Artık ipin ucu kaçtı. İş demokrasi, Cumhuriyet, hak hukuk mücadelesinden çok bir teşaşür yarışı haline döndü. İktidar yediği golleri hazmetmek için manevra peşinde. Ertesi günü planlamaktan aciz olduğunu unutup 4,5 yılda yapmayı akıl edemediği yüzyıllık bir değişimi halkın önüne getirip koyma telaşında. Elde avuçta ne kaldıysa kullanıp yaraları sarmaya çalışıyorlar. Cumhurbaşkanı'nı halk seçsin. İyi güzel de durup dururken neden seçsin? Sen neden seçmeyi beceremiyorsun? Senin seçtiğin Cumhurbaşkanı ile ilişkilerini 4,5 yılda hep birlikte gördük. Peki ya halkın seçtiği Cumhurbaşkanı ile halkın seçtiği başbakan bir ipte nasıl oynar tahmin edebiliyor musun? Bu ve benzeri sorular her köşe başında soruluyor. Tayyip Bey'imiz de cevaplarını gayet iyi biliyor bilmesine de, dedik ya ipin ucu bir kere kaçtı. İki ay sonra sandığa gidecek iktidar partisi olarak şeref sayısı peşinde koşuyor.
Son günlerde aklıma hep aynı film geliyor. Yaşı tutanlar seyretmiştir mutlaka. Yetmişlerin başında iyi filmlerden biriydi Tora! Tora! Tora!. Japonların Pearl Harbor baskınını anlatıyordu. Filmin son sahnesi aynen aklımda. Zafer kazanılmış, Pearl Harbor yerle yeksan olmuş, iki Japon Amiral uçak gemisinin kaptan köşkünde durum değerlendirmesi yapıyor. Biri gülücüklerle zaferi kutlarken, diğeri mağrur ama düşünceli uzaklara bakıp şöyle diyordu; "Korkarım tüm yaptığımız uyuyan devi uyandırmak oldu." ya da buna benzer birşey. Bu basit bir hatırlama değil elbette. Biraz abartılı da olsa, koyun diye ezip geçtiğimiz sıradan vatandaşın artık sesini çıkarmaya başlamasını bir devin uyanmasına pekâla benzetebiliyorum. Her ne kadar iktidar ve yalaka medya, meydanları dolduran yüzbinleri hatta milyonları halk yerine koymayıp, bindirilmiş kıta, parti neferi, piknikçi gibi sıfatlarla anıyor olsa da bu Cumhuriyet tarihi boyunca sessiz çoğunluğun "Yetti gari." diye bağırdığı birkaç hareketten biri. Ölü toprağını silkeleyen halk sesini çıkarmaya başladı artık. Durumdan vazife çıkartması gerekenler de boş durmuyor. Birleşme ve bütünleşme çalışmaları fena gitmiyor. Bunlar hep o uyuyan devin uyanma belirtileri. O yüzden ben hiç karamsar değilim artık. Hatta fırsatını bulursam Tayyip Bey'in elini sıkıp teşekkür bile etmek isterim. Yanlış anlamazsa tabi!..
Sırada İzmir Mitingi var. Yurdun dört bir yanından gelecekler olacaktır kuşkusuz ama esas görev Ege halkına düşüyor. Mazeretlerin arkasına sığınmadan bayrağını kapan mitinge gitmeli. Bir İzmir'li arkadaşımdan aşağıdaki mesajı aldım. Gerçeklik payı olduğunu iyi bildiğimden, dudaklarımın yanına hafif bir gülümseme koyarak aşağıya aynen alıyorum. Gereğini İzmir'lilerin yapacağına da eminim.
"Sıcaktır" deyip üşenen,
Serin evinde oturan;
"Televizyon nasılsa verir" diyen
"Ben gidemedim ama bayrak astım" diyen;
"Hava çok sıcak" deyip yazlığına
Ya da Çeşmeye meşmeye giden;
"Tek başımayım nasıl gideyim" diyen;
"Küçük çocuğum var" deyip kıvıran;
"Aman kalabalıkta tehlikeli bir şeyler olur" diyen;
"Çok yoğun çalışıyorum,
Bir pazarım var uyuyacağım" diyen
Bilsin ki aynaya baktığında gördüğü
İZMİRLİ DEĞİLDİR.
Siyasete dalıp annelerimizi unutmak olmaz. Başta beni doğurup adam olayım diye sevgiyle yoğuran anneme sonra mevcut ve müstakbel tüm annelere sevgilerimi yolluyor, Anneler Gününü kutluyorum. Sağolun varolun, hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Günler, haftalar aylar yel gibi gelip geçti. Kış gelip kapıya dayandı. Tarla, çift, çubuk işleri bitti. Ovayı kardan bir örtü kapladı. Ahırların temizlenmesi, hayvanların beslenmesi, ineklerin sağılması ve peynir üretilmesi dışında fazla bir iş kalmadı. İbrahimof üç gündür bir at arabasının tekerleklerini onarmaya çalışıyordu. İşin doğrusu araba tamirinden de marangozluktan pek anlamıyordu. Deneme yanılama yoluyla bu işin üstesinden gelmek ve kendini oyalamak istiyordu. Çünkü aylak kaldığı zaman düşüncelerine acımasız akbabalar üşüşüyor ve beynini didikliyordu. Köyünü, evini ve ailesini düşünmekten iyice yorulmuştu.
Kış bütün ovaya, dağlara, ormanlara hükmederken İbrahimof'a bir haller oldu. İyice kendi içine çekildi. Yemeden içmeden kesildi. Belki de bu yüzden biraz ateşlenip yataklara düştü. Neyse ki hastalığı basit bir soğuk algınlıydı. İyileşti ama canı hala yataktan çıkmak, eskiden olduğu gibi karlı bahçelerde yürümek istemiyordu. Hastayken ona çiftliğin mutfağında çalışan Monika gelip baktı. İçine ekmek doğranmış, sıcak süt ve çorba getirdi. Alnına sirkeli suda ıslatılmış bezler koydu. Monika'nın İbrahimof'a karşı gösterdiği ilgi iyileştikten sonra da sürmeye devam etti. Yemek dağıtırken sürekli İbrahimof'u kolluyor, yemeğin en güzel kısmını seçerek onun tabağına dolduruyordu.
Monika oldukça alımlı bir kızdı. Yüzündeki çiller ona ayrı bir güzellik katıyordu. Sarı saçları ve mavi gözleriyle erkeklerin kesinlikle ilgisiz kalamayacağı biriydi. Çiftlikte onun gibi birçok genç kız vardı. Bütün yetişkin ve sağlıklı erkekler askere alındığı için maalesef ortalıkta bu kızlara ilgi gösterecek erkek yoktu.
İbrahimof, kışın insanı kapalı mekânlara hapsettiği kasım ayının sonlarında Monika'nın kendisiyle aşırı derecede ilgilenmesinin mutfak görevlerinden biri olmadığı fark etti. Almancayla başı belada olduğu için yarım yamalak cümlelerle kızın ilgisine teşekkür ediyor, halini hatırını sormaya çalışıyordu. İbrahimof ne zaman ağzını açıp bir şeyler söylemeye kalksa kız gülmekten kendinden geçiyordu. O da kıza bakıp kedini koyuveriyordu. Onlar konuşamıyor sadece kahkahalarla gülüyorlardı. Sonra duruluyorlardı ve yine her şey günlük akışında sürüp gidiyordu. Belki de bu gülüşmelerin en güzel yanı çiftlikte kimsenin onların ne yaptıklarına aldırmamasıydı.
İbrahimof, tutsak edildikleri günden sonra ilk kez erkek olarak bir kadını arzuladığını, bir kadının kendisini beğendiği hissini yaşıyordu. Bu onu aynı zamanda büyük bir suçluluk duygusu içine itiyordu. Çünkü o evliydi ve memleketinde karısı ve iki çocuğu onun dönmesini bekliyordu. Gerçekten eşi onu bekliyor muydu? Esir olarak Almanya'ya götürüldüğünü ve yaşadığını biliyor muydu? Belki öldüğünü sanıp başka birisiyle çoktan evlenmişti.
Her geçen gün eşinin onun beklediği düşüncesini kendi içinde azaltmaya çalıştı. Çünkü mavi gözlü ve yüzü çillerle bezeli o kıza doğru akmaktan kendini alıkoyamıyordu. Birkaç hafta sonra Monika, İbrahimof'un kendisine yakın olmasını sağlayacak bir şeyler ayarladı. Kahya Thomas iş dağıtımını yaparken onları sürekli aynı işlere veriyordu. Her gün birlikte inek sağmaya, ahır temizlemeye ve hayvanları yemlemeye gidiyorlardı. İbrahimof onunla aynı işlere gitmekten hoşlandığı halde Monika'dan çekiniyor ve mesafeli kalmaya özen gösteriyordu. Kış koyulaştıkça onlar birbirlerine yakınlaştılar. En sonunda Monika ilk adımı İbrahimof'un atmasını beklemekten yoruldu. İbrahimof'u elinden tutup ahırın en uzak köşesine götürdü. Sonra samanlığa, ertesi gün peynirlerin dinlendirildiği odaya ve diğer gözlerden uzak yerlere…
Bahara doğru artık herkes onlara evliymişler gibi davranmaya başladı. Fakat çiftlikte evli çiftlerin birlikte kalabileceği odalar yoktu. Karanlık çökünce erkekler kendi yatakhanesine, kadınlar da kendilerininkine dönüyordu. İlişkileri gözlerden uzak kuytularda sürüp gitmeye devam etti. Monika'nın canı çilek çektiğinde daha Nisan bile gelmemişti. Henüz çilek için çok erkendi. Çilekten sonra Monika armut ve üzüme de aş erdi. İbrahimof ve çiftlikteki bütün işçiler bunu sevinçle karşıladılar. Sadece iki Boşnak ve bir Arnavut esir bu durumdan hoşnut değildi. İbrahimof'un Hıristiyan bir kadınla ilişkisini ihanet gibi görüyorlardı.
Bahar ve yaz İbrahimof ve Monika için masal gibi akıp geçti. Ovanın üzerinden sürüler halinde geçen uçakların sayısı sürekli artıyordu. Bazen tarlaların ve çiftliğin üzerinde iyice alçaldıkları da oluyordu. O zaman herkes uçaklardan çok korkuyordu. Neyse ki şimdiye kadar bir aksilik yaşanmamıştı. Kasaba defalarca bombalanmıştı. Her şeye rağmen onlar savaşın çok uzağındaymış gibi yaşıyorlardı. Elbette zaman zaman çiftliğe savaş haberleri geliyordu. Radyolarda, Almanların bütün Rusya'yı ele geçirdiğinin söylendiği kulaktan kulağa dolaşıyordu. Çiftlikteki işçiler karıncalar gibi çalışıyorlar ve yetiştirilen bütün ürünleri at arabaları ile kasaya taşıyorlardı. Çitlik sahibinin keyfi yerindeydi.
Kasım başında karlar başladığında Monika kendisi gibi sapsarı bir oğlan çocuğu dünyaya getirdi. Adını da Stefan koydu. Dünyaya gelen üçüncü oğlu İbrahimof'u bir duygu karmaşasının içine itti. Stefan için sevinirken Makedonya'da kalan iki oğlu için kötü bir şey yaptığı hissini yaşıyordu. Sevinci eksik, yarım ve kırık döküktü. Ama şimdi savaş zamanıydı ve o bir esirdi.
Trompetle tanışmam çok yıllar öncesine dayanıyor. "Insanlar Yaşadıkça" filmini görenler
o inanılmaz dokunaklı trompet sesini hatırlayacaklardır. Işte ben de o sahneyi gördükten sonra, çocuk yaşıma rağmen bana böylesine berrak ve aynı zamanda da hüzünlü gelen bu enstrümanı hemen sevdim.
Tabii yıllar sonra cazı dinleyip öğrenmeye başladıktan sonra da , sadece 3 tuşu olan bir enstrümandan bu güzel seslerin nasıl çıkabildiğine hep hayret etmişimdir.
1932-45 yılları arasında bütün trompetçilerin çalış ve düşünce tarzları Louis Armstrong'la eş ayarlıdır. Bu devrin belli başlı trompetçileri arasında Bix Beiderbecke, Cootie Williams, Bubber Miley gibi isimler görüyoruz. Bu isimler her ne kadar Armstrong etkisindeyseler de özellikle getirdiği yeniliklerle, Cootie Williams, daha sonraları Rex Stewart'ı etkileyerek, onun daha lirik çalmasını sağlamıştır. Stewart ise Don Ellis ve Wynton Marsalis'in fikir babası olmuştur.
Cootie Williams 'Growle' tarzının en büyük ustasıdır diyebiliriz. Çok güzel bir trompet tonuna ve Armstrong'tan gelen bir müzik cümle kuruşuna sahipti.Duke Ellington ve Benny Goodman orkestralarında yaptığı soloların hepsi caz tarihine geçmiştir. Duke Ellington'un "Concerto for Cootie' ve küçük gruplarda çaldığı 'Queen Bess', 'That's The Blues Old Man', parçaları en güzel icralarındandır.
Rex Stewart kornet çalmayı tercih ederdi. Bu nedenle tonu puslu ve son derece lirikti.'Blue Serge', 'Warm Valley', 'Morning Glory', yorumlari en önemlileri arasındadır.
Nedense bu iki müzisyen, Duke Ellington orkestrasından ayrıldıktan sonra yaratıcılıklarını kısmen yitirdiler.
Bix Beiderbecke 33 yaşında öldü. En güzel soloları arasında Tommy Dorsey ve Benny Goodman orkestraları eşliğinde çaldığı ' King Porter Stomp', 'Sometimes I'm Happy', 'Blue Skies', 'Marie ', 'I can get Started' gibi caz standartlarını sayabiliriz.
Bu ünlü trompetçi, lirizmi ile ileriki tarihlerde Miles Davis, Chet Baker gibi cazın dev isimlerini de etkilemiştir.
Louis Armstrong'un etkilediği bir diğer trompetçi ise Roy Eldrige di. Kanımca caz tarihinin
en iyi trompetçilerinden biri olan Eldrige, kişilik olarak son derece renkli, swingi, fikirleri
ve olağanüstü tekniğiyle hızlı ve yavaş tiz veya pes seslerde de o denli başarılıydı.
Geçen sohbetimizde Coleman Hawkins'i tanımaya çalışmıştık. Eldrige'nin Hawkinsle olan bütün icraları son derece güzeldir.
Eldrige 'cutting session' denilen yarışmalara katılır ve diğer müzisyenleri pes ettirmeye
bayılırmış, denir. 1980 yılında geçirdiği felce kadar da hareketli müzik yaşamına devam
etmiştir.
Onun da öğrencilerinden en önemlisi Dizzy Gillespie olmuştur.
1930 ların önemli diğer trompetçileri arasında Buck Clayton ve Harry Edison'u sayabiliriz.
Clayton son derece yumuşak bir tona sahipti. Besteciliği ve aranjörlüğü de vardı.
Count Basie Orkestrası eşliğinde 'One O'Clock Jump', 'Time Out', ' Swinging The Blues',
daha sonraları ise, 'Dickie Dreams' , 'Easy Does it' gibi parçaların soloları olağanüstüdür. (Count Basie - One O'Clock Jump (1944))
Harry Edison'a gelince: Count Basie Orkestrasının vazgeçilmezleri arasındaydı.
Ritm bakımından kıvrak, son derece esprili bir stili olan Edison, modern trompet ekolünün
temellerini atan müzisyenlerin başında gelmektedir. 'Jive at Five', ' I do Mean You',' High Tide', 'Queen Street' sololarından birkaçıdır.
Eski nesilden caz müzisyenler, konserlerinde kılık kıyafete son derece önem verirlerdi.
Devir ilerledikçe,gençler son derece rahat bir şekilde sahneye çıkmaya başladılar ve eskilerden de eleştiri aldılar. Şüphesiz en güzel giyinenlerden biri de Harry 'Sweet' Edison du. 1990 lı yıllarda Irlandada ki Korg Caz Festivalinde dinlemek ve tanımak fırsatını bulduğum için çok mutluyum. Bu arada Lester Young'un bütün müzisyenlere takma ad yakıştırdığını, Edison'a da 'Sweet' lakabını verdiğini belirtmek isterim.
1930-40 ların belli başlı trompetçilerini böylece tanımış olduk. Özetlemek gerekirse : Louis Armstrong zaman zaman eleştiriye uğradıysa da, artık bütün müzisyenler,, O'nun caza getirdiği düşünce ve cümle kuruluşlarının ne kadar önemli olduğunu, katkılarını kabuletmişlerdir.
Gelecek sefer ki sohbetimiz, klasik devrin pianistleri ile ilgili olacak. Buluşmak üzere…..
Abartmıyorum;
IDUG Başkanı'ndan, yönetim kurulu üyelerine, tanıştığım her ABD'li konferans katılımcısından, IBM'cisine, otel önünde lafladığım polis memurundan, otel görevlisine kadar, türlü çeşit insan hep aynı soruyu sordu:
'What's the political situation in Turkey?'! (Türkiye'de politik durum ne âlemde?)
Görülen şu ki; Tandoğan ve Çağlayan'ın etkileri buralara kadar gelmiş.
Merak ediyorlar, Laik'mi kalacağız yoksa, İran benzeri mi olacağız. Direkt soru bu oluyor.
Konuşuyoruz, anlatıyorum. Kurtuluş savaşını, Atatürk'ü, devrimleri, darbeleri, kaybettiğimiz zamanları, bizleri yeri geldiğinde nasıl kullandıklarını (Kore Gazilerimiz!)...
Irak'ta olanlardan pişman olduklarını söylüyorlar, acı acı gülümsüyorum. Kendi yarattıkları bu durumun açmazında çırpınışlarını ifade etmek için izledikleri mantık yolunu gözlüyorum, kendilerine göre komik gerekçeler öne sürüyorlar, gülümsüyorum...
Ya dalga geçiyorlar ya da tarih bilmiyorlar!
1800'lerin sonunda Avrupalı sömürgecilerin devri bitmeye başladığında, nasıl onların yerlerini almaya başladıklarını, bölge ülke başkanlarına, ülkeyi satın almak için resmi olarak para teklif edişlerini, 1940-1960 arasında Latin Amerika'da, Vietnam'da. Kamboçya'da olanları, Sadece sosyalist diye Kuba'ya 40 yıldır uyguladığı ambargoyu, Afrika'da bağımsızlık savaşı veren Kongo'nun başına gelenleri, İran-Irak Savaşlarında, Sovyetlerle el ele iki ülkeyi birbirine kırdırmalarını, Afganistan'ı, İsrail-Filistin sorununda nasıl taraf olduğunu. Kafalarına çuval geçirilen, 'müttefik' Türk askerlerini, Latin Amerika'da yüzlerce kişinin ölümünden sorumlu, tescilli ve hükümlü katil Posada'nın, Venezuella'da hapisten kaçtıktan sonra, ABD'ye sığınıp, nasıl ABD vatandaşı olduğunu, ve daha nicelerini anlatıyorum...
Buralarda uyguladıkları emperyalist 'iş modelinin', günümüzde Orta Doğu'da uygulandığını ve geçmişten hiç farkı olmadığını anlatıyorum.
Şaşırıyorlar!
Cumhuriyet'e her ne pahasına olursa olsun, ister demokratik, isterse de anti-demokratik yollardan SAHİP ÇIKMANIN sadece dincileri, işbirlikçileri ve 2. Cumhuriyetçileri değil, taa uzaklardan bizleri izleyen ABD ve daha birçok milleti daha da şaşırtacağını görüyorum.
Yarım kalan Cumhuriyet Devrim'ini devam ettirebilsek, bir silkinebilsek, bağırsaklarımızdaki pisliği bir atabilsek, Latin Amerika'daki yükselen sol gibi bir heyecan dalgası yaratabileceğimizi, daha 'saygın' hale geleceğimizi hissediyorum.
Yıl..., yılı falan bırakalım, parmaklarım yetmiyor saymak için.
ÇOK YIL diyelim...
Ben Almanya'da tercüman olarak çalışırken, bir Alman genci gönlümü çaldı.
Annesi ile aynı büroda çalıştiğim için, görüşmeler de sık oluyordu haliyle.
Alman olmasına rağmen, İtalyanca, kulağa çok hoş gelen bir soyadı taşıyordu.
Ben de bu soyadına karşı koyamadığım için evlendik.
Beşinci ayda, bir doktor ziyaretimden sonra, bir bebek beklediğimi ilan ettim.
Sevinç büyüktü, ama o nispette de sorumluluk büyüktü.
İşten ayrıldım.
Aylar ayları kovaladı, karnım büyüdü, kilolar çoğaldı.
Bu arada fosur fosur içtiğim sigarayi da bıraktım !
Annem de ilk tornunu kucaklamak için yanıma gelmişti.
Mayıs ayına girdiğimizde artık günleri saymaya başlamıştık.
Heyecan dorukta...
Eşim de “heyecanını” bastırmak için sık sık dışarı çıkmaya başladı
7 Mayısta, tekrar heyecanlanmış olacak ki, bir bira içmeye gidiyorum diyerek çıktı.
Gece yarısına doğru sancılarım başladı.
Ama eşim hala eve dönüş yolunu bulamamıştı.
Allahtan annem yanımda.
Bir hafta evvel hazırladığım çantamı aldık, arabayla son sürat benim doktorumun
çalıştığı kliniğe gittik. Günlerden Cumartesi...
İlk muayeneden sonra beni hemen doğumhaneye aldılar.
O senelerde ultrason olayı gerçi yoktu ama, sancısız doğum yapılabiliyordu.
Dokorum benim doğum karnemde “Maske” diye yazmış ve ne zaman olursa olsun onu haberdar edilmesi için not düşmüştü.
Benim elime bir maske tutuşturdular ve sancı geldiğinde derin nefes almamı söylediler.
Aynen yaptım, sancılarım gelirken derin nefes alıyordum ve yarı baygın bir vaziyette sancılarımı hissetmeden atlatıyordum..
Bir an gözlerimi açtım ve doğum olayının başladığını fark ettim...
Hızlı hızlı nefes almaya başladım, hiçbir işe yaramadı...
Maskenin içindeki “Lachgas” denilen ilacın bittiğini anlayınca elimdeki maskeyi
sallayarak hemşireye bağırmaya başladım.
Bu arada doktorumun da geldiğini farkettim.
Maskem tekrar elime verildi, sonrasını hatırlamıyorum...
Gözlerimi açtığımda bir kızım olduğunu söylediler.
Ne kadar sevindiğimi tarif edemem.
Hele bir de sancısız bir doğum gerçekleştiği için şükrediyor,
ne kadar şanslı olduğumu düşünüyordum.
Öğlenden sonra saat 14.00de kızımı getirdiler.
Koluna bir küçük buket çiçek sıkıştırmışlardı.
Çünkü o gün 8 Mayıs Anneler Günü idi !
Böylece kızım beni Anneler Gününde ANNE yaptı.
Arkasından eşim, annem ve kayınvaldem de odama geldiler.
Eşim, dün gece çok içmesine rağmen hala “heyecanını” bastırmışa benzemiyordu.
Ona çok kırılmıştım, ama belli etmedim.
İlk Annelik dakikalarımın tadını bozmamak için sustum.
Bu kırgınlığa başka kırgınlıklar da eklendi ve kızım 8 aylıkken ayrılışımıza kadar sürdü.
Hayat devam ediyor ya... Benim de hayatım devam etti...
Ve bana çok büyük bir SÜRPRİZ HAZIRLADI.
İki yıl sonra, bana ve fikirlerime daha uygun olacağını düşündüğüm
bir Türk gençle evlendim.
Beş yıl boyunca kızıma çok iyi bir baba oldu.
Onun da baba olmaya hakkı olduğu için bir kez daha bebek beklemeye başladık.
O yıllarda artık ultrason olmasına rağmen, ben bebeğin cinsiyetini öğrenmek istemedim.
Ama içimden kız olmasını diliyordum.
İlk hamileliğimde 10 kg. almama karşın bu sefer 15 kg. aldım.
Doğum günleri yaklaşıyordu. Doktor 11 Mayıs olarak gün belirlemişti.
7 Mayıs günü kızımın Doğum Günü hazırlıklarını yaptım, ama kutlamak nasip olmadı.
Çünkü o gece sancılarım başladı ve apar topar hastaneye gittik eşimle.
Bu sefer de benim ısrarım üzerine doktorum “Maske” diye yazmıştı defterime.
Sancılar arttığında Maske diye bağırmaya başladım.
Yanıma kocaman bir oksijen tüpü getirip maskeyi elime verdiler.
Derin nefes alıyorum, hiçbir etki yok. Daha derin nefes alıyorum, nafile...
Bu sefer sesimi yükselterek, Türkçe, Almanca, ağzıma ne geliyorsa sıralıyorum....
Tamam, tamam deyip beni avutmaya çalışıyorlar.
Meğerse o MASKE olayını artık kullanmaktan vaz geçmişler.
Sabaha doğru, avaz avaz, bağıra çağıra, 8 MAYIS günü bir oğlum oldu.
TAM 8 YIL ARADAN SONRA...
Yani anlayacağınız, iki çocuğumun da Doğum Günleri aynı.
Bu büyük bir SÜRPRİZ değil de nedir?
Bugün 8 Mayıs, anılarım tazelendi, bunu sizlerle paylaşmak istedim.
İşte benim “bebişler” kocaman oldu, ben de MUTLU.
Yazan: Ahmet Ümit Kapak Tasarımı: Yavuz Korkut Baskı Tarihi: Ekim 2006 (1. Basım) Yayınlayan: Doğan Kitapçılık / Roman Dizisi
112 s. -- 2. Hamur -- Ciltsiz -- 14 x 24 cm
Ey, yılların ötesinden gelecek yabancı.
Ey, beni Nuvanza'ya götürecek kişi.
Ey, Nuvanza'yı beni getirecek kişi.
Şimdi söyle bana, sahiden geldin mi?
Yazdıklarımı okudun mu?
Sahiden on iki ayrı kentte gömülü,
On iki ayrı kente gittin mi?
On iki ayrı bileziği buldun mu?
On iki ayrı bileziği bizi birleştirmek için topladın mı?
Sahiden beni Nuvanza'ya götürecek misin?
Nuvanza'yı bana getirecek misin?
…
(Kitabın İçinden)
Sabahları servisle uzun yollar kat eden şanssızlardan mısınız sizde? Hadi, işe gidiş yolunun uzun olmasından geçtim, bir de uyuyamayanlardansanız, işte o zaman kurtarıcınız mp3 player/ipod ve/veya kitaplarınız olur. İşte ben bu bahsettiğim gruptayım. Serviste uyuyamayan, kitap okuyup müzik dinleyenlerden… Böyle olunca, kendi kitaplarımdan başka eşin - dostun kaynaklarını da kullanıyorum. "Ninatta'nın Bileziği" de işte böyle Ahmet Ümit sevdiğimi bilen bir dostun getirdiklerinden...
Mezopotamya'yı, Mısır'ı, Sümer'leri, mitolojiyi, vb. konuları sevenler, Odessa'yı, İlyada'yı okurken kendinden geçenler, hepsinden tanıdık bir hava esiyor kitapta. Ahmet Ümit her zamanki polisiye havasında olmasa da sürükleyiciliğini kaybetmemiş yeni bir roman anlayışı sunuyor bize… (Sabah serviste başladığım roman akşam eve geldiğimde bitmişti ve sadece servisle yolculuk süresinde okudum kitabı.)
Hitit Soylularından Ninatta'nın savaşçı Nuvanza'ya olan aşkını anlatan epik bir roman "Ninatta'nın Bileziği". Okurken gerçekten Hititlerin kitabelerini okur gibi hissettiren, Anadolu'nun o eski insanlarını hatırımıza düşüren, ortaokul tarih bilgilerimizi saklandıkları köşelerden geri çağıran (Pankuş, ziggurat, Hattuşaş, vb. bir sürü kelime üşüştü zihnime romanı okurken…).
Ninatta Nuvanza'yı sever, Nuvanza güneştir, aydır, gecedir, gündüzdür, acıdır, kederdir, neşedir, sevinçtir… Nuvanza, Ninatta için hayattır. Ama bu aşk Ninatta'ya yasaktır çünkü Nuvanza evlidir. Ama gönül yasakları dinlemez. Ancak her günahın da bir bedeli vardır… Bazılarının bedeli ölüm olur, bazılarının ki beklemek…
"Aşkın ömrü üç yıldır"* diyenlere karşı, binlerce yıl sabırla bekleyen bir kadının aşkını sunuyor bize Ahmet Ümit, umudunu kaybetmeyen; tanrılara, adalete, hakka inanan; sevgisini büyüten; koruyan - kollayan bir kadının aşkını anlatıyor…
Aşkı yaşamak her kula nasip olmaz mı? Yoksa insan âşık olduğunu fark etmeden geçip gider mi yanından cananın? Aşkı hak eden mi yaşar? Âşık olmak için ne yapmalı? Bu soruların cevaplarını bulamadım ben, ama cananı sabırla bekleyenlerin acısını, bu acıyı nasıl vakarla taşıdığını bu kitapta buldum.
Kitaplarla kalın… İyi hafta sonları, kahveniz bol köpüklü olsun!
Melis Mine
* Aşkın Ömrü Üç Yıldır, Frederic Beigbeder, Doğan Kitap
Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün 4.580 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Ona tepeden baktım,
Yükseklerden.
Gördüm
Bana baktığını...
Bir kez, bir kez
Daha
Sevdalandım...
Muhteşemdi...
Ona, derdimi anlattım
Dinledi.
Sustu.
Dinledi.
Dayanamadı.
Sonunda parçalara dağıldı.
Derdimle, O çoğladı,
Ben azaldım...
Şimdi,
Bir sıra dağ uzanıyor Akdeniz'e.
Adına Toros diyorlar.
Ben azametinle eriyorum,
O ihtişamını koruyor...
Onu özlemek... onur...
Elif Eser
Bulmaca - Sudoku
SUDOKU bir mantık bulmacası. "Suji wa dokushinsha ni kagiru" nın kısaltılmış hali, "Sadece tek sayıya izin var." diye tercüme edilebilir.
Kuralı çok basit. Her boş kareyi 1'den 9'a kadar bir rakamla doldurmak zorundasınız. Ama karelere yazılacak rakamları öyle ayarlayacaksınız ki, her satırda, her sütunda ve 3 x 3 kareden oluşan her blokta 1'den 9'a kadar bütün rakamları kullanacaksınız. Gitmek için tıklayın. Kolay gelsin.
Biraz Gülümseyin
Çizen: Hüseyin Alparslan
Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
...Futbolun gerçekliğinden sıkıldınız mı? Bir takımı ligdeki yöneticilerinden daha iyi idare edebileceğinizi mi düşünüyorsunuz? Bize katılın kendi takımınızı kurun, diğer yöneticilerle yarışın ve en iyi olduğunuzu ispatlayın! http://online.sokker.org/ Türkçe dil desteği de mevcut. İyi eğlenceler.
... Binlerce yıl önce mahzende unutulan bir şaraptan tesadüf eseri keşfedilen elma sirkesinin, ciltteki lekelerden fazla kilolara, sağlıksız saçlardan varisli damarlara kadar birçok derde deva olduğu bildirildi. Elma sirkesinin özellikle pırıl pırıl saçlar, lekesiz bir cilt ve incecik bir vücuda kavuşmada çok önemli katkılar sağladığı vurgulandı... Devamı için http://www.hanimlar.com/moduller.php?modul=makale_oku&id=79
Tüm haber kaynaklarının tek bir çatı altında toplandığı güzel kaynaklardan bir tanesi http://www.haberler.com/ Yerel ve ulusal basından derlenmiş güncel haberleri bulabileceğiniz hoş bir web sayfası.
Online olarak oynanabilecek birbirinden güzel onlarca oyun için http://www.flyordie.com/oyun.html Tavla, dama, satranç, bilardo... Ne ararsan mevcut.
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Beklenen Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.