|
|
|
12 Nisan 2007 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : 14 Nisan'da Ankara'dayız!.. | Merhabalar
Dün aklımdan acaba Tayyip Bey Sayın Sezer'e teşekkür etmiş midir ya da edecek midir diye geçirdim. Yok bu öyle eniştem beni neden öptü sorusu değil. Çünkü ben Tayyip Bey'in bugün geldiği noktayı Sayın Sezer'e borçlu olduğuna inananlardanım. Yanlış anlaşılmasın. Cumhurbaşkanımızın, birlikte çalıştıkları dört buçuk yılda, iktidarın ettiklerinin üzerine bir o kadar daha edebileceği yaramazlıkları önlediği için teşekkürü hakettiğini söylüyorum. Zira, eğer o beğenmedikleri filtreler devreye girmiş olmasaydı bugün duyulan infialin çok daha fazlasını aylar evvelinden kucaklarında bulmaları işten bile değildi. Oysa ne mutlu ona ki, herşeye rağmen, şu anda Çankaya yolunda kendince emin adımlarla yürüyebilmekte.
Aylardır tartışılan adaylığın temel bir çıkış noktası var. "Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı nasıl olmalıdır?" sorusuna verilebilecek cevap çerçeveyi belirliyor. Nasıla cevap vermek pek kolay olmuyor. Akla her geleni söylediğinizde ortaya ulaşılması güç bir ideal çıkabiliyor. Oysa, kim ya da kim gibi olmalıdır diye sorulduğunda cevap almak daha kolay oluyor. Sayın Sezer gibi olmalı diyenler epeyce fazla ama en doğru cevabı bir sokak röportajında liseli genç kız verdi. "Atatürk gibi olmalı." Evet aslında beklediğimiz, arzuladığımız, türlü tarifler yaparak söylediklerimizin özeti bu; "Atatürk gibi olmalı." Gelin şimdi bu kalıba Tayyip Bey'i oturtmaya çalışın. Kafasını soksanız ayağı, ayağını soksanız kolu dışarda kalır. Sığmaya çalıştıkça da ezilir ezilir yok olur. Yok mu olur? Yoksa Tayyip Bey'i Çankaya'ya güle oynaya yollamak aklın yolu mu? Ne dersiniz? Gitsin mi? Önce düşünün sonra hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
Yukarı
|
Kahveci : Rana Marcella Özenç |
YAĞMUR DÜŞERKEN
Pencerenin önünde ayakta duruyordu. Kapının açıldığı duyulmadı. Oda karanlıktı, zira gecenin ilk saatleriydi. Işıkları henüz açmamış öylece duruyordu. Dışarıyı seyrediyormuş gibi görünse de o anlamıştı ki gözlerinin içi aslında boştu ve dışarıyı görmüyordu.
Arkasını hafifçe döndü. Ayın yumuşak ışığı sokak lambasının ışığı ile sevişirken yanaklarına yansıyordu. Yanakları belliydi ki ıslaktı. Ağlamış olabilir miydi? Oysa ona bu mümkün değilmiş gibi gelirdi hep. Böylesine güçlü bir kadın bir bebek gibi masum ağlamış olabilir miydi? Hem de bugün? Bugünü bozmaya ne hakkı vardı?
- Helena, senin neyin var? Neden karanlıktasın? Diye sordu ama Helena sessizliği kendine dost edinmişti ve onun sesini duymuyordu.
Ona yaklaştı ve elini ıslanmış yanağına doğru uzattı ama Helena ürkek bir sokak kedisi gibi geri kaçırdı kendini. Saklayacak bir şeyi kalmamıştı, zira gerçek ortadaydı. O ağlıyordu. Ona doğru bir adım daha attı ve şu an artık yüzüne düşmekte olan o kızıl ve dalgalı saçlarını eliyle geriye itti. Yanağını okşadı. Yanağı bir bebeğin teni kadar yumuşak fakat ölüm kadar soğuktu. Yeşil gözleri donuktu, oysa o gözler daha önce ona hep gülerek bakmıştı. Deniz gibi kokuyordu. Ay ışığı ile sevişmeyi devralmış beyaz tenini kan kırmızı dudaklar bekâret kanının kirlettiği çarşafların edasıyla parlatıyordu. Dokunuşuyla ürpermişti ve gece mavisi elbisesinin içinden göğüslerinin uçları belli oluyordu.
- Neyin var? Bir haber mi aldın? Diye sordu ama artık cevap beklemiyordu. Öfkeliydi, bugün onun günü olmalıydı oysaki.
- Bak ağlıyorlar, dedi Helena, dışarıyı gösteriyordu.
- Sen kimden bahsediyorsun? Neden böyle ağladın, diye sordu ama artık mantıklı bir karşılık gelmeyeceğine iyice inanmıştı, zira Helena delirmiş gibiydi.
- Onlar için ağladım çünkü onlar düşerken ağlıyorlar. Yere düşerken birlikteler ama ayrılacaklarını bilerek ağlıyorlar sonlarına doğru giderken, her bir damla.
Dışarıya doğru baktı ama sokak boş ve karanlıktı. Duyulan tek ses düşmekte olan yağmurun güçsüz rüzgârla dans ederken tutturduğu sessizlik ağıtıydı. Ama fazlaydı artık bu kadarı. Bugün onun günüydü ve ne Helena ne de bir başkası bunu ondan alabilirdi. O nihayet karar vermişti ve bu hayatındaki en önemli karardı belki. Oysa onun en yakın dostu olan Helena yanında olması gerekirken kaldırıma sertçe düşen damlalarla birlikte ağlıyordu.
Konuşmak istemiyordu ve içindeki heyecanı artık paylaşmaya hevesi kalmamıştı. Arkasını döndü ve kapıdan çıktı. Helena'yı karanlıkta tek başına bıraktı. Damlalarla birlikte istediği kadar ağlayabilirdi. Ne de olsa onun hayatında artık yeni biri vardı. Hatta yeni bir aşk ve bu âşık onun karısı olacaktı yakında.
Monmartre'daki küçük daireyi terk etti. Yağmur hızlanmıştı ve rüzgâr sertleşmişti. Nereye yöneldiğini bilemeden yürümeye başladı ve damlalar yüzüne düşerken bir sevgilinin şehvet dolu dokunuşlarını andırıyorlardı; ıslak, yumuşak ama can yakıcı… Gayesizce yürüyordu ve öfkeliydi. Ama nişanlısının yanına yönelmektense nehre doğru inen merdivenlerin başında durdu ve eski bir tahta köprünün başından aşağıya doğru baktı. Damlalar düşmeye devam ediyordu ve rüzgâr gibi bir sevgiliyi geride bırakıp soğuk sularla karışırken şehri okşayacak olan nehre kavuşuyorlardı. Nehir hızlı ve şehvetlice hareket ediyordu artık son demlerindeki sevgili gibi. Oysa merak etti neden bu nehri narin bir kadın göğsüne benzettiklerini. Belki de şehrin kalbiydi, bir erkek için kadının olduğu gibi.
Nehir hızlanıyordu ve rüzgâr inliyordu. Oysa şehre sessizlik hâkimdi ve saat ilerliyordu. Yağmur ise düşmeye devam ediyordu. Karanlık artık iyice çökmüş dar Arnavut kaldırımlarında yolunu arıyordu. Artık iyice ıslanmıştı. Caddenin karşısına geçti ve ışıkları yanmakta olan bara girdi. İçerisi adi bir kalabalık ile doluydu, zira kadınların kadınlığı kalmamıştı. Kırmızı ruj ona Helena'nın doğal dudaklarını hatırlattı ve iğrendi karşısında duran bu kadından. Oysa Helena ne kadar masum ve güzeldi. O mavi elbise gerdanını kapatıyordu ama bir o kadar da haz vericiydi. Bu kadın altın rengi elbisesini göğüslerine kadar açmış kapıda erkek bekliyordu. Belki hiç giymeseydi bile çekici olmazdı. Yoğun sigara kokusu içki ile karışmış, şehvet sevgiyi unutmuş, içki eşliğinde nefret ve tutku bir olmuştu. Peki, neden bu öfkeyi duyuyordu? Ne beklemişti ondan? Havalara uçup tebrik mi edecekti? Ama tavrı yanlıştı. Yine de neden onu aklından bir türlü atamıyordu? Şimdi koynuna girebileceği bir hayat arkadaşı varken neden Helena'ya duyduğu öfke onun arzularını bu kadar uyandırıyordu?
Kırmızı şarap artık damarlarındaydı ve verdiği sarhoşluk gözlerini bulandırdı ama öfke tatlı sarhoşluk içinde unutulması gerekirken gittikçe kasıklarına doğru iniyordu. Uyuşmak istedi çünkü daha önce Helena'yı böylesine istememişti. Oysa onu artık bekleyen bir başkası vardı. Hesabı ödedi ve yanında oturan kadına nazikçe güldü. Yerinden kalkıp kırmızı kiremit duvara yaslandı, zira ayağa kalkmakta zorlanmıştı. Kapıdan çıktı. Yağmur düşmeye devam ediyordu ama bu sefer yeni sevişmeye başlamış gibi yumuşaktı. Yüzüne düşerken Helena'nın dokunuşunu hayal etti, parmakları yağmur damlaları kadar ılık olmalıydı ve artık nereye gitmesi gerektiğini biliyordu. Yeniden köprüdeydi ve nehir ona gülüyordu.
Monmartre'daki küçük dairenin kapısındaydı yine hiç gitmemiş gibi. Oysa saatler geçmişti. Şehir artık uyuyordu ve yağmur düşmeye devam ediyordu. Yukarı baktı ama ışıklar hala kapalıydı. Belki çoktan uyumuştu. Yavaşça yanına girecekti. Onu yavaşça öpecek ve nehrin şehri okşadığı gibi okşayacaktı. Zira onun kalbiydi o. O ise nehir gibi hızlanacaktı, rüzgâr gibi ürpertecekti.
Kapıyı kendisine verilen anahtarla açtı. Daire boştu. Helena'nın yattığı kanepeye yöneldi. Örtüler dağınık ama soğuktu. Belki burada onu defalarca hayal etmiş ama gözlerini açtığında örtülerle baş başa olduğunu görmüştü. Oysa şimdi burada ve hazırdı. Helena yoktu. Yağmur düşmeye devam ediyordu.
Kapıdan çıktığı anda bir ışık yandı. Meraklı ev sahibi yine her zamanki gibi kapıdaydı. Selam verdi ve başını öne eğdi ama belli ki kadın konuşmaya hazırdı.
- Ben sizi bekliyordum. Helena gitti artık. Geç geldiniz. Geleceğinizi söylemişti ve size bir zarf bıraktı.
Eliyle beklemesini işaret etti ve ucuz ipek sabahlığını eliyle toparlayarak evine girdi. Gözlerinin altı siyahtı ve boyalı sarı saçları dağınıktı. Belli ki içiyordu, ağır bir alkol kokusu mevcuttu. Elinde bir zarfla dönmesi dakikalar sürdü. Uzattı ama elini bir süre çekmedi.
- O nereye gitti? Ne kadar oldu? ,demeye çalışırken sözü kesildi.
- O gitti. Bana son ayın kirasını verdi. Ama elinde eşya yoktu. Olduğu gibi çıktı gitti. Ama sorarsanız mektuba bakmanızı söyledi.
Zarfı açtı. Kadın konuşmaya devam ediyordu. Zaten kendi açıp bakmıştı anlaşılan çünkü zarfın ucu yırtıktı.
- Ben açıp baktım, dedi yüzsüce, çünkü iyi görünmüyordu ve onun için endişelendim.
Kâğıt ıslaktı Helena'nın yanakları gibi.
'Yağmur damlaları birlikteyken birbirlerini göremezler. Birlikte düşerler dokunarak, sevişir gibi ama asla bir araya gelmeden. Ben seninle düştüm ama sen beni görmedin. Ben kaldırıma çarptım sen ise nehrin bir parçasına… Ben yine hayat bulurum nehrin bir kenarında, yağmur nereye düşüyorsa…'
Ve yağmur düşmeye devam ediyordu…
Rana Marcella Özenç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
|
Sütlü Kahveci : Deniz Marmasan Bize bir masal gerek... |
|
Umudunu kaybettiğin, umudumu kaybettiğim, kaybolduğumuz.. Umut.. Galiba onu bile yitirdim. Neye umut? Kime umut? Var mıydı? Yok muydu? Başım zonkluyor, midemde savaş var. Karşımda integral soruları. Bülent Ortaçgil'in bir şarkısı vardı "integralimi al abi limit sıfıra gider istediğini yap bana sessizlik sonsuzda nasıl olsa..."
Kusmak istiyorum! Hem galiba artık pazartesilerin tılsımı kaçtı.. Kaçmış, pazartesilerin tılsımı kaçmış. Tılsımsız, büyüsüz, yoksul kalmış haftanın başları... Şimdi sokak çocukları da açtır. Sinema salonları boş. Kediler köpeklerden kaçıyordur, ağaçlar sıcağa teslim kavrulurken... İçim sıkılıyor. Olmayan masalların kahramanları neler yaşıyorlar büyülü, sonu gelmez diyarlarda? Bir devle bir perinin aşkının ortasına bir kurbağa düşüyordur belki pembe bulutların arasından...
Ben inanmıştım sonu mutlu biten masallara... Bana, bize masallar gerektiğine. Külkedisine, kurşun askere...
Çizgi romanlara ve mutlu hikayelere...
Yeşilin mavi, kırmızının pembe olacağına. Denizin derinliklerinde, balıkların oynaştığı menevişli sulara...Özleyebileceğim uzaklıklara... Dünyanın adımlarımızla aralanacağına...
Şimdi hava sıcak. Şimdi hava soğuk. İsteksizliğin kıyısında oturuyorum, bi yanım bulamaç dünya...
İzleyebileceğim bir oyundu sahnede dünya. Tiyatroya giremedim. Sevdiği yanındayken yakasına gül takılmış gibi olan adamı tanımayı isterdim...
"Çok yaşa" dedik şimdi gül bahçesine benzeyen kıza. Çok yaşasın, yaşamı masallardaki periler gibi olsun. Mutlu sonu olan bir masan olsun engin bir Deniz'le paylaştığı...
Şimdi tarihlerden ne? Gün sarı... Sarımtrak bir günün peşindeyiz... Bir kaç renk darbesi ruh dökmüş mavi örtüye. Ayışığı vurur mu gece dalgalı örtüye? Vurursa göz kırpar dalgalardan ışıklar çapkın çapkın...
Aşkam sefaları yazın habercisi..
Hüsnüyusuflar bahar sonu...
Mozaikten bir bahçe mevsimlerin getirdiği...
Körfezde yalnız bir vapur, vapurda bir kalabalık, kalabalığın arasını kaplayan boğuk, yoğun, beyaz bir sigara dumanı, hafiften bir çay kokusu, denizde ufaktan yoksul bir köpüklü çalkantı... Bir zamanlar mide bulantısı yapardı gemiler, artık yapmıyor. Engin mavi sular, keyif bahçesi, uzaktaki iskelelerle... Tepemizde tepemize kadar martı. Çığlıkları tıka basa. Bir hatıra Halikarnas Balıkçısından...
Sonsuzluğa uzanan bir uyku isteği, isteksizlikten kurtulma çabasında...
Deniz Marmasan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
Kahveci : Sevilay Ataibis |
MÜZİK İLE FLÖRT
Halkımı seviyorum, hem de çok.
Bir araştırma haberi okudum ve sizlerle paylaşmak istiyorum.
Başlık süper, olduğu gibi aktarıyorum "Türkler müzik duyunca flört etmeye başlıyor"
Yurdumun insanları güzel çok seviyorum. Gerçekten de sanatçı ruhları birçok yönde gelişmiş ne insanlar var. Burada bahsedilen meziyetleri ise çok çok güzel, hoş ve güzel bir melodi duyunca hangimizin içinden sevgiden, sevdadan yana duygular geçmez ki ?
Hakikaten öyle, sevdiğim güzel bir şarkıda hemen aklıma birileri gelir, geçmiş düşüncelerimde dans etmeye başlar. Dinlediğim güzel bir şarkı kimi zaman şiirler bile yazdırır bana.
Yalnızsanız bir of dersiniz içten, müzik sizi duyar ve devam eder.
Türk'ler günde 4.4, yılda 67 gün müzik dinliyormuş. Bir firma tarafından 12 ülkede 4 bini aşkın kişi üzerinde araştırma yapmış. Sonuçlara göre Türk'lerin yüzde 26'sı müzik duyduğu zaman biriyle çıkmak istiyormuş.
Yüzde kısımlarını bilmiyorum ama teşhisleri çok doğru.
Bu yaptıkları tek araştırma değil, örneğin yüzde 18'i kendilerini etkileyen bir müzik dinlediğinde iş değiştirmeyi düşünüyormuş. Kendi kendime şöyle düşündüm güzel şeyler insana ne iyi olumlu yanlar ekliyor. Güzel bir müzik dinleyip insanın keyfi yerine gelince öz güveni de yerine geliyor.
Birkaç örnekle Müzik Türkleri nasıl etkiliyor diye bazı konularda istatistik rakamlarını da sizlerle paylaşmak istiyorum.
Biriyle bir araya gelmek % 26
Seyahate çıkmak % 23
Birinden ayrılmak % 20
Teklifte bulunmak % 11
Çok para harcamak % 11
Meslek değiştirmek % 10
İşten ayrılmak % 8
Kadın duygu insanı, erkeklere oranlar müzikten daha çok etkileniyor. Beyler buraya dikkat lütfen, kadınlar özellikle çok duygusal bir şarkı dinledikten sonra sevgilisinden ayrılıyormuş. Bunun yüzdesi 26, tabi ki aynı şey erkekler için de geçerli, yüzdesi ise 17.
Hüzünlü şarkılarda kadınların ağlama oranı yüzde 50 iken bu erkeklerde sadece yüzde 23.
Bunlar güzel veriler, gidenlerin ardından ağlarken onların ağlamama ihtimallerinin çok yüksek olduğunu unutmayalım
Bir komik durum daha var, kadınların çoğu gözyaşlarını kuruladıktan sonra neşeli bir melodi duyunca yerlerinden kalkıp dans etmeye başlıyormuş. Erkeklerin ise sadece yüzde 38'i bu durumdaymış.
Erkekler de bu cümleyi unutmasınlar diyoruz
Güzel bir araştırma olmuş, ben çok keyif aldım, umarım siz de seversiniz.
Sevilay Ataibis
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
Öyle bir duygu duyarsın ki, çekip gideceksindir, belki de çok yakında. Bu duygunun akşam kızıllığı, pırıltısını senin mutluluğunun içine saçar. Dikkat et bu tanıklığa: Yaşamı ve kendini sevdiğin anlamına gelir o. Hem de tam olarak. Şimdiye dek başından geçmiş ve seni biçimlendirmiş haliyle bu yaşamı. Onun bengileşmesine çabaladığın anlamına... Başka olmasın bu sonsuz yaşam! Şunu da bil ama. Geçip gidicilik kısa şarkısını hep yeniden söyler ve kişi ilk bendi işitir işitmez, özlemden yazar. Yaşamın sona ererek sonsuza dek yitip gideceği düşüncesiyle.
Nietzsche BİLİNCİMİN KİMYASI
Siyah ve eflatunun huzurunu içime yansıtırken umutları saymıştım geceler boyu. Huzur da diğer varlıklar gibi canlı bir şeydi beynimde. Azalması, çoğalması, yaşama adapte olması, sınavlardan ya da değişimlerden geçmesi gerekmekteydi. Bazen karanlığın tonları arasında kaybolur, bazen de bir kor ışığı gibi yaklaşırdı hücreme. Yanardağ renginde bir ruh durumu... İndirgenen anlamlar, çözünmeyen kavramlar, asitler, bazlar, tuzlar... Sonunda tümüyle kaybolup giden yaşamlar! Kimi anlar yaşanır ya, ne gökyüzü parıldar, ne kuşlar kanat çırpar. Şehir, suskunca içine gömülüp kaybolur. Sanki bir kozanın içine saklar kendini. İşte o an renktir, izdir huzur. Bulanık, bunaltısızdır. Gecedir, kıştır, belki de kaçıştır. Şehirden geriye kalansa doruktaki nötralize eflatundur. Bir kapı açılır, hayat görülür. Yanılgıdır duygular. Üçüncü bir göz gerekir yüreklerin yükseltgenmesi için. İnce bir ip belirir, düğümler çözülür. Çünkü oyun bitmiştir.
Bu rengin huzurunu bilincime yansıtırken bir tebessüme mal olan özneyi de düşünmüştüm geceler boyu. Biraz üşümüştüm. Derinine inip ellerimi ısıtır mısın? Diyemedim geceye. Düşünce ırmağım yükseldi bulutlara. Tam taşmak üzereyken gözlerime yansıttım bilincimin en masum anını ve yorgun bir esire dönüştürdüm yüreğimi. Eylemsizlik özelliğimi düşlerken bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu ruhuma. Bir çınarın altına uyku sersemi sığınansa kütlemdi. Beynimin kıvrımlarında savrulan düşünceleri, süzgeç kâğıdından geçirip dibe çökenleri ayırarak, elimde tutabilmenin analizini yapmaktaydım. Bir de baktım ki; süzgeç kâğıdı üzerinde kalan çocukluğumun en anlamlı anısı, böğürtlenlerdi. Avucumdaki böğürtlenler... Bilincimin parçalanma sınırında avuçlarıma akan düşlerin sonsuz kayboluşu. BEN!
Bak şu hayata... Neler dokuyor kendi ürettiği iplerle gidip geldiği nakışları üzerinde yaşamın. Mor düşlerden mavi okyanusa açılan kapıdan geçip uyandım gündüzü olmayan kıyısına doğru. Genleştirdim kendi özüyle ısınan yaşamı. Önce avuçlarımı kar taneleri ıslattı. Sonra da gözlerime ışıdı dünya bir kış akşamında. Haziran uzaktı, sevgi de... Bambaşka baharların, bambaşka özlemlerin yolcusuydu günler. Soğuk ve siyahtı. Saçlarım da yağmur kokmuyordu oysa! An'lar, aydınlığın aldırmazlığıyla geçerken beynimde yarattığım izafi aşkım rengini buldu. Simgeler dağıldı, karıştı renkler. DÜŞ-ME-Dİ.
Yüreğimdeki son gemi de açılırken denize, sessizce ağladı gece. Kaçtım
bilincimden olmadı. Sustum... İyisi mi uzaklaştırayım dünyamdan dedim bu
izafi boyutu. Yine olmadı. Kendimi, bileşenlerime ayırıp damıttığım gecede,
zamansız bir ayrılık gibi ruhumun sol yanına dokundu. Yani en derinine.
Dışı gece, içi gündüzken anlamsız bir zamanda gelen kış, çiçeklerini sundu bakışlarımın bahçelerine. Aynanın yansıttığı yalan,
gördüğüm gerçek oldu bilincimin ötesinde. DÜŞ-TÜ.
Bir kış sabahına uyandım, gözlerim doldu. Ağladıkça ıslandı, uslandı yüreğim. Ve ıslandıkça çiçekler yeşerdi, Pozitif yüklü bir protonun çekirdeği doldurdu boşluklarımı. Yine doğruldum çiçek tozlarına. Gerçeği
keşfe çıktım, atom çapım azaldı. Parçalandım, çoğaldım. Körebe oynar gibi
saklandım çocukluğuma. İzim de İthake'de kaldı. Kulağımdaki kemanın tılsımı
da olmasa, ne kalır benden geriye dedim ve tüm zamansızlıklara rağmen uçurdum güvercini, kanadında düşlerim olduğunu bile bile. İçinden geçtim
zamanın. Ardından camlar buğulandı. Boşluğa kapatıp, geceye açtım penceremi.
Gün ağardı usul usul. Yağmur yine bardaktan boşaldı bir kış sabahına. Ve...
Naftalin gibi yeniden buharlaştı, su olmadan uçup gitti... Avucumda kalan böğürtlenler ve dünya.
Gül Uğur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
|
Kahveci : Semih Bulgur MADDENİN RUHU |
|
Uğruna savaşlar yaptığımız, hatta taptığımız altın ile pis paslı dediğimiz, demir arasındaki fark birkaç proton, birkaç elektrondur. Hatta modern bir simyacı iseniz, demire birkaç proton ve elektron ekleyip altın elde edebilirsiniz. Ama doğa düzenine karışıldığında öfkelenir ve radyasyon saçar, yani elde ettiğiniz altın radyo aktiftir, atamazsınız, satamazsınız. Aslında bu taptığımız maddesel Dünya son derece basit, yalın ve sıkıcı bir temele dayanır. Özünde her şey aynıdır. Bilinen maddenin en küçük parçası olan atom'dan Güneş sistemine ve tüm evrene kadar her şey aynı ve şaşmaz bir ölçüye dayalı olarak akıp gitmektedir. Yani bir atom ile evren arasında boyutsal büyüklükleri dışında fark yoktur. Yani evrene genişletilmiş ve sürekli genişleyen bir atom diyebiliriz.
Son dönemde Teorik fizikçiler yani hayatın bilimsel felsefesini yazanlar, bütün bilineni sarsan bir haber verdiler. Atom aslında proton ve nötron parçacıklarından değil kuarklar ve enerji ipliklerinden meydana gelirmiş. Yani madde diye bir olgu yok, hepimiz ve her şey enerji ipliklerinden oluşuyormuşuz. Öyleyse hayatı şekillendiren sadece algılarımız. Suya su diyen taşa taş diyen biziz, aslında onlar algılarımızla şekillendirdiğimiz enerjiler. Peki, algımızı değiştirip, geliştirirsek anlara olan bağımlılığımızda değişir mi? Sigarayı bırakabiliyorsak, Evet !!! Ama zor gelir insan oğluna kapitalizmin kaymağını yemeyi bırakıp ta, böyle şeylere kafa yormak.
Eğer ruhta maddesel olmayan bir enerji şekli ise, maddelerinde bir ruhu vardır. Sabit bir ruh. Daima kurgulandığı senaryoya uyan ve asla yorulmayan, asla sıkılmayan, asla isyan etmeyen, insanoğlu müdahale etmedikçe öfkelenmeyen bir ruh. Öyle bir ruh ki, sanatçının eli değdiğinde sıkıcılığından sıyrılır, anlam bulur, konuşur.
Her şey aynı ise farklı olan nedir? Farklı olan insan ruhudur ve onun yansıması olan duygular. Madde böylesine anlamsız böylesine sıkıcı böyle ruhsuzken neden ona taparız, köle kul oluruz yakar yıkarız. Algılarımızla şekillendirdiğimiz Dünya nasıl oluyor da bize hükmediyor. Bunun sebebi genelde değişken, dengesiz, tutarsız, aç gözlü, yorulan, üzülen, büzülen bazen azan, bazen kızan, insan ruhudur. Ruh enerjimizi dizginlemekte, kamçılamakta bize kalır. Yani şaşmaz bir şekilde yaptığımız şeylerin karşılığını yaşarız.
Maddeyi boş verin dostlar, bize aşk gerek aşk… Bize huzur gerek… Madde beyinliler maddelerine, ruh beyinliler ruhlarına kavuşur, gerçek kazanan ise yaratan ile buluşur.
Düşünmüyoruz öyleyse yokuz. Yaşadığımız sistem düşünmemizi engellemek için var gücü ile çalışsa da, düşünmeye ve sorgulamaya devam! Varsın deli desinler, varsın deviriversinler. Aklını işletip düşünenler ve okuyanlar yaratanı ve kitabındaki mucizeleri bulurlar ve yol alır sonsuz ülkeye tebessüm ve huzur ile.
Semih Bulgur www.semihbulgur.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.580 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
YALNIZLIK
Yalnız kaldın mı, seni bulursun,
Kuytu köşede kalmış benliğini.
Kendin olursun gece karanlığında.
Bazen zindan eder geceni,
Bazense adam eder insanı yalnızlık
Neslihan Güzel
|
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.
Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız. Gitmek için tıklayın.
Kolay gelsin.
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
İster yıllar süren evliliğinizi noktalamış olun , isterseniz uğruna her şeyi göze alabileceğiniz sevginizi , isterseniz uğrunda herhangi bir organınızı bile düşünmeden verebilecek kadar sevdiğinizi , isterseniz iki-üç hafta süren deli sevdanızı.Tüm bunları yaşatmak adına.. http://www.kotuvepis.com Kendi alanında " ismiyle tezat , ilk ve tek" olan web sayfası. Sevginin farklı bir yansıması olarak tasarlandığını farkettiğim sıradışı bir web sayfası.
http://www.dogadayasam.com/ ...İnsanların çok azı farklıdır.Onlarda ki ruh farklılığını bu hayatı tatmamışlar anlıyamazlar. Evet,evet onlar çok farklıdır. Yinede uzman olmayan bir göz onları tanıyamaz. Belki elbiselerine sinen deniz ve orman kokusu, arasıra gözlerinde çakan kıvılcımlar onları ele verir. Ama yine de dünyanın dört bir yanını keşfeden atalarından gelen maceracı genleri anlayabilmeniz için sizin de onlardan biri olmanız gerekmektedir...
...Bir velvelenin orta yerinde, sürgün’lerin alevlere atıldığı zamanlardan kalma beş bin mısrayı maziye kaptırdık şiraze. http://www.siraze.net/ Mazide gezinen filozofların kule diplerinde oturan siluetleri fısıldıyor en anlamlı kelimelerini, bir de siyaha çalan cübbeleri oynaşıyor geceyle, gözlerinin gerisinden fışkıran “yapmayın, etmeyin, aldanmayın” feryatları geziniyor kıyı şeridinde. Mahareti hıza vurduk şiraze...
Birbirinden ilginç flash oyunlar, video, resim ve sıra dışı birşeyler arayanlara özel bir web sayfası http://www.purple-twinkie.com/ Gerçekten sıra dışı bir kaynak olduğunu kendim test ederek öğrendim. Bir de siz deneyin.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|