. Yalnız bir kadın için ne zordu yaşamak. Hoş ilk iki yıldan sonra evliliği neredeyse hep bu yalnızlık duygusuyla sürmüştü. Her şeyle o ilgileniyordu. Evin temizliği, alışverişi, yemeği, çamaşırı, ütüsü, misafiri, akrabası. Bir de çalışıyordu üstelik. Sabah ayrı akşam ayrı bir törendi sanki. Akşam işten çıkıp koşar adımlarla Aslı'yı kreşten alır, eve gelir yemeği hazırlar ve yemekten sonra Aslı'nın ödevlerine yardım ederdi. Kendini özgür hissettiği tek an, Ahmet ve Aslı uyuduktan sonra salondaki pencerenin yanında oturup çayını içtiği zamandı. O zamanlarda ağlardı. Sessiz göz yaşları dökerdi akşamların o siyah yalnızlığında.
Birden kendine geldi Elif. Yere yığılmış kalmış halde gördü kendini. Usulca ayağa kalktı. Sanki hiç ağlamamış gibi dimdik doğruldu yerinden. Banyoya götürdü ayakları onu bu kez de. Kendini gördü aynada birden. Şöyle bir baktı önce. Öylesine unutmuştu ki kendini bir an karşılaştığım bu kadın da kim diye düşündü içinden. Kendilerini hatırlamak için aynaya bakarmış insanlar. Ama Elif o kadar uzun bir zamandır kendini hatırlamıyordu ki. Aynadaki aksini gördüğünde bu ben miyim dedi kendi kendine. Gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu. Yumuk yumuk bakıyordu aynadaki kadın ona. Ağlamak oldum olası iyi gelmezdi gözlerine. Başı da ağrırdı ağladıktan sonra. Sade bir kahve iyi gelecek diyerek tekrar mutfağa yöneldi. Su kaynatıcısının düğmesine bastı. Raftan bir fincan aldı. Kahvesini hazırladı ve salona geçti usulca. Derin bir sukunet çökmüştü yine ruhuna sanki. Eskisi gibi pencerenin yanına oturdu. Bu kez ağlamıyordu. Yeterince ağlamış, üzülmüştü. Yıllarca akmıştı sesli, sessiz gözyaşları. Artık yeterdi. Geçmiş geçmişti ve artık özgür bir kadındı. Tadını çıkarmalıydı yalnızlığının, yeni hayatına alışmalıydı da.
Aslı gideli bir ay olmuştu. Hemen her gün haberleşiyorlardı hala. Biliyordu Elif, bir gün gelecek daha seyrek haber gelecekti biricik kızından. O da tıpkı annesi gibi kendi hayatını seçmiş ve bu yolda yürümeye başlamıştı bile. Üstelik de çok uzaktaydı. Ahmet'le ise neredeyse yılda bir kez bir araya geliyorlardı boşandıklarından beri. Sadece Aslı'nın doğum günlerinde. Şimdi Aslı da olmadığına göre Ahmet'le de görüşmesine gerek kalmayacaktı. Pencereyi açtı Elif. Tam o sırada sokağın başından acı bir fren sesi geldi. Başını uzattığında hiç bir şey göremedi. Hatta sanki o fren sesi hiç duyulmamış gibiydi. Derin bir sessizlik kaplamıştı ortalığı. Sokakta tek bir insan yoktu. Neredeyse güneş doğmak üzereydi. Elif derin bir nefes çekti içine. Ve gülümsedi. Bu pencereden hayatına bakıyordu aslında. Kendi yaşadıklarına. Geçmişine. Tüm yaşamına şahitti sanki pencere. İlk kez umutlarını bıraktı Elif penceresinden. Karşıdan yavaş yavaş süzülen güneşin ilk ışıklarına doğru uzandı. Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Özlem Kınal
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
Huzurlarınızda İstanbul'lu Nostradamus
Nostradamus'u bilmeyeniniz, tanımayanınız yoktur herhalde ...
Israrla : " I ıh ben bilmiyorum,tanımam kardeşim" diyorsanız çok kısa bir anlatayım :
" Michel de Nostredame (Nostradamus) 1503 yılında Fransa'da, mütevazi bir Fransız - Yahudi aileden doğmuş,ailesinin artan dini baskılar karşısında dininden dönmesi sonucu Katolik olarak yetiştirilmiştir. Esas mesleği doktorluk olan Nostradamus daha sonra gizli ilimler, şifreler, astroloji, Kabala, Muhiyiddin - i Arabi, derken iyice kafayı oynatmış, yazdığı CENTURIES isimli kitaplarında Dünya'nın 7 bininci yılına kadar olan gelecek öngörülerini (kehanetlerini anlatmış), 1566 yılında da aramızdan ayrılmıştır."
Düşündüm de bu adam günümüzde yaşasaydı ,Türk olsaydı ve Fransa yerine İstanbul'da yaşasaydı ne olurdu diye …
" Kumkapı'da tren istasyonuna yakın 3 katlı köhne bir apartman dairesindeyiz. Karı koca kavga ediyorlardır :
- Allah'ın cezası, sünepe ! Bıktım senden, anamlar sağ olaydı çoktan gitmiştim..
- Dır, dır, dır ! Bıktım be zehir ettin hayatımı,nankör karı !
- Sümsük sümsük evde oturacağına git çalış biraz para getir eve.. Peeeh ! Popomun kahini, yok küresel ısınma varmış da 80 sene sonra Hollanda sular altında kalacakmış, gavurlar doyuruyo ya karnımızı, vallahi anamdan kalan son bileziği de bozdurdum, yarından sonra acız ona göre !...
Çaresiz kalan ve karı dırdırından bunalan Nostradamus; kayınbiraderinden - son defaya
mahsus ettiği yeminle - aldığı borçla dükkan aramaya başlar.
"Bıktım ulan bu fizikten matematikten, ilim irfan sanki karnımı doyuruyor " diyerekten geldiği Laleli'de ; altında İddaa, karşısında Altılı Ganyan, çaprazında Milli Piyango ve Sayısal Loto bayii olan, düşeş bir dükkan bulur. Mal sahibine 2 ay sonra 782.500 YTL miras kalacağı müjdesini verince, adamın Nostradamus'a kanı kaynar ve depozito ile 3 aylık kirayı almaz…
İlk iş yakışıklı (1000 tanesi 25 YTL) kartvizitler bastırır, çaycıya bir kutu marka parası fazla verip, çevredeki bütün esnafa kartını gönderir..
NOSTRADAMUS
" Her türlü kehanet, iddaa, sayısal, altılı tahminleri, bel fıtığı tedavisi yapılır. İtinayla fal bakılır.."
Maksutağa mahallesi
Şebboy sk. No: 23 Laleli - İST.
Tel : 0589 256 43 22
Dükkanda boş durmaz; el yazısı ile "Bu mektubu hemen kopyalayıp 9 kişiye verin hayatınız sonsuza kadar değişsin" türünden mektuplar yazar, yan komşudaki fotokopi makinesinden beleşe çoğalttırıp mahallenin çocuklarına dağıttırır. Gel zaman, git zaman, bir - iki derken işler çoğalmaya başlar. Gelenlerin de ayaklarını sürtmesiyle çevrede ufak ufak nam salan Nostradamus, böylece medyumluk kariyerine başlar…
Fakat istediği gibi olmuyordur bir türlü, özlediği refaha tam olarak ulaşamamış, zaman zaman maddi sıkıntılar çekmektedir..Düşünür düşünür en sonunda kahve falı bakmak için mahallenin cafeleriyle "parça başına" anlaşır. Türkiye'de ilk defa "cafelerde kahve falı analizi " yapmaya başlayaraktan bir ilki gerçekleştirir.
Yaptığı hamle tutunca , krediyle KIA Sportage cip alır (full aksesuar). Taksitler yük olmasın diye de alabalık esaslı bel fıtığı tedavilerine başlar. Fakat Aloe Vera'cılar bel fıtığı tedavsisinde iki adım öndedir.Nede olsa Aloa Vera mucize bir bitkidir ve baş ağrısından basura iyi gelmediği hastalık yoktur, alabalık gibi kötü kokmamaktadır üstelik.
Tepesinde dolaşan cinlerin verdiği akıl üzerine Kadir Çelik'in "OBJEKTİF" programına telefon ederek Aloa Vera'cıları ihbar eder, kendisini de programa davet ettirir. SERKAN TEKİN, MEDYUM MEMİŞ, ZEKERİYA BEYAZ, AYTUNÇ ALTINDAL ve ALOA VERACILAR ile beraber sergilediği muhteşem sahne (pardon !) Tv performansıyla Türk halkının kalbini kazanır, ardından işler patlar…
Aradan aylar geçmiş kötü günler geride kalmıştır artık. Karısıyla da iyice bal börek olan Nostradamus Kumkapı'dan Ataköy'e taşınır. Vergi levhalı, ticaret odasına kayıtlı tüccar kahin olarak artık iyiden iyiye adını duyurmuş (ama o geçmişteki kötü günlerini de unutmamış), kahinliğe ilk başladığı yer olan Laleli'deki dükkanda faaliyetlerine devam etmektedir. Parayı bulmanın rahatlığıyla CENTURIES adlı eserini yazmaya başlar :
CENTURIES XII/ 3 :
İki bin yedi senesinin Kasım ayında,
At, arı, kurt, ampul ve oklar çıkar er meydanına,
Halkın tepesini fena attırmışsın,
Sabun sürecekler ayaklarının tabanına…"
2
CENTURIES VII/9 :
"Yüz yıldır bahçesinde yanar fener,
Sevenlerine verir mütemadiyen keder,
Avrupa'yı bırak Türkiye'de olacak hayal,
Zico gitmezse eğer…"
CENTURIES III/4 :
"Türkiye'nin merkezini vuracak kriz taşkını,
Başlar ve ayaklar oynar hep şaşkını,
Çok yemeden uykuya dal,
Anca rüyanda olursun Cumhurbaşkanı…"
CENTURIES XIX/1 :
"Seçime girmezse var bir tehlike,
Aleyhinde karar verecek mahkeme,
Bana bir şey olmaz deme,
Uzakta görünür mapushane…"
- Ona göre mutlaka seçimlere o partiden gir, bağımsız girersen harcanacaksın yine,
- Sagolasan Nostradamus emmi, parayı İş bankası hesabına havale ettim 11.000 YTL olarak,
- Allah bereket versin yavrum,sağol, Birde "Hülya" mevzusunu bırak artık millet bıktı olur mu?
- Emmi var mı başka bi emrin? Lahmacun yolliim sana turplu,eşkili ?
- Evladım göbek yaptık almayayım, şekerim de yüksek zaten…
Halen Laleli'de Şebboy sokakta iş hayatını sürdüren Nostradamus, açtığı www.nostradamedyum.com.tr internet sitesinde, ücreti mukabili ; her türlü kehanet,Altılı Ganyan, Sayısal Loto, Şans Topu, On numara, İddaa öngörüleri yapmakta, fal,büyü,cin çıkarma,papaz ve kaynana büyüsü bozma işleri ile uğraşmaktadır…"
Yüzyıllardır süregelen tartışma : Michel de Nostredame kahin mi? Şarlatan mı ? Bana göre ikincisi ama birinci seçeneğe inananlara da hürmet ediyorum. Her halde Türk olsaydı ancak bu kadar olur, işin suyunu da bu kadar çıkarırdı(k) diyor, adamı mezarında rahat bırakıyorum…
Murat Heper
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.580 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
YÜRÜYORUM
Bütün kırgınlığımın pası siliniyor bugün.
İçimin acısını da kaldırımlara anlatarak
Yürüyorum.
Bakışım çimen yeşili,
Yüzüm gizli özne, yanında.
Eğilip doğrulurken çiçek tozlarına,
İçimde ışıltılı bir arınma oluşuyor
Yürüyorum.
Adımlarım, yeni doğmuş umutların
Doğum sancısı gibi.
Ben, her adımımda bir köşeye saklanıp
Sessizce seni beklerken
Sen, yine nöbetine gidiyorsun yalnızlığın.
Gün ışıyınca,
Saksımdaki menekşeye anlatıyorum
Yüreğimin, dışa vuran dikensiz yaprağını.
Ve elinden tutarak arınan suyun,
Yürüyorum.
Bütün kırgınlığımın pası siliniyor sana dair.
Her kapı çaldığında,
Sana kavuşmak gibi geliyor.
Buğulu gözlerim, sözcüklerim,
Yalnızlığımı paylaştığım içimdeki çocuk,
Saydamlaşan pencerem soluğunu yitiriyor artık.
İçimin acısını da kapı zilinde bırakarak
Yürüyorum.
Ve bütün durgunluğumun pası siliniyor.
Gölgeler dolduruyor boşluklarımı,
Ünlemler omuzlarıma yükleniyor.
Bir sensizlik kuruntusu kaplıyor her yanımı.
Bütün anılarımı da ardımda bırakarak
Yürüyorum.
Gül UĞUR
|
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.
Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız. Gitmek için tıklayın.
Kolay gelsin.
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
İster yıllar süren evliliğinizi noktalamış olun , isterseniz uğruna her şeyi göze alabileceğiniz sevginizi , isterseniz uğrunda herhangi bir organınızı bile düşünmeden verebilecek kadar sevdiğinizi , isterseniz iki-üç hafta süren deli sevdanızı.Tüm bunları yaşatmak adına.. http://www.kotuvepis.com Kendi alanında " ismiyle tezat , ilk ve tek" olan web sayfası. Sevginin farklı bir yansıması olarak tasarlandığını farkettiğim sıradışı bir web sayfası.
http://www.dogadayasam.com/ ...İnsanların çok azı farklıdır.Onlarda ki ruh farklılığını bu hayatı tatmamışlar anlıyamazlar. Evet,evet onlar çok farklıdır. Yinede uzman olmayan bir göz onları tanıyamaz. Belki elbiselerine sinen deniz ve orman kokusu, arasıra gözlerinde çakan kıvılcımlar onları ele verir. Ama yine de dünyanın dört bir yanını keşfeden atalarından gelen maceracı genleri anlayabilmeniz için sizin de onlardan biri olmanız gerekmektedir...
...Bir velvelenin orta yerinde, sürgün’lerin alevlere atıldığı zamanlardan kalma beş bin mısrayı maziye kaptırdık şiraze. http://www.siraze.net/ Mazide gezinen filozofların kule diplerinde oturan siluetleri fısıldıyor en anlamlı kelimelerini, bir de siyaha çalan cübbeleri oynaşıyor geceyle, gözlerinin gerisinden fışkıran “yapmayın, etmeyin, aldanmayın” feryatları geziniyor kıyı şeridinde. Mahareti hıza vurduk şiraze...
Birbirinden ilginç flash oyunlar, video, resim ve sıra dışı birşeyler arayanlara özel bir web sayfası http://www.purple-twinkie.com/ Gerçekten sıra dışı bir kaynak olduğunu kendim test ederek öğrendim. Bir de siz deneyin.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|