|
|
|
9 Mayıs 2007 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Ben de sevmem!.. | Merhabalar
Tayyip Bey'in yediği gollere bir yenisi daha eklendi. Erken seçimi telaffuz etmeyi vatan hainliğinden alıp vatanseverlik mertebesine yükseltmesinin tek şartı olarak gördüğü "25 yaş sınırı", alelacele yazılan metindeki yanlışlık yüzünden rafa kalktı. Cumhurbaşkanını bize seçtirme işi de yatacağa benzer. Eğer o da gol olursa, 4,5 yılda yedikleri golden fazlasını bu son 2 haftada yemiş olacaklar. Hem bu sefer ellerinde nalıncı keseri de yok. Bu hep böyle gitmeyecek elbette. Meydanlara çıkıp konuşmaya başladıklarında mangalın sırını bile alacaklardır şüphesiz. O nedenle sürdürülen Cumhuriyet Mitingleri çok önemli. Ama görev bununla da bitmiyor. Eğer meydanlar oya tahvil olmazsa gene yandı gülüm keten helva. Bağırıp çağırmayı yeter görmenin, her köşebaşında yakınıp ağlamanın derde deva olmadı görüldü artık. Şimdi başlayan bu tepkinin sandığa yansıma zamanı.
En yakınlarımdan biliyorum, seçmen listelerine gereken ilgiyi göstermeyen pekçok insan var. Bugün listeler seçim kurullarında ve muhtarlıklarda tekrar askıya çıkıyor. Düzeltme, eksikleri giderme için son şans. 22 Temmuz'da sandığın dibinde olmalısınız demiyorum bile. O olmazsa olmaz şart. Önümüzde 2 ay var. Bu da planı programı düzenlemek için yeter de artar bile.
Abdullah Bey "İslami partileri sevmem." buyurmuş. Ben de sevmem, oradan mı tanışıyoruz acaba? Newsweek dergisine verdiği demeçte epeyce ilginç şeyler söylemiş. Şöyle bir okudum da, maaşallahı var hani. Söylediklerine inanmayı canı gönülden istiyorum, çok ciddiyim. Çünkü Abdullah Bey'in AKP için bu lafları etmesi önemlidir biliyorum. Değiştiklerine inanmıyor ama değişsinler istiyorum. Haydi değiştiklerini kabul ettik diyelim, ama bu, daha 5 yıl önce yandaşı oldukları görüşü bıraktıkları gibi, yakın bir gelecekte tekrar değişip eski gri günlerine dönmeyeceklerinin garantisi olabilir mi? Ya da, onların yukarıdaki değişimleri, alt kademelerden, arka bahçeden ne kadar onay alıyor? Yoksa hepsi köprüyü geçene kadar ayıyla dayıyı mı karıştırıyorlar? İşte bu sorulara kesin ve tatmin edici cevaplar alınamadığı sürece, benim ve ben gibi milyonlarca insanın nezdinde AKP bir soru işaretleri yumağı olarak kalacaktır. Bundan çıkış yolunu gene kendileri bulmak zorundalar. Bana güvenip demeçler veriyorlarsa işleri yaş, söyleyeyim. Ben durumdan vazifemi çıkarır yağıp gürlemeye devam ederim, çünkü benim "green card"ım yok, hiç te olmayacak. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
Yukarı
|
Kahveci : Yeliz Hısım |
ŞEHİR
İzmir gökyüzüne bir bakışın binlerce iç içe geçmiş yıldızı sergilediği gecelerden birini yaşıyordu. İnsanlar kumsalda yatıyor bu hayranlık verici manzaranın tadını çıkarıyordu. Bir pansiyonun güneşin batışıyla sahile attığı şezlonglar ve sayesinde kazancının arttığı nargile kafe de bu yıldız manzarasının tadına tat katıyordu. Nargilelerini tüttüren gençler yan yana şezlonglarda yatıp el ele yıldızlara bakıyorlardı. Pansiyonun içine doğru bir seyre dalışta pansiyon sahibi telefonda konuşuyordu:
"Evet Ateş'im sen gel bakarız senin pansiyon işine, sana da açarız bir tane. Hatta ortak olmak isteyen bir arkadaşın varsa bu iş öyle daha iyi yürür. Ben bu işleri çok iyi öğrendim. Sen çık gel o yıkık şehirden ben sana yol yordam gösteririm. Artık bize ait bir şey kalmadı o şehirde. Haydi eyvallah, telefonunu bekliyorum. Ya da iyisi mi sen çıkıp geliver." Pansiyon sahibi yıldızlara keskin bir bakış attı durduğu yerden. İzmir'in uzun zamandır gördüğü en yıldızlı geceydi. Gökyüzünde boş yer kalmamıştı. Sanki yıldızlar bir yerde toplanmış parti yapıyorlardı. O keskin bakışı izleyerek hava bulutundan hava bulutuna atlayarak yıldızların en dibine gidince partinin niteliği açıklık kazandı. Yıldızlar gerçekten de toplanmış konuşuyorlar, yıldız konseyi gibi bir şey, üstelik gündemde çok önemli bir konu var. Her yıldız bulunduğu köşeden sorumlu olduğu şehrin raporunu veriyordu. Altı ayda bir yapılan bu toplantılarda şehirlerde meydana gelen doğal afetler ve doğal olmasa da atmosfere ulaşacak kadar yaygara koparan felaketler konuşuluyordu. Şehrin gösterdiği seyre bakılıp bir otopsi yapılıyordu şehre, didik didik sebepleri araştırılıyordu ve eğer çözülemeyecek bir şeyler var gibiyse şehirden vazgeçiliyordu. Şehrin kaderi ise idam oluyordu. Yıldızlar o şehri artık görmez oluyordu, izlemez korumaz duruma geliyordu. Her şehir de altı ayda bir konuşulmuyordu çünkü bazı şehirler daha önemli bulunuyor bazılarının gündemi ise yavaş ilerliyor yavaş gelişen şehirler sınıfına konup beş yılda bir incelenmeye alınıyordu. Kısacası o şehirde meydana gelen değişimin hızı belirliyordu bu toplantıların frekansını.
Yıldızlar sırayla konuşuyor, raporlarını sunuyordu. Sıra küçük ama tecrübeli bir yıldıza geldi. İstanbul yıldızıydı.
"Evet şimdi İstanbul daha seyrek olarak izlediğimiz bir şehir. Aslında yeniliklere açık olmasına rağmen çok hırçın bir şehir oluşudur bunun altında yatan. İşimi zorlaştırıyor. Siz de biliyorsunuz ki yalnızlık bazı yıldızların hamurunda var. Her şehir zaman zaman yalnızlık çeker ama İstanbul'un yalnızlığı süregelen ve süre gidecek olan bir yalnızlık. Kendisinden çok farklı şehirlerle çevrili ve esas sorun çevresindeki şehirlerin İstanbul'un konumuna gelmesi gerektiğidir bence. Fakat Türkiye'nin öbür şehirleri İstanbul'un hızına yetişemediklerinden sorumlu yıldızlar çok da ilgi gösteremiyorlar. Bütün bu mesele kısır bir döngü halini alıyor zamanla. İçinde bulunduğu ülkenin şehirlerinden bu kadar uzak oluşu huysuzluğunu ve yalnızlığını hat safhaya çıkarmakta.
İşe yeni başlamış bir yıldız şaşkınlık içinde sordu:
"Şehirler nasıl yalnızlık çekebilirler ki, nasıl mutsuz ve huysuz olabilirler, bütün bunlar hiçbir anlam ifade etmiyor."
Yıldız konseyinin baş yıldızı kibar bir işaretle konuşma hakkını aldı:
"Bu ders her yıldızın zamanla öğrenmesi gereken bir derstir. Bir şehre istatistiklerle ve teorik bilgilerle yaklaşamazsınız daima. Bir bütün olarak yaklaşabilmek sizin yeteneğinizde farkı yaratandır. Şehrin ruhsal konumu da hep göz önünde olmalıdır. Sadece biz yıldızlar değiliz evrende yalnızlık çekenler. Şehirler de yalnızlık çeker, şehirlerin de ruhları vardır. O şehirde yaşayan tün insanların ortalama ruh halidir hep o şehre yansıyan. O şehirde meydana gelen ve bizim incelediğimiz her doğal afet bu yalnızlığın getirdiği bir isyandır aslında. Her cinayet, her siyasi devrim şehrin o mazlum yalnızlığının haykırışıdır. Feci kan kaybeder o şehir ruhunun verdiği savaşta. Her olayın sonunda da ise otopsi masasına yatırılır o şehir, halinden hesap sorulmaya, cinnetine neden bulunmaya. Çoğu zaman ne yazık ki kaynağını bulamayız şehri en başında o masaya yatıran olayın. Ve İstanbul yıldızının da söylediği gibi o şehir belki de bulunduğu ülkenin en yalnız şehridir. İnsanların ona yaptığı yatırımlarla daha zengin, kitapların kaynakların ulaşılabilirliği ile daha geniş bakabilen, yurtiçi ve yurtdışı etkinliklere sponsor ve ev sahibi olmasıyla daha kültürlü ama ne yazık ki selamsız sabahsız insanlarıyla ve onların ortalama ruhuyla daha yalnız. Çünkü şehirler çocuklar gibidir. Onlara ne verilirse onlar da ancak o ölçüde gelişebilir. Açılan kapılara girebilirler ancak. Türkiye açabileceği kapıların çoğunu İstanbul'a açmış bir ülkedir. İstanbul ise açılan kapılardan içeri girmiş ve büyümüş, akıllanmıştır, bu nedenle daha da yalnız kalmaya mahkum bırakılmıştır. Bu kadar gelişmiş bir şehrin geride kalan şehirlerle ne konuşacak bir şeyi kalmıştır ne de sırtını dayayabileceği bir komşu şehir. Neyse gevezeliği bırakalım da işimize bakalım. Çabucak ver İstanbul'un raporunu da şu kararı verelim artık. Çok zamanımızı almaya başladı."
"Tabi efendim. Bir kere dört yıl önce çok büyük bir deprem meydana geldi. Yine İstanbul'un yalnız günlerinden biriydi, daha fazla parçalanmak istemiyor gibiydi. İçinde göçmenler dolup taşarken kendini öldürmek istedi sanırım. Biliyorsunuz artık "İstanbullu" çok az kaldı ve yalnızlığının sebeplerinden biri de bu aslında. Herkes bir yerlerden gelme ve içinde yaşayan çoğu insanın kalbinde atan bir başka şehir var. İstanbul nasıl bu kadar sevilmeye muhtaç, nasıl bu kadar yalnız olmasın."
Bir şimşek hızında inince yeryüzüne depremin oluşunu izlemek haykırışları görmek mümkün. Yıldızlar kabaca görüyorlar şehri, teke tek insanları tanımıyor bazı şeylerden bi haber oluyorlar. Depremin meydana geldiği gün aslında sıradan bir gün değildi. İstanbullular artık yorgun. Hepsi başka bir şehre yerleşme derdinde. Güneye, batıya, sıcak ve sessiz ama en çok da sakin bir yerlere. İstanbul nasıl kan ağlamasın. Gece 2-3 gibiydi depremin meydana gelişi. Ve ertesi gün için Ateş isminde eski bir İstanbullunun elinde bir otobüs bileti. Altmış yaşlarındaydı, batıya yerleşmeye karar vermişti. Pansiyon işletecek sessizlik sakinlik içinde yaşayacaktı. Soyu tükenmekte olan İstanbul'u koşulsuz sevenlerin ender bir temsilcisiydi. Yatırımlarla zenginleşip şehirleşmeden önce bile sevmişti İstanbul'u. Artık sevmez olmuştu. Pisliği, gürültüsü, politikası, televizyonu, piyasası, medyası ve hayata bakış açısı… Bunların hepsi onu kendi şehrinden uzaklaştırmıştı. İstilaya uğramıştı İstanbul ve evli evinden ediliyor, dağdan gelenler bağdakini kovuyordu. Gidemedi. Deprem olmuştu. İlgilenmesi gereken işler vardı. Ailesinden bir çok insanı kaybetti o depremde ve artık çekip gitmek kaçınılmaz hale geldi. O aynı şimşek bulutu içinde yıldızlara geri dönüldüğünde yıldız hâlâ konuşuyordu.
"Bu depremde çok insan öldü, çok insan yaralandı, çok insan korkusuyla baş başa kaldı. İstanbul her zamandan çok çaresizlik kokmaya başladı. Mahkemeye çıkarttım o olaydan sonra şehri ve şehir suçlu bulundu. Otopsisinde ise gözle görülür bulgular vardı. Büyümüş bir kalp bulundu ve kalp kası açıldığında içinden birikmiş kıskançlık kristalleri döküldü. Şehrin suçlu oluşu bu bulgularla desteklendi. Uyarı aldı. Ama felaketler bununla bitmedi. Depremden iki sene sonra bir alışveriş merkezinde patlamalar meydana geldi. Toz bulutları atmosfere yükseldi. Olaydan haberdar olduğumda mahkemeyi hemen topladım yeniden. İnsanlar ölmüştü ve İstanbul'un yıkıma ev sahipliği yapan bir şehir olduğu artık gün gibi ortadaydı. Nüfusu gittikçe artan bu şehir sanki göçleri engellemek kendine ait olanı kendinde tutmak istiyor gibiydi. Mahkemede yine suçlu bulundu ve otopsisi de kısa sürdü. Hemen kanında çaresizlik hücreleri saptandı. Mahkeme emri çıkarttı. İstanbul'un kaderine bir sonraki yıldız konseyinde karar verilecek dendi."
"Peki öyleyse…" dedi konsey başkanı "O zaman kendi aramızda oyu vereceğiz hemen ve toplantımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz… Size düşünmek için biraz süre tanıyacağım."
Yıldızlar büyük bir sorumluluk gerektiren bir karar verme işinde cebelleşirken Ateş Bey İstanbul'dan ayrılamıyordu. Tam planlarını yapmışken bu sefer patlamalar meydana geldi o çok sevdiği şehrin göbeğinde. Planlarını ertelemek zorunda kaldı. Çok da ertelemedi. Sakarya'ya trenle geçip pansiyon konusunda onunla iş yapmak isteyen bir arkadaşını alıp gidecekti İzmir'e. Yıldızlar kararlarını vermek için düşünürken İstanbul deliliğinin tepesine varmıştı. Ateş Bey'in bindiği tren bir çok insanı öldürerek kaza yaptı. Ateş Bey ölenlerden biriydi. Cesedi de İstanbul'da kaldı, mezara kendi şehrinde gömüldü.
Yıldızlar ise kararı vermişti. Konsey başkanı konuşuyordu:
"Bir şehri o şehir yapan insanlarıdır. İnsan değiştikçe o şehir de değişir. Ama şehirler değişmek istemezler, değişim onları yorar yıkar. Belki İstanbul'un halinden, cinnetinden ve milyonlarca cinayetlerinden insanları sorumludur ama suçlu bulunan şehirdir. Oy üstünlüğü ile İstanbul'un idamına karar verilmiştir. Bir sonraki şehre geçelim."
Aslına bakılırsa İstanbul çoktan ölmüştü ama yine de idam edildi ve kendi başının çaresine bakmak üzere terk edilmeden önce son bir defa otopsi masasına yatırıldı. Masaya yatırılınca yüzünde koskoca bir gülümseme belirdi. Planlanmış bir cinnetin geriye kalan tek kanıtıydı bu.
Yeliz Hısım
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
|
Kahveci : Solmaz Akça BIKAR MISIN? |
|
Tekrarlar bozar mı aşkın büyüsünü? Sevda sözleri dökülünce dudaktan, yazıldığı zaman satırlara, kaybeder mi değerini? Sana bunca büyük bir sevda büyütmüşken; çığlık çığlığa haykırmak isterken, şehrin caddelerini "SENİ SEVİYORUM" cümlesiyle inletmek isterken susmalı mıyım?
Bıkar mı insanlar gerçekten sevgiden? Ben hiç o bıkkınlığı yaşamadım, yaşamadım... Kimse beni zamanında sevmeyi başaramadı. Hep yanlış zamanlarda, geç kalınmış bir telaşla sevdiler beni. Kaybettiğinde değeri anlaşılan bir varlık oldum hep değer verdiklerim için... Kırıldıktan sonra toplamaya çalıştılar hep beni. Kırıldıktan sonra da sevilmek artık onarmıyor kalbi...
Sen ne olur bıktıracağını düşündüğün noktaya kadar zamanında sev beni... Korkma! Öyle açım ki sevdaya; bıkmam ben... Ama sen önceden doymuşsan, sevilmişsen gereken zamanlarda, kırılmamış bir aşkla, haddinden fazla ve beni boğar bunca cümle, söz, bunca değer dersen de söyle bunu bana...O zaman kendi içime haykırır yüreğim sevdasını. Bu isteğinde haklılık payın yüksektir elbette...
Çünkü kadınlar sevgisini hep zamanında, bazen haddinden fazla gösterirler. Erkekler şımarır, erken doyar sevdaya... Oysa kadınlar için iş daha zordur. Erkekler cimridir sevgilerini göstermekte, sözcüklere dökmekte... Yani kadınlar biraz daha doyumsuzdur bu yüzden sevdaya, aşka, güzel cümlelerin, hülyalı bakışların efsununa...
Sen bıktıracağını düşündüğün noktaya kadar sev beni... Ben öyle açım ki bakışlarındaki aşka, dudaklarındaki cümlelere ve yüreğindekilere... Mahrum bırakma beni... Biliyorum seviyorsun beni... Ama söylenmedikçe sözler, ifadeye dönüşmedikçe tavır kimse birşey anlamaz bu işten... O yüzden dök bana yüreğindeki taşları, sevdaya dönüşen efsun dolu haykırışları...
Solmaz Akça solmaz.ca@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
|
Kahveci : M.Nihat Malkoç ÇOCUK OYUNLARI VE GÜL PRENSES |
|
Günümüzde tiyatroya duyulan ilgi her geçen gün azalmaktadır. Bunun en büyük nedeni televizyonlarda mantar gibi çoğalan diziler ve gençlerimizi peşinden sürükleyen bilgisayar oyunlarıdır. Çocuklar tiyatroyu değil, bunları tercih ediyorlar. Çünkü tiyatroya gitmek az da olsa fedakârlık gerektirir. Evden çıkacaksın, para vereceksin. Oysa televizyon için bunların hiçbirine gerek yok. Kumandanın tuşuna bastınız mı her şey halloluyor. Koy arkana minderi, uzan koltuğa sereserpe…Keyfince seyret!...Keza bilgisayar oyunları için de durum bundan farklı değildir. Kim tiyatro binasına kadar gidecek, para verip bilet alacak?
Dizilerde rol alanlar genellikle gençlerin özendiği tipler… Herkesin hayranlık duyduğu bir veya birkaç şöhretli isim var her dizide. Medya, istediğini şöhret yapıyor kısa zamanda. Gençlerimize ve çocuklarımıza model olarak sunuluyor bu şişirilmiş sözde şöhretli isimler. Onlara fazla bir tercih hakkı verilmiyor. Düşünen değil, kabul eden, teslim olan insan tipleri hayatımızın merkezine oturtuluyor. Orhan Veli'nin dediği gibi "Düşünme, arzu et; bak böcekler de öyle yapıyor" mertebesine getirmek istiyorlar yaratılanların en şereflisi olan insanı. Onun içindir ki tiyatro, televizyonun ve sinemanın gölgesinde kalıyor çoğu zaman...
Tiyatro medya tarafından desteklenmiyor, aksine köstekleniyor. Üstelik televizyonlar, tiyatroda yetişmiş isimleri yüksek ücretlerle dizilere ve beyaz perdeye transfer ediyorlar. Onun için dengeler tiyatronun aleyhinde sarsılıyor. Tiyatro oyuncuları magazin batağına batmış sözde şöhretler de değil üstelik. Çoğu devletin memuru… Düzenli hayatları var. Hem diziler daha uçuk kaçık ve basit… Anlamak için düşünmek gerekmiyor. Kurul koltuğa, bırak kendini filmin akışına… Zihni fazla zorlamaya ne hacet. Basit olsun, sulu olsun…
Acı gerçekler tiyatronun aleyhinde cereyan etse de ümitsizliğe kapılmamak gerekir. Her şeye rağmen tiyatroyu hayatımızın bir parçası haline getirmek mecburiyetindeyiz. Hayatın bir parçası olan tiyatro, kaybettiği değerini kazanmalıdır. Temsiller yurdun en ücra köşelerine götürülmelidir. Tiyatro lüks olmaktan çıkarılmalıdır. Çocuklarımızı sık sık temsillere götürmeliyiz. Onları tiyatronun o büyülü havası içerisinde soluklandırmalıyız. Tiyatro havasını teneffüs etmeyen çocuk kalmamalıdır. Devlet, tiyatroya verdiği desteği artırmalıdır. 81 vilayetin en az yarısında Devlet Tiyatroları'nın sahneleri ve ekipleri olmalıdır. Tiyatronun bir mektep olduğu unutulmamalıdır. Çocuklarımız bu kaynaktan beslenmelidir.
Tiyatronun çocuk gelişimindeki katkıları sanıldığından daha çoktur. Tiyatroya giden çocuğun sosyalleşme süreci hızlanır. Toplum içerisinde nasıl davranılacağını, kurallara uymanın önemini bu ortamlarda daha etkili olarak fark edebilir. Yaşamadıklarından da pay çıkarmayı öğrenir. Temsilleri izleyen çocukların hissi ve zihni melekeleri gelişir, zenginleşir. Olaylara daha geniş çerçeveden bakmayı öğrenir. Hayatı bir adım ilerden izlerler.
23 Nisan günü Trabzon Devlet Tiyatrosu Haluk Ongan Sahnesi'nde güzel bir çocuk oyunu gösterildi. Migros Mağazaları'nın maddi desteğinde çocuklarla buluşturulan oyun, çocukların gerçek bir bayram sevinci yaşamalarını sağladı. Ben de kızımı alıp tiyatroya gittim. Oyunu baştan sona bizzat seyrettim, çok da beğendim. Aslında büyüklerin de alacağı dersler var çocuk oyunlarından. Yani büyükler de zaman zaman çocuk oyunlarını seyretmelidir. Bunu en azından çocukların zevklerini keşfetmek için yapmalıdırlar.
Rüveyda Sinanoğlu'nun yazdığı "Gül Prens" adlı oyunda Trabzon Devlet Tiyatrosu oyuncularından Fatih Topçuoğlu, Başak Anat, Ufuk Şener, Duygu Dokgöz, Burak Öner, Çağlar Maçkalı, Fatih Yurdakul, Ozan Karaahmet rol alıyorlardı. Şahsen oyuncuları çok başarılı buldum. Türkçeyi ustalıkla kullandılar. Jest ve mimiklerle oyunu zenginleştirdiler. Oyuncular rollerinin hakkını fazlasıyla verdiler. Oyunda özetle şu konu anlatılıyordu:
" Firavunun kızı Gül Prenses, kraliçenin çağrısıyla, gelen perilerin sözleriyle bir kuleye kapatılır. Uzun süre orada hapis kalan kız, ağabeyleri tarafından serbest bırakılır. Çıkınca bir tavus kuşu görür, onu çok beğenir. Gül Prenses, ağabeylerinden Tavus Kuşu Prensini bulup onunla evlenmek istediğini, kendisine iletmelerini söyler. Ağabeyler için zor bir görev olmasına karşın onlar bundan kaçınmaz ve maceraya atılırlar. Bu arada kötüler bu durumdan pay çıkartmak için ellerinden geleni yaparlar. Gül Prenses yerine başka bir kızı Tavus Kuşu Prensiyle evlendirmek isterler. Tavus Kuşu kralıyla evlenmek için yola çıkarılan Gül Prens'i denize atarlar. Fakat bir balıkçı onu denizde bulur, kurtarır. Daha sonra onu sevdiği prense kavuşturur. Bu arada onu denize atanlar da kısa zamanda yakalanırlar. Fakat prens ve prenses onları affeder. İkili evlenerek mutlu bir yuva kurarlar."
Tiyatro hem eğlendirir, hem de öğretir. Çocuk oyunlarının körpe zihinlere verdikleri mesajlar toplumun değerleriyle çatışmamalıdır, aksine öz değerlerimizi beslemelidir. Tiyatro görsel olması nedeniyle en etkili öğretim araçlarından biridir. Bunu öğretimde yaygın olarak kullanmalıyız. Fakat oyunların çocukların seviyesine uygun olması şarttır. Zira çocuk, seviyesinin üstündeki bir oyundan zevk almaz, ilgisi kısa zamanda dağılır, sıkılmaya başlar. Böyle bir öğrenciyi tiyatrodan soğutabilirsiniz. Çocuklarımızı seviyelerine uygun oyunlara götürelim ki temsillerden sıkılmasınlar, zevk alsınlar.
M.Nihat Malkoç mnm61mnm@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
Sanatın siyasetle bulaşmış hali!
Önceleri düşünürler, yazarlar çizerler hep tartışmışlar. Kimileri demiş "Sanat sanat içindir" kimileri de "Sanat toplum içindir." Sanat ne için olursa olsun ama sanat bölmek için olabilir mi?
Bu düşünce de nereden çıktı demeyin. Aslında bahsedeceğim konu tam da bir sanatlık konumu bilemiyorum. Ama küçücük de olsa bir tarafından tartışmak istiyorum. Akdeniz Üniversitesi tarafından yapılan 10. Uluslararası Bahar Şenliği kapsamında bazı etkinlikler oldu. Tiyatro gösterileri, halk oyunları gösterileri, yarışlar, konserler ve benzeri etkinlikler.
Büyüklük küçüklük nitelemesi ne kadar doğru olur bilemem, ancak bu tarzda bir değerlendirme yapacak olursam iki büyük konser düzenlemesi yapıldı. Ezginin günlüğü ve Leman Sam konseri.
Ezginin Günlüğü, sahneye çıkışından itibaren final şarkılarına kadar güzel eserlerini icra ederek sadece konserlerini verdiler. Kimi zaman duygulandırdılar gençleri kimi zaman da coşturdular. Ama sadece ve sadece şarkı söylediler. Ne derece doğru (!) tartışılacak bir kararla şenlik alanında alkol satışı yapılarak, hem de başka "baş sponsor" bulunamamış gibi Tuborg reklamları arasında şenliğin bu gecesi patırtısız gürültüsüz sona ermiş oldu.
Neden alkol ve alkol reklamını eleştiriyorum?
İçenler bilir ki alkol şişede durduğu gibi durmaz. Eğlenmek hakkıdır gençliğin ancak ya içip içip kavga, yaralanma hatta ölümlere sebebiyet verebileceği düşünülürse? Ne yazık ki şenliğin final konserinde kavgalar yaşanmıştır ve alkolün buradaki etkisi unutulmamalıdır.
İşte "sanatın siyasetle bulaşmış" haline şimdi değinmek istiyorum. Final konseri Leman Sam'ın.
Konser alanı hınca hınç dolu ve gençliğin çoşkusu yüksek. Herkes eğleniyor ve etrafıma baktığımda türbanlı kızları da görüyorum. Demek ki sağcısı, solcusu herkes bu konsere gelmiş.
Neden gelmesin ki? Leman Sam gibi magazin programlarına, paparazilere ihtiyaç duymayan büyük bir sanatçı en güzel şarkılarını söyleyecek.
Konser başlıyor ve şarkı aralarında konuşmalar yapıyor ve bu konuşmalar oradakileri daha da motive ediyor. Bu da Leman Sam'a yakışır bir tavır. Ancak bu konuşmalardan siyasi mesajların geleceğini hissetmiş olmalıyım ki "Ne olur siyasi konuşma." diye kendi kendime söyleniyorum.
Birkaç şarkıdan sonra, Leman Hanım TRT'yi eleştiriyor bir şarkısına konan yasaktan dolayı. Son yıllarda izin verilen saçma sözlere sahip şarkılara örnekler veriyor haklı olarak. Fakat unutulmamalı ki bu yasaklar sadece Leman Hanım'a değildi. O kadar basit yasaklar vardı, gülmemek elde değildi.
Bir iki şarkıdan sonra Leman Sam baktım işaretleri anlatmaya başladı. Baş parmağını göstererek bu kadayıfçı hocanın işareti, bununla işimiz olmaz dedi. Sonra işaret parmağı nı kaldırdı "bunu biliyorsunuz zaten tehlikeli" dedi ki bu BBP'lilerin işaretidir. Sonra rakçıların işaretini gösterdi, en iyisi biz böyle olalım diyerek yumruk gösterdi. Sonra başladı Ahmet Kaya şarkısı söylemeye, sonra da Deniz Gezmiş'i anlatan şarkıya.
Tamam sanatçının inisiyatifindedir de oradaki topluluğun çoğu 18-20 yaşlarında. Eminim ki çoğunluğu aileden gelen görüşleriyle orada. Sanatçımız biliyoruz ki sol görüşe sahip. Ne gerek var o topluluğu yönlendiren konuşmalara? Deniz Gezmiş'in adını zikrederken karşı görüşten ölenler ne olacak? Örneğin Dursun Önkuzu, Süleyman Özmen.
12 Eylül darbesinin silindir gibi ezip geçtiği bu gençler kendiliğinden bu hâle gelmediki. Birilerinin oyunu sonucu hayatlarını kaybettilerse, birisini öne çıkarmak ne kadar mantıklı? Hem Ahmet Kaya kim ortada değil mi?
O zaman şöyle de bir görüş ortaya atılabilir. Bugün terörist diye adlandırılan kişiler geçmişte kimlerle beraber hareket ediyorlardı? Hangi partiye mensuprular?
Ülkemizin içinden geçtiği süreç birlik ve beraberliğin en çok gerekli olduğu bir dönem. Artık şu an ne sağcı ne solcu olmak çare ülkemiz için. "Tek çare birlikte hareket etmek." Aç kurtlar gibi üzerimize saldıran işgalci devletlerle başka mücadele yolu yok.
Ben Leman Sam'ın bu harika konserinde "Arkadaşlar sağcı, solcu, dinci olmanız fark etmez. Ülkemizin geleceği sizlersiniz, sizler çok okuyun çok bilin, kendinizi geliştirin. Aman kavgadan gürültüden uzak durun, birlikte ülkemizi güzel yerlere taşıyalım." demesini çok isterdim. Bakın çoşku ne kadar zirve yapacaktı….
Birlik ve beraberlik içinde olalım, kamplaşma bizlere zarar verecektir…
Halil Demir
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.580 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Denizler anladı beni
Kâğıt boş kalbim gibi
Aklım karışık dalgalı denizler gibi
Kır çiçeklerinin taze kokusunda seni arar oldum
Dünya yalnız
Odada ben yalnızım
Eşyalar, çalan müzik ve ben
Ama olmayan tek sensin yine
Aslında burada olsan bile yoksun
Hep kalbin başkasının kollarında hatta koynunda
Bugün denizi gördüm
Sana daha yakındım o kadar uzakken bile
En azından denizler anladı beni
Senin asla görmek istemediklerini
Masanın üstündeki kadehim beni bekliyor
Senin asla beklemeyeceğin gibi
Sigara kül tablasında bir aşkla duruyor
Senin asla yanmayacağın aşkla yanar gibi
Sehpa bile altındaki halıya bağlı ve onunla uyuyor
Sandalye camın önünde durmuş rüzgârı bekler
Odada yalnızım çünkü
Eşyaların bile aşkı belli
Yalnızca ben çöpe atılmış eski bir paspas misali
Eşsiz ve yalnız
Dinleyecek aşk şarkısı bile bulamıyorum
Kadehim sigarayla buluşurken
Yine üçüncü kişi benim
Gece yanından kalkılan ve terk edilen yine benim
Ve bugün denizi gördüm
Sabahtı, belki de akşamdı kim bilir
Ne de olsa gece de gündüzle birlikteydi
Ama denizler anlamıştı beni
Yalnızlığımı ve sana olan özlemimi
Sen onunlaydın çünkü o senindi
Ben var olmayan bir hayaldim belki
Onunlayken düşündün mü hiç merak ediyorum
Ama o kır çiçekleri cevap vermiyor
Yine odada yalnızım
Kurumuş kalbimin seni düşünecek gücü yok ki
Sarhoş olsam kolay mı olur gülmek
En azından denizler anladı beni.
Rana Marcella Özenç
|
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.
Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız. Gitmek için tıklayın.
Kolay gelsin.
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Valla uzun uzadıya yazmaya gerek görmeden tavsiye edebileceğim bir web sayfası http://www.modelyazilim.com/ Bu web sayfasında ticari işletmeler ve ticaretle uğraşanlar için aklı başında ve uygun fiyatlı özel yazılımlar mevcut. Hep eğlencelik değil ya, biraz da ticari anlamda işinize yarayacak kısa yollar vereyim dedim. Haydi hayırlı işler, bol kazançlar...
...Mikronezya'daki Pingelap adasında yaşayan insanların 20'de birinde total renk körlüğü var. Bu kişiler renkleri hiç algılamıyor, dünyayı siyah-beyaz bir televizyondan izlermiş gibi görüyorlar. http://renkkoru.sitemynet.com/renk/index.htm Konu üzerinde 30 yıldır araştırmalar yapan bilimadamları bu hastalığa neden olan gen bozukluğunu tespit ettiler. Ancak, söz konusu tespit, tedavinin de hemen bulunacağı anlamına gelmiyor... Konu hakkında bilgisiz kalmamak için tıklayın.
Kuşlara ve özellikle kuş fotoğrafçılığına ilgi duyuyorsanız http://www.richardbedford.co.uk/ web sayfasında uzun yıllardır bu işle uğraşan kuş fotoğrafçısı Richard Bedford'un bu işi nasıl yaptığını örnekleriyle görüp öğrenebilirsiniz. Mütevazi bir tarzdaki anlatımıyla, bu işe meraklı ve gönül verenleri bilgi alabileceği hoş bir kaynak.
İster bilgisayarınızda duvar kağıdı olarak kullanın, ya da isterseniz sunumlarınız için arka plan olarak kullanın. http://www.apparence.org/ Bu web sayfasında bulacağınız tüm resimler, her yerde bulabileceğiniz türden resimler değil ve genellikle 1280x1024 çözünürlükte.
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
Yukarı
|
|
|
|
|
|