|
|
|
20 Nisan 2007 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : 23 Nisan'da yarışma varmış!.. | Merhabalar
Biz burada yağıp gürlüyoruz, rejim elden gidiyor, Cumhuriyet tehlikede diye bağırıyoruz ya, bir takım arkadaşlar da konuya değişik açılardan yaklaşıp, ya "Yapma baba, bu kadar da abartmaya gerek yok." ya da "Bırak bu popüler medya ağzını başka şeyler söyle." diyor. Gel de çık işin içinden. Asıl problem yaratan, anlaşılamayan grup birinci deyiciler. Bu arkadaşlarının durumun farkına varması için nasıl bir şok gerekir diye düşünüp duruyorum. Mesela şu aşağıdaki resim o şok olabilir mi? Sanmam ama olmalı. "Kutlu Doğum haftası" çerçevesinde Denizli Belediyesi ve İl Müftülüğü bir gece düzenliyor. Gecede ilköğretim öğrencileri ilahiler okuyor ve Devletin memuru, vali yardımcısı Mustafa Güney "Dünya, Hazreti Muhammed gibi bir lider istiyor. Peygamberimizin yokluğunu çok hissediyoruz" lafının geçtiği bir konuşma yapıyor. Atatürk heykelinin önüne, sanki aman bizi görmesin der gibi siyah bir perde gerilmiş. Sırf bu laf için sayfalar yazarım ama sadece, Devletin memuru, laik olduğu varsayılan bir ülkede böyle diyebildiği için o ülkenin bir başka yerinde 3 insan "Din elden gidiyor" diye koyun gibi boğazlanıyor demekle yetiniyorum.
Yeter mi? Yetmez... Önümüzde 23 Nisan var. Yaşayacağımız tonla garabetin ilk habercisi Ankara'dan. "Yıllarca 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda, dünya çocuklarının şenliklerine sahne olan Atatürk Spor Salonu’nda, bu yıl 23 Nisan’da Kuran okuma yarışması yapılacak." Haydi buyurun buradan yakın.
Gelelim öbür arkadaşlara. Bizi popüler medya ağzıyla konuşmakla suçlayanlara. Popüler medya deyince Kahve Molası'nı kastetmedikleri açık. Peki nerede bu medya? Çünkü popüler olunca her taşın altından çıkmak gerek. Bakıyoruz hepsi temkinli. Değil eleştirmek, uçağına alıp gezdirsin diye ağzının içine bakıyorlar. Bizim de ağzımız popüler olsaydı, "Sayın Vali Yardımcımız teşrif edip geceyi şenlendirmişler." dememiz gerekirdi değil mi ama?
Olanı biteni söyleyen muteber falcılara döndük. Ama artık kolaya kaçıp günü okumaktansa geleceği görüp plan program yapma zamanı. Bu adamların işi belli olmaz. Haziran'da seçim derlerse sürpriz olmamalı. Şimdi sıra yapıcı muhalefet görevini yerine getirmekte. Çankaya sevdalılarını afişlerde bırakıp biraz da asıl konuya dönelim. Gelecek hafta işimiz bu olsun. Hepinize bol güneşli bir hafta sonu diliyorum, esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Önce İnsan : Cumhur Aydın Konuğum Birgül Hoca! |
|
14 Nisan 2007 Cumhuriyet Mitingi. Tandoğan-Ankara. Kürsüde Prof. Dr. Birgül Ayman Güler konuşuyor. O kadar güzel, o kadar anlamlı bir konuşmaydı ki, bugün köşeme Birgül Hocayı ve bu konuşmasını konuk etmek istedim.
"Hoşgeldiniz.
Birbirimizi özlemiştik. Bir Ankara'ya geldiniz! Yedi metrelik duvarlarla örülmüş malikaneleri korku sardı. Korku medyanın plazalarından çıkıp gazete sayfalarını sararttı. İşgal edilen TV ekranlarını kararttı.
Bir Ankaraya geldiniz! Vaşington ile Brüksel sarsıldı. 1988 yılında Türkiyeye şubeleriyle yerleşen IMF ve Dünya Bankası Bürolarının nefesleri kesildi.
Bir Ankaraya geldiniz! Kurtla kuzu artık bir daha karışamayacak kadar açığa çıktı! Herkesin yeri belli oldu!
Bir geldiniz! Pir geldiniz! Hoşgeldiniz!
Buradayız. Büyük bir derneğin öncülüğüyle buradayız. Mustafa Kemal Atatürk'ü yaşatan Atatürkçü Düşünce Derneği'ni selamlıyoruz.
Bu Derneğin Başkanını, Amerika'lı Bush'un "Bizim oğlan" diyemediği Paşaları, askerin kafasına çuval geçirtme ayıbıyla ezilmemiş subayları, şehitlerimizi, gazilerimizi, bağımsız Türkiye'nin güvencesi Kemalist Ordu'yu bağrımıza basıyoruz!
Buradayız! Üniversitelerimizin ışığıyla buradayız! Yabancı dilde iş görme kıskacına düşmüş, sözleşmeli asistanlık sistemiyle bağımsız bilim adamı yetiştirme gücüne darbe vurulmuş, dört bir taraftan gericiliğin ve emperyalizmin hizmetine sokulmaya çalışan üniversitelerimizle buradayız. Kurumlarını gericiliğe, Soros Turuncusuna, emperyalizme teslim etmemek için direnen rektörlerimizi bağrımıza basıyoruz.
Buradayız. Yargı kurumlarımıza güvenimizle buradayız. Küresel çetelere karşı ülkemiz için, güçlüye karşı güçsüz için, Hukuk Devleti için direnen yargıçlarımızı bağrımıza basıyoruz. 'Babalar gibi satılan' fabrikalarımızın satışına "dur" diyen; topraklarımızın yabancılara ve çoktan memleketin yabancısı olmuşlara satılmasına "dur" diyen mahkemelerimizi selamlıyoruz.
Memleketin savunması ABD'nin eline bırakılmışsa, memleketin bütçesi IMF'ye teslim edilmişse, Memleketin yönetimi Brüksel memurlarına terk edilmişse, Türkiye sömürgeleştiriliyorsa, Türkiye eyaletleştiriliyorsa, Türkiye parçalanmak isteniyorsa,
Kemalist Ordu konuşacak!
Üniversite konuşacak!
Yargı konuşacak!
İşçi, köylü, memur, esnaf…
Kadın, erkek, genç, yaşlı yollara düşecek, örgütlenecek.
Bağımsızlık bunu gerektirir.
Demokrasi bunu gerektirir.
Demokrasi, bağımsızlığın gerektirdikleridir.
***
Bir ateş denizine düştük.
Yanmaktan kurtulmak için bindirildiğimiz gemiler mumdan çıktı!
Özelleştirme gemisi mumdan çıktı. Hantal devletin yerini çevik hür teşebbüs alacaktı. İstihdam artacak; ülke zenginleşecek, fakirliği değil zenginliği bölüşecektik… Oysa fabrikalarımız, telefon sistemlerimiz, petrol işletmelerimiz, madenlerimiz elimizden çıktı, tarlalarımız üretemez oldu. Sanayisizleştik. Taşeron olduk. İşsizlikten kırıldık.
Dünyaya açılma gemisi mumdan çıktı. Biz dünyaya açılmadık, dünya bize açıldı! Meğer 'dünya' dedikleri, IMF, Dünya Bankası, bir avuç şirket, bir avuç banka ve ikide bir ürken piyasa dedikleri şeymiş… 'Dünya' dedikleri Vaşington ile Brükselden ibaretmiş. Biz bu dünyaya açıldıkça, bu çetenin eline düştük.
Şimdi bankalarımız yoktur! En büyük bankalarımızın başına yabancı genel müdürler oturuyor. Şimdi büyük mağazalarımız yoktur. Mağazalar yabancılarındır. Şimdi doğurgan tohumlarımız yoktur! Birkaç küresel şirketin sattığı, tohum adına yakışmayan, kısır tohumlara mahkumuz. Bütün bunları bırakın bir yana, şimdi sütümüz ve yoğurdumuz yoktur. Küresel çeteleri doyurabilmek için çocuklarımızın boğazından kesmek zorunda kaldık.
Dünyaya açılmanın böylesi, emperyalizmin ağına takılı kalmaktır. Bu, tek sözle, 'sömürgeleşmektir'.
Yerelleşme gemisi mumdan çıktı. Herşeyi yerele devredelim; yönetimi halka yakınlaştıralım dendi. Bu yapıldıkça yönetim halktan uzaklaştı. Antalya'da, Çeşme-Alaçatı'da çeşmelerden akan suyun sahibi Fransız-İngiliz Şirketleri oldu! Urfa'nın içme suyunu Ankara değil, Brüksel ihaleye çıkardı! Diyarbakır suyunun yönetimini Ankara değil, ama Diyarbakır da değil, Berlin üstlendi. Ankaradaki İller Bankası Belediyelere uzak sayıldı; İller Bankasını yok edecek bir yasa hazırlandı. Belediyeler Merkezi Brükseldeki bir bankanın insafına terkedildi.
Bu da yetmedi. Cumhuriyetin başından beri homurdanan mıntıkacılar, eyaletçiler, bölgeciler, çeyrek yüzyıldır ülkemizin eyaletleşmesi için ardı arkası kesilmeyen denemeler yaptılar. 12 Eylülün Amerikan mamülü 'sekiz eyelet'i tutmadı; yirmibeş yıl sonra ' 12 Eyalet Modeli' yürürlüğe girdi. Türkiye önce 12, bunlar da kendi altında 26 Bölgeye ayrıldı. İlk adımlar İzmir ve Mersinde atıldı. Danıştay bu Anayasaya aykırı diyor; ilgililer Anayasa Mahkemesine başvurdu. Çıkar sahipleri çok ama çok kızgınlar!
Çok kızgınlar! Çünkü Ajans kılığındaki eyelet planı, önceki planlar gibi yine bozulacak.
Çok kızgınlar! Çünkü biz bu ateşten çıkmak için mumdan gemilere doluşmaktan vazgeçtik.
***
Bu mitinge hazırlanırken, son mumdan gemiyi de tanıdık! Şimdi, bugünlerde, bizim buluşmamızı kastederek, bizlere demokrasi dersi veriyorlar.
Dini inançları afyon gibi kullanıp halkı yoksullaştırırken kendileri servet içinde yüzen din tacirleri, Soros Demokratlarıyla elele, tuhaf bir demokrasi tarif ediyorlar. Atlantiğin ötesinde yazılmış bir reçete okuyorlar. Bu reçetenin adı 'Demokrasi Projesi'dir. Demokrasi Projesi Ukrayna'da, Gürcistan'da turuncu rankle zuhur etmişti; Irak'ta top tüfekle işgal oldu
Türkiye'de Cumhuriyeti soykırım ayıbıyla lekelemeye uğraşanlar tarihte aradıklarını bulamayınca, katledilen aydınlarımızı kullanarak turuncu darbe provalarına soyundular. Turuncu demokrasi, ülkemizde, başına Amerikan Sefirinin geçip yürüdüğü cenazelerimizde, yeni moda küçük-yuvarlak dövizlerin ardından sırıttı! Sırıtması yüzünde donup kaldı!
Amerikan mamülü turuncu demokrasi, karşımıza çıkarılan son mumdan gemidir.
Din tacirleriyle Soros Demokratlarına göre Bush demokrattır, Bolivarcı Chavez Darbeci… Yabancı fonlardan beslenenler kendilerine demokrat diyorlar. Bize darbeci. Biz darbeci değil, devrimciyiz. Bak burada turuncu yok, burası boydan boya al bayrak.
'Siz farklısınız' dedikleri bizler birbirimize gelin-damat olmuşuz. Biz tarihimizle, inançlarımızla, geçmişimizle, düşlerimizle 'Biz'iz. Bizim kaderimiz ortak. Bizim derdimiz ortak. Biz birbirine 'öteki' değiliz. Bizim 'ötekimiz' bellidir: Bize öteki olan komşularımız üzerine bomba yağdıran , öteye beriye tehditler savuran gerici batıdır; bunun emellerine hizmet eden işbirlikçilerdir.
Bugun, burada, Tandoğan Meydanında, son mumdan gemi de erimiştir. Biz din tacirliğini ve Soros Demokrasisini, demokrasiye ihanet sayıyoruz.
Biz, bugün burada, Cumhuriyet Tarihimiz boyunca elimizden kayıp gidenlere üzülmeye son veriyoruz. Biz bugün burada ulusal demokrasiyi, Türk Demokrasisini inşa ediyoruz.
Çeyrek yüzyıllık karşıdevrim darbesi, son adımını atıyor. Çankaya, meşruiyeti olmayan güçlere gayrimeşru bir biçimde açılmaya çalışılıyor.
Çankayayı zorlayan güçler gayrimeşrudur.
Halkın dörtte birinden destek almış bir iktidar, seçim dönemini tamamlamış, halka hesap verme zamanı gelmiş bir parlemento, ülkeyi yedi yıl temsil edecek Cumhurbaşkanını seçmeye kalkışıyor
Meşruiyet eksikliğini, beş yıldır, ABD ve AB Menşeli odaklara yaslanarak kapatan iktidar, Cumhurbaşkanlığına aday göstermeye kalkışıyor. Politikaları iflas etmiş, başarısız bir Başbakan Çankayaya çıkmaya çalışıyor.
Halkına karşı sevgisi olmayandan Cumhurbaşkanı olmaz.
Dış destekle ayakta duranlardan Cumhurbaşkanı olmaz!
Gizli gündemi olanlardan Cumhurbaşkanı olmaz.
Şeriat yanlılarından Cumhurbaşkanı olmaz.
Ülkemizin Cumhurbaşkanlığı üzerinde yürüyen mücadele, tam bağımsız ve demokratik Türkiye mücadelesinin zirve noktasıdır.
Her ne olursa olsun, Çankaya laiktir ve laik kalacaktır.
Şimdi yanınızdaki çocuğun, kucağınızdaki bebeğin yanağına kocaman bir öpücük yapıştırın. Yanınızda sevdikleriniz var. Birbirinize dikkatlice bakın! Bastığınız toprağa bir daha basın. Aldığınız havayı içinize çekin! İşte bunlar için buradayız ve hep burada olacağız. Çünkü;
Dört nala gelip uzak asyadan
Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim!
Tek tek her birinizi, tüm kalbimle selamlıyorum."
Biz de sizi selamlıyoruz Birgül Hoca!
Cumhur
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ÇAKI, ÇAKMAK, BIÇAK, TARAK -3 |
|
Yaşar İbrahimof on yedi yaşındayken evlenmişti. Kimse ona evlenmek isteyip istemediğini bile sormamıştı. Yaşı küçük olmasına rağmen zaman zaman elbette evlenmeyi de düşünmüştü. Çünkü akranları içinde on beşinde dünya evine girmiş olanlar vardı. Onun köyünde bütün evlilikler davullu, zurnalı, telli, duvaklı olmazdı. Bu sadece hallice olanların, zenginlerin geleneğiydi. Yaşar'ın evlendirildiğinden, büyüklerin gidip komşu köyden Zarife'yi kendisine istediklerinden haberi bile olmamıştı. Gelini alıp eve getirdiklerinde Koca Kıran yamaçlarında keçileri otlatıyordu. Komşusunun oğlu Murtaza gelip ona müjdeyi vermişti. "Sana gelin getirdiler, bu akşam evleneceksin." demişti.
Akşam abisi keçilerin başında kalmış onu köye göndermişti. Evin önünde kadınlardan küçük bir kalabalıkla karşılaşmıştı. Köyün imamı Çolak Yaşar akraba büyüklerinden oluşan birkaç erkekle keçilerin tuz taşlarından birinin üzerine oturmuş sohbet ediyordu. Köylü kadınlar gelini görmeye gelmişlerdi. Kadınların bazıları evden çıkarken yenileri geliyordu. Evde tatlı bir telaş vardı. Babası kocaman bir koç kesmiş, etin bir kısmı hala bahçedeki ağacın dalında asılı duruyordu. Karanlık çökerken yağ kandillerinin ışığında gelen konuklarla birlikte çorba, kavurma ve baklavadan oluşan bir yemek verildi. İmam nikâhının kıyıldıktan sonra evdekiler hep birlikte yatsı namazını kılmışlar ve dağılmışlardı. Yaşar'ı komşularının oğlu olan Recep gerdek odasına soktuğunda evlendirilmiş oldu. Zarifey'i o gece zifaf odasında yağ kandilinin aydınlattığı alaca karanlıkta ilk kez gördü. Büyüklerinin isteği doğrultusunda onu kendine eş kabul etti. Onun köyünde sevdiği kızı kaçıranların dışında hiç kimse evlenmeden önce neredeyse eşini bir kez olsun görmemişti. Bir yıl nişanlı kalanlar bile evlenmeden önce nişanlı olduğu kızı nadiren görebilirlerdi. Belki komşu köylerde ayda yılda bir yapılan düğünlere gidenler, tanıdıkların yardımı ile bu ayrıcalığı elde edebilirdi. "Ben kızı görmek, boyuna bosuna bakmak, tanımak isterim." demek geleneklere göre imkânsızdı.
Yaşar zaman içinde Zarife'ye , Zarife'de Yaşar'a alıştı. Birbirlerini ağız tadıyla idare etmeye, geçinmeye çalıştılar. Askere giderken arkasında eşini ve iki tane akça pakça topaç gibi oğlan çocuğunu bıraktı. Her şey iyi de askerlik demir bir leblebi gibiydi. Giysiler güzeldi, postallar, yemekler de ama konuşmalardan hiçbir şey anlamıyordu. Çünkü Yaşar askere gidinceye kadar bir kez bile köyden dışarı çıkmamıştı. Köye gelen yabancılarla da genellikle büyükler görüşüp konuşurdu. Yaşar Sırpça bir yana tek kelime Makedonca bile bilmiyordu. Elbette askerler içinde kendisi gibi dağlı Türkler vardı. Ama onların da Yaşar'dan pek farkları yoktu. Atın sağrısındaki sinekler gibi oradan oraya koşturup duruyorlardı. İlk birkaç ay çok sıkıntı çekti. Okuması yazması olmadığı için eve mektup da yazamıyordu. Yaşar hiç okula gitmemişti. Köyde okul yoktu. Kasabadakine de genelde Türk çocukları gâvur olur diye göndermiyorlardı. Askerde hem Makedonca, hem Sırpça hem de okuma yazma öğreniyordu. Öğrenmekle kalmıyor öteki arkadaşlarına da yardımcı oluyordu.
Dört ay sonra evine ilk mektubunu gönderdi. Mektup gelince evdekiler de şaşırıp kaldı. Hatta önce bu zarfın devlet tarafından gönderildiğini ve oğullarının başına kötü bir şey gelmiş olabileceğini düşünüp üzüldüler. Yaşarı'ın onlara mektup yazabileceğini akıllarının ucundan bile geçirmediler. Köyde kapı kapı dolaşılıp mektubu okuyacak birini aradılar. Köyde hükümetten gelen kâğıtları zaten okuyabilecek birkaç kişi vardı. Onların da hepsi Yaşar gibi okuma yazmayı askerlikte öğrenmişti. En sonunda muhtar dertlerine çare oldu. Zarfın üzerine bakıp "Askerdeki oğlunuzdan mektup gelmiş."dedi. Zarfı yırtıp okumaya başladı. Mektupta bütün köylüye, akrabalara, büyüklere selam ediyordu. Rahatının ve sağlığının iyi olduğunu anlatıyordu. Zarife'ye ve çocuklarına tek bir cümle bile yazmamıştı. Çünkü mektupta kendi karısını ve çocuklarını merak ettiğini yazması hoş karşılanmaz, saygısızlık olarak algılanabilirdi. Elbette Yaşar yazdığı mektubun yanıtını hiç bir zaman alamadı.
Yaşar askere alınmadan çok önce Avrupa'da savaş başlamıştı. Almanlar Avusturya'yı ve Polonya'yı İşgal etmiş çoktan kuzeye Finlandiya üzerine yürümüştü. Henüz Yugoslavya da kimse savaştan söz etmiyor, askerler olan biteni korkulu gözlerle izliyorlardı. Herkes savaşın kendilerini ilgilendirmediğini, Almanlarla ile aralarında bir sorun olmadığını düşünüyordu. Yaşar askerde birinci yılını doldururken 1941 yılında Alman ordusu Yugoslavya'nın bir kısmını göz açıp kapayıncaya kadar işgal ediverdi. Kimse ne olup bittiğini bile anlamaya vakit bulamadı. Neredeyse çatışma bile olmamış, ülke kolayca teslim oluvermişti.
Almanlar Yugoslavya'yı işgal ettiğinde Yaşar Üsküp'ten Zagreb'e geleli üç ay olmuştu. Önce askerler arasında büyük bir kargaşa ve korku yaşandı. Bir kısmı birliklerinden firar edip kaçtılar. Kıtaların çoğu ise silahlarına el konularak Almanlar tarafından teslim alındı. Alman komutanların gözetiminde bir ay boyunca kendi kışlalarında tutuldular. Belirsizlik ve korku her gün yeni bir haberin doğmasına neden oluyordu. Hatta Almanların bütün esir askerleri kurşuna dizeceğinden bile söz ediliyordu. Neyse ki kimseyi kurşuna dizmediler. Sadece kaçanlar yakanınca hapse atılıyor veya kurşuna diziliyordu. Bir ayın sonunda Zagreb'teki kışlada askerler milliyetlerine ve yaşadıkları bölgelere göre küçük gruplara ayrılıp başka yerlere gönderilmeye başlandı. Türkler, Bosnalı ve Kosovalı Müslümanların bir kısmı Bulgaristan'a, bir kısmının ise Almanya'ya gönderileceği söylentileri ağızdan ağza yayılıyordu.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
|
Kahveci : Sibel Oral 'ŞEY'LERE KARŞI 'ŞEY'SİZ BİR YAZI |
|
(Bu yazının bir kısmı Hrant Dink cinayeti sonrasında yazılmış, Malatya cinayeti sonrasında bitmiştir. Güncelliğini hâlâ yitirmemiş olması, yazının ana temasıdır. Ne yazık ki...)
Kaç yaşındaydık biz?
Ben ilkinde 13 yaşındaydım.
Bir Pazar sabahıydı, hava soğuk, kahvaltı masamız sıcak, televizyon açıktı.
Güvende değildik. Televizyon ya da radyo ne zaman açık olsa biz hiç güvende olmazdık. İşte yine o sabah, o ekranda bir araba gördüm; parçalanmış.
Karlı bir kaldırım gördüm; kana bulanmış. Babamın gözlerinde hayal kırıklığını gördüm, lanetlere yanaştı sonra dudakları.
O gün bir 'şey'ler olmuştu.
Sonra büyüdük. Çok yaşında olduk.
Okuduk, okutulduk ama şarkıda ki gibi 'ok' olmamak için biraz da kendi istediklerimizi okuduk.
Büyüdük... Biz büyürken ölenler oldu.
Cenazeler kalktı, büyük binaların önünden. Karanfiller kondu tabuttan kalplerin üstüne, güvercinler uçtu pembe avuçlardan göğe. Alkış tuttuk gidenlerin ardından... Neden , niye, kime alkış tutuyorduk aslında bilmiyorduk.
'şey'lerin kuşattığı dünya...
Değişiyor, alışıyorduk. Önümüze yeni cenazeler, yeni silahlar, yeni maddeler, yasaklar, adamlar, bebekler, tacizler, cinayetler, yasalar, vahşetler, intiharlar konuluyordu. Ekranlar renkleniyor, şenleniyordu. Yarışmalar oluyordu, kazanan neyi kazanıyordu bilmiyorduk, kaybeden hep biz oluyorduk, ama fark edemiyorduk.
Artık çok yaşındayız. Çok cenaze, çok cinayet, çok fotoğraf, çok haber, çok karanfil, çok linç, çok mahkeme görüyoruz. Gördüklerimize arada lanet etmenin dışında dudak bükmekten başka bir 'şey' yapamıyoruz.
Aklımız, irademiz, düşüncemiz, kalemimiz, yarına dair umutlarımız ile çocuklarımıza hazırladığımız dünyayı 'şey'lerle kuşatıyoruz.
Tekrar, tekrar, tekrar... Yoruluyoruz...
Bu gemi nereye gider?
Yine yorgun bir günün akşamında, 'hazır ol' da haberleri izliyorduk. Yanımda ki adam ekranda yere serilmiş cesede bakarken ağlayarak "bu ülke de yaşadığım için utanıyorum!" dedi. Bir 'şey' diyemedim. Evet, bir 'şey' diyemedim çünkü artık içimden hiç bir 'şey' demek gelmiyordu. Yıllar önce bir dergide yer alması için yapılan röportaj sorusunu hatırladım.
"Bu gemi nereye gider?"
Emekli öğretmen Nazife hanım 'hangi gemi?' diye sormuyor, yüzüme bakarken gülümsemiyordu bile;
"O gemi batar kızım..."
Acaba, Nazife hanımın batar dediği gemi, çoktan batmıştı da biz de hayalet geminin, hayaletleri mi olmuştuk?
'şey'e sığmayan 'şey'ler...-ler...-ler...
Dizi filmler çekiliyor. Silahlı, aşklı, villalı, mafya pardesülü, öyle bıyıklı, ihtiraslı, şöhretli... "Bu ülke de sansür var, özgür değiliz" diye bağıranlar, kaldırımlara kanlar içinde yığılmış cesetleri görünce, domuz bağı ile bağlanıp gırtlakları kesilen farklı dinlere mensup kurbanları görünce "bu ülke de düşünce, din özgürlüğü yok" diye bağırmıyorlardı ama herkes bu ülkeyi çok seviyordu. Sevgileri yere göğe, yasaya mezara, tetiğe sloganlara hatta hiç bir 'şey'e sığmıyordu.
"Siz ülkenizi nasıl seversiniz?
Öldürür müsünüz, öldürtür müsünüz?
Dizi mi çekersiniz, sansür mü koyarsınız?
Kitap mı yasaklarsınız, linç mi edersiniz?
Sevmek için insan olmaktan öte illa bir 'şey' mi olmanız gerekir?"
Korkuyu da 'şey' ettik...
"Cin görirem, can görirem,
Kükremiş arslan görirem,
Kan yiyen sırtlan görirem,
Dalgalı umman görirem korkmirem..."
Aslında korkmanın nasıl bir 'şey' olduğunu da unuttuk. Unutmasaydık korkularımız, korkmadıklarımıza karışıp 'şey' olmazdı.
"Bu korkmamazlığım ile,
Harda bir yobaz görirem,
Harda bir bağnaz görirem.
Kandan fikirlerinden,
Riyakar zikirlerinden,
Korkirem bala korkirem..."
Yaşasın, biz her 'şey' iz!
Ne olduğumuzun farkında olmadan, aslen özümüzün ne olduğumuzu unutarak bir 'şey'ler oluyorduk. Biz her 'şey'i ama her 'şey'i olduk. Öfkeli kalabalık olduk, linçci olduk, silahı tutan, satan olduk. Namus bekçisi olduk, medyaya önce göz kırptık sonra medya kurbanı olduk, omurgasız olduk, iki yüzlü olduk. Başka dinlere mensup insanların sandalyelere bağladık, domuz bağını elimize aldık ve boğazlarını kestik.
Sonra açıklamalar yapıldı: "bu bir komplodur, provakosyondur, seçime gölgedir..."
Biz, "düşünce özgürlüğüne , din özgürlüğüne bağlıyız" diyemedik. Dedik ama biliyorduk yalandı özgürlüğe dair her bir cümlemiz. Kanlı, paslı bir yalan! Din kardeşliğimiz, dünya kardeşliğimiz yalandı. Türk-Yunan kardeştir dedik, sözde kardeşliğimizi yarışmalara kurban ettik ve "Canım Türkiye" diye haykırdık sanki savaş kazanmış, toprak almış gibi. Romanlar yazıldı, roman kahramanları yargılandı. Yazarlar yazdı, yazdıranlar yargılattı. Terazi şaştı, terazi kırıldı. Tarih kitaplarına geçecek, sayfalarda altı çizilecek katillerimiz, kahramanlarımız, faillerimiz, meçhullerimiz, düşünürlerimiz, yazarlarımız, adamlarımız, kadınlarımız oldu.
Hepimiz bir 'şey' olabiliriz...
"Hepimiz Ermeniyiz" diye kara pankart açanlara hain diyorduk. O zaman da bir 'şey' oluyorduk, ya da bizi bir 'şey' yapmışlardı. Silahın tetiğini çeken, hatıra fotoğraflarında gülümsüyordu. "Racon kesmiyorum, kafa kesiyorum" diyenler, "akıllı olsun!!!" diye kameralara ağzından tükürükler saçarak bağıranlar hiç tüylerimiz ürpertmiyordu.
Sanki duyarsız olmuştuk.
Evet, işte yine bir 'şey' olmuştuk.
Hay aksi 'şey'!!!
Biz bütün bu 'şey'leri olurken yanıtlarını bildiğimiz sorulardan da sıkıldık. Eğitim dedik, göç dedik, geçim sıkıntısı dedik, kimlik arayışı dedik, duyarsızlık dedik, sosyal adaletsizlik dedik, patlama dedik, çatlama dedik, kanun dedik, yasa dedik, yolsuzluk dedik, yoksulluk dedik. Dediklerimizin yanında diyemediklerimiz asılı kaldı.
Biz her 'şey' olduk, ama...
Her 'şey'i dedik, her 'şey'i olduk ama, insan olmanın nasıl bir 'şey' olduğunu unuttuk, önemsemedik. Daha önemli 'şey'ler vardı. İktidar düşkünü hırslarımız, okşanılası egolarımız, intikam yeminlerimiz, silahlarımız, yasalarımız, eskiye 3 kuruşa sattığımız kırık terazimiz, adaletsiz duygularımız, dudak kenarında asılı kalan düşünce özgürlüğümüz...
Çok açık, çok ağır belki ama biz insan olduğumuzu unuttuk ya da böyle böyle insan olduk.
Öyle olmasaydı bu kadar 'şey' olur muydu...?
Öyle olmasaydı ben bu kadar 'şey'i bir araya getirip yazar mıydım?
Ve siz, bu kadar 'şey'siz bir yazıyı okur muydunuz?
Sibel Oral sibelo@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Çıkıyorum Çıkıyorsun Çıkıyor |
|
Naber "İhtiyar Delikanlı" ? Beğenmedinse "50'lik Genç" diyeyim...
- İnanmıyorum hayret edicem de Edi Cem, sen misin ? Dur bir bakayım, hayret sensin..!
İyice bunadın, 8 kere bakıyorsun, benim oğlum benim...
- Yahu genellikle seni ben arardım ama nasıl olduysa, şaşırdım işte !
Bırak şimdi bunları, ne diyorsun söyle bakalım ? En yaşlı üye olarak önce senin fikirlerini alayım istedim.
- Beni çok onöre ettin de, hangi konuda fikrimi alacaksın bir anlasam...
Malum konu işte, vakit geldi, ne dersin, çıkayım mı ? Yoksa çıkmasam mı ? Med ve Cezir duygular arasında kaldım, anlasana...
- Haydaaaa, ne çıkması ? Delirdin desem değil, dellendin herhalde !
Dellenmedim ama az yellendim.
- Pisliksin oğlum sen, iyyyk, ekranı uzak tutayım bari !
Saçmalama be, ADSL ne zamandan beri kokuyu da naklediyor ?
- Birileri söylemişti o kokulardan haberim var ama şimdi dedikodu zamanı değil.
Kim söylemişti ? O kadar da "gizli" dedim, hatta "Karımın bile haberi yok !" dedim, nerden duymuşlar ki ?
- Eee, yerin kulağı vardır, şeyini şeyttiğimin Bahçıvan Üstad, bir ara kulağıma "Kesin çıkacak, lamı cimi yok !" demişti.
Zaten ben çıkmasam aportta bekliyor o şeyini şeyttiğimin şeyi. Bir de sağa sola; "Oraya en çok onun çıkması münasiptir !" falan felan feşmekan demiş.
- Fitne fücürlük olmasın ama bana da aba altından sopa göstermişti. Kesin mızıkçılık yapacak bu Marangoz Efendi !
Bunca senelik arkadaşım, yapmaz öyle şey !
- Nah, şuraya yazıyorum, görürsün bak ! Hele bir çık, gör neler yapacak ? Bana da taş koyuyor zaten.
Sana neden taş koyuyor ?
- Sen çıkınca, yerine beni şeyttiriyorsun ya ondan bile rahatsız. Benim fikrimi biliyorsun zaten. Çık ama "Ben çıktıktan sonra gerisi allak bullak olacak !" dersen de çıkma. Senin yerinde gözüm olduğunu kimsenin bilmesine gerek yok, ben kıyıdan köşeden idare ederim.
- Ben çıkarsam zaten yine kıyısından köşesinden idare edeceksin... Yok bir de "Buralar artık benden sorulur" gibi bir havaya gir de o havanı nasıl söndürüyorum gör. Fıtık ettiniz be adamı, çıksam bir türlü, çıkmasam imam bayıldı.
- Tamam ya, çıkacaksın da ne olacak ? Bir de böyle düşün bakalım.
Rahatlayacağım yahu, çıkmayıp naapiim ? Sen çıkmak istiyor musun ? Kim çıksın ?
- Yok yahu, daha neler, cık cık...
Hem "Çık çık" diyorsun hem de bir sürü laf ediyorsun. Çıkıyorum işte !
- Çık be çık ! Cılkı çıktı zaten cık cık cık...
...
Oh be ! Çıktım ve rahatladım çok şükür. Biraz zorlandım ama çıkmasam kabız olacaktım be dostum. Sağolasın.. Ben çıktığımda arayan soran oldu mu ?
- Cık..!
Bir ara sende çıkmalısın, hiç fena olmuyor. Hatta hiç durma, şimdi de sen çık !
- Cık cık..!
Uzatma be dostum, çok zevkli bak, itiraz istemem çıkıyorsun...
- Cık cık cık..!
Hatta; senden sonra bizim şeyini şeyttiğimin Altan Efendi de çıkıyor... Çıkıyorum, çıkıyorsun, çıkıyor... Çıkıyoruz... Hepimiz sırayla çıkacağız işte !
- Hay senin çıkmana emi, kabahat seni çıkaranda zaten. Çıkmaz olasıca...
Çıkaranda değil oğlum, çıkarının çıkarında. Baksana "Çık" diyen kimler ?
- Çıkaranın çıkarı nasıl doldururum çıkını desene... Çaktım dalgayı değil mi ?
Çaaaak dostum !
- Diğerleri de çakmasın bu durumu ?
Merak etme, gıkı çıkamaz hale getirmedik mi onları ? Olmadı bir kararname çıkartırız, yok aslında birbirimizden farkımız, kimi çıkartırsak çıkaralım naslısa yine döner çarkımız.
- Ben çıkıyorum artık, cılkını çıkardın sohbetin de msn'in de...
Çık çık..! Çıkınını da al git !
- Cık cık cık..! Hatta vıcık vıcık... Ve üstelik cıvık mı cıvık...
23 Nisan Bayramı'mız bugünden kutlu olsun; çıkıntılık yapanların aksine cıvıl cıvıl...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.580 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Kızım
Hep derindi zaten sevgin
Seni beklerken ben
Anneni sevdim, seni sevdim,
Yaradanı sevdim.
Benim kalbim, senin kalbin.
Kızım
Hoşgeldin.
Oktay Evrenosoğlu
|
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.
Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız. Gitmek için tıklayın.
Kolay gelsin.
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Bilgisayarınızın ekranında kullanabileceğiniz muhteşem duvar kağıt’ları ister misiniz? Hepsi birbirinden güzel ve özenle seçilmiş yüksek çözünürlüklü örnekler için http://www.socksoff.co.uk/index.html kısa yolunu tıklayabilirsiniz. Bu web sayfasında doğrudan resimlere değil ama resimleri bulabileceğiniz kaynaklara ulaşabileceğiniz kaynak web sayfalarına kısa yollar veriliyor. Sol üst taraftaki wallpaper ikonuna tıkladığınızda ise bu web sayfasının wallpaper arşivine doğrudan ulaşabiliyorsunuz.
Flash animasyonlar ile bir çok şeyin başarıldığına ve görsel anlamda zevkli çalışmalar çıkarıldığına şahit olduğunuza eminim. http://www.lionetwork.net/images/Hanuka-LH.swf web sayfasındaki çalışma mumlara bile şarkı söyletecek kadar güzel bir çalışma olmuş. Mumlara ister tek tek ya da isterseniz toplu olarak şarkı söyletmek mümkün.
Flash oyunlardan hoşlanan çocuklarınız için küçük bir örnek daha http://www.davidandgoliathtees.com/index.php?mode=DLG web sayfasında yaramazlık yapmaya bayılan çocukların ilgisini çekebilecek üç eğlencelik oyun var.
Eğer ; O'nu hatırladıkta başı göğe ermişçesine ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyorsa yüreğiniz... ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla O hüzünden bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz... ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hislerin... O'nunlayken pervaneleşen yelkovanlar, O'nsuz mıhlanıp kalıyorsa yerine, bir akrep kadar hain... http://www.yazilar.net/
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|